Efes3000!
Anasayfa Yazılar Programlar Web Tasarım İletişim

Tüketim Çılgınlığı ve Mutluluk Arasındaki Paradoks

Zenginlik ile mutluluk arasındaki münasebet her zaman tartışılan hususlardan birisi olmuştur. Modern kapitalist sistem anlayışına göre zenginlik ile mutluluk arasındaki münasebet doğru orantılıdır. Bu anlayışa göre, bir kimse ne kadar çok tüketirse, o kadar çok mutlu olur. Yapılan çalışmalar bu anlayışın belli bir eşik değere kadar mânâlı olduğunu, ancak belli bir sınırdan sonra doğru olmadığını göstermiştir. Mutlulukla bağlantılı zenginliğin sınır değeri; yeme, içme, barınma, sağlık, giyinme ve eğitim gibi temel ihtiyaçların karşılanmasıyla alâkalıdır. Gerçekte ise zenginliğin hasıl ettiği bu durum, mutluluk değil, insanın zarûrî ihtiyaçlarının karşılanması ile ortaya çıkan bir rahatlamadır.

Yapılan araştırmalarda ortaya çıkan asıl önemli husus, temel ihtiyaçların karşılanması sonrasında artan zenginlik ve bunun paralelinde artan tüketimin, insanların mutlu olmalarında birebir tesirli olmadığı yönündedir. Aksine; çoğu zaman tüketimin artması; strese, aile içindeki ve içtimaî hayattaki rolleri yerine getirmede zaman darlığına, borçlanmaya, şişmanlığa, çeşitli hastalıklara, sosyal münasebetlerde bozulmalara ve çevre problemlerine yol açmakta, hayat kalitesine menfi tesir etmektedir. Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkelerde meydana gelen ölümlerin sebepleri, bu duruma uygun bir örnek teşkil etmektedir. Nitekim; bu ülkelerde meydana gelen ölümlerin % 42 gibi büyük bir nispeti; damar, kalb hastalıklarından ve kanserden kaynaklanmaktadır. Bu hastalıkların gelişmesinde ise, aşırı tüketimin şişmanlığın dengesiz beslenmenin büyük rolü bulunmaktadır.

Zenginlik seviyesi ile mutluluk arasındaki münasebeti ortaya çıkarma yönünde yapılan çalışmalardan birisi, 1990 ve 2000 yıllarında, 65 ülkede yürütülmüştür. Çıkan neticeye göre; gelir seviyesinin fert başına 13 bin dolara kadar yükselmesi maddî rahatlama ile gelen geçici mutluluğu artırmış, bu seviyenin üzerindeki gelir ise, mutluluğun yükselmesinde önemli bir katkı sağlamamıştır.1 Bütün bu gelişmeler ile dünyadaki mutluk anlayışının maddî gelişmeye endeksli olmadığı anlaşılmaya başlanmıştır. Cismanî ve maddî saadet olarak tarif edilebilecek bu mutluluk, Bediüzzaman’ın ifadesiyle yeme-içme, mesken ve nikâh gibi temel insanî ihtiyaçların karşılanması ile sınırlı olup, bu noktadan sonra tüketimin artırılarak mal ve mülk biriktirilmesi, belli bir hayat kalitesinin kazanılması yolundaki hırsla yapılan çalışmalar, bu münasebeti koparmaktadır. Zenginliğin belli bir sınırdan sonra mutluluk getirmediğini idrâk eden Batılı araştırmacılar, mutluluğu daha çok tüketmekte değil, “toplam hayat kalitesi” gibi, içinde mânevîyat bulunmayan yeni bir tarif arayışında görmeye başlamışlardır. Dolayısıyla maddî ve cismanî mutlulukların tüketime, mânevî mutluluğun (huzur) ise paylaşmaya endeksli olduğunun henüz farkına varamamışlardır.

