|
Eğlence Toplumunun Sonu
Son üç yüz yıldan beri, Batı uygarlığının dünya üzerinde fizikî-maddî
üstünlük kurduğu bir süreç yaşanıyor. Bilhassa Aydınlanma'yla birlikte
felsefî akımlar, teknik-teknolojik gelişmeler birbirini takip etmeye
başladı. Artık bilimde, felsefede ve sosyal gelişmelerde referanslar
Batı'dan veriliyordu.
Fakat büyük düşünürün dediği gibi, "Zaman, bir hat gibi gitmiyor.
Dâirevî olarak dönüyor. Bugün birilerine bayram, yarın başkalarına.
Bugün biz altta bulunuyoruz, yukarıya doğru hızla tırmanan bir altta.
Batılılar zirvede bulunuyor; ama hızla tepe taklak aşağıya doğru
yuvarlanan bir zirvede." Bu sözler söyleneli yaklaşık yirmi yıl oluyor.
Zaman ne kadar da hızla değişiyor. Yerinden oynamaz denen taşlar,
oynuyor, 'Demir Perdeler' tek tek yıkılıyor, o perdelerin arkasındaki
sözde debdebeli sistemler, yerle bir oluyordu.
Avrupa'da durum biraz farklı. Yıllar yılı referans aldığımız felsefeci,
düşünür, şâir ve reformcuların ülkesinde de çarklar farklı dönüyor
artık. Tarihin en büyük yanılgılarına içinde yaşadığımız zaman şahit.
Türk aydınları artık bu yanılgıyı görüp, öz eleştiri yaparak, kendi
özüne, kültürüne yaklaşmalı ve kendi kültürel dinamiklerini yeniden
keşfetmeli. Avrupalı 'üsdat'larımızın(!) söylecek sözlerinin
kalmadığının, sıranın artık bizde olduğunun farkına varmalı. Zîrâ artık
ayan beyan görülüyor ki, söz Yüce Beyan'ın.
Bu tükenişin itiraf edildiği çalışmalardan biri, bir Alman gazeteci ve
din adamı olan Peter Hahne'nin, 'Zevke Son - Eğlence Toplumunun Sonu'
(Schluss mit lustig - Das Ende der Spassgesellschaft, Johannis Verlag,
21. baskı, 2004) isimli kitabı. Kitabın bütününde dinin önemi,
değerler, inancın topluma tesiri, nüfusun azalması, hizmet düşüncesi,
aşırı ferdiyetçiliğin yol açtığı handikaplar, kimlik problemi, kültürün
dejenere olması, ailenin çözülmesi, insanları birbirine bağlayan
mukaddes değerlerin yok olması, tekniğin-teknolojinin insanı mutlu
edemeyişi gibi konuların üzerinde duruluyor. Yazar, Alman toplumunun
geldiği noktayı şu şekilde ortaya koyuyor:
Ailenin çöküşü
"Almanya'da demokratik bir zaman bombası çalışmaya başladı. 2050 yılına
kadar toplumun yaşlı nüfusu ikiye katlanacak ve Almanya 12 milyon
insanını kaybedecek. Daha az genç insan, sürekli yaşlanan insanlar için
çalışmak zorunda kalacak ki, emekli paraları ödenebilsin. Geleceğin
bölüşme mücadelesi emeklilik ve huzur evinde yer bulma üzerinde olacak.
Önümüzdeki savaş, nesiller arası savaş olacak."
Federal İstatistik Dairesi, Almanya'da tek kişiden oluşan yaklaşık 14,2
milyon ailenin bulunduğunu belirtiyor. Kadınlar erkeklerden,
akademisyenler işçilerden daha fazla. Her yıl ayrılık, boşanma, ölüm
veya kendi isteğiyle yalnız kalanların sayısı artıyor.
