İnsan, ne olduğunu ve nerede olduğunu
anlayabilmek için, sürekli bir okuma serüveni yaşar. İnsanın ilk okuma
tecrübesi, kendisi dışındaki nesneler üzerinde gerçekleşir. O, çevresini,
nesneleri, olayları, durumları, hayatı, insanları, kendisini ve nihayet
kitapları okur durur. Okumak, yemek yemek, nefes almak, konuşmak kadar
tabiî bir durum. İnsan hayatında, okumak, yazmaktan daha önce gelmektedir.
Yazı yazmak külfetli ve hazırlık isteyen bir iş olduğu halde, okumak daha
kolay ve hayatın bir parçası şeklinde cereyan eder. Yüce kitabımız
Kur'an-ı Kerim'in vahyedilen ilk sözü, "oku" emridir. Bu, aynı zamanda
İslâm medeniyetinin okumaya verdiği önemi de göstermektedir. Bu medeniyete
göre kitap kelimesi, doğrudan doğruya Kur'an-ı Kerim'i çağrıştırdığı için
büyük bir saygınlık taşır. Kâinat da okunması gereken bir büyük kitaptır
zaten: "Kitab-ı kebîr-i kâinât"...
Esasen bütün dinlerde kitaba karşı büyük bir hürmet gösterilmiştir.
Hıristiyan azizlerinden Benediktus'un keşişlerine verdiği talimatları,
kitap karşısında insanın halini, ilginç bir biçimde ortaya koyar:
"Keşişler kitapları, mümkünse sol elleri ile tutsunlar, harmanilerinin
kollarına sarsınlar, kitabı dizlerinin üstüne yerleştirsinler; sağ elleri
ise tutmak ve sayfa çevirmek için boşta kalmalıdır."
Kitap sevgisi ve tutkusu için kullanılan biblomani, ne yazık ki insanda
olumsuz intibâ bırakan bir ifade olarak algılanmaktadır. Oysa kitap
sevgisi ve tutkusu, okuma aşkının bir gereğidir. Seksen sekiz yaşındaki
annesiyle birlikte kitapçıya giderek Anglosakson dili grameri arayan ünlü
şair ve yazar Jorge Luis Borges'in gözleri görmüyordu. Fakat o bir öğrenme
sevdalısıydı. Borges gibi, Cemil Meriç de uzun yıllar bir başkasının
kendisine okuduğu kitaplarla teselli oldu. Nitekim okumanın algılanması
gözle değil, beyinle ilgilidir. Belki de bu yüzden kitaba dokunmak ve onu
algılamak insana bir ürperti, gizli bir haz verir. Gözün metni görmesi,
onu algılayabilmesi ve metindeki mesajı anlayabilmesi için yeterli
değildir. Metnin seslendirilmesi, kelimelerin çağrışım değerleri,
okuyucunun kültürel konumu, "anlamı" ve "anlamayı" etkileyen temel
unsurlardır. Bu yüzden, her okur metne yeni bir anlam kazandırır. Bazı
okurlar, metni yazarın algıladığından daha ileriye de taşıyabilirler. O
halde okumak mekanik bir hadise değildir. Okur, bir metni gözleriyle
değil, beyniyle okuduğu için, şekillerden ziyade, anlama dikkat etmelidir.
Tarihte ilk okumalar, dinî niteliktedir. Bu okuma anlayışında, duâ
öğrenmek ve dinî metinleri okuyabilmek temel amaçtır. Zaten kitap sınırlı
ve sadece belli kimselerde bulunduğu için sadece manen değil, maddeten de
kıymet ifade ediyordu. Bu bakımdan kitap, Orta çağ'da hem Batı'da ve hem
de Doğu'da insanların bir araya gelerek okudukları ve toplu olarak
dinledikleri "paylaşılan bir metin" niteliği taşımaktaydı.
İslâm dünyasında da telif edilen her eser, birçok nüsha halinde
istinsah ediliyor, çoğaltılıyordu. Padişah, şehzade, bey, vezir ve diğer
zengin kişilerin kurdukları kütüphaneler, pahalı ve nadir eserlerin bir
"varlık" sembolü olarak sergilendikleri mekânlar idi. Herkesin kitaba
ulaşamaması, şifahî(sözlü) kültürü ön plâna çıkarmış ve böylece insan
hafızasının olağanüstü vasfı da sergilenmiştir. Bir kitabın okunup
ezberlenmesi ve daha geniş kitlelere taşınması, aynı konuda birbirinden
farklı ifadelerin yer aldığı çok sayıda nüshanın ortaya çıkmasını
sağlamıştır.
