Efes3000!
Anasayfa Yazılar Programlar Web Tasarım İletişim

Fatih; İç Fethin İnsanı

"Zeki, azimli. Bir zamanlar dünyanın başkenti olan Konstantiniyye'yi ele geçirmek için ant içmiş birisi. Genç yaşına rağmen, gündüzlerini olduğu kadar gecelerini de hayatının en büyük gâyesi olan bu işin uygulanması için askerî plânlar yapmakla geçirmekte. Bütün haberlerin bildirdiğine göre, askerlik ve politika alanındaki kâbiliyeti eşsiz. Dindar. Aynı zamanda bir bilim ve sanat adamı. Sezar'ın ve Romalıların hayatlarını Latince aslından okuyor. Bu keskin ve hırçın burunlu adam yorgunluk bilmez bir işçi, gözü pek bir asker ve çok dikkatli bir diplomat."1

Batılı kaynakların bu şekilde bahsettiği Sultan II. Mehmet 30 Mart 1432'te Edirne Sarayı'nda dünyaya geldi. Geniş ufuklu, muzdarib bir babanın oğlu olduğu için talihliydi. Babası II. Murad, oğlunun kendi gölgesinde kalmaması, kişiliğinin gelişmesi, mesuliyet şuuruna sahip olması ve idare san'atını öğrenmesi için Manisa Sancağı'na göndermişti. Kendisi de bu gelenekten geliyordu. Amasya'da Sancak beyliği yapmıştı.

II. Murad 1444'de tahtı bırakmaya karar verdiğinde oğlu Mehmet'i Manisa'dan Edirne'ye getirtti. Daha sonra Anadolu'ya giderek (Ağustos 1444) Karamanoğlu'yla kendi ve oğlu adına bir antlaşma imzaladı; Mihalıç ovasında Kapıkulu ve Paşaların huzurunda "saltanat tahtını oğlu Mehmet'e resmen bıraktığını" açıkladı. Fakat vezir-i âzam Çandarlı Halil Paşa sultan II. Mehmet ve çevresindekilere karşı II. Murad'ı gerçek bir sultan gibi kabul etmekten geri kalmıyordu. Bu sırada Rumeli'deki durum Osmanlılar aleyhine gelişme gösterirken (bazı tarihçilere göre Halil Paşa'nın teşvikiyle) Edirne'de büyük bir Yeniçeri isyanı oldu. Halkın yardımıyla bastırılan bu ayaklanma II. Mehmet'in devleti gerektiği biçimde yönetemediği fikrini desteklemekte kullanıldı. Halil Paşa ve diğer bazı devlet erkânı, Manisa'daki II. Murat'ı Edirne'ye gelmeye, ve Yeniçerilerin yardımıyla yeniden tahta çıkmaya ikna etti (Ağustos 1446). Bunun üzerine II. Mehmet, Zağanos ve Şihabeddin Paşalar ve hocaları ile beraber Sancak beyi olarak eski sancağı Manisa'ya gönderildi. Geleceğin Fatih'i ondört yaşındaydı, ve geride kalan iki yıllık saltanat döneminde şahsiyetini kazanmış, Yeniçerilik sistemine bir nizam verme, kararlı bir fetih siyaseti (bilhassa İstanbul'un fethi) takip etme ideali muhtemelen bu sıralarda şekillenmişti. Zâten Zağanos ve Şihabeddin paşalar ve diğer bazı idareciler İstanbul'un fethi fikrine sürekli muhalefet eden Çandarlı'dan farklı olarak genç sultanı kararlı şekilde fethe teşvik ediyorlardı. Öte yandan Sultan II. Murat, seferlerde (İskender beye, 2. Kosova meydan savaşına, 2. Arnavutluk seferine giderken) oğlu II. Mehmet'i de yanına almayı ihmâl etmiyordu.2

Babasının 1451'de vefatı üzerine tahta çıktığında Sultan Mehmet Konstantiniyye'nin elçisini güler yüzle ve ferahlık verici sözlerle kabul etti. Macaristan ve Sırbistan'la karşılıklı tarafsızlığa dayanan üç yıllık bir antlaşma yaptı. Bu üç yıl zarfında, fetih için rahat rahat hazırlanacaktı. O ana kadar Boğaziçi'nin sadece Asya yakası Türklerin elindeydi, ve bu sayede Bizans gemileri Karadeniz'deki hububat ambarlarına serbestçe gidebiliyorlardı. Fakat bir süre sonra II. Mehmet Avrupa kıyısında, Pers seferleri sırasında Keyhusrev'in Boğaz'ı geçtiği en dar yerde bir kale inşası plânladı ve buraya bir gecede onbinlerce rençber yerleştirdi. Kalenin yapılışını gece-gündüz kendisi yönetti; Bizans açık denize çıkışının kapatılmasını seyretmek zorunda kaldı. Sultan, Ağustos 1452'de paşalarını topladı ve fetih hedefini açıkça söyledi. Kararın halka ilânı gecikmedi. Devletin her yanına gönderilen münadiler, eli silâh tutan herkesi sefere çağırdı. 5 Nisan 1453'de aniden bastıran bir seli andıran muazzam bir Osmanlı ordusu, Bizans önündeki vadiyi, şehrin surlarına kadar kaplayıverdi.