Yaradılışından günümüze insanoğlu, ihtiyaçlarını maddî boyutla sınırlandırıp mânevî boyutunu ihmal ettiğinde, aradığı mânevî huzuru ve elem vermeyen mânevî eksenli mutlulukla desteklenmiş dünyevî saadeti bulamamış; bulmuş gibi görünse de, bu geçici olduğundan neticede elem ve ızdırap birikmiştir. Nitekim her şeyi maddede arayan ve mutluluğu ele geçirmede, sınırsız üretim ve tüketimde gören günümüzün modern insanı, mutlu olma yolunda girişmiş olduğu mücadele sonunda, hem kendi iç huzurunu kaybetmiş, hem de yeryüzününün yaşanabilirliğini kısıtlayan çevre problemlerine yol açmıştır. Toprak bozulması, erozyon, çölleşme, ormanların yok edilmesi, biyolojik çeşitliliğin azalması, temiz su kaynaklarının kirletilmesi, hava kirliliği, asit yağmurları, ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınma, zehirli kimyevî ve radyoaktif atıklar gibi çok çeşitli problemler, ‘İstediğin kadar, istediğin şekilde üret ve sınırsızca tüket...’ anlayışından kaynaklanmaktadır. Neticede mutluluğu sadece maddî boyutta arayan insanoğlu, beşerin çoğunluğuna değil, azınlık bir kitleye refah ve geçici saadet getirmiş ve insanlığın büyük kısmı, fakirlik, açlık, cahillik, savaşlar, çatışmalar, salgın hastalıklar, gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi sosyo-ekonomik problemlerin kıskacında hayatını yaşamak mecburiyetinde kalmıştır.

Günümüz modern toplumunu inşa eden ve yöneten insanların en büyük hataları; yeryüzünün insan için de geçici bir ikametgâh alanı olduğunu unutmaları, gerçek mutluluğu maddenin dar kalıplarında aramaları, kalb ve ruhun hayat derecelerine kendilerini kapatmaları, “Ne kadar çok tüketirsem o kadar mutlu olurum, bunun için de zenginleşmem gerekir.” anlayışıyla kendilerini özdeşleştirmeleri, zenginleştikçe zarûrî ihtiyaçlarının ötesinde tüketmeye başlamaları, kâr ve zararı düşünmeden etrafındaki kaynaklara ve çevreye zarar vermeleridir. Tüketim çılgınlığı olarak adlandırılan bu kısır döngü sebebiyle yeryüzü, bütün kaynakları ile her geçen gün daha da tükenirken, insanoğlunun dünyaya hâkim olma ve kalan kaynaklardan daha fazla pay alma hırsı ise zengini daha da zengin, fakiri ise daha da fakir yapmaktadır. Bu durum aslında insanoğlunun kendisini tüketmesidir.

İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılama açısından aslında faydalı olan üretim ve tüketim zinciri, insanı sadece maddeden ibaret, parayı da “her şey” gören bir anlayış sebebiyle insanoğluna pek çok açıdan zarar vermektedir. Aşırı tüketimin mevcut kaynakların azalmasına ve çevre problemlerine sebep olmasının yanında, adaletsiz tüketim de toplumların sosyal, ahlâki ve ekonomik yönden çok çeşitli problemlerle boğuşmasına sebep olmaktadır. Tüketimin daha çok zengin olan toplum kesimleri tarafından yapılması ve milyarlarca insanın da temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bile olsa maddî kaynağı bulamaması, ülkeler ve hattâ aynı ülke insanları arasında eğitim, sağlık ve hayat standartları gibi konularda büyük farklılıkların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Günümüzde gelişmiş ülkeler elde ettikleri bilgi ve tecrübeyi, ‘Diğer ülkelere göre daha fazla nasıl tüketiriz.’ diye kullanırken; geri kalmış toplumlar ise fakirlik, cahillik ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ortamdan beslenen çatışma, terörizm ve iç savaşlarla kıvranmaya devam etmektedir.


