|
Fatih; İç Fethin İnsanı
"Zeki, azimli. Bir zamanlar
dünyanın başkenti olan Konstantiniyye'yi ele geçirmek için ant içmiş birisi.
Genç yaşına rağmen, gündüzlerini olduğu kadar gecelerini de hayatının en büyük
gâyesi olan bu işin uygulanması için askerî plânlar yapmakla geçirmekte. Bütün
haberlerin bildirdiğine göre, askerlik ve politika alanındaki kâbiliyeti eşsiz.
Dindar. Aynı zamanda bir bilim ve sanat adamı. Sezar'ın ve Romalıların
hayatlarını Latince aslından okuyor. Bu keskin ve hırçın burunlu adam yorgunluk
bilmez bir işçi, gözü pek bir asker ve çok dikkatli bir diplomat."1
Batılı kaynakların bu şekilde bahsettiği Sultan II. Mehmet 30 Mart 1432'te
Edirne Sarayı'nda dünyaya geldi. Geniş ufuklu, muzdarib bir babanın oğlu olduğu
için talihliydi. Babası II. Murad, oğlunun kendi gölgesinde kalmaması,
kişiliğinin gelişmesi, mesuliyet şuuruna sahip olması ve idare san'atını
öğrenmesi için Manisa Sancağı'na göndermişti. Kendisi de bu gelenekten
geliyordu. Amasya'da Sancak beyliği yapmıştı.
II. Murad 1444'de tahtı bırakmaya karar verdiğinde oğlu Mehmet'i Manisa'dan
Edirne'ye getirtti. Daha sonra Anadolu'ya giderek (Ağustos 1444) Karamanoğlu'yla
kendi ve oğlu adına bir antlaşma imzaladı; Mihalıç ovasında Kapıkulu ve
Paşaların huzurunda "saltanat tahtını oğlu Mehmet'e resmen bıraktığını"
açıkladı. Fakat vezir-i âzam Çandarlı Halil Paşa sultan II. Mehmet ve
çevresindekilere karşı II. Murad'ı gerçek bir sultan gibi kabul etmekten geri
kalmıyordu. Bu sırada Rumeli'deki durum Osmanlılar aleyhine gelişme gösterirken
(bazı tarihçilere göre Halil Paşa'nın teşvikiyle) Edirne'de büyük bir Yeniçeri
isyanı oldu. Halkın yardımıyla bastırılan bu ayaklanma II. Mehmet'in devleti
gerektiği biçimde yönetemediği fikrini desteklemekte kullanıldı. Halil Paşa ve
diğer bazı devlet erkânı, Manisa'daki II. Murat'ı Edirne'ye gelmeye, ve
Yeniçerilerin yardımıyla yeniden tahta çıkmaya ikna etti (Ağustos 1446). Bunun
üzerine II. Mehmet, Zağanos ve Şihabeddin Paşalar ve hocaları ile beraber Sancak
beyi olarak eski sancağı Manisa'ya gönderildi. Geleceğin Fatih'i ondört
yaşındaydı, ve geride kalan iki yıllık saltanat döneminde şahsiyetini kazanmış,
Yeniçerilik sistemine bir nizam verme, kararlı bir fetih siyaseti (bilhassa
İstanbul'un fethi) takip etme ideali muhtemelen bu sıralarda şekillenmişti.
Zâten Zağanos ve Şihabeddin paşalar ve diğer bazı idareciler İstanbul'un fethi
fikrine sürekli muhalefet eden Çandarlı'dan farklı olarak genç sultanı kararlı
şekilde fethe teşvik ediyorlardı. Öte yandan Sultan II. Murat, seferlerde
(İskender beye, 2. Kosova meydan savaşına, 2. Arnavutluk seferine giderken) oğlu
II. Mehmet'i de yanına almayı ihmâl etmiyordu.2
Babasının 1451'de vefatı üzerine tahta çıktığında Sultan Mehmet
Konstantiniyye'nin elçisini güler yüzle ve ferahlık verici sözlerle kabul etti.
Macaristan ve Sırbistan'la karşılıklı tarafsızlığa dayanan üç yıllık bir
antlaşma yaptı. Bu üç yıl zarfında, fetih için rahat rahat hazırlanacaktı. O ana
kadar Boğaziçi'nin sadece Asya yakası Türklerin elindeydi, ve bu sayede Bizans
gemileri Karadeniz'deki hububat ambarlarına serbestçe gidebiliyorlardı. Fakat
bir süre sonra II. Mehmet Avrupa kıyısında, Pers seferleri sırasında
Keyhusrev'in Boğaz'ı geçtiği en dar yerde bir kale inşası plânladı ve buraya bir
gecede onbinlerce rençber yerleştirdi. Kalenin yapılışını gece-gündüz kendisi
yönetti; Bizans açık denize çıkışının kapatılmasını seyretmek zorunda kaldı.
Sultan, Ağustos 1452'de paşalarını topladı ve fetih hedefini açıkça söyledi.
Kararın halka ilânı gecikmedi. Devletin her yanına gönderilen münadiler, eli
silâh tutan herkesi sefere çağırdı. 5 Nisan 1453'de aniden bastıran bir seli
andıran muazzam bir Osmanlı ordusu, Bizans önündeki vadiyi, şehrin surlarına
kadar kaplayıverdi.