Sultan Mehmet bu duvarların sağlamlığını iyi biliyordu. Rüyalarında bile, yıllardan beri sadece bir fikir, bu elde edilemezi ele geçirmenin yolunu bulmak düşüncesi onu meşgul ediyordu. Masasının üstünde, düşman tahkimatını gösteren krokiler yığılıydı. Duvarların önündeki ve arkasındaki her meyil ve su yolunu karış karış biliyor, her teferruatı mühendisleriyle gözden geçiriyordu. Fakat o zamana kadar bilinen toplarla bu Teodos surları yıkılamazdı.1

Edirne'den Haliç'e

Savaşın açılmasından hemen sonra Sultan'a devrin en tecrübeli top dökücüsü olarak tanınan Urbas adında bir Hıristiyan başvurdu. Adamın istediği sayıda işçi hemen verildi, ve binlerce araba dolusu maden cevheri Edirne'ye götürüldü. Top dökücüsü, üç ay süren meşakkatli bir çalışma ve gizli tutulan sertleştirme usûlleri ile kalıbı hazırladı. Dünyanın o zamana kadar tanıdığı topların en büyüğü olan dev top kalıptan çıkarılıp soğutuldu. Fakat ilk deneme atışı yapılmadan önce Sultan şehirde tellâllar dolaştırıp halkı ve bilhassa hâmile kadınları haberdâr ettirdi. Sonradan Yunanlı yazarların büyük bir dehşetle, ilk büyük "taş atan makine" diye adlandırdığı bu yeni toptan müthiş gürültülü bir patlamadan sonra çıkan taş güllenin tek atışla bir duvarı harabeye çevirmesi sonucu Sultan bunun gibi birçok top hazırlanmasını emretti. Fakat şimdi daha zor bir mesele vardı: Bunlar hangi vâsıtayla Trakya'dan geçirilip Bizans'a kadar götürülebilirdi? Eşsiz bir destan başladı ve bütün bir millet, bütün bir ordu tam iki ay bu topları sürükledi. Bu paha biçilmez şeyleri saldırıdan korumak için önden atlılar gidiyor ve etrafı kolluyorlardı. Arkalarından yolu düzeltmek için gece-gündüz çalışan belki binlerce işçi geliyordu. Dingilleri üzerinde -gayet sağlam bir ağırlık hesabı ile birrleştirilmiş- dev madenî borular taşıyan her arabaya elli çift öküz koşulmuştu. Arabanın sağ ve solunda iki yüz kadar insan, kendi ağırlığı altında sallanan boruyu düşmekten koruyordu. Elli civarında araba ustası ve marangoz tahta tekerlekleri değiştirmek, yağlamak ve payandaları sağlamlaştırmakla meşgul oluyordu. Birinci topu aynı ana rahminden çıkmış madenî kardeşler izlemekte gecikmedi, ve bu müthiş toplardan yirmi-otuz kadarının ağızları Bizans'a çevrili hale geldi. (Bunların en büyüklerinden biri 1860'lı yıllarda Sultan Abdulaziz tarafından İngiltere'ye armağan edilmiş olup, bugün İngiltere'de Tower müzesinin bahçesinde sergilenmektedir.)

Bu arada Bizans, Hıristiyanlık aleminin, özellikle de Papa'nın ve Venedik'in söz verdiği yardım donanmasının her an gelebileceği ümidini de yitirmemeye çalışıyordu. 20 Nisan'da küçük bir yardım geldi. Üç büyük Ceneviz gemisinin Galata ile İstanbul arasına gerilmiş olan ünlü zincirin arkasına, Haliç'e girmesini önlemek için Osmanlı donanması akıl almaz bir mücadele verdi. Bu arada genç Sultan'ın, tablolara da konu olan o meşhur hareketi görüldü. Bu unutulmaz bir andı: Sultan atını dörtnala denize sürdü, hayvanını denizde o derece ilerletti ki, eteklerinin üst kısmı ıslandı. Ellerini boru gibi yaparak kendi gemicilerine, neye mal olursa olsun Hristiyan gemilerini zaptetmelerini haykırdı. Surların üstündeki binlerce Bizanslı da buna şahitti. Fakat son anda rüzgâr tekrar esmeye başladı ve Ceneviz gemileri kendilerini Haliç'e atabildiler.1

Bizans Avrupa'nın kendilerini unutmadığını görünce daha büyük hayâller kurmaya başladı. Ancak, II. Mehmet de hayâlseverdi. Haliç'e girmiş olan kalyonlar kendilerini güvenlikte sandıkları sırada, o kimsenin aklına gelmeyecek bir plân tasarlıyordu. Bizans bir altın yemiş gibi önünde duruyor ve o, bu yemişi yakalayamıyordu. En büyük engel Haliç, yani şehri derinlemesine ikiye bölen körbağırsak biçimindeki körfezdi, ve buraya saldırmak mümkün değildi. Zira giriş yerinin solunda Bizans, sağında ise Sultan'ın dokunmama sözü verdiği bir Ceneviz şehri olan Galata vardı. Sultan'ın yerinde, sözünün eri olmayan başka biri olsa İstanbul'un fethi bu kadar uzun sürmeyecekti. II. Mehmet bu yönüyle de düşmanlarının gizli bir hayranlığına sahipti. Evet, Galata'dan karşı kıyıya kadar büyük bir zincir gerilmişti. Bu yüzden Osmanlı donanmasının cepheden yüklenerek içeri girmesine imkân yoktu. Düşman donanmasını, ancak ve ancak, Ceneviz topraklarının bittiği iç körfezde ele geçirmek mümkündü. İşte Sultan, dış denizde hiçbir işe yaramadan duran donanmasını karadan yürütüp iç Haliç'e taşımak gibi dâhice bir plân düşünüyordu. Bu o kadar akıl ve hayâle sığmaz ve o kadar uygulanamaz görünüyordu ki, gerek Bizanslılar, gerekse Galata'daki Cenevizliler böyle bir hesabı strateji plânlarına koymayı akıllarına getiremezlerdi.