Her geçen gün daha da fazla tüketiyoruz

Bilgi ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla geliştiği günümüzde; haberleşme, ulaşım, şehirleşme, ticaret, sanayi, turizm ve hemen diğer bütün sahalarda meydana gelen ilerlemeler, insanın ruhî varlığından çok, bir şeye hizmet etmektedir. Bu da, tüketimin artmasıdır. Bilgi ve teknolojinin gelişmesi, binlerce yeni ürünün piyasaya sürülmesi ile kendini göstermektedir. Ardından, bu ürünlerin insanlar tarafından bir ihtiyaç olarak algılanması ve tüketilmesi için reklam kampanyaları başlatılmaktadır. Her yıl yaklaşık 500 milyar doların harcandığı bu reklamlar vasıtasıyla iradesi kırılan ve mekanikleştirilen insanoğlu, kendisine sunulan hayat tarzını ve ürünleri elde edebilmek için kitle ruh hâletiyle farkında olmadan acımasız bir yarışın içine sürüklenmektedir. Hiçbir zaman kazanamayacağı bu mânâsız yarış içinde insanoğlu, tüketimi âdeta hayatının gâyesi hâline getirmekte ve neticede sadece tüketmek için yaşayan bir organizma hâline gelmektedir.

Dünya genelinde tüketim gerek besin, gerekse hammadde ve enerji kaynakları açısından giderek artmaktadır. 1960 ile 2000 yılları arasında dünya nüfusu yaklaşık iki kat artmışken, aynı dönemde aile seviyesinde yapılan harcamalar, dört kat artarak 20 trilyon dolara ulaşmıştır.1 Dünyanın en zengin insanları, en fakir insanlarına göre 25 kat daha fazla enerji tüketmektedir. Dünya nüfusunun % 5’ini teşkil eden ABD, tek başına dünya petrol ve kömür tüketiminin % 25’ini, tabiî gaz tüketiminin ise % 27’sini gerçekleştirmektedir. Dünya genelinde 500 milyon araba mevcut olup, bunun 1/3’ü ABD’de bulunmaktadır. Her yıl yaklaşık 11 milyon yeni otomobil trafiğe çıkmakta ve sadece ABD’de kullanılan otomobillerden atmosfere bırakılan karbon nispeti, Japonya’nın bütün sanayi faaliyetleri ile havaya göndermiş olduğu karbon nispetine eşittir.2


Şuursuz tüketimle, aslında dünyamızı ve kendimizi mi tüketiyoruz?

Dünyamız tahmini 4,6 milyar yıllık geçmişi boyunca, son 150 yıldır üzerinde meydana geldiği ölçüde hızlı ve büyük bir tahribata sahne olmamıştır. Buhar gücünün keşfi, insanoğluna çok büyük makinelerin yapımı için imkân sağlamış ve bundan sonra yeryüzü kaynakları, o güne kadar görülmemiş ölçüde bir hızla tüketilmeye başlanmıştır. Sanayi ve ticaretin gelişmesine bağlı olarak, refah seviyesi giderek artan insanların ihtiyaçlarını karşılamanın yanında, zarûrî olmayan arzuların da ihtiyaçlar listesine dahil edilmesiyle artan çılgınca tüketim için her geçen gün çoğalan fabrikalar, enerji ve hammadde temini adına bir yandan yeryüzü kaynaklarını hızlı bir şekilde harcarken, bir yandan da üretmiş oldukları atıkları ile su, hava ve toprak kaynakları ve üzerinde barındırdığı bitki ve hayvan türlerini zehirlemeye ve yok etmeye başlamıştır.

Körü körüne tüketen bir robot hâline getirilen toplumlarda, ekonomik problemlerin yanında içtimaî ve ahlâkî problemler da çoğalmaktadır. Alkol, sigara ve uyuşturucu gibi maddelerin tüketimi; aile ve toplum açısından büyük sosyal ve ekonomik çöküntülere sebep olmaktadır. Sadece sigaradan dünya genelinde yılda beş milyon insan hayatını kaybetmektedir. Bu da yaklaşık olarak bütün dünyada bir yılda meydana gelen yetişkin ölümlerinin 1/10’u demektir. 1999 yılında ABD’de, sigaraya bağlı olarak ortaya çıkan hastalıklarla mücadele için 150 milyar dolarlık bir harcama yapılmıştır. Bu rakam ülkedeki sigara imal eden en büyük beş firmanın yıllık gelirleri toplamının yaklaşık bir buçuk katıdır.2