Sultan Mehmet bu duvarların sağlamlığını iyi biliyordu. Rüyalarında bile,
yıllardan beri sadece bir fikir, bu elde edilemezi ele geçirmenin yolunu bulmak
düşüncesi onu meşgul ediyordu. Masasının üstünde, düşman tahkimatını gösteren
krokiler yığılıydı. Duvarların önündeki ve arkasındaki her meyil ve su yolunu
karış karış biliyor, her teferruatı mühendisleriyle gözden geçiriyordu. Fakat o
zamana kadar bilinen toplarla bu Teodos surları yıkılamazdı.1
Edirne'den Haliç'e
Savaşın açılmasından hemen sonra Sultan'a devrin en tecrübeli top dökücüsü
olarak tanınan Urbas adında bir Hıristiyan başvurdu. Adamın istediği sayıda işçi
hemen verildi, ve binlerce araba dolusu maden cevheri Edirne'ye götürüldü. Top
dökücüsü, üç ay süren meşakkatli bir çalışma ve gizli tutulan sertleştirme
usûlleri ile kalıbı hazırladı. Dünyanın o zamana kadar tanıdığı topların en
büyüğü olan dev top kalıptan çıkarılıp soğutuldu. Fakat ilk deneme atışı
yapılmadan önce Sultan şehirde tellâllar dolaştırıp halkı ve bilhassa hâmile
kadınları haberdâr ettirdi. Sonradan Yunanlı yazarların büyük bir dehşetle, ilk
büyük "taş atan makine" diye adlandırdığı bu yeni toptan müthiş gürültülü bir
patlamadan sonra çıkan taş güllenin tek atışla bir duvarı harabeye çevirmesi
sonucu Sultan bunun gibi birçok top hazırlanmasını emretti. Fakat şimdi daha zor
bir mesele vardı: Bunlar hangi vâsıtayla Trakya'dan geçirilip Bizans'a kadar
götürülebilirdi? Eşsiz bir destan başladı ve bütün bir millet, bütün bir ordu
tam iki ay bu topları sürükledi. Bu paha biçilmez şeyleri saldırıdan korumak
için önden atlılar gidiyor ve etrafı kolluyorlardı. Arkalarından yolu düzeltmek
için gece-gündüz çalışan belki binlerce işçi geliyordu. Dingilleri üzerinde
-gayet sağlam bir ağırlık hesabı ile birrleştirilmiş- dev madenî borular taşıyan
her arabaya elli çift öküz koşulmuştu. Arabanın sağ ve solunda iki yüz kadar
insan, kendi ağırlığı altında sallanan boruyu düşmekten koruyordu. Elli
civarında araba ustası ve marangoz tahta tekerlekleri değiştirmek, yağlamak ve
payandaları sağlamlaştırmakla meşgul oluyordu. Birinci topu aynı ana rahminden
çıkmış madenî kardeşler izlemekte gecikmedi, ve bu müthiş toplardan yirmi-otuz
kadarının ağızları Bizans'a çevrili hale geldi. (Bunların en büyüklerinden biri
1860'lı yıllarda Sultan Abdulaziz tarafından İngiltere'ye armağan edilmiş olup,
bugün İngiltere'de Tower müzesinin bahçesinde sergilenmektedir.)
Bu arada Bizans, Hıristiyanlık aleminin, özellikle de Papa'nın ve Venedik'in söz
verdiği yardım donanmasının her an gelebileceği ümidini de yitirmemeye
çalışıyordu. 20 Nisan'da küçük bir yardım geldi. Üç büyük Ceneviz gemisinin
Galata ile İstanbul arasına gerilmiş olan ünlü zincirin arkasına, Haliç'e
girmesini önlemek için Osmanlı donanması akıl almaz bir mücadele verdi. Bu arada
genç Sultan'ın, tablolara da konu olan o meşhur hareketi görüldü. Bu unutulmaz
bir andı: Sultan atını dörtnala denize sürdü, hayvanını denizde o derece
ilerletti ki, eteklerinin üst kısmı ıslandı. Ellerini boru gibi yaparak kendi
gemicilerine, neye mal olursa olsun Hristiyan gemilerini zaptetmelerini
haykırdı. Surların üstündeki binlerce Bizanslı da buna şahitti. Fakat son anda
rüzgâr tekrar esmeye başladı ve Ceneviz gemileri kendilerini Haliç'e
atabildiler.1
Bizans Avrupa'nın kendilerini unutmadığını görünce daha büyük hayâller kurmaya
başladı. Ancak, II. Mehmet de hayâlseverdi. Haliç'e girmiş olan kalyonlar
kendilerini güvenlikte sandıkları sırada, o kimsenin aklına gelmeyecek bir plân
tasarlıyordu. Bizans bir altın yemiş gibi önünde duruyor ve o, bu yemişi
yakalayamıyordu. En büyük engel Haliç, yani şehri derinlemesine ikiye bölen
körbağırsak biçimindeki körfezdi, ve buraya saldırmak mümkün değildi. Zira giriş
yerinin solunda Bizans, sağında ise Sultan'ın dokunmama sözü verdiği bir Ceneviz
şehri olan Galata vardı. Sultan'ın yerinde, sözünün eri olmayan başka biri olsa
İstanbul'un fethi bu kadar uzun sürmeyecekti. II. Mehmet bu yönüyle de
düşmanlarının gizli bir hayranlığına sahipti. Evet, Galata'dan karşı kıyıya
kadar büyük bir zincir gerilmişti. Bu yüzden Osmanlı donanmasının cepheden
yüklenerek içeri girmesine imkân yoktu. Düşman donanmasını, ancak ve ancak,
Ceneviz topraklarının bittiği iç körfezde ele geçirmek mümkündü. İşte Sultan,
dış denizde hiçbir işe yaramadan duran donanmasını karadan yürütüp iç Haliç'e
taşımak gibi dâhice bir plân düşünüyordu. Bu o kadar akıl ve hayâle sığmaz ve o
kadar uygulanamaz görünüyordu ki, gerek Bizanslılar, gerekse Galata'daki
Cenevizliler böyle bir hesabı strateji plânlarına koymayı akıllarına
getiremezlerdi.