Sultan Mehmet büyük bir sükûnet içinde, hadsiz hesapsız yuvarlak odunlar getirtti. Bunları, gemilerini denizden çekmek için hareket eden birer kara tersanesi gibi kullanmak üzere marangozlarına verip kızaklar yaptırdı. Bu sırada Beyoğlu tepesine tırmandıktan sonra kıyıya inen daracık patikayı düzeltmek için binlerce işçi çalışıyordu. Bu hareket Bizans'ın dikkatini başka yöne çekmek içindi. Böylece, düşman oyalandığı ve karadan başka herhangi bir hücum olmadığı sırada, gecenin karanlığı iyice çökünce, bol yağa batırılmış yüzlerce yuvarlak tahta tekerlek üstünde kızak ayaklarına oturtulmuş gemiler, bir yandan sayısız mandalarla çektirilerek, bir yandan da gemiciler tarafından itilerek birbiri arkasından dağları aştı. 22 Nisan gecesinde tam yetmiş gemi vadilerden aşırılıp, tarla ve ormanlar arasından geçirilip bir denizden ötekine götürüldü; bütün bir donanma artık Haliç'teydi. Ertesi sabah gözlerini açan Bizanslılar rüya gördüklerini sanıyorlardı. Hıristiyan donanmasının kapanıp kaldığı Galata'daki daracık tarafsız alan dışında, bütün Haliç tepeden tırnağa donanmış ve asker dolu Osmanlı gemilerinin eline geçmiş bulunmaktaydı. Şimdi Sultan, kıtalarını sallar üstünde kurduğu köprüden hiçbir engele uğramadan duvarların en zayıf yerlerine sevkediyordu. Böylece şehrin en zayıf kanadı zorlanacak ve sayısı pek az olan Bizans askerlerinin daha geniş bir sahaya dağılması gerekecekti. Demir pençe, Bizans'ı giderek daha fazla sıkıyordu.

Fetih

Aradan altı hafta geçti ve Mayıs'ın sonlarına doğru Sultan Mehmet bütün paşalarını toplayarak bir savaş meclisi kurdu. Çıkan sonuç: En büyük ve kesin saldırı 29 Mayıs Salı günü yapılacaktı. Bunun hemen öncesinde ordunun bütün fertleri boy abdesti aldı ve yüzelli bin kişi toplu halde namaz kıldı. Cephane adına elde ne kalmışsa topçu ateşini şiddetlendirmek için getirildi. Sultan sabahtan gece yarısına kadar bir an bile dinlenmedi. Haliç'ten Marmara Denizi'ne kadar devam eden büyük karargâh boyunca bir çadırdan ötekine atını koşturuyor, kumandanlarını ve askerlerini yüreklendiriyor, usta bir psikolog olarak ordunun İ'lâ-yı Kelimetullah heyecanını son hadde çıkarmanın yolunu biliyordu. Gece çöktüğü zaman Sultan'ın karargâhı bir ışık denizi kadar gözalıcıydı. Surların üstündeki kuşatılmışlar, vâdilerde meşalelerin tutuşmasını, düşmanın bütün boru, düdük ve davullarını çalarak zaferi önceden kutlamasını titreşe titreşe seyrediyorlardı. Fakat gece yarısına doğru birdenbire bütün ışıklar Sultan'ın tek bir emri ile söndürüldü ve binlerce sesin sıcak gürültüsü birden sona erdi. Bastıran bu sessizlik ve karanlık, az önceki ışık denizinin haykırışlarından daha korkunç bir tesir yaptı. Aynı zamanda psikolojik bir harp de yürüten Sultan sabah etraf ağarmadan ilk hücum emrini verdi. Düşmanı yormayı amaçlıyordu. İki saatlik bir boğuşmadan sonra etraf ağarırken Osmanlı ordusu yeni kıtalarla saldırmaya devam ediyordu ve bir müddet sonra Sultan Mehmet o zamanki Avrupa'nın tanıdığı en seçkin askerler olan on iki bin Yeniçeri’nin başına geçti. Dış surlarda açılan gediklerden içeriye sokulan birkaç Osmanlı askerinin iç surlardaki Kerkaporta denilen küçük bir kapının açık olduğunu farketmeleri fethin kolaylaşmasında tetik çekici rol oynadı.1

Sultan, Bizans imparatorluğunun servetine hukuken sâhip olarak, büyük bir ağırbaşlılıkla Topkapı'dan şehre girdi ve Ayasofya'ya kadar ilerledi. Bu kiliseyi işgal etmiş ve Hıristiyan âleminin onurunu zedelemiş olmamak için satın aldı, ve dünya varoldukça kalsın diye Allah adına vakfetmeden önce şükran borcunu ödemek için büyük bir alçakgönüllülükle atından indi. Bizans kaynaklarına göre, yere kapanarak dua etti. Sonra da bir avuç toprak alıp başının üzerinden serpti. Bu davranışıyla ölümlü olduğunu hatırlatıyordu. Zaferi ile mağrur değildi. Bu ruh terbiyesini Bizans anlayabilir miydi acaba?!..

