Bülent
AKDAĞ
(Felsefe
Öğretmeni, Marmara Üni., Eğitim Yönetimi ve
Denetimi Doktora Öğrencisi)
Bir
insanın diğer bir insanı ya da bir devletin kendini oluşturan yurttaşlarını
eğitmeye hakkı ya da sorumluluğu var mıdır? Hemen hepimiz hiç düşünmeden
‘elbette’ diye yanıtlarız bu soruyu. Peki böyle bir sorumluluğu, böyle
bir ‘eğitme hakkı’nı doğal bir olgu olarak görüşümüzün ve başkası
adına, karşımızda duran kişi adına, ona hiç sormadan karar vermenin
nedeni nedir? Bu soruya da hemen bir karşılık bulmak olası. Çünkü,
‘insanlaşma’nın birincil temelini ‘eğitilmek’ oluşturuyor.
Çünkü ‘insan’ tek tek her bireyde varolan ayrı bir öz değildir;
içinde yaşadığı toplumsal - kültürel çevrenin ilişkileriyle oluşur.
Yabanıllığın alternatifi toplumsallaşmadır çünkü... Toplumsallaşmak
ve kültürlenmek, eğitimin sağladığı ‘olmazsa olmaz’ insan özellikleri
olarak insan uygarlığını sürekli kılar. O halde birilerinin diğerlerini
‘eğitme’ gibi bir hakkı ya da sorumluluğu olduğunu kuşkuya düşmeyecek
şekilde kabul ediyoruz. Buraya kadar bir sorun yok. Sorun; kimin kimi eğittiği,
nasıl eğittiği ve ne adına eğittiğidir... Devletin kamusal alanda
uyguladığı eğitimin niteliği ve amaçları bu sorunun temellerini
verecektir bize. Önceden düşünülmüş ve belirlenmiş bir ‘insan
tipi’ne ulaşmak adına sürekli değiştirilen eğitim programları ve
yöntemleriyle gelip giden bir süreçte yaşıyoruz. Türkiye’de çok
alışkın olduğumuz ‘geçiş aşaması’, ‘deneme süreci’ gibi
kavramlara sığınarak sorunları ciddiye almayan herkes eğitimin keşmekeşinden,
hakların ve özgürlüklerin yitirilmesinden birinci dereceden
sorumludur. Gerek etik değerlerle donanım gerekse ‘iyi yurttaş!’
olma anlamında hedeflenen ‘insan tipi’ politikası tutmamıştır .
Devlet adına kimin kimi eğittiği belli değildir; kapısına MEB
harflerini konduran denetimsiz bir çok özel okulda uygulanan eğitim süreçleri
bunu gösteriyor. Programlar ve yöntemler sürekli iflas etmektedir.
İnsan
haklarının tanınmasını ve korunmasını sağlayan organizasyon
hukuksal açıdan devlet kurumudur. Ancak altını çizerek belirtmemiz
gereken bir şey var ki o da, özellikle insan haklarını koruma
konusunun yalnızca devlete havale edilemeyeceği gerçeğidir. Bir
toplumsal yapının zorunlu ilişkileri içinde bir arada olan kişiler,
hangi nedenden olursa olsun insanlar arasında hiçbir fark gözetmeden
‘insan onuru’na yakışır değerlere sahip çıkmalı ve her zaman
bunun bilincinde olmalıdırlar. “İnsan onuru”
kavramı özgürlüğün sınırlarını belirlemede bir ölçü...