Sultan Mehmet büyük bir sükûnet içinde, hadsiz hesapsız yuvarlak odunlar
getirtti. Bunları, gemilerini denizden çekmek için hareket eden birer kara
tersanesi gibi kullanmak üzere marangozlarına verip kızaklar yaptırdı. Bu sırada
Beyoğlu tepesine tırmandıktan sonra kıyıya inen daracık patikayı düzeltmek için
binlerce işçi çalışıyordu. Bu hareket Bizans'ın dikkatini başka yöne çekmek
içindi. Böylece, düşman oyalandığı ve karadan başka herhangi bir hücum olmadığı
sırada, gecenin karanlığı iyice çökünce, bol yağa batırılmış yüzlerce yuvarlak
tahta tekerlek üstünde kızak ayaklarına oturtulmuş gemiler, bir yandan sayısız
mandalarla çektirilerek, bir yandan da gemiciler tarafından itilerek birbiri
arkasından dağları aştı. 22 Nisan gecesinde tam yetmiş gemi vadilerden aşırılıp,
tarla ve ormanlar arasından geçirilip bir denizden ötekine götürüldü; bütün bir
donanma artık Haliç'teydi. Ertesi sabah gözlerini açan Bizanslılar rüya
gördüklerini sanıyorlardı. Hıristiyan donanmasının kapanıp kaldığı Galata'daki
daracık tarafsız alan dışında, bütün Haliç tepeden tırnağa donanmış ve asker
dolu Osmanlı gemilerinin eline geçmiş bulunmaktaydı. Şimdi Sultan, kıtalarını
sallar üstünde kurduğu köprüden hiçbir engele uğramadan duvarların en zayıf
yerlerine sevkediyordu. Böylece şehrin en zayıf kanadı zorlanacak ve sayısı pek
az olan Bizans askerlerinin daha geniş bir sahaya dağılması gerekecekti. Demir
pençe, Bizans'ı giderek daha fazla sıkıyordu.
Fetih
Aradan altı hafta geçti ve Mayıs'ın sonlarına doğru Sultan Mehmet bütün
paşalarını toplayarak bir savaş meclisi kurdu. Çıkan sonuç: En büyük ve kesin
saldırı 29 Mayıs Salı günü yapılacaktı. Bunun hemen öncesinde ordunun bütün
fertleri boy abdesti aldı ve yüzelli bin kişi toplu halde namaz kıldı. Cephane
adına elde ne kalmışsa topçu ateşini şiddetlendirmek için getirildi. Sultan
sabahtan gece yarısına kadar bir an bile dinlenmedi. Haliç'ten Marmara Denizi'ne
kadar devam eden büyük karargâh boyunca bir çadırdan ötekine atını koşturuyor,
kumandanlarını ve askerlerini yüreklendiriyor, usta bir psikolog olarak ordunun
İ'lâ-yı Kelimetullah heyecanını son hadde çıkarmanın yolunu biliyordu. Gece
çöktüğü zaman Sultan'ın karargâhı bir ışık denizi kadar gözalıcıydı. Surların
üstündeki kuşatılmışlar, vâdilerde meşalelerin tutuşmasını, düşmanın bütün boru,
düdük ve davullarını çalarak zaferi önceden kutlamasını titreşe titreşe
seyrediyorlardı. Fakat gece yarısına doğru birdenbire bütün ışıklar Sultan'ın
tek bir emri ile söndürüldü ve binlerce sesin sıcak gürültüsü birden sona erdi.
Bastıran bu sessizlik ve karanlık, az önceki ışık denizinin haykırışlarından
daha korkunç bir tesir yaptı. Aynı zamanda psikolojik bir harp de yürüten Sultan
sabah etraf ağarmadan ilk hücum emrini verdi. Düşmanı yormayı amaçlıyordu. İki
saatlik bir boğuşmadan sonra etraf ağarırken Osmanlı ordusu yeni kıtalarla
saldırmaya devam ediyordu ve bir müddet sonra Sultan Mehmet o zamanki Avrupa'nın
tanıdığı en seçkin askerler olan on iki bin Yeniçeri’nin başına geçti. Dış
surlarda açılan gediklerden içeriye sokulan birkaç Osmanlı askerinin iç
surlardaki Kerkaporta denilen küçük bir kapının açık olduğunu farketmeleri
fethin kolaylaşmasında tetik çekici rol oynadı.1
Sultan, Bizans imparatorluğunun servetine hukuken sâhip olarak, büyük bir
ağırbaşlılıkla Topkapı'dan şehre girdi ve Ayasofya'ya kadar ilerledi. Bu
kiliseyi işgal etmiş ve Hıristiyan âleminin onurunu zedelemiş olmamak için satın
aldı, ve dünya varoldukça kalsın diye Allah adına vakfetmeden önce şükran
borcunu ödemek için büyük bir alçakgönüllülükle atından indi. Bizans
kaynaklarına göre, yere kapanarak dua etti. Sonra da bir avuç toprak alıp
başının üzerinden serpti. Bu davranışıyla ölümlü olduğunu hatırlatıyordu. Zaferi
ile mağrur değildi. Bu ruh terbiyesini Bizans anlayabilir miydi acaba?!..