Polonya asıllı bir yeniçerinin belirttiğine göre, Sultan kilisenin önünde yerlere kapanarak ağlayan halka eli ile susmalarını işaret etti. Daha sonra Patrik'e: "Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmed, sana, arkadaşlarına ve bütün toplananlara söylüyorum ki, bugünden itibaren artık hayatınız ve hürriyetiniz için benim gazabımdan korkmayınız." şeklinde hitap etti. Ayrıca paşalarına, sancak beylerine ve askerlerine halka hiçbir kötülük yapmamalarını, halkın ise rahat ve huzur içinde evlerine gitmelerini söyledi.3

Aslında 1095-1099 arasında düzenlenen Birinci Haçlı Seferi sırasında, Doğu Roma ile Batı Roma arasında daha sonra giderek artacak olan gerginlikler başlamış, Avrupa'dan gelen Latin ordularının zulümlerine karşı Bizanslılar Türklerle ittifak etmişti. 1145-1148 arasındaki İkinci, 1188-1192 arasındaki Üçüncü Haçlı Seferi Bizans'tan ziyade Anadolu ve Ortadoğu'da uzun yıllar sürecek karışıklıklara, el değiştirmelere yolaçtıysa da, Konstantiniyye'ye esas darbe 1204'de yine Batı'dan gelen Latinler tarafından vurulmuştu. Çünkü Doğu Hristiyanlığı, Papalık tarafından vâzedilen ve Batı şövalyeliği tarafından hayata geçirilen kutsal savaş düşüncesine ve Haçlı Seferi'ne katılmaya bir defa daha "Hayır!" demişti. İşte bunun üzerine, gelen Haçlı ordusu şehirde büyük mezalim ve yıkım yapmıştı4. Bütün bunlar Bizans'ın hafızasında yeredecekti, ve Fatih'in kuşatmasından birkaç ay önce, Aralık 1452'de, şehrin Osmanlılar'ın eline geçme ihtimali belirdiğinde, Batı'nın konuya yine iyi niyetle yaklaşmadığı anlaşılınca, Bizans'ın saygın şahsiyetlerinden Lucas Notaras "Türklerin sarığı Latinlerin külâhından evlâdır." diyecekti.5

Sultan Fatih, fethin ardından İstanbul'un süratle imarını plânladı. Vergi muafiyeti tanıyarak, oraya buraya kaçmış şehir halkını geri dönmeleri için teşvik etti. Fidye paralarını ödeyip esirleri serbest bıraktırdı. İstanbul'un iskânına çalışıyordu.6 Bunun için, Anadolu'dan Müslüman ahâliler getirtti (Aksaray semti, Aksaray'dan gelenlerden dolayı bu ismi aldı.). İstanbul'dan sonra bir yandan Balkanlar ve Doğu Avrupa'da yerini sağlamlaştırırken, bir yandan önemini iyi kavradığı Fırat ve Dicle havzalarını Osmanlı güvenlik kuşağı içine alma siyasetini hayata geçirmeye, bir diğer yandan da donanmayı güçlendirmeye başladı.

Fetih sonrası Fatih

Fetih; hem öncesindeki fikir, mânâ ve ideal, hem kuşatma ve savaş plânı, hem kullanılan strateji ve taktikler, hem de bunların son ana kadar tam bir inanç ve disiplinle uygulanması bakımından üzerinde detaylı olarak düşünülmüş bir programın ve yüce bir himmetin Allah (cc)'a dua olarak sunulması neticesinde ilâhî bir tevfikle gelmiştir. İstanbul'un fethinin en önemli sembolü Fatih'tir elbette, fakat Fatih'i sembolize eden tek husus fetih değildir. Fatih İstanbul'un fethini de içine alan çok daha geniş bir ufkun insanıdır. Allah (cc)'ın rızasını hayata gâye yapma, Peygamber (sas)'in müjdelediği insan olma, ciddiyet, çelikten bir irade, yüksek bir kararlılık, ne istediğini bilme, zamanın ve hâdiselerin nabzını tutabilme onun mümeyyiz vasıflarıdır.

Osmanlılar devletten imparatorluk olgunluğuna fetihle erişmişlerdir. Burada "imparatorluk" terimi Osmanlılar için Avrupa târifindeki gibi "emperyal" veya "sömürgeci" mânâsında değil, insan ve toplum yapısı, takip ettiği cihanşümul siyaset, merkezî idare ve saltanat sisteminden dolayı "devlet-i âliye" karşılığında kullanılmıştır6. Babasının zamanında önemli bir coğrafyada işlerlik kazanmış olan devletin ilk gizli haber alma teşkilatına müessese özelliği kazandıran II. Mehmet ticaret için sıkça gemi yolculukları yapan Ege adalarındaki Rum tüccarlar başta olmak üzere kendisine Avrupa'dan sürekli ve süratli bilgi taşıyan geniş bir istihbarat ağı kullanmıştır7.