İnsan onuruna yakışır olma ve bunun korunması gerekliliği bizi yine
temel insan hakları kavramına götürüyor. Temel insan haklarının ölçütü
nedir? “İnsanlık olarak başardıklarımıza bakarak edindiğimiz,
insanın olanaklarına ilişkin sistematik bilgi ve bu olanakların gerçekleşebilmesini
sağlayan koşulların bilgisi, bize bu ölçütü sağlıyor. Bu ölçütle,
bir bütün oluşturan, ama insanın olanaklarıyla ilgilerinde, sanırım,
farklı gerekler getiren temel hakları temel olmayanlardan ayırabiliriz”
(Kuçuradi, 1996: 50). İnsan onurunu belirleyebileceğimiz ölçüyü
araştırdığımızda karşımıza, insan olmaktan dolayı sahip olmamız
gereken temel insan haklarının ayırım gözetmeksizin herkes tarafından
kullanılabilmesi olanağının tanınması koşulu çıkıyor. Kim sağlayacak
bunu? Daha önce de söylediğim gibi en başta devlet... Yani devletin
üç sacayağı: Yasama, Yürütme, Yargı... İnsan haklarını temel
alan ve onları koruyan yasaların çıkarılması ya da çıkarılan her
türlü yasada ‘insan’ unsurunun dikkate alınması; iktidar
sahiplerinin, icraatlarında insan onuruna yakışır programlar üretmeleri;
hukuk sisteminin insan haklarına dayalı olması... Şunun altını çizmek
gerekir: insan haklarının tanınması ve korunması iki ayrı durumu
ifade ediyor. Temel hakların tanınmış olması yetmiyor yani, bunların
korunması ve uygulanma serbestisinin sağlanması şart. İnsan hakları
birilerine karşı, birşeylere karşı korunacaksa devleti oluşturan tüm
kurum ve kuruluşların objektif, yansız, adam kayırmadan ve hiç
kimseye ayrıcalık tanımadan işlemesi gerekiyor. Bu kurumları işleten
kimlerdir? Bireyler... O halde öncelikle bireyler temel insan haklarını
anlamış, kavramış ve benimsemiş olmalıdırlar. Bireylerin bu konuda,
bahsettiğim niteliklere sahip olabilmeleri de ancak eğitim süreci içinde
gerçekleşebilir. Dönüp dolaşıp eğitime geldik yine. Eğitim denen
sihirli anahtara... İnsan hakları bilincinin kazandırılması eğitim
yoluyla sağlanabileceğine göre, öncelikle eğitim hakkının ve özgürlüğünün
korunması, tanınması ve pratikte bir geçerliliğinin olması gerekmez
mi?
Hak
kavramı ile özgürlük kavramı arasında bir ayırım yapmak gerekiyor.
İnsan haklarının gerçekliği ile özgürlüğün gerçekliği... Temel
insan hakkı olarak düşünülmüş ve korunması gereken olanakların
uygulanabilme sınırı özgürlüğün olup olmadığına ya da ne kadar
olduğuna ilişkin bir değerlendirmeye götürüyor bizi. Yani pekçok
konuda haklarınız olabilir ama o konularda özgürlüğünüz olması için
iradi seçme ve eyleme davranışınızda bulunabilmeniz gerekir. Bir hak
olarak kalmış özgürlükler sayfaları açılmamış bir kitap gibidir;
içinde ne yazdığını bilemezsiniz böylece; ve doğal olarak kendi sınırlarınızı
kullanabilmenin deneyimine sahip olamadığınız bir durumda kendinizi
tanıma şansınız da olamaz. Kendinize yabancı bir ‘başkası’
olarak yaşarsınız... Özgürlüğün yitirilmesidir yabancılaşma...
Seçenekleriniz
yoksa nasıl özgür olabilirsiniz? Sözgelimi üniversite sınavına
girmeden üniversite okumak gibi bir seçeneğiniz yoksa Yüksek Öğrenim
özgürlüğünden bahsetmeniz saçma olur. Orta öğretimde bireyin
yeteneklerine ve ilgilerine denk düşmeyen dersleri öğrenmek zorunda
olması durumunda nasıl bir özgürlükten söz edebilirsiniz? Altmış
kişilik sınıflarda ders anlatmama seçeneği yoksa bir öğretmenin özgürlüğünden
söz edilebilir mi? Öğretim programlarının içeriğini tartışmak,
değiştirmek ya da belirlemek konusunda bir yaptırımı olamayan eğitimcinin
bu konuda özgür olduğu da söylenemez sanırım. Bu soruları o kadar
çok uzatabiliriz ki... Ama geldiğimiz
nokta hep haklar ve özgürlükler ayırımı olur. Şimdi eğitim
hakkı kavramını somutlanmış bir metin üzerinde görelim: “Madde
42 – Kimse, eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz. Öğretim
hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir. Eğitim ve öğretim,
Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim
esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu
esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. Eğitim ve öğretim
hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz. İlköğretim, kız
ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve Devlet okullarında
parasızdır. Özel ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu
esaslar, Devlet okulları ile erişilmek istenen seviyeye uygun olarak,
kanunla düzenlenir. ... Eğitim ve öğretim kurumlarında sadece eğitim,
öğretim, araştırma ve inceleme ile ilgili faaliyetler yürütülür.
