Ortaöğretim
başarı puanı... Okullarda toplanan paralar... Üniversite sınavı...
Eğitimin, okulların statülerini farklılaştırarak
kategorilendirilmesi... vb. Tüm bunlar eğitimde fırsat eşitsizliğinin
en önemli unsurları olarak, doğaldır ki, sürekli gündeme
getirildi, getiriliyor.
Ancak,
eğitimde fırsat eşitliği konusunun başka bir yönü var ki, ona
değinmek istiyorum. Okulların statülerinin farklılaştırılmasıyla
oluşturulan kategorilendirme sınıfların oluşturulmasında da
rehber olarak kabul ediliyor çünkü. Şöyle ki; eğitim-öğretim
yılının başında öğrencinin sınıfı belirlenirken bir önceki
yılın ders notları baz alınıyor ve "notu iyi olan öğrenciler
iyi sınıfa, notu düşük olan öğrenciler kötü sınıfa"
yerleştiriliyor. (Notu kötü olup, torpili iyi olanlar uygulamadan
muaf tutuluyor.) Uygulamanın; "Eğitimde herkese fırsat ve
imkan eşitliği sağlanır" ilkesine aykırı olması da bir
şeyi değiştirmiyor. Oysa,
"Öğrencileri düzeylerine göre ayırmak eğitimi kolaylaştırır"
anlayışı, tam bir düz mantıktır ve geçersizdir. Bu mantığı
"doğru" olarak savunanlar, düzeyi düşük sınıflardaki
atmosferin, eğitim yapılmasını nasıl imkansızlaştırdığını,
o öğrencilerin içinde bulunduğu aşağılık kompleksi ve güvensizliğin
eğitimde ne kadar büyük bir engel oluşturduğunu görmezden
geliyorlar. İtilmişliğin
eğitime olumsuz yansımasını düşünmeyenler, aynı sınıfı
paylaşan düzeyleri farklı öğrencilerde, etkileşim sonucu oluşan
motor gücün farkında değiller. Bu güçten yoksun bırakılan öğrencilerin
daha da uca kaydığının da! Eğitimde
öğretmenin en temel amacı, düzeyi göreceli olarak yüksek öğrencilerin
düzeylerini yükseltmekten çok, düzeyi düşük olan öğrencilerin
düzeylerini yükseltmektir. Eğer sınıflar öğrencilerin
seviyelerine göre oluşturulursa öğretmenler seviyesi yüksek sınıflarda,
kendilerini soru çözmeye endekslerler. Kendilerini çoktan seçmeli
bir döngünün içinde bulan öğrencilerin yaratıcılığı ve
ifade edebilme yeteneği de elbette körelir. Burada
en önemli sorun, "Sistem bize ayrım yapmayı dayatıyor"
mazereti arkasına sığınmaktır. "Biz ne yaparsak yapalım,
sonuçta öğrenciler anadolu, fen lisesi gibi okulların sınavına
giriyor. Özel sınıflar oluşturuluyor, okulun reklamı yapılsın
diye popüler liselere öğrenci kazandırılmaya çalışılıyor"
gibi savunmalar eğitimi ticarileştirme mantığının bir yansımasından
başka bir anlam ifade etmese gerek. Devlet
okullarının görevi sınavlara öğrenci -belli bir kesimini- hazırlamak
değildir ve kendilerine böylesi bir hedefi kesinlikle koyamaz. "Seviyeye
göre sınıf" uygulamasının bir başka sonucu da, velilerle
"pazarlık şansı"nı idare lehine kolaylaştırmasıdır.
Çocuğunun ortaöğretimini "iyi" bir okulda tamamlamasını
isteyen veliler bunun "seviyesi yüksek" sınıftan geçtiğine
inandırılıyor. Velilerin, çocuklarının eğitimi konusunda
duydukları kaygılar ağır bastığı için, idarenin velileri
finans kaynağı olarak değerlendirmesinin koşulları da böylece
olgunlaşmış oluyor. Sonuç
olarak, yoksul ailelerin çocuklarının eğitimden eşit olarak
yararlanamadıklarını söylemeye gerek bile yok. Herkes hukuk önünde
eşit eğitim hakkına sahip olmasına rağmen, bu hakkın çeşitli
uygulamalarla kullandırılmadığı açık. Öz olarak, uygulanan yöntemler,
yoksul aile çocuklarını, eşit eğitim hakkından mahrumiyete
mahkum ediyor. (Bir de buna, seviyesi yüksek sınıflardaki eğitim
ortamından yoksun bırakılan öğrencilerin dershane olanağından
da yoksun olduğu eklenirse, bu çocuklarımızın ikinci kez
cezalandırıldıkları ortaya çıkar.) Bu
bağlamda, eğitimde fırsat eşitliğini sağlaması gereken
devlet, uyguladığı eğitim politikaları ile eğitimde fırsat eşitliğini
engelleyen etmen durumunda. Soruları
şimdi soralım: Çocuklar için eğitimlerinin daha ilk yıllarında
yapılan bu sınıflandırma, gelecekleri konusunda baştan verilen
bir karar mı? Yıllardır uygulanan ve bugün "Paran yoksa
okuma!" sözünde ifadesini bulan bir ayıklama politikası mı? Bu
sorulara doğru yanıtlar vermeliyiz, çünkü söz konusu olan çocuklarımızın
geleceğidir... |