Bu zengin sözlü kültür, anlatımın halka yayılmasını ve halkın, kültür,
sanat, edebiyat konularına ilgi göstermesini hızlandırdı. Sekizinci
yüzyılda İtalya'da parşömenin bulunmasıyla, deri veya papirüse yazı yazma
zahmeti ve maliyeti de ortadan kalktı. Aslında papirüs ile parşömen
arasındaki fark, bütün bir okuma serüvenini etkileyen bir husustur. Bu
konudaki gelişmeyi Alberto Manguel, şöyle anlatmaktadır:
"Metin artık içeriğine göre bölümlendirilebiliyor, kitaplara ve
bölümlere ayrılabiliyor, hattâ daha kısa birkaç yazı kolayca tek bir
ciltte toplanarak tek bir birim oluşturabiliyordu. Uğraşılması zor olan
tomar ise sınırlı bir yüzeye sahipti. Bilgisayarlarımız aracılığıyla
tomara bir anlamda yeniden dönüş yaptığımız için, günümüzde de bunun
zorluklarını görebiliyoruz: Ekranda "tomarı" yukarı ya da aşağı doğru
açarken, bir defasında yalnızca bir bölümünü görebiliyoruz. Oysa kitap
okura başka sayfalara anında geçme olanağı sunduğu içi bütünlük duygusu
verir. Okuma sırasında kitabın elde tutuluyor olması da bu bütünlük
duygusunu pekiştirir bir nitelik taşıyacaktır. (Manguel, 2001:155)
Bu önemli buluş, Gutenberg'in matbaayı keşfi ve ilk kitapları
basmasıyla birlikte daha da önem kazandı. On beşinci yüzyılda Avrupa'da en
çok okunan kitap bir duâ kitabı olan Saatler Kitabı'dır. İlk İncil de
1455'te yine Gutenberg tarafından basılmıştır. Artık Avrupa'da her tarafta
matbaalar kurulmuş ve binlerce kitap basılmaya başlanmıştır.
Kitabın teknik olarak kolay basımı tamamlandıktan sonra, bu kez okuyucu
talebine göre yeni ve ilginç konularda kitap yazılması konusu gündeme
gelmişti. Seyahatin bir kültür olarak yayılması, demiryollarının artması
ve uzun yollarda en iyi arkadaşla, yani kitapla seyahat etme arzusu, yeni
bir okuyucu sınıfını doğurmuştu. Artık kitap her yerdedir ve okuyucu ise
herkestir. Soylular ve zenginler dışında da kitap satın alabilen ve kitap
okuyan büyük bir kesim oluşmuştur.
Kültürlerin birbirini tanıması, savaş ve seferler, ticaretin gelişmesi,
tabiî olarak farklı kültürlere ait kitapların yayılmasını da beraberinde
getirmiştir. Böylece tercüme faaliyetleri, toplumların düşünce, kültür ve
sanat anlayışı üzerinde etkili olur. On üçüncü yüzyılın sonlarına doğru
Eflatun ve Aristo'nun düşünceleri bütün Batı dünyasında ve Doğu'da
yayılır. Bu kontrolsüz yayılma kültür değişmelerinin oluşmasına ve farklı
inanç ve telakkilerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Büyük mütefekkir Cemil Meriç okumayı, "iki ruh arasında âşıkane bir
mülâkat" olarak tanımlamaktadır. O'na göre kitap, "meçhule açılan bir
kapı"dır. "Okuma ise içimizdeki meçhul âlemin kapılarını açan bir
anahtar"dır. (Meriç, 1985:187) Ancak önce bu anahtarın elde edilmesi ve
daha sonra da işlevinin bilinmesi şarttır. Kitap konusunda iyi bir eğitim
görmeyen yığınların, rastgele kitap seçmeleri ve ellerine aldıkları her
kitap karşısında mutlak teslimiyet duygusuna kapılmaları kaçınılmazdır.