Tüketim hırsına bağlı olarak, mevcut kaynaklardan daha fazla pay alma adına yeryüzünde verilen mücadele, çoğu zaman insan toplulukları arasında çatışma ve savaşların çıkmasına da sebep olmaktadır. Sadece 1990’larda enerji kaynaklarının kontrol altına alınmasına bağlı olarak, çoğu etnik gruplar arasında meydana gelen çatışmalarda beş milyondan fazla insan ölmüş ve yaklaşık 20 milyon insan da yurdundan göç etmek zorunda bırakılmıştır2. Son yıllarda meydana gelen silâhlı çatışma ve savaşlara bakıldığında bunların da petrol ve değerli madenler gibi kaynakların kontrolünü ele geçirmek için gerçekleştirildiği görülür. Bu savaş ve çatışmaların hemen hepsi, belli bir etnik grup veya ekonomik olarak üstün olan bir grubun, ülke kaynaklarını, ülkenin geri kalan büyük nüfus kitlesi karşısında tek başına kontrol etmesi maksadıyla, daha çok fakir ülkelerde meydana getirilmiştir.


Tüketim hırsı ekonomik eşitsizlikleri artırmaktadır

Dünya genelinde tüketim ile ilgili rakamlara bakıldığında, artan tüketimin dengesiz bir dağılımla gerçekleştiği, yani tüketimdeki artışın daha çok, zaten zengin olan ülkelerde meydana geldiği görülecektir. Dünya nüfusunun % 12’sini barındıran Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri, 2000 yılında dünya genelinde yapılan toplam harcamaların % 60’ını gerçekleştirmişlerken, dünya nüfusunun 1/3’ünü barındıran Güney Asya ve Orta Afrika ülkeleri ise bu harcamaların sadece % 3,2’sine ortak olabilmiştir.1

Dünya nüfusunun yaklaşık % 16’sını barındıran gelişmiş ülkeler, 1997 yılındaki bütün ferdî harcamaların % 80’ini yapmışlardır. Bu ülkelerin, normal ihtiyaçları karşılamanın ötesinde, çoğu lüks tüketime giren harcamalarının giderek artmasına karşılık, Afrika ve Güneydoğu Asya’da bulunan fakir ülkelerdeki halk, içmek için temiz su kaynaklarından, temel sağlık ve eğitim hizmetlerinden ve yeterli beslenme imkânlarından mahrum bir şekilde hayatlarını sürdürmektedir. Günümüzde günlük iki doların altında gelir seviyesine sahip 2,8 milyar insanın büyük bir çoğunluğu bu derece kötü şartlar içinde hayat mücadelesi verirken, ABD ve Avrupa başta olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde milyarlarca dolarlık bir kaynak, lüks tüketim maddelerine harcanmaktadır. Bu ülkelerde her yıl yaklaşık olarak; makyaj malzemelerine 18 milyar dolar, ev hayvanı mamaları için 17 milyar dolar, parfüm için 15 milyar dolar, okyanus aşırı geziler için 14 milyar dolar ve sadece Avrupa’da yenilen dondurmalar için ise 11 milyar dolar harcanmaktadır1. Bu durum, geri kalmış ülkelerde fakir halk için yeterli besine ulaşamama, temel eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanamama mânâsına gelirken, zengin ülkelerde ise üçüncü bir araba, yazlık sahibi olma veya lüks bir gemide dünya turu mânâsına gelmektedir.

Ülkeler arasında olduğu gibi, aynı ülke nüfusu içinde de gelir dağılımında büyük eşitsizlikler vardır. 1950 yılından bu yana dünya ekonomisi yaklaşık yedi kat büyümüş olmasına rağmen, aynı ülkelerin zengin ve fakir nüfusu arasındaki gelir dağılımı eşitsizliği yaklaşık iki kat artmıştır. Yüksek gelire sahip ülkelerden, gelir dağılımının en adaletsizce olduğu ülkelerin başında ABD gelmektedir. Bu ülkenin en fakir % 20’lik bölümüne ülke gelirinin % 5,2’si harcanırken, bu nispet en zengin % 20’lik nüfus için % 46,4 olarak gerçekleşmektedir. Bu durum gelişmekte olan ülkelerde daha da kötüdür. Meselâ; bir Güney Amerika ülkesi olan Brezilya’da nüfusun en fakir % 20’lik bölümü bütün ülke gelirinin sadece % 2,2’sini alırken, en zengin % 20’lik nüfus ise bu gelirin % 64,1’lik bölümüne sahiptir.1