Fatih, Batı Rönesansı'yla birlikte bu coğrafyadaki gelişmeleri takip eden, yeniliğe açık birisidir. Zâten şehzadeliği sırasında babasının ileri görüşlülüğü sayesinde seçkin hocalardan aldığı eğitim sayesinde Batı'yı tanıması ileride takip edeceği siyasette önemli bir rol oynayacaktır. Osmanlı padişahları içinde âlim sayılacak derecede klâsik ilimleri tahsil etmiş ilk şahsiyet olan II. Murad san'at ve ilmi himaye etmiş, ve oğlu zamanındaki Türk Rönesansı'nın müjdecisi, belki de kurucusu olmuştur.8 Sultan II. Mehmed, her şehzadeye öğretilen Çağatay lehçesi, Farsça ve Arapça'dan başka Yunanca, Latince, Sırpça, İtalyanca ve İbranice tahsil etmiştir. Baş hocası Molla Gürani'dir. Molla Hayreddin, Molla Zeyrek ve İbnü Temcid ilk hocalarındandır. Kendisinin "Zamanımızın Ebû Hanifesi'dir." şeklinde tavsif ettiği Molla Hüsrev, Vezir Hoca Yusuf Sinan Paşa, Vezir Ahmed Paşa da hocalarıdır. Ayrıca İstanbul'un mânevî fatihi sayılacak derecede Feth-i Mübin'i ve Fatih'i destekleyen büyük mutasavvıf ve tıp bilgini Akşemseddin de onun en önemli feyiz kaynaklarındandır.
Fatih İstanbul'u aldığında, burada gelişmiş bir bilim hayatı yoktu. Semerkant'ta Uluğ Bey döneminde Bursalı Kadızâde'nin öğrencisi olarak yetişmiş olan matematikçi ve astronom Ali Kuşçu'yu İstanbul'a dâvet etti. O zamana değin Osmanlılar'ın en büyük külliyesi olan (cami, Tetimme ve Semaniye medreseleri, kütüphaneler, hamamlar, Darü’ş-şifa, ve imarethâneden müteşekkil) Fatih Medresesi'ni kurdurdu, buranın eğitim programını yeni düzenlemelere tâbi tuttu, ve kendisi de buraya imtihanla girdi. İlk olarak İznik'te Sultan Orhan'ın temellerini attığı Osmanlı medreselerinin bugünkü mânâda ilk yüksek öğrenim kurumları olarak daha sistemli hâle gelmesi bu şekilde oldu.

Cami, Tetimme ve Sahn-ı Seman'ın ayrı birer kütüphanesi vardı. Bilimin ve kütüphanelerin gelişmesini isteyen Fatih kendisinin zengin kütüphanesinden öteki 11 kütüphaneye kitap gönderiyordu. Külliyenin Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev tarafından hazırlanmış olan müfredatında, onun temayülleri doğrultusunda aritmetik, geometri, astronomi gibi bilim dallarına daha çok yer verildi. Dinî ve müsbet ilimlerin ayrılmazlığına inanan Fatih, fevkalâde zekâ, ihata ve sürat-i intikalinden dolayı "Akl-ı Selim Hızır Bey" olarak isimlendirdiği ve "Ne Arap, ne de Acem'de eşi yoktur." ifadesiyle müstesna yerini belirttiği zamanının mütefekkir âlimlerinden Hocazâde Muslihuddin Mustafa ile Alâaddin Tusi'den İmam Gazalî'nin Tehafut-ûl Felâsife isimli eseri hakkında risaleler yazmalarını, bu konuda müzakereler yapılmasını istedi *, ve medrese programına Şerh-i Mevakıf isimli eseri koydurdu.9,10