Bu faaliyetler her ne suretle olursa olsun engellenemez.” ( Şakar,
1989: 55 ) Eğitim ve öğretimin bir hak olarak tanınması ve sağlanması
devletin bir ödevi olarak düşünülmüştür. Eğitim özgürlüğünün
sınırı olarak da ‘Anayasaya sadakat’ belirlenmiştir. Yani eğitim
ve öğretim özgürlüğünü kullanmak bakımından bir hareket alanı
ancak Anayasaya bağlılık çerçevesinde olabilir. Bu bağlamda Anayasanın
herhangi bir temel maddesine aykırı bir eğitim özgürlüğü söz
konusu değildir.
Garip
olan şudur ki temel bir insan hakkı olarak düşünülmüş ve tanımış
‘eğitim hakkının’ özgürlüğe dönüşmesinde “insan hakkı”
kavramının özüne ters düşen bir durum söz konusu. Teori ve pratik
arasında yaşanan bu uyuşmazlık noktasının kanıtı Türkiye gerçeğidir.
Nedir? Haklar bir idea olarak vardır aslında, hiçbir zaman gökyüzünden
yere ‘insan onuruna’ yakışır bir şekilde indirilememiş, bölük pörçük
ve keyfi tutumlarla yaşamsal alana yamanmıştır. Gün kurtarılmaktadır;
gelecek zaten hiç düşünülmeyen bir kör noktadır. Siyasi iktidarların
Milli Eğitim Bakanları o kadar sık değişmektedir ki birisinin ismini
ezberleyemeden diğeri gelmektedir. Eğitim politikaları öylesine düşünülmeden
uygulanmaktadır ki yeni eğitim mevzuatı daha kavranamadan iptal
edilmekte ya da yerine yenisi sürülmektedir. Hiç kimse kendi öz yapısından
beslenen özerk bir Milli Eğitim Bakanlığı kavramını sorgulamamıştır
örneğin. Ya da siyasi iktidarın atadığı Bakanın emrinde olan eğitimcilere
siyaset yasağının varlığı bir güvensizlik abidesi olarak yer
almaktadır hukuki metinlerde... Eğitimcilere güvenmemektedir Devlet...
Ancak okul müdürlerinin siyasi kanallarla kadrolaşmaları da sanki doğal
bir durummuş gibi durmaktadır önümüzde. Görüldüğü gibi, kimin ne
kadar özgür olabileceğini belirleyen bir siyaset ahtapotu haklar ile özgürlüklerin
ayrımını kendi açısından çok becerikli bir şekilde yapmaktadır.
Minareyi çalanlar kılıflarını hazırlıyorlar hep ve hiçbir şey ‘görünmüyor!’ ortalıkta... 10 Aralık 1948’de kabul edilen Birleşmiş Milletler
İnsan Hakları Bildirisi’nin 29. Maddesinde kişisel haklarla özgürlüklerin
sınırlanmasının olası durumu şöyle belirlenmiştir: “Haklarını
ve özgürlüklerini kullanırken, herkes, sadece yasalar tarafından başkalarının
hakları ve özgürlüklerine gerekli saygıyı sağlamak ve demokratik
bir toplumda ahlak, kamu düzeni ve genel gönencin gerektireceği haklı
gereksinimleri karşılamak amacıyla getirilen sınırlamalara uyacaktır.”