Bugün 30 yaşında tek başına yaşayanlar, 80 yaşına gelince oldukça
yalnız yaşayacaklar. Çocuk ve torunları olanların en azından bir
telefonu çalar. Tek kişilik ailelerden oluşan toplum yaşlanınca ve
bakıma muhtaç hâle geldiğinde, önümüzdeki birkaç on yıl içinde bizi
nelerin beklediğini hayal etmek bile korkunç. Öyleyse zevke son vermek
lâzım. Bazı şeyler çarpık gitti: Modern aile formları çoğunlukla
plânlanmış olmayıp, menfî münasebetlerin neticesinde ortaya çıkmıştır.
Nüfûs bilimi üzerine araştırmalar yapan Prof. Dr. Herwig Birg, nesiller
arası muhtemel savaşın önlenmesi için kültür devrimi istiyor. Bizim,
aileye 'veda eden' değil, tekrar örnek olarak çocuk dünyaya getiren
elitlere ihtiyacımız var. Şu an akademisyen kadınların yüzde 40'tan
fazlasının çocuğu yok. Birg'in şu tespiti de önemli: Bir neslin
kaçırdığını telâfi etmek için 75 sene gerekiyor.
Nüfûsun geriye gitmesindeki en temel sebep, yüksek nispetlerdeki
kürtajlar. Federal İstatistik Dairesi'nin 2003 rakamlarına göre, çocuk
bekleyen 1.000 kadından ancak 182'si doğum yapıyor. Ahlâkî tartışmalar
bir yana, devletin bizzat kendisi kürtajları finanse ederek (yüzde
90'dan fazlasını ödüyor), nüfûsun negatif gelişmesini aktif olarak
desteklemektedir. 1974'te kürtaj kanununun yürürlüğe girmesinden beri
sekiz milyondan fazla doğmamış çocuk öldürülmüştür.
Düsseldorf'ta yayımlanan 'Wirtschaftswoche' gazetesi, "Almanya'daki
insanlar hiç bugünkü kadar zengin değildi. Ama hiç bu kadar da köksüz
olmadılar." diye yazıyor
Heidelberg'li filozof Hans-Georg Gadamer şöyle diyor: "Gelecek
kökümüzdedir. Artık kökümüzü hatırlamıyorsak, geleceğe sahip olamayız."
Johannes Rau ise, şöyle diyor: "Nereden geldiğini bilmiyorsan, nereye
gideceğini bilemezsin." Ancak nereden geldiğini bilen, nereye
gideceğini söyleyebilir.
Siyaset bilimci Werner Weidenfeld: "Temelsiz çoğulculuk toplumumuzun
temelden güvensizliğine yol açıyor. Modernitenin en temel vazifesi
şudur: Temel kültür değerlerini koru!"
Otto Dibelius: "İç bağlarını kaybetmiş bir halk, hep karanlıklarda
yürür. Menşeimizin, kimliğimizin ne olduğu meselesi, gelecek için
anahtar niteliğindedir. Bugün bu konularla meşgul olanlar reaksiyoner
değil, ilerlemecidir. Bu, toplumumuzun geleceğiyle ilgili hayatî
meseledir, yoksa geçmişimizi aklama ve idealize etme değildir."
Allensbach Enstitüsü'nden Elisabeth Noelle-Neumann on yıl boyunca
yaptığı araştırmalar sonunda korkunç temayülün ne olduğu sorulduğunda
şu cevabı veriyor: "Daha az anne-baba, mühim gördükleri değerleri,
çocuklarına aktarmayı önemli görüyor. Artık çocuklarına nasihat vermek
(eğitmek) istemiyorlar. En az da imanda, inançta, değerlerde. Bir
dalalet bu! anne-baba ve çocukları için çok üzücü!"
Lise son sınıfta yapılan kompozisyon yarışmasında bir genç bugünkü
ebeveyn nesli için aynen bir iflâs açıklaması niteliğinde şunları
yazıyor: "Bizi yarı güçlü yaptınız, zîrâ siz zayıftınız. Bizi mânâlı
bir yola sevk etmediniz. Çünkü siz kendiniz o yolu bilmiyorsunuz ve onu
araştırmayı da kaçırdınız."