Polonya asıllı bir yeniçerinin belirttiğine göre, Sultan kilisenin önünde
yerlere kapanarak ağlayan halka eli ile susmalarını işaret etti. Daha sonra
Patrik'e: "Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmed, sana, arkadaşlarına ve bütün
toplananlara söylüyorum ki, bugünden itibaren artık hayatınız ve hürriyetiniz
için benim gazabımdan korkmayınız." şeklinde hitap etti. Ayrıca paşalarına,
sancak beylerine ve askerlerine halka hiçbir kötülük yapmamalarını, halkın ise
rahat ve huzur içinde evlerine gitmelerini söyledi.3
Aslında 1095-1099 arasında düzenlenen Birinci Haçlı Seferi sırasında, Doğu Roma
ile Batı Roma arasında daha sonra giderek artacak olan gerginlikler başlamış,
Avrupa'dan gelen Latin ordularının zulümlerine karşı Bizanslılar Türklerle
ittifak etmişti. 1145-1148 arasındaki İkinci, 1188-1192 arasındaki Üçüncü Haçlı
Seferi Bizans'tan ziyade Anadolu ve Ortadoğu'da uzun yıllar sürecek
karışıklıklara, el değiştirmelere yolaçtıysa da, Konstantiniyye'ye esas darbe
1204'de yine Batı'dan gelen Latinler tarafından vurulmuştu. Çünkü Doğu
Hristiyanlığı, Papalık tarafından vâzedilen ve Batı şövalyeliği tarafından
hayata geçirilen kutsal savaş düşüncesine ve Haçlı Seferi'ne katılmaya bir defa
daha "Hayır!" demişti. İşte bunun üzerine, gelen Haçlı ordusu şehirde büyük
mezalim ve yıkım yapmıştı4. Bütün bunlar Bizans'ın hafızasında yeredecekti, ve
Fatih'in kuşatmasından birkaç ay önce, Aralık 1452'de, şehrin Osmanlılar'ın
eline geçme ihtimali belirdiğinde, Batı'nın konuya yine iyi niyetle yaklaşmadığı
anlaşılınca, Bizans'ın saygın şahsiyetlerinden Lucas Notaras "Türklerin sarığı
Latinlerin külâhından evlâdır." diyecekti.5
Sultan Fatih, fethin ardından İstanbul'un süratle imarını plânladı. Vergi
muafiyeti tanıyarak, oraya buraya kaçmış şehir halkını geri dönmeleri için
teşvik etti. Fidye paralarını ödeyip esirleri serbest bıraktırdı. İstanbul'un
iskânına çalışıyordu.6 Bunun için, Anadolu'dan Müslüman ahâliler getirtti
(Aksaray semti, Aksaray'dan gelenlerden dolayı bu ismi aldı.). İstanbul'dan
sonra bir yandan Balkanlar ve Doğu Avrupa'da yerini sağlamlaştırırken, bir
yandan önemini iyi kavradığı Fırat ve Dicle havzalarını Osmanlı güvenlik kuşağı
içine alma siyasetini hayata geçirmeye, bir diğer yandan da donanmayı
güçlendirmeye başladı.
Fetih sonrası Fatih
Fetih; hem öncesindeki fikir, mânâ ve ideal, hem kuşatma ve savaş plânı, hem
kullanılan strateji ve taktikler, hem de bunların son ana kadar tam bir inanç ve
disiplinle uygulanması bakımından üzerinde detaylı olarak düşünülmüş bir
programın ve yüce bir himmetin Allah (cc)'a dua olarak sunulması neticesinde
ilâhî bir tevfikle gelmiştir. İstanbul'un fethinin en önemli sembolü Fatih'tir
elbette, fakat Fatih'i sembolize eden tek husus fetih değildir. Fatih
İstanbul'un fethini de içine alan çok daha geniş bir ufkun insanıdır. Allah (cc)'ın
rızasını hayata gâye yapma, Peygamber (sas)'in müjdelediği insan olma, ciddiyet,
çelikten bir irade, yüksek bir kararlılık, ne istediğini bilme, zamanın ve
hâdiselerin nabzını tutabilme onun mümeyyiz vasıflarıdır.
Osmanlılar devletten imparatorluk olgunluğuna fetihle erişmişlerdir. Burada
"imparatorluk" terimi Osmanlılar için Avrupa târifindeki gibi "emperyal" veya
"sömürgeci" mânâsında değil, insan ve toplum yapısı, takip ettiği cihanşümul
siyaset, merkezî idare ve saltanat sisteminden dolayı "devlet-i âliye"
karşılığında kullanılmıştır6. Babasının zamanında önemli bir coğrafyada işlerlik
kazanmış olan devletin ilk gizli haber alma teşkilatına müessese özelliği
kazandıran II. Mehmet ticaret için sıkça gemi yolculukları yapan Ege
adalarındaki Rum tüccarlar başta olmak üzere kendisine Avrupa'dan sürekli ve
süratli bilgi taşıyan geniş bir istihbarat ağı kullanmıştır7.