Osmanlı sisteminde yukarıdaki eğitim-öğretim yapılanmasının yanısıra, ikinci yüksek öğretim kurumu bir saray okulu olan Enderun Mektebi'ydi ve ilk defa Birinci Murad zamanında 1365-68'lerde yaptırılan Eski Saray'da (Edirne) kurulmuştu. Enderun'da, hem Osmanlı bürokrasisinin, hem de saraydaki iç ve dış hizmetlerin gerektirdiği insan altyapısı yetiştiriliyordu. Fatih de Topkapı Sarayı'nı yaptırırken bu okul için özel daireler ayırttı, eğitimi yönlendirmek için bilgili kişilerden bir "Encümen-i Dâniş" teşkil etti ve burayı daha sistematik bir müessese hâline getirdi. Enderun'daki dersler medreselerde okutulanları içine almakla birlikte dört konuda farklıydı. Birincisi, Türkçe ve Edebiyat konusunda verilen derslerdi. İkincisi, bir asker ve yöneticinin bilmesi gereken coğrafya, harita yapımı, tarih, siyaset, muharebe sanatı gibi derslerdi. Üçüncüsü, hattatlık, cilt, tezhib, oymacılık, minyatür yapımı, mimarlık gibi güzel sanatlardı. Dördüncü farklılık ise musikî eğitimiydi. Temelleri böyle sağlam şekilde atılan Enderun Mektebi'nin en belirgin faydası Osmanlı bürokrasisine ait bir kitabet kültürü meydana getirmesi olmuştur. Osmanlılar resmî dil olarak Türkçe'yi kabul etmişlerdi fakat, Kalemîyenin kullandığı bu kültür, Arapça, Farsça, coğrafya, tarih ve devletin kanunlarının bilinmesini gerektiriyordu10. Enderun'da yetişenler belli bir yaştan sonra devletin belli bir bölgesindeki kamu hizmetinde görev alıyor, daha ziyade Harem'de eğitim almış olanlarla aile kuruyor, ve bu aileler Saray'ın görgü ve terbiyesini gittikleri yeni yerde canlı bir şekilde devam ettiriyorlardı. Saray nezaketi ve kültürü bu şekilde taşraya aktarılıyor, hüsn-ü misâl teşkil ediyordu.
Fatih'in birçok Bizanslı ve İtalyan danışmanı da vardı. İtalyanca hocası Ancona'lı Ciriaco ile 1526 yıllarına kadar yaşayan meşhur İtalyan tarihçisi Giovanni Maria Angioello bunlardandır. Fatih, 1460'lı yıllardan ölümüne kadar birçok sanatçıyı sarayına davet etmiştir. Pisanello'nun öğrencilerinden madalyon ustaları Matteo ile Constanzo da Ferrara, Venedikli ressam Gentile Bellini bunlardan bazılarıdır. 1479'da İstanbul'a gelen ve 18 ay kalan Bellini, sarayda padişahın ve yakınlarının portreleri de dahil olmak üzere pekçok resim yapmış, Fatih'in sarayda kendisi için yaptırdığı bir bölümü fresklerle bezemiştir. Bellini'nin bu kadar uzun süre sarayda kalması, Fatih'in Rönesans'ın ruhunu anlamak istemesinden dolayı olabilir.

Fatih, fetihden sonra Bayezid'de bugün üniversite merkez binasının bulunduğu yerde bir saray (Eski Saray) yaptırdı ve bir süre orada oturdu. Bilâhere, 1468'de, bugünkü Topkapı Sarayı'na çekirdek teşkil edecek ilk yapıların inşâsına başlandı ve bu faaliyetler uzun zaman devam etti. Fatih, Topkapı'ya 1479'da geçti. Hem denizi hem karayı gördüğü Fatih köşkünün kapısına "iki denizin ve karanın hükümdârı" ibâresini koydurdu. Adı köşk olan bu yapı aslında tek bir odadan ibaretti. Fatih'in bu tevazu ve sadeliği dört yüz yıl boyunca devam ettirilmiştir. Her padişah tek bir oda yaptırmış; bu, çalışma ve okuma odası gibi bir fonksiyon görmüştür. Kanunî'den II. Mahmud'a kadar bütün padişahlar elçileri Fatih'in kullandığı aynı Arz odasında kabul etmişlerdir. Üçyüz sene saltanat makamı değişmeyen bir koca devlettir Osmanlı.

Mimarî olarak çok sade bir yapı olan Topkapı'nın önemli hususiyetlerinden birisi, birçok tarihçinin de belirttiği gibi, bu mimarinin insanı aşmaması ve korkutmaması olmuştur. Saray, buraya gelen elçileri ve yabancıları mimarisiyle değil, insanıyla etkilemiştir. İkinci Avlu'daki törenler bunu göstermektedir. Bir tarafta birkaç bin yeniçeri, öbür tarafta sipahiler, avluda beş-on bin kişi hazır durumdayken elçiler kabul edilmiştir. Öyle bir disiplin, ciddiyet ve inanmışlık sözkonusudur ki, sinek uçsa sesi duyulacak kadar sessizlik sağlanmıştır. Tarihlere geçen bir bayramlaşma töreninde, Bâbû’s-sâade önündeki revaklar altında herkes protokoldeki yerini almıştır. Hâcegân sınıfından birinin durduğu yere saçaktan yağmur suyu akmış, ve adamın çenesinden aşağıya oluk gibi inip pabucuna dolmuştur. Görevli biraz çekilse kurtulacaktır ama, o şekilde saatlerce durmuştur. Bu disiplin, saygı gösterilen makamın telkin ettiği güven ve mehabetin, Osmanlı insanının devletine olan inanç ve hassasiyetinin bir işareti olmak itibariyle önemlidir.

Topkapı Sarayı 380 yıl boyunca, yani 19. yüzyıl ortalarına kadar padişahların kesintisiz yaşadığı yer olmuştur. Fatih zamanında yapılmaya başlanan ve sonra bir kompleks hâlini alan Darphâne-i Âmire bünyesinde saray kuyumcularının, san'atkârların, hakkâkların, altın işleme yapanların, marangozların çalıştığı atölyeler bulunuyordu; burada altın ve gümüş sikke kesiliyordu. Fatih'in babasının Manisa'da yaptırdığı Saray-ı Âmire'nin güzel bahçesi (bugün aynı yerde zengin çiçek ve ağaç çeşitlerine evsahipliği yaparak bu geleneği devam ettiren park "Fatih'in Hasbahçesi" ismini taşımaktadır), Fatih ile birlikte Topkapı Sarayı'nda da ihya edilmiştir.