Ne korkunç bir netice: Değerlerden hiçbiri kalmadı. Onları geriye
kazanmak için de hiçbir yol görülmüyor. Birleşik Avrupa'da Almanya'nın
durumu hiç iyi değil: "Hıristiyanlığın yaşanmasında milletler arası bir
mukayese yapıldığında, Almanya'nın negatif durumda olduğu görülür. Buna
göre İrlandalılar yıllık ortalama olarak 38 defa kilisedeki ibadete
katılıyor, Polonyalılar, 33; İtalyanlar, 21; Almanlar ise yalnızca 10
defa."
Time dergisi, Almanya için şu tahminlerde bulunuyor: "Ânî bir çöküş
değil; tatlı bir yemeği, şık elbiseleri ve dış görünüşleri düşünürken,
hemen hemen pek fark edilmeyecek bir dizi aksilikler ve başarısızlıklar
birbirini takip edecek; her şey bitene kadar…" İşte bu 'her şey' onsuz
ayakta kalmanın mümkün olmadığı sözkonusu değerlerdir.
'Stern' dergisinin uzun süre önemli isimlerinden biri olmuş tarihçi ve
gazeteci Sebastian Haffner, bir röportajında tarihi hangi güçlerin
belirlediği ve bunların içinde Hristiyanlığın nerede bulunduğu sorusuna
şu cevabı veriyor: "Hristiyanlık eskiden büyük bir güçtü; fakat bugün
önemsiz hâle geldi. Ona saygı duyuluyor, ama toplumu yönlendiren güç
olmaktan uzak." Hristiyan kültürün kendini sekülerleştirmesinin ve
marjinalleştirmesinin korkunç derecede büyük bedeli oldu.
Sanat ve hiciv özgürlüğünün arkasına sığınılıp dinî hisler ayak altına
alındı ve Hristiyanlığın sembolleri alay konusu yapıldı. Hiçbir şeye
kutsallık atfetmeden, bir yere gidemeyiz.
Almanya Cumhurbaşkanı Horst Köhler, 1 Temmuz 2004'teki ilk
konuşmasında: "Yeminimi Almanya'nın yenilenmesine katkıda bulunmak
için, bir vazife olarak addediyorum. Bunda şahsî pusulam Hristiyanlığın
insan modeli ve insanın yaptığını yaşaması şuuru olacak." diyor.
Ünlü tarihçi Prof. Dr. Paul Nolte: "Cemiyet ruhu ve değerlere dayanma olmadan reformların uygulanması mümkün değil." diyor.
Süddeutsche Zeitung, günümüzdeki öncelikler konusunda sevilen 'in/out'
köşesinde şunları yazıyor: "Bundan böyle başarı, kariyer, güzellik "in"
(içeriye), "inanç, ümit ve sevgi… "out" (dışarıya).
Tatmin olmayan kalbler
Eski cumhurbaşkanlarından Karl Carstens, görevinin sonlarına doğru şu
tespiti yapıyordu: "Cüzdanlarımızın zengin, ama gönüllerimizin fakir
olması, toplumumuzun en büyük problemidir."
Bir hedefe sahip olmadan ilerleyip duruyoruz. Önemli olan hareket
etmek, mümkün olduğu kadar da hızlı. Fakat pusulasız bir hareketle,
varılacak yer olarak geriye ancak dalalet kalıyor.
Edebiyatçı Marie von Ebner-Eschenbach bir şiirinde söyle yazmıştı:
"Gemi hızla gidiyor dalgaların arasından kasırga gibi uçarak.
Yükseliyor yelken direğinden ve güverteden sevinç çığlıkları: Hedefe
yaklaşıyoruz! Dümendeki kaptan ise, üzgün ve sessizce şunu söylüyor:
Etrafımızda dönüyoruz!"