Fatih, Batı Rönesansı'yla birlikte bu coğrafyadaki gelişmeleri takip eden,
yeniliğe açık birisidir. Zâten şehzadeliği sırasında babasının ileri görüşlülüğü
sayesinde seçkin hocalardan aldığı eğitim sayesinde Batı'yı tanıması ileride
takip edeceği siyasette önemli bir rol oynayacaktır. Osmanlı padişahları içinde
âlim sayılacak derecede klâsik ilimleri tahsil etmiş ilk şahsiyet olan II. Murad
san'at ve ilmi himaye etmiş, ve oğlu zamanındaki Türk Rönesansı'nın müjdecisi,
belki de kurucusu olmuştur.8 Sultan II. Mehmed, her şehzadeye öğretilen Çağatay
lehçesi, Farsça ve Arapça'dan başka Yunanca, Latince, Sırpça, İtalyanca ve
İbranice tahsil etmiştir. Baş hocası Molla Gürani'dir. Molla Hayreddin, Molla
Zeyrek ve İbnü Temcid ilk hocalarındandır. Kendisinin "Zamanımızın Ebû
Hanifesi'dir." şeklinde tavsif ettiği Molla Hüsrev, Vezir Hoca Yusuf Sinan Paşa,
Vezir Ahmed Paşa da hocalarıdır. Ayrıca İstanbul'un mânevî fatihi sayılacak
derecede Feth-i Mübin'i ve Fatih'i destekleyen büyük mutasavvıf ve tıp bilgini
Akşemseddin de onun en önemli feyiz kaynaklarındandır.
Fatih İstanbul'u aldığında, burada gelişmiş bir bilim hayatı yoktu. Semerkant'ta
Uluğ Bey döneminde Bursalı Kadızâde'nin öğrencisi olarak yetişmiş olan
matematikçi ve astronom Ali Kuşçu'yu İstanbul'a dâvet etti. O zamana değin
Osmanlılar'ın en büyük külliyesi olan (cami, Tetimme ve Semaniye medreseleri,
kütüphaneler, hamamlar, Darü’ş-şifa, ve imarethâneden müteşekkil) Fatih
Medresesi'ni kurdurdu, buranın eğitim programını yeni düzenlemelere tâbi tuttu,
ve kendisi de buraya imtihanla girdi. İlk olarak İznik'te Sultan Orhan'ın
temellerini attığı Osmanlı medreselerinin bugünkü mânâda ilk yüksek öğrenim
kurumları olarak daha sistemli hâle gelmesi bu şekilde oldu.
Cami, Tetimme ve Sahn-ı Seman'ın ayrı birer kütüphanesi vardı. Bilimin ve
kütüphanelerin gelişmesini isteyen Fatih kendisinin zengin kütüphanesinden öteki
11 kütüphaneye kitap gönderiyordu. Külliyenin Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev
tarafından hazırlanmış olan müfredatında, onun temayülleri doğrultusunda
aritmetik, geometri, astronomi gibi bilim dallarına daha çok yer verildi. Dinî
ve müsbet ilimlerin ayrılmazlığına inanan Fatih, fevkalâde zekâ, ihata ve
sürat-i intikalinden dolayı "Akl-ı Selim Hızır Bey" olarak isimlendirdiği ve "Ne
Arap, ne de Acem'de eşi yoktur." ifadesiyle müstesna yerini belirttiği zamanının
mütefekkir âlimlerinden Hocazâde Muslihuddin Mustafa ile Alâaddin Tusi'den İmam
Gazalî'nin Tehafut-ûl Felâsife isimli eseri hakkında risaleler yazmalarını, bu
konuda müzakereler yapılmasını istedi *, ve medrese programına Şerh-i Mevakıf
isimli eseri koydurdu.9,10
Osmanlı sisteminde yukarıdaki eğitim-öğretim yapılanmasının yanısıra, ikinci
yüksek öğretim kurumu bir saray okulu olan Enderun Mektebi'ydi ve ilk defa
Birinci Murad zamanında 1365-68'lerde yaptırılan Eski Saray'da (Edirne)
kurulmuştu. Enderun'da, hem Osmanlı bürokrasisinin, hem de saraydaki iç ve dış
hizmetlerin gerektirdiği insan altyapısı yetiştiriliyordu. Fatih de Topkapı
Sarayı'nı yaptırırken bu okul için özel daireler ayırttı, eğitimi yönlendirmek
için bilgili kişilerden bir "Encümen-i Dâniş" teşkil etti ve burayı daha
sistematik bir müessese hâline getirdi. Enderun'daki dersler medreselerde
okutulanları içine almakla birlikte dört konuda farklıydı. Birincisi, Türkçe ve
Edebiyat konusunda verilen derslerdi. İkincisi, bir asker ve yöneticinin bilmesi
gereken coğrafya, harita yapımı, tarih, siyaset, muharebe sanatı gibi derslerdi.