(Birleşmiş Milletler Türk Derneği, 1979: 18) Ama Türkiye’de
‘genel gönenç’, ‘tikel-tekil’ gönence dönüşmüş durumda...
Özgürlüğün sınırlarını da kişisel gönenç çerçevesi
belirliyor...
Türkiye’de
herkesin eğitim hakkı vardır -ana dilde eğitim hakkı isteyenler dışında-
ama herkesin eğitim özgürlüğü yoktur... Bireylerin eğitim hakkını
kullanabilmeleri ve eğitim özgürlüklerini somutlaştırabilmeleri için
sosyal-kültürel ve ekonomik koşullarının ‘yeterli’ olması
gerekir. Nedir bu yeterlilik? Türkiye’de ‘kişi’ kabul edilen
herkesin ‘insan’ olarak olanaklarını gerçekleştirebilmesini sağlayan
ön koşulların olmasıdır. Bu ön koşullar en başta sosyal-kültürel
ve ekonomik hakların tanınması durumunda sağlanabilir ve ancak o zaman
eğitim hakkı gibi temel bir insan hakkının da korunması söz konusu
olabilir. Diğer taraftan, sözünü ettiğim bu sosyal hakların yalnızca
tanınmış olması yetmez; ilgili hakların kişi özgürlükleri olarak
‘yaşanabilmeleri’ gerekir. Bu da ‘bütün yurttaşların eşit olduğu’
fikrine bağlı olarak siyasi iktidarın/iktidarların alacağı
kararlarla sağlanabilir.
İşte ancak bu noktada eğitim özgürlüğü süreci başlayabilir...
Ama bu, Türkiye koşullarında bir ütopya; görünen köy kılavuz
istemez... İnsanlar arasında yaşam koşulları bakımından böylesine
farklılıkların olduğu bir ülkede eğitim özgürlüğünden söz ettiğinizde
onu yalnızca bir ‘hak’ olarak algılıyorsunuz demektir. Sınıfsal,
kategorisel ya da bireysel; her türlü anlamda sosyo-ekonomik olarak
varolan eşitsizlikleri görmezden gelip kapitalizmin altın bir tepsi içinde
sunduğu ‘fırsat eşitliği’ aldatmacasını büyük bir lütufmuş gibi düşünmeye başlamak, eğitim-eğitme-eğitilme özgürlüklerini gayya
kuyusuna atmak demektir.
Hakların
ve özgürlüklerin bilincinde olmamak bir mazeret sayılamaz. Eğitim
hakkı ve onun özgürlük olarak yaşanması durumunu tartışmak, ‘eğitim’
kavramını sorun edinmiş herkesin sorumluluğudur diye düşünüyorum.
Ne yapılmalıdır? Eğitim sorunun çözümü toplumsal yaşamın diğer
sorunlarından yalıtılarak gerçekleştirilemez. Hukuk, ekonomi, kültürel
durum, sosyal devlet, demokrasi, etik; ve daha pek çok alandaki
sorunlarla eşgüdüm söz konusudur. Eğitim hak ve özgürlüklerinin
insan onuruna yakışır biçimde yaşanabilmesi diğer alanlardaki
sorunları da çözmekle olası. Ağaçlara bakarken ormanı görmeyi
unutmayalım...
KAYNAKÇA
-
Kuçuradi,
I. (1996). İnsan
Haklarının Felsefi Temelleri.
Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu
Yayınları.
-
Şakar,
M. (1989). 1982
Anayasası ve Önceki Anayasalar.
İstanbul: Beta Yayınları.
-
B.M.
Türk Derneği.
(1979). Birleşmiş
Milletler ve İnsan Hakları. Ankara: BM
Türk Derneği
Yayınları, Yayın No: 4.
*
Eğitim ve Yaşam, Sayı:15,
Yıl:Güz 1999, Sf:15-18'de yayınlanmıştır. |
|