Fatih döneminde, İstanbul surları dışında Eyüp, Hasköy, Kasımpaşa, Galata, Tophâne, Fındıklı, Beşiktaş, Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavudköy, Rumelihisarı, Baltalimanı ve Üsküdar'ın meskun olduğu, 1477'de bu semtlerde 200 bine yakın nüfusun oturduğu tahmin edilmektedir. Maddî-mânevî bir ihya hareketinin mimarı olan Fatih bu şehir için su-yolları yaptırtmış, bunların kullanım ve korunmasını kontrol için on su-yolcu (hüddam-ı râh-ı âb) tayin etmiştir. Su-yolcular, hatta bâzen bu vazifenin verildiği bütün bir köy halkı ayrıca su künklerini inşa etmek, kanalları temiz tutmak ve gereken tamiratları yapmakla yükümlüydüler. Buna karşılık şer'î, örfî ve tekâlif-i divanî gibi vergilerden muaf ve bunu gösteren padişah beratlarına sahiptiler11.

Fatih'in ufku İstanbul'la sınırlı değildi. İstanbul'un fethi onun gâye-i hayalinin sadece bir parçasıydı. Onu bizim muhterem kılan husus, tıpkı bütün Osmanlı sultanları gibi İ'lâ-yı Kelimetullah için yaşamasıydı. Son seferine muhtemelen Roma için çıkmıştı. Bu ihtimali kuvvetlendiren husus Fatih'in emriyle 28 Temmuz 1480'de Gedik Ahmet Paşa komutasında 130 gemilik bir filo ile gelen yaklaşık 18 bin Osmanlı askerinin İtalya'nın güney kıyılarında Torente yakınlarındaki Apulie'de karaya çıkması, Otranto'da Avrupa'nın ilk defa gördüğü sağlamlıkta bir kale inşa etmesi, ve bugünkü Roma'yı içine alan o günkü Napoli Krallığı üzerine akınlara başlamış olmasıydı. (Diğer yandan, büyük zâtların işaret ettiği gibi, Hz. Peygamber (sas) Roma'nın da birgün fethedileceği müjdesini vermişti, ve Fatih bunu da bir yüce emir olarak telakki ediyordu.)

Fakat Fatih oldukça rahatsızdı. Son aylarda aşırı zayıflamıştı. Bacak ve ayakları ise şişti. Ama bu halde bile o ordusunun başındaydı. Osmanlı'ya ve İslâm Âlemi'ne kazandırdıkları ile yetinebilirdi. Herşey bir yana, Avrupa'nın bütünüyle "Allah" adının anıldığı bir coğrafya olabileceği gibi yüksek bir ideal sözkonusuydu artık. Fakat onsuz olmazdı. Bu hem Hz. Peygamber (sas)'in okşadığı o öpülesi başa yakışmazdı, hem Ebu Eyyûb (ra) hazretlerinin anlayışına uymazdı, hem de Fatih'in iradesine ters düşerdi. O yatakta ölemezdi. Herzamanki gibi, fetih ordularının gideceği yeri bilen tek kişi olarak o "güzel emir" "güzel askerler"iyle birlikteydi. 3 Mayıs 1481 günü Maltepe-Pendik arasında yeralan, yedi gün önce ordusunun başında yola çıktığı Üsküdar'dan yalnızca 20 kilometre uzaklıktaki Hünkâr çayırında vefat etti. 49 yaşındaydı. Osmanlı kaynaklarının yanısıra Batılı kaynaklar da, Fatih'i Yahudi hekim Yakup (Jacob) Paşa'nın Venediklilerin verdiği paraya dayanamayıp zehirleyerek öldürmüş olduğu varsayımından bahseder5. Her durumda o şehitti. Avrupa'da herkes bu habere çok sevindi.