Üçüncüsü, hattatlık, cilt, tezhib, oymacılık, minyatür yapımı, mimarlık gibi
güzel sanatlardı. Dördüncü farklılık ise musikî eğitimiydi. Temelleri böyle
sağlam şekilde atılan Enderun Mektebi'nin en belirgin faydası Osmanlı
bürokrasisine ait bir kitabet kültürü meydana getirmesi olmuştur. Osmanlılar
resmî dil olarak Türkçe'yi kabul etmişlerdi fakat, Kalemîyenin kullandığı bu
kültür, Arapça, Farsça, coğrafya, tarih ve devletin kanunlarının bilinmesini
gerektiriyordu10. Enderun'da yetişenler belli bir yaştan sonra devletin belli
bir bölgesindeki kamu hizmetinde görev alıyor, daha ziyade Harem'de eğitim almış
olanlarla aile kuruyor, ve bu aileler Saray'ın görgü ve terbiyesini gittikleri
yeni yerde canlı bir şekilde devam ettiriyorlardı. Saray nezaketi ve kültürü bu
şekilde taşraya aktarılıyor, hüsn-ü misâl teşkil ediyordu.
Fatih'in birçok Bizanslı ve İtalyan danışmanı da vardı. İtalyanca hocası
Ancona'lı Ciriaco ile 1526 yıllarına kadar yaşayan meşhur İtalyan tarihçisi
Giovanni Maria Angioello bunlardandır. Fatih, 1460'lı yıllardan ölümüne kadar
birçok sanatçıyı sarayına davet etmiştir. Pisanello'nun öğrencilerinden madalyon
ustaları Matteo ile Constanzo da Ferrara, Venedikli ressam Gentile Bellini
bunlardan bazılarıdır. 1479'da İstanbul'a gelen ve 18 ay kalan Bellini, sarayda
padişahın ve yakınlarının portreleri de dahil olmak üzere pekçok resim yapmış,
Fatih'in sarayda kendisi için yaptırdığı bir bölümü fresklerle bezemiştir.
Bellini'nin bu kadar uzun süre sarayda kalması, Fatih'in Rönesans'ın ruhunu
anlamak istemesinden dolayı olabilir.
Fatih, fetihden sonra Bayezid'de bugün üniversite merkez binasının bulunduğu
yerde bir saray (Eski Saray) yaptırdı ve bir süre orada oturdu. Bilâhere,
1468'de, bugünkü Topkapı Sarayı'na çekirdek teşkil edecek ilk yapıların inşâsına
başlandı ve bu faaliyetler uzun zaman devam etti. Fatih, Topkapı'ya 1479'da
geçti. Hem denizi hem karayı gördüğü Fatih köşkünün kapısına "iki denizin ve
karanın hükümdârı" ibâresini koydurdu. Adı köşk olan bu yapı aslında tek bir
odadan ibaretti. Fatih'in bu tevazu ve sadeliği dört yüz yıl boyunca devam
ettirilmiştir. Her padişah tek bir oda yaptırmış; bu, çalışma ve okuma odası
gibi bir fonksiyon görmüştür. Kanunî'den II. Mahmud'a kadar bütün padişahlar
elçileri Fatih'in kullandığı aynı Arz odasında kabul etmişlerdir. Üçyüz sene
saltanat makamı değişmeyen bir koca devlettir Osmanlı.
Mimarî olarak çok sade bir yapı olan Topkapı'nın önemli hususiyetlerinden
birisi, birçok tarihçinin de belirttiği gibi, bu mimarinin insanı aşmaması ve
korkutmaması olmuştur. Saray, buraya gelen elçileri ve yabancıları mimarisiyle
değil, insanıyla etkilemiştir. İkinci Avlu'daki törenler bunu göstermektedir.
Bir tarafta birkaç bin yeniçeri, öbür tarafta sipahiler, avluda beş-on bin kişi
hazır durumdayken elçiler kabul edilmiştir. Öyle bir disiplin, ciddiyet ve
inanmışlık sözkonusudur ki, sinek uçsa sesi duyulacak kadar sessizlik
sağlanmıştır. Tarihlere geçen bir bayramlaşma töreninde, Bâbû’s-sâade önündeki
revaklar altında herkes protokoldeki yerini almıştır. Hâcegân sınıfından birinin
durduğu yere saçaktan yağmur suyu akmış, ve adamın çenesinden aşağıya oluk gibi
inip pabucuna dolmuştur. Görevli biraz çekilse kurtulacaktır ama, o şekilde
saatlerce durmuştur. Bu disiplin, saygı gösterilen makamın telkin ettiği güven
ve mehabetin, Osmanlı insanının devletine olan inanç ve hassasiyetinin bir
işareti olmak itibariyle önemlidir.
Topkapı Sarayı 380 yıl boyunca, yani 19. yüzyıl ortalarına kadar padişahların
kesintisiz yaşadığı yer olmuştur. Fatih zamanında yapılmaya başlanan ve sonra
bir kompleks hâlini alan Darphâne-i Âmire bünyesinde saray kuyumcularının,
san'atkârların, hakkâkların, altın işleme yapanların, marangozların çalıştığı
atölyeler bulunuyordu; burada altın ve gümüş sikke kesiliyordu. Fatih'in
babasının Manisa'da yaptırdığı Saray-ı Âmire'nin güzel bahçesi (bugün aynı yerde
zengin çiçek ve ağaç çeşitlerine evsahipliği yaparak bu geleneği devam ettiren
park "Fatih'in Hasbahçesi" ismini taşımaktadır), Fatih ile birlikte Topkapı
Sarayı'nda da ihya edilmiştir.
