KADININ
GELİŞİMİ/Figen
PEHLİVAN Sağlık
ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Manisa Şube Sekreteri Kadının
ve işçinin ortak yanı ezilen olmalarıdır. Bu baskının biçimi
zaman içinde ve çeşitli ülkelerde değişse de, baskı kalmıştır.
Ezilen olma kavrayışı tarihsel gelişim sürecinde de sık sık
ezilenlerin bilincine çıkmış ve durumlarının değişmesine ve
iyileşmesine yol açmıştır. Kadın
gerek gelenek ve eğitim yüzünden, gerekse ona tanınan özgürlük
bakımından işçinin gerisindedir. Kuşaklardan beri süregelen koşullar
sonuçta alışkanlık halini alır ve kalıtım ile eğitim bunun
her iki taraf açısından "doğal" gibi görünmesine yol
açar. Kadının
işçinin konumundan ne kadar çok benzerlikler bulunsa da, kadın işçiden
bir noktada ileridedir. Kadın köleleşen en ilk insani varlıktır.
Kadın, köle var olmadan önce köle olmuştur. İşte bu gerekçeyle
bilgisizler yada hilekarlar tarafından her gün kulağımızın içine
sokulan, gerek kadın ile erkek, gerekse yoksul ile zengin arasındaki
ilişki için "Bu ezelden beri böyledir ve ebediyyen böyle
kalacaktır" iddiaları öne sürülmektedir. İlkel
Komünal toplumda kadının ezilmişliği yoktur. Analık hukukunun
geçerliliği vardır. Bir kabile saldırıya uğradığında kadının
desteğiyle hatta kadınla beraber karşı koyulurdu. Kadının
toplumsal ezilmişliğinin ortaya çıkışı, özel mülkiyetin
ortaya çıkmasıyla aynı döneme denk gelmektedir. Aile içinde mülk
sahibi olarak erkekle mülksüz kadın arasındaki karşıtlık, kadın
cinsiyetinin iktisadi bağımlılığı ve toplumsal hak yoksunluğunun
temeli haline geldi. Böylece erkek burjuvaziyi kadınsa işçi sınıfını
temsil etmektedir. Feodalizmde
toprak sahibi elinde bulundurduğu toprak ve üzerinde yaşayan tüm
canlı ve insanların sahibi oldu. Bu dönemde kadın bir taraftan
evinin (kulübesinin) işiyle uğraşırken, diğer taraftan toprak
sahibinin ev ve arazilerinin işini yapmaktaydı. Toprak sahibi
evlenmek dahil, serf ve kulları üzerinde neredeyse sınırsız
tasarruf hakkına sahiptir. Sosyo-ekonomik
düzeyin düşüklüğünden dolayı evlenmelerde de sayıca düşüklük
gözlenmiştir. Ayrıca kiliselerde evlenme yasaklarını getirmiştir.
Buda toplum içinde cinsel sapkınlıkları doğurmuştur. İşte bu
süreçte kadın erkeklerin cinsel doyumunu sağlayacağı bir meta
haline getirmiştir. Zaten korunmaya muhtaç gibi görünen ve
ekonomik bağımsızlığı olmayan kadın, fuhuşa sürüklenmiştir.
Artık kadının sermayesi vücududur. O dönemde nasıl her meslek
localarında örgütlendiyse, fahişelik içinde aynı şey oldu. Tüm
büyük kentlerde belediyeye, hükümdara ve kiliselere bağlı kadın
evleri açıldı ve buraların geliri ilgili kasalara aktarıldı. Ekonomik
sistemin yavaş yavaş değişip kapitalizme ilerlediği dönemde
oluşmakta olan burjuva sınıfı kendi üst yapısını (kültürel-ahlaki)
oluşturmaya başlamıştır. O dönemde zengin ailelerinin evli kadınları,
evde katı bir inziva içerisinde düşünsel ve eğitimleri önemsiz
bir şekilde yaşamaktaydılar. Ancak
Fransız Devrimi'yle eski düzenin değişmeye başlamasıyla, eski
küçük çapta üretimin yerini, yeni buluşlarla ortaya çıkan büyük
çaplı üretim almaya başlamıştır. Artık üretim kitleler
halinde toplumsal olmuştur. Gelişen
kapitalizmle kadının var olma mücadelesi sürecide keskinleşmeye
başlamıştır. Aile yapısında evliliğin paraya dayalı olması,
evliliklerde ahlakın bozulmasına neden olmuştur. Bir aileyi geçindirmenin
iyice zorlaşması, bir çok erkeğin evlilikten feragat etmesine
neden olmuştur. Böylece "kadın evinin işleriyle sınırlı
kalmalı, ev kadını ve anne olarak mesleğini yerine
getirmelidir" söylemi gittikçe daha safsata halini almıştır. Toplumun
üst ve orta sınıfında evliliğin temelinin paraya dayandırılması,
kadının değerini azaltmış, yozlaşmayı
arttırmıştır. Ancak alt sınıflarda evlilikler sevgi üzerine
kurulmuştur. Emekçi sınıfların aile fertleri yaşayabilmek için
birlikte çalışmak zorunda kalmışlar, kadında böylelikle
toplumsal üretime katılmıştır. Kadın artık hem evinin kadını,
çocuklarının annesi hem de patronun kölesidir. Fabrikalarda,
devlet dairelerinde, küçük işletmelerde, vs. üretimin dişlilerine
katılmıştır. Bu
süreçlerin hepsi, ülkemizde de farklı zaman ve koşullarda da
olsa yaşanmıştır. Son dönemde yapılan araştırmalara baktığımızda,
kadınlarımızın üretime katılım düzeyini net bir şekilde görebiliriz.
Ülkemizde 12 yaş üzerindeki toplam nüfusun %50'si kadın ve
bunun %32,3'ü işgücüne katılmaktadır. İstihdam edilen kadınlardan
%71,9'u tarım sektöründe çalışmaktadır. İşgücüne sahip
kadınların %65,1'i ücretsiz aile işçisi, %13'ü kendi hesabına,
%17'si ücretli, %4'ü mevsimlik geçici işçi olarak çalışmaktadır.
Bununla birlikte istihdam edilen kadının ancak %18,7'si sosyal güvenlik
kapsamındadır. İşgücüne,
erkeklerle kıyaslandığında eşitsiz katılan kadın, aynı
zamanda istihdam olanakları bakımından geridedir. Kadın işsizliği,
erkek işsizliğinden daha fazladır. Kadınlar giderek toplumsal
statüsü düşük, eğitimdeki cinsiyet ayrımının getirdiği vasıfsız
ve sosyal güvencesi olmayan daha az ücret verilerek çalıştırılmaya
başlanmıştır. İşte
tüm bu koşullar altında emekçi kadın, iktisadi bağımsızlığını
azda olsa kazanmıştır. Ancak, ne insan ne kadın nede eş olarak
kendi kişiliğini yaşayabilme olanağına sahip değildir. Bu
nedenden dolayı yapılan tüm sınıfsal, cinsel ve ırksal saldırılara
karşı kendisi gibi emeğiyle geçinen, karşı cinsiyle birlikte,
bu ürettiklerinin üzerinden hayatını sürdürüp, kendi ezilmişliğinin
ahlaki ve kültürel üst yapısını oluşturan sınıflara karşı
mücadele yürütmelidir. Bu hem kadının kurtuluşu, hem de şiddetsiz
ve sömürüsüz bir dünyanın kuruluş mücadelesi olacaktır.
|