İnanç olmayınca insanları birbirine bağlayan temel bağ da olmamış
oluyor. Kadın-erkek, genç-yaşlı, şehirde veya köyde, iyi veya az
eğitimli, CDU ve Yeşiller seçmeni olsun hiç fark etmez. Bütün
farklılıkların ötesinde müşterekleri teşkil eden bir şeye ihtiyacımız
var.
Anayasamızı kaleme alanlar da iyi biliyorlardı ki, anayasa, yani
milleti devlet yapan bağ, içinde yer alan yalın paragrafların ötesinde
bir değere oturuyorsa, ancak kalıcı olabilir. İnsanların anayasasına
hâkim bir konuma getirilemeyen Tanrı inancının, sadece anayasanın
yazılı olduğu kâğıdın üzerinde bulunmasının ne faydası olacak?!
Fertçi ruh hâletimizin toplumumuz için kötü neticeleri var. Ümitsizlik
korku doğuruyor ve korku girişimciliği felç ediyor. "İman insandaki en
büyük duygudur." (Kierkegaard). İnanacak ve ümit edecek hiçbir şey
yoksa, bir şey için gayret göstermenin de önemi olmaz. Geriye ancak
kendi içine veya egosuna, kendi nefsiyle dans etmek üzere ölümcül bir
ferdiyetçiliğe kaçış kalır. Bu radikal ben merkezcilik 'Spiegel'e göre,
"parçalanmaya, dayanışmanın yok olmasına, değerlerin zayıflamasına,
egoizme, herkesin kendini haklı görme düşüncesine" sebep oluyor.
Kitapçıların rafları egoyu körükleyen kitaplarla dolu.
Ümitsiz yaşamak, gâyesiz yaşamak demek. Gâyesi olmayan hayat ise,
hedefi olmayan bir hayattır. Yönü ve hedefi belli olmayan insan ise,
dayanaksızdır. Ancak var olan bir ümit günümüzü şekillendirebilir.
İnsanı motive eder. Harekete geçirir. Ümit her şeyin mânâsız görüldüğü
zamanlarda canla başla çalışmanın motoru ve uyarıcısıdır.
Eğlence toplumu; ekonomik gelişmenin, patlama derecesinde artan eğlence
endüstrisinin de bir neticesi olduğundan, bu gelişme kendiliğinden
gerilemeyecek, hatta bunu istemeyecektir. Eğlence sektörü ciddi bir
ticaret alanı. Berlin'de yayımlanan Tagesspiegel, "Eğlence olmadan
dünya ekonomisi çökecek ve sırf bu yüzden kesintisiz devam etmelidir."
diye îkaz ediyor. Bu meyanda ibadetle-eğlence, hayata mânâ
katanlarla-eğlence yapanlar arasındaki rekabet mücadelesi mukadder
görülmektedir.
Prag'daki 'Forum 2000'de dünyanın ileri gelen şahsiyetleri gelecekle
ilgili meseleleri tartışırken, Çek Cumhuriyeti'nin eski Cumhurbaşkanı
Vaclav Havel şöyle diyordu: "Bugünkü global krizin sebeplerinden biri
de, artan inançsızlıktır.” Ahlâk özelleşti, içtimaî ölçüler ve evrensel
insanî değer tasavvuru kayboldu. Bütün bunlar sosyal hayat kalitesinin
düşmesini netice verdi. Meyhaneler ve sinemalar kiliselerden daha dolu.
İnsanlık iştahsızlıktan kıvranıyor. Tarihin en güçlü itici gücü,
maalesef din ve inanç değil, sözde bilim, ilerleme, tüketim ve ticaret
olarak takdim ediliyor.