Fatih döneminde, İstanbul surları dışında Eyüp, Hasköy, Kasımpaşa, Galata,
Tophâne, Fındıklı, Beşiktaş, Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavudköy, Rumelihisarı,
Baltalimanı ve Üsküdar'ın meskun olduğu, 1477'de bu semtlerde 200 bine yakın
nüfusun oturduğu tahmin edilmektedir. Maddî-mânevî bir ihya hareketinin mimarı
olan Fatih bu şehir için su-yolları yaptırtmış, bunların kullanım ve korunmasını
kontrol için on su-yolcu (hüddam-ı râh-ı âb) tayin etmiştir. Su-yolcular, hatta
bâzen bu vazifenin verildiği bütün bir köy halkı ayrıca su künklerini inşa
etmek, kanalları temiz tutmak ve gereken tamiratları yapmakla yükümlüydüler.
Buna karşılık şer'î, örfî ve tekâlif-i divanî gibi vergilerden muaf ve bunu
gösteren padişah beratlarına sahiptiler11.
Fatih'in ufku İstanbul'la sınırlı değildi. İstanbul'un fethi onun gâye-i
hayalinin sadece bir parçasıydı. Onu bizim muhterem kılan husus, tıpkı bütün
Osmanlı sultanları gibi İ'lâ-yı Kelimetullah için yaşamasıydı. Son seferine
muhtemelen Roma için çıkmıştı. Bu ihtimali kuvvetlendiren husus Fatih'in emriyle
28 Temmuz 1480'de Gedik Ahmet Paşa komutasında 130 gemilik bir filo ile gelen
yaklaşık 18 bin Osmanlı askerinin İtalya'nın güney kıyılarında Torente
yakınlarındaki Apulie'de karaya çıkması, Otranto'da Avrupa'nın ilk defa gördüğü
sağlamlıkta bir kale inşa etmesi, ve bugünkü Roma'yı içine alan o günkü Napoli
Krallığı üzerine akınlara başlamış olmasıydı. (Diğer yandan, büyük zâtların
işaret ettiği gibi, Hz. Peygamber (sas) Roma'nın da birgün fethedileceği
müjdesini vermişti, ve Fatih bunu da bir yüce emir olarak telakki ediyordu.)
Fakat Fatih oldukça rahatsızdı. Son aylarda aşırı zayıflamıştı. Bacak ve
ayakları ise şişti. Ama bu halde bile o ordusunun başındaydı. Osmanlı'ya ve
İslâm Âlemi'ne kazandırdıkları ile yetinebilirdi. Herşey bir yana, Avrupa'nın
bütünüyle "Allah" adının anıldığı bir coğrafya olabileceği gibi yüksek bir ideal
sözkonusuydu artık. Fakat onsuz olmazdı. Bu hem Hz. Peygamber (sas)'in okşadığı
o öpülesi başa yakışmazdı, hem Ebu Eyyûb (ra) hazretlerinin anlayışına uymazdı,
hem de Fatih'in iradesine ters düşerdi. O yatakta ölemezdi. Herzamanki gibi,
fetih ordularının gideceği yeri bilen tek kişi olarak o "güzel emir" "güzel
askerler"iyle birlikteydi. 3 Mayıs 1481 günü Maltepe-Pendik arasında yeralan,
yedi gün önce ordusunun başında yola çıktığı Üsküdar'dan yalnızca 20 kilometre
uzaklıktaki Hünkâr çayırında vefat etti. 49 yaşındaydı. Osmanlı kaynaklarının
yanısıra Batılı kaynaklar da, Fatih'i Yahudi hekim Yakup (Jacob) Paşa'nın
Venediklilerin verdiği paraya dayanamayıp zehirleyerek öldürmüş olduğu
varsayımından bahseder5. Her durumda o şehitti. Avrupa'da herkes bu habere çok
sevindi.
Bitirirken
Fatih'i ve misyonunu anlamak için bütün bir Osmanlı tarihi içindeki konumuna
bakmak önemlidir. Fatih hemen her yönüyle bir dönüm noktasıdır. Hem Doğu'yu, hem
Batı'yı anlama, ama bunu yaparken kendi değerlerine sıkıca sarılma, mânevî
dinamiklerinden beslenme Fatih'in karakteridir. Fetih, Fatih'in ve ordularının
sadece maddî değil, manevî gücünün ve gâye-i hayâlinin de önemli bir remzidir.
Fatih'i henüz 21 yaşında tarihî bir şahsiyet yapan farklılığı şu misâlle
özetlenebilir: Babası II. Murad padişahlığının ilk yıllarında yaptığı 22 Şubat
1424 antlaşmasıyla, Bizans etrafında gerçekleştirdiği ilk kuşatmayı kaldırması
karşılığında, yılda 300 bin akça tutarında vergi almaya başlamıştı. Bundan sonra
Bizans'a karşı siyaseti, Bizans'ın minnetini kazanacak derecede dostça ve
yumuşak oldu. II. Murad bu devletin, Avrupa'nın hassas noktası olduğunu,
sembolik ve tarihî mahiyette de olsa Hıristiyanlık âlemi için büyük önem
arzettiğini, büyük memleketleri fethettiğinde bile ciddi bir hareketten kaçınan
Avrupa'nın Bizans tazyik edilince Osmanlılar'a karşı birleştiğini anlamıştı. II.