Aşırı, düzensiz ve gereksiz okumalar, hafızayı ve düşünce terazisini
bozduğu gibi, kişiyi yaşadığı toplumdan da koparır. Bu bakımdan "eleştirel
okuma" alışkanlığı kazanmak önemli bir meziyyettir. Okuduğunu tahlil
edebilen ve kendi kabulleriyle değerlendirebilen okuyucu, şuurlu bir
okuyucudur. Şuurlu bir okuyucu olabilmek için öncelikle temel kültürel
değerlerimizi oluşturacak kitaplara yönelmemiz gerekir. Kişinin değer
yargılarını oluşturabilmesi ve meselelere yaklaşım felsefesini
kurabilmesi, ancak "değerler silsilesi"nin oluşmasını sağlayacak temel
kitaplara yönelmesiyle mümkündür. Her kültür mutlak surette bir
"külliyata" dayanır. Batı'da Yunan klâsikleri, Roma hukuk sistemi ve
Hıristiyanlık temel kültür normlarını oluşturan külliyatın cüzleridir.
Uzakdoğu'da Hint'te Ramayana ve Vedâlar, İran'da Şehnâme, Yunan'da
Homeros, belli toplumların davranış biçimlerini şekillendiren temel
kaynaklardır. Peki bizim ana kaynaklarımız nedir? Türk kültürünü oluşturan
ve bizim insanımızın davranışlarını şekillendiren temel kültür
kaynaklarının başında Kur'an-ı Kerim gelmektedir. Hadisler, Kur'an
tefsirleri, dinî ve tasavvufî anlatımlar, insanımızın yıllarca ayakta
durmasında ve varlığını sürdürebilmesinde ana kaynaklar olagelmiştir.
Mutluluk, sabır, heyecan, teşebbüs, hastalık, iyilik, kötülük, barış,
komşuluk, hoşgörü, fedakarlık vb... birçok insanı ve toplumu ilgilendiren
kavramın muhtevası, ana kaynaklarımız tarafından doldurulmuştur. Böylece
aynı duygu, düşünce, inanç ve ideal etrafında birleşen fertler, diri,
sağlam ve kalıcı bir içtimaî yapı meydana getirmişlerdir. Bir milletin en
büyük varlık kaynağı, sevinçte, tasada, iyilikte, kötülükte aynı duygu ve
düşünce etrafında birleşen fertlere sahip olabilmesidir. Burada "ne
okumalı" sorusuna verilecek cevap, bir milletin var olması ve kendisi
kalarak yaşayabilmesi bakımından son derece önem taşımaktadır. Bilgi
kaynaklarını yitiren ve hafızasını kaybeden bir milletin, ana meselelerine
başka kültürlerin ve yabancı kaynakların referanslarıyla yaklaşmaktan
başka çaresi de yoktur. Öyleyse okumaya, önce temel kaynaklardan başlamalı
ve "değerlerimizi", "bakış açımızı", "konulara yaklaşım felsefemizi"
oluşturduktan sonra, daha geniş bir okuma seviyesine doğru gitmeliyiz.
Okumak için kitap seçimi kadar, kitapları okuma biçimi de önemlidir.
Günlük gazeteleri, eğlenceli, zevkli konuları içeren kitapları, hikâye ve
romanları hızlı ve dikkatsiz okuma veya gözden geçirme tavrını, ciddi
kitaplar karşısında sürdüremeyiz. Özellikle düşünce kitapları bir kez
okunup rafa kaldırılan kitaplar olmamalıdır. Okuyucu, kitabı yıpratmadan
önemli yerlerin altlarını çizmeli ve kitap bittikten sonra da kaynak ve
sayfa numarası da belirterek önemli yerleri not almalıdır. Kitap, sessiz,
sakin bir mahalde okunmalı. Kalabalık, gürültülü mekanlar ve dikkatlerin
dağıldığı ortamlar kitap okumak için uygun yerler değildir. Kitap açık
zihinle yani sabahın erken saatlerinde okunmalıdır. Yorgun ve düşünceli
bir zihinle kitap okumaya girişmek tamamen sathî bir okuma biçimidir.
Okuma yeteneğinin gelişmesi ve okuma şuurunun yerleşebilmesi için,
hemen her kesimde yeni bir "okuma" seferberliğinin başlatılması şarttır.
Böylece toplumda güncel konulara; dinî, tarihî, kültürel değerlendirmelere
daha geniş kesimlerin katılabilmesi de mümkün olabilecektir.
Kaynak : Sızıntı Dergisi, Mart 2003 - Yazar : Ahmet Ertuğrul