Dostoyevski, kendi ülkesinde yaşadıklarını şu ifadelerle anlatıyor:
"Allah'a bağlı olmayan bir halk bozulur. Eğer Allah olmasaydı, her şeyi
yapmak serbest olurdu." Ünlü Fransız matematikçi ve felsefeci Blaise
Pascal'ın henüz 17. yüzyılda söylediğini çok acı ödüyoruz: "Orta yolu
terk etmek, insanlığı terk etmek demektir. Yaratıcı'ya inanmayan
insanlık vahşete yol açıyor."
Teknikte kaydedilen bir adım, etikte üç adım atmayı gerekli kılıyor.
Ölçüyü tekrar geri getirmemiz gerekiyor. Her şeyin tartıldığı ölçüyü.
Zîrâ Yaratıcı arka plâna itilir, insan ilk sırayı alırsa, aşırılık ve
fanatizm ortaya çıkar. Toplumumuzun en büyük tehdidi ateist
köktenciliktir. Allah tanımazlığın negatif tesiri altında her şey eğri
yola girer.
Allah'ın önünde diz çökenin başı insanların önünde dik durur. Dinsiz etik olmaz.
Yıllarca aile üzerine menfî sözler söylenmesine göz yumduk, onu alaya
aldık. Şimdi faturasını ödüyoruz. Zîrâ değerlerin aktarılmasında ilk ve
en önemli yer ailedir. İnsanın bütün hayat boyu üzerine bina
edebileceği temeller burada atılıyor veya atılmıyor.
Günümüzdeki genç neslin korkunç boyutlardaki mânevî durumunun baş
sorumlusu okul ve medya değil, ailedir. "Bugün bir çok genç, aile
sevgisi ve sevincinden mahrum kaldığı için sokaklardadır. Onlar sevgiye
aç, anne babaları çalıştığı için de kendi kaderlerine terk edilmiş
durumdalar." (Mutter Teresa) Aile, yalnız kuralların değil, güzel
örneklerin yeridir. Burada değerler yaşanır veya yaşanmaz.
Şu anki kültürsüzlükten dolayı, aileye duyulan hasret artmaktadır.
Hamburg Araştırma Enstitüsü'nün araştırmalarına göre, "Evlilik, çocuk
ve aile olmadan da mutlu olunabilir düşüncesi gittikçe daha az kabul
görüyor." ama bir yandan da, ferdiyetçilik ve egoizm eğilimleri tepe
noktasını aştı.
Resimli magazin dergileri bile, eski değerleri yeniden keşfetti: Tek
başına bir hayat yerine, aile; tüketim yerine, tasarruf; egoizm yerine,
dostluk. Değerlerin aktarımında en önemli kurumun aile olduğunu nihayet
fark ediyoruz. "Eğitim örnek olma ve sevgidir." (J. H. Pestalozzi).
Gelecek nesillere verebileceğimiz tek şey, onlara iyi örnek olmaktır.
Ama toplumumuzda saygı ve sorumluluğu nerelerde yaşıyoruz?
20. yüzyılın sonunda eğlence toplumu, medyanın içine daldı ve o
zamandan beri insanın kendini tanımasına ve dünyayı algılamasına tesir
etti. Markalı elbiseler, uyuşturucu modası, Biri Bizi Gözetliyor (Big
Brother) gibi programlar ve içinde çok mânâsız gülmelerin ve ironinin
anlaşma aracı hâline getirildiği tv dizileri, bu dönemin önemli
özelliklerinden. Ekran kötülük ve çirkinliklere örnek oldu.
Sosyolog Klaus Hurrelmann: "İnsanın kendini güvende hissetmediği
zamanlara bir tepkisi var. Bu yüzden aradıkları sağlam bağı
geleneklerinde buluyorlar." diyor.