Netice

Yeryüzü; bileşenleri, fonksiyonları ve üzerinde barındırdığı canlı ve cansız varlıklarıyla, insanoğlunun yiyecek, giyecek, barınma, hava, su ve enerji gibi bütün ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde hizmet vermek üzere yaratılmıştır. İnsanoğlu da kendisine sunulan bu kaynaklardan istifade etme kabiliyeti ile donatılmıştır. Yeryüzü ile insanoğlu arasında yaratılışın kanunu olarak fıtrî bir uyuşma ve denge mevcuttur. Peki, insan acaba sahip olduğu bütün bu nimetlere rağmen mutlu bir hayat sürdürebilmekte midir? Yeryüzü, bütün nimetleriyle âdeta zengin bir sofra gibi kendisine lütfedilmişken; acaba insanoğlu bunun kıymetini akıl ve vicdanıyla ne ölçüde bilebilmiş ve bundan insanca yaşama adına ne ölçüde istifade edebilmiştir? Ne yazık ki insanoğlu; bu nimetlerin ne kıymetini, ne de mânâsını bilmektedir. Güneşli bir günde, bir çiçekten diğerine konarken bir yandan çiçek özleri ile beslenen bir kelebek, akıl nimeti ile donatılmadığından ne geçmişin elemini, ne de geleceğin geçim endişesini hissetmektedir. Kendisine sevki ilâhî ile yaptırılan işleri yerine getirerek, faaliyetteki lezzeti ve zevki birkaç gün de olsa tadabilmektedir. Ancak günümüzde ortalama 70 yıllık ömre sahip sanayi toplumunun fertleri, kendilerine verilen nimetleri ve kabiliyetleri akıl ve iradelerini kötüye kullanarak çoğu zaman israf ettiğinden ve mutluluğu sadece cismanî zevk ve lezzetlerde aradıklarından hayatlarının büyük bir bölümünü, acı, sıkıntı ve elem içinde geçirmektedirler.

Bilim ve teknoloji alanındaki onca gelişmeye rağmen insanoğlunun günümüzde yaşadığı savaşlar, iç çatışmalar, açlık, cahillik, terörizm ve çevre problemleri insanoğlunun mutlu olmak için inandığı “Ne kadar çok üretir ve tüketirsem, o kadar çok mutlu olurum.” hayat felsefesinin yan ürünleridir. Bir damla suyun bile çok kıymet ifade ettiği yeryüzünde, hayatının üretmek ve tüketmek dışında bir mânâsı olmadığını esas alan bu tüketim anlayışı, çoğu zaman dünya servetini elde etmek için, başkalarının üzülmesini ve perişaniyetini baştan kabul etmeyi gerektirmektedir. İnsanlığın bu maddî tüketime endeksli hayat tarzından kurtulabilmesi için, köklü bir zihniyet değişikliği geçirmesi gerekmektedir. Özellikle insanın hayatının bir gâyesi ve mânâsı olduğuna, yeryüzündeki kaynakların açgözlülükle, dengesizce, sorumsuzca kullanılmaması gerektiğine, yaşanabilir bir “dünya nimetinin” herkese ait olduğuna ve adilce paylaşılması gerektiğine, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin insanoğluna fazlasıyla yetebileceğine inanılırsa, sonu gelmeyen ve insanı bir noktadan sonra mutsuz eden sınırsız üretim ve tüketime endeksli cismanî hayat tarzından kurtulma yolunda bir fırsat ortaya çıkabilir. İnsanoğlu ancak bu zihnî ve kalbî dönüşümü geçekleştirebildiğinde, pek çok sıkıntısının sebebi olan şuursuz ve bencil tüketim alışkanlığından kurtulacak ve paylaşma ve sevgi-saygı eksenli mânevî bir mutlulukla taçlandırılmış olarak her iki dünyanın saadetine doğru yelken açacaktır.


Kaynaklar
1- State of the World 2004, The World Watch Institute.
2- Vital Signs 2003, Consumption Patterns Contribute to Martality.
3- EarthTrends 2001, World Resources 2000-2001.

_____________


Kaynak : Sızıntı Dergisi, Aralık 2005 - Yazar : M. Ömer KUTLU

Geri dönmek için tıklayın

<xmp>