Murad kendi devri için bu siyasetinde haklıydı. Fakat onun meseleyi bu anlayış
tarzı başta Çandarlı Halil Paşa olmak üzere, etrafındaki devlet adamları
tarafından değişmez bir prensip olarak algılandı, ve bunlar, o zaman için
eskimiş bulunan bu anlayış dolayısıyla genç Padişah II. Mehmet'le çatıştılar.
Yirmibir yaşında çok yüksek bir olgunluğa erişmiş olan Fatih ise süregelen
düzeni körü körüne devam ettirecek bir yapıda değildi. Kişiliği, inancı ve
fütühat anlayışı inisiyatifi sürekli elde tutmayı, gidişata hâkim olmayı
gerektiriyordu. Tarihte dönüm noktası olabilecek büyük gelişmeler de ancak Fatih
ruhluların işiydi. Büyük bir mütefekkirin ifadesiyle, "Onu büyük yapan husus
İstanbul'u fethetmesi değil, bu uğurdaki hâlis niyetiydi. Resulullah'a (sas) 'Ne
güzel emir!' dedirten bu niyetti. Fatih, İstanbul'u fethetmeye azmettiğinde
bütün Avrupa'yı ve Hristiyanlık âlemini karşısına aldığının farkındaydı, fakat
Ayasofya da ancak bir Fatih isterdi." Kendisi de, "Gâyem, İslâm'ın bayrağını
Konstantiniyye üzerine dikmektir. Bu kalenin tarafımdan alınması buyurulmuşsa
eğer, kuleleri ve burçları taş-toprak yerine saf demirden de olsa eriteceğim.
Yok eğer nasip değilse, bu durumda da niyetimden dolayı mükâfat göreceğim. Ama
eğer Allah lûtfederse, tertemiz niyetlerle O'na dönmüş kulunu terkedip ümitsiz
kılmaz" diyordu. Evet, ona göre fethin zamanı gelmişti ve o, bunu başarabilecek
sebeblere ve inayete sahip kılındığını hissediyordu. Çünkü esas irade ve kudret
Allah'a aitti. Meyve olgunlaşmış, Peygamber (sas) müjdesi vaktine ulaşmıştı.
Kaynaklar:
1) Zweig, S., (1992) - Yıldızın Parladığı Anlar. Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul.
2) Yücel, Y. ve Sevim, A., (1991) - Osmanlı Klasik Döneminin Üç Hükümdarı:
Fatih-Yavuz- Kanunî. TTK Yayınları, VII. Dizi, Sa. 134, Ankara.
3) Yıldız, H.D. ve diğ., (1991) - Büyük İslam Tarihi. Çağ yayınları, İstanbul.
4) Ducellier, A. & Balard, M. (1996) - Constantinople 1054-1261. Editions
Autrement, Paris (Konstantinopolis 1054-1261. İletişim Yayınları, 2002,
İstanbul.)
5) Clot, A., (1990) - Mehmet II, Le Conquérant de Byzance. Librairie Perrin,
Paris (Türkçe tercüme: Fatih Sultan Mehmet. Necla Işık, Milliyet Yayınları,
1991, İstanbul).
6) Emecan. F. ve diğ., (1999) - Osmanlı Devleti Tarihi Cilt 1. Zaman gazetesi
yayını, İstanbul.
7) Anonim, (1993) - Cem Sultan. Milliyet yayınları. İstanbul.
8) Öztuna, Y., (1977) - Büyük Türkiye Tarihi. Cilt 2. Ötüken Yayınevi, İstanbul.
9) Uzunçarşılı, İ.H., (1988) - Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı. TTK
Yayınları, VIII. Dizi, Sa.17b, Ankara.
10) Tekeli, İ. ve İlkin, S., (1993) - Osmanlı İmparatorluğu'nda Eğitim ve Bilgi
Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü. TTK Yayınları, VII. Dizi, Sa. 154,
Ankara.
11) Orhonlu, C., (1984) - Osmanlı İmparatorluğu'nda Şehircilik ve Ulaşım. EÜ
Edeb. Fak. Yayın No: 31, İzmir.
* Tehafut, bir meseleyi şiddetli arzuyla halle çalışmak demektir. Büyük İslâm
âlimi İmam Gazalî (1058-1111) Tehafut-ûl Felâsife adlı eseriyle, ilimde aklı
esas tutan İbni Sina'dan farklı olarak akıl ile herşeyin ölçülemeyeceğini beyan
etmişti. Bir asır sonra Endülüslü İbni Rüşd Tehafut-ût Tehafut isimli eserinde
İmam Gazalî'nin mütalâasına itiraz ederek imanın akıldan üstün olduğunu beyan
ile İbni Sina'yı müdafaa etmişti. İşte Fatih bu iki zıt mütalâadan hangisinin
doğru olduğunu Hocazâde ile Alâaddin Tusi'den sorarak bu hususta birer eser
yazmalarını arzu edince, bu iki büyük âlimden birincisi dört, ikincisi altı ayda
birer eser yazarak İmam Gazalî'nin mütalâasına iştirak ettiler.
Kaynak : Sızıntı Dergisi, Mayıs 2003 - Yazar : Sadık F. HARMANCI
Geri dönmek için tıklayın
|
|
|