Bu gelenekleri bulanlara ne mutlu. Değerler sözle değil, yaşanarak
tecrübe edilmeyi isterler. Kurum olarak kilisenin Almanların çoğu için
artık pek önemi yok. Almanya'daki en büyük internet anketinde (Alman
ikinci kanalı ZDF, 'Stern' dergisi, t-online ve McKinsey'le ortaklaşa
yapıldı ve 356.000 Alman vatandaşı katıldı) halkın yalnızca yüzde 39'u
dindar olduğunu belirtti. En fazla kime güveniyorsunuz sorusuna ise,
büyük çoğunluk 'ADAC'in sarı melekleri'ne (TV dizisinin
kahramanları(!)) diye cevap verdi. Kilise personeline ise, sadece yüzde
14'ünün güvendiği ortaya çıktı. Bu neticeler de herhalde, son yıllarda
kilisenin kendini insafsızca sekülerleştirmesi ve marjinalleştirmesinin
büyük bedeli olsa gerek.
Kardinal Karl Lehmann: "Bütün faaliyetlerimizi gözden geçirip,
Tanrı'nın unutulması temel problemine karşı neler yapabileceğimizi
düşünmemiz gerekiyor." demektedir.
Biz...
Evet, söz konusu kitaptan da aktardığımız gibi, artık şâir, felsefeci
ve reformcuların ülkesinde yukarıdaki hayatî mevzular tartışılıyor.
Kant'ın, Nietsche'nin, Descartes'in, Marks'ın düşünceleri değil.
Konuşulsa bile pek bir değeri yok. Zîrâ yeni yetişen nesil, onların
hiçbirini tanımadığı gibi, onların ektiği tohumlar olduklarının
farkında bile değil. Peter Hahne, Alman toplumunun içinde bulunduğu
temel problemlerin bir bölümünü, topluma anlatmaya çalışıyor. Onun
üzerinde durduğu problemlere çözüm olabilecek kavramlar ise, ellerinde
bulunmuyor. Dünyadaki sosyal gelişmelere damgasını vurmuş
felsefecilerin ve düşünürlerin bir zamanlar ortaya koyduğu kavramlar
pek işe yaramıyor, şu anki tüketim toplumlarının geldiği noktayla
örtüşmüyor.
Bizim bazı entelektüellerimizin, Batı toplumlarının hâlihazırda
yaşadığı yollardan gitmesi ve bunu teşvik etmesi gerçek bir körlüğü
işaret ediyor. Türkiye'deki televizyon kanallarında yayımlanan birçok
dizide ise, Batı kültürünün neticesi ortada olan gidişatını güzel
göstermek istercesine, belli yayınlar devam ettirilebiliyor. Avrupa
toplumlarında derin sosyal yaralar açan hazcılık, benmerkezcilik,
yalnızlık, tek aile, azgın bir özgürlük anlayışının propagandası
yapılarak, Türk toplumu dejenere edilmeye çalışılıyor.
Diğer yandan bu toplumlarda başgösteren problemlerin panzehiri bizim
elimizde aslında. Ruh kökümüz her şeye rağmen sağlam. Bizi ayakta tutan
aile yapımız, âlemşümûl ahlâkî değerlerimiz, insanın bütün
ihtiyaçlarını karşılayan ve insan tabiatına en uygun dinimiz, genç
nüfusumuz, imanımız, bizi utandırmayan tarihi birikimimiz, insanı
kucaklayan sıcak kültürümüz, hoşgörümüz, geleneklerimiz ve Anadolu'da
yaşanan İslâm anlayışımız, tefekkür ufkumuz, irfanımız, basiretimiz.
Bunların hepsi dünyaya yetecek kadar değerleri içinde barındırıyor.
Bizim artık bundan öte Batılı felsefeci veya düşünürleri referans
almaya ihtiyacımız yok; ama birçok değerimize hem bizlerin, hem onların
ihtiyacı olduğu muhakkak. Dünya kendi güzelliklerini keşfedip yeni bir
rönesansın fikir sancılarına yelken açan Anadolu'yu bekliyor.
Kaynak : Sızıntı Dergisi, Haziran 2005 - Yazar : Muhammet MERTEK
Geri dönmek için tıklayın
|
|
|