Bitirirken

Fatih'i ve misyonunu anlamak için bütün bir Osmanlı tarihi içindeki konumuna bakmak önemlidir. Fatih hemen her yönüyle bir dönüm noktasıdır. Hem Doğu'yu, hem Batı'yı anlama, ama bunu yaparken kendi değerlerine sıkıca sarılma, mânevî dinamiklerinden beslenme Fatih'in karakteridir. Fetih, Fatih'in ve ordularının sadece maddî değil, manevî gücünün ve gâye-i hayâlinin de önemli bir remzidir. Fatih'i henüz 21 yaşında tarihî bir şahsiyet yapan farklılığı şu misâlle özetlenebilir: Babası II. Murad padişahlığının ilk yıllarında yaptığı 22 Şubat 1424 antlaşmasıyla, Bizans etrafında gerçekleştirdiği ilk kuşatmayı kaldırması karşılığında, yılda 300 bin akça tutarında vergi almaya başlamıştı. Bundan sonra Bizans'a karşı siyaseti, Bizans'ın minnetini kazanacak derecede dostça ve yumuşak oldu. II. Murad bu devletin, Avrupa'nın hassas noktası olduğunu, sembolik ve tarihî mahiyette de olsa Hıristiyanlık âlemi için büyük önem arzettiğini, büyük memleketleri fethettiğinde bile ciddi bir hareketten kaçınan Avrupa'nın Bizans tazyik edilince Osmanlılar'a karşı birleştiğini anlamıştı. II. Murad kendi devri için bu siyasetinde haklıydı. Fakat onun meseleyi bu anlayış tarzı başta Çandarlı Halil Paşa olmak üzere, etrafındaki devlet adamları tarafından değişmez bir prensip olarak algılandı, ve bunlar, o zaman için eskimiş bulunan bu anlayış dolayısıyla genç Padişah II. Mehmet'le çatıştılar. Yirmibir yaşında çok yüksek bir olgunluğa erişmiş olan Fatih ise süregelen düzeni körü körüne devam ettirecek bir yapıda değildi. Kişiliği, inancı ve fütühat anlayışı inisiyatifi sürekli elde tutmayı, gidişata hâkim olmayı gerektiriyordu. Tarihte dönüm noktası olabilecek büyük gelişmeler de ancak Fatih ruhluların işiydi. Büyük bir mütefekkirin ifadesiyle, "Onu büyük yapan husus İstanbul'u fethetmesi değil, bu uğurdaki hâlis niyetiydi. Resulullah'a (sas) 'Ne güzel emir!' dedirten bu niyetti. Fatih, İstanbul'u fethetmeye azmettiğinde bütün Avrupa'yı ve Hristiyanlık âlemini karşısına aldığının farkındaydı, fakat Ayasofya da ancak bir Fatih isterdi." Kendisi de, "Gâyem, İslâm'ın bayrağını Konstantiniyye üzerine dikmektir. Bu kalenin tarafımdan alınması buyurulmuşsa eğer, kuleleri ve burçları taş-toprak yerine saf demirden de olsa eriteceğim. Yok eğer nasip değilse, bu durumda da niyetimden dolayı mükâfat göreceğim. Ama eğer Allah lûtfederse, tertemiz niyetlerle O'na dönmüş kulunu terkedip ümitsiz kılmaz" diyordu. Evet, ona göre fethin zamanı gelmişti ve o, bunu başarabilecek sebeblere ve inayete sahip kılındığını hissediyordu. Çünkü esas irade ve kudret Allah'a aitti. Meyve olgunlaşmış, Peygamber (sas) müjdesi vaktine ulaşmıştı.


Kaynaklar:
1) Zweig, S., (1992) - Yıldızın Parladığı Anlar. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
2) Yücel, Y. ve Sevim, A., (1991) - Osmanlı Klasik Döneminin Üç Hükümdarı: Fatih-Yavuz- Kanunî. TTK Yayınları, VII. Dizi, Sa. 134, Ankara.
3) Yıldız, H.D. ve diğ., (1991) - Büyük İslam Tarihi. Çağ yayınları, İstanbul.
4) Ducellier, A. & Balard, M. (1996) - Constantinople 1054-1261. Editions Autrement, Paris (Konstantinopolis 1054-1261. İletişim Yayınları, 2002, İstanbul.)
5) Clot, A., (1990) - Mehmet II, Le Conquérant de Byzance. Librairie Perrin, Paris (Türkçe tercüme: Fatih Sultan Mehmet. Necla Işık, Milliyet Yayınları, 1991, İstanbul).
6) Emecan. F. ve diğ., (1999) - Osmanlı Devleti Tarihi Cilt 1. Zaman gazetesi yayını, İstanbul.
7) Anonim, (1993) - Cem Sultan. Milliyet yayınları. İstanbul.
8) Öztuna, Y., (1977) - Büyük Türkiye Tarihi. Cilt 2. Ötüken Yayınevi, İstanbul.
9) Uzunçarşılı, İ.H., (1988) - Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı. TTK Yayınları, VIII. Dizi, Sa.17b, Ankara.
10) Tekeli, İ. ve İlkin, S., (1993) - Osmanlı İmparatorluğu'nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü. TTK Yayınları, VII. Dizi, Sa. 154, Ankara.
11) Orhonlu, C., (1984) - Osmanlı İmparatorluğu'nda Şehircilik ve Ulaşım. EÜ Edeb. Fak. Yayın No: 31, İzmir.

* Tehafut, bir meseleyi şiddetli arzuyla halle çalışmak demektir. Büyük İslâm âlimi İmam Gazalî (1058-1111) Tehafut-ûl Felâsife adlı eseriyle, ilimde aklı esas tutan İbni Sina'dan farklı olarak akıl ile herşeyin ölçülemeyeceğini beyan etmişti. Bir asır sonra Endülüslü İbni Rüşd Tehafut-ût Tehafut isimli eserinde İmam Gazalî'nin mütalâasına itiraz ederek imanın akıldan üstün olduğunu beyan ile İbni Sina'yı müdafaa etmişti. İşte Fatih bu iki zıt mütalâadan hangisinin doğru olduğunu Hocazâde ile Alâaddin Tusi'den sorarak bu hususta birer eser yazmalarını arzu edince, bu iki büyük âlimden birincisi dört, ikincisi altı ayda birer eser yazarak İmam Gazalî'nin mütalâasına iştirak ettiler.


Kaynak : Sızıntı Dergisi, Mayıs 2003 - Yazar : Sadık F. HARMANCI

Geri dönmek için tıklayın
<xmp>