Doğada
var olanlara bir bakalım. Canlı ve cansız varlıkları
görüyoruz. Cansız varlıkların bir kısmı doğanın
ürünü bazıları ise canlıların dönüştürdükleri.
Canlıların
ortak yönü var mı? Evet var. En genel anlamda biyolojik
varlıklarını
koruma uğraşıları, tüm canlılar için
ortak bir amaç olarak ortaya konabilir.
Afrika’da bir sabah, aslana yem olmamak için hızlı
koşmak zorunda olan bir ceylan ile aç kalmamak için
o ceylandan daha hızlı koşmak zorunda kalan
aslanın amacı ortak değil mi? Peki ya güzel
bir yaz günü derede balık tutan insan ile soğuk
bir kış günü akşamı dağılan pazar
yerindeki yiyecek artıklarını toplayıp evine götürme
telaşında olan bir annenin çabaları da aslan
ile ceylanın çabalarına benzemiyor mu?
Peki ya insan ile diğer canlılar arasında
fark var mı? Doğal yanlarını düşünürsek
yok ama doğa ile mücadelelerini düşündüğümüzde,
ussal yetisiyle insandan yana önemli bir fark
var. Bu ussal yetisi bazen doğayla mücadelesinde
kendisi için önemli bir avantaj olabilirken
bazen de diğer insanlarla mücadelesinde acısı
hiç dinmeyecek yaralar da açabiliyor. 6 Ağustos
1945’te 400.000 nüfuslu Hiroşima’da 130.000
kişinin ölümüne ve üç gün sonra
Nagasaki’de 20.000 kişinin ölümüne ve 50.000
kişinin yaralanmasına neden olan atom bombalarının
açtığı yaralar, uygarlık tarihinde insanın
kendi kendine açtığı hiç dinmeyecek yaralarından
sadece ikisi.
Özellikle
II. Dünya Savaşı’nın açtığı derin
yaralardan sonra, “İnsan insanın kurdudur.”
diyen İngiliz Düşünür Thomas Hobbes’u doğrularcasına
insanın insanla insanlık dışı mücadelesinin
yine insanın kendisi için büyük bir tehlike
oluşturmaya başladığını gören Avrupa
Devletleri, kendi yaşam güvenliklerini sağlamanın
önemli bir yolu da başka insanların/ulusların
yaşam güvenliğini sağlamak olduğu gerçeği
üzerinde uzlaştılar. Savaşın sonucunda
kentlerin yakılıp yıkılması, kitlesel ölümler
ve beraberinde gelen korku ve dehşet, insanlık için
sürekli bir barışın kurulması, zorba devlet
adamlarının ortaya çıkma olasılığının
ortadan kaldırılması gibi arayışların doğmasına
neden oldu. Bu düşüncenin yaygın olduğu
devletlerin hükümetleri önce 1945 yılında dünya
barışını ve güvenliğini korumak, uluslararasında
ekonomik, toplumsal ve kültürel işbirliği oluşturmak
amacıyla Birleşmiş Milletler Örgütü’nü
kurdular. Sonra da bu örgütün Genel Kurulu
tarafından 10 Aralık 1948 tarihinde yaklaşık
üç yıllık bir çalışmanın ürünü olan İnsan
Hakları Evrensel Bildirisi’ni ilan
ettiler.
Çok
kısa aralıkla iki büyük Dünya Savaşı yaşamış
olan ve savaşın acı yüzüyle karşılaşmış
Avrupa Devletleri arasında kısa sürede kabul gören
bildirgenin çıkış noktası doğal hukuk
anlayışıdır. Kalıcı
barışın ve özgürlüğün, tüm
insanların devredilemeyecek haklarına saygı göstererek
ve ancak bu hakların korunmasının güvence altına
alınmasıyla sağlanabileceği inancıyla yayınlanan
bu haklar bildirgesinin içeriğine bir göz atalım.
30 maddeden oluşan ve “Tüm insanlar özgür,
onur ve haklarda eşit doğarlar.” tümcesiyle
başlayan Bildirgenin, “1-21. maddeleri arasında
bireyin klasik liberal savunma haklarına. 22-27.
maddeleri arasında da sosyal, ekonomik ve kültürel
haklara yer verilmiştir.”.
Son maddelerde ise bildirgede yer alan maddeler güvence
altına alınmaya çalışılmıştır.
Bu
bildirgede yer alan hak ve özgürlükler,
imzalayan hükümet görevlilerinin -yönetme
erkini elinde bulunduranların- yönettikleri geniş
halk kitlelerine bir bağışı değildir. Bu
haklar, yönetilenlerin yönetenlerle mücadelesindeki
kazanımlarının ürünüdür. Bu mücadelede;
Magna Carta (1215), Virginia Bildirgesi (1776), İnsan
ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (Fransa,1789) gibi
anıt taşların yanında Spartaküs gibi nice
kahramanlar vardır.
İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi’nde yer alan bölünmez,
devredilmez insan onurunu yücelten hakların
en önemli güvencesi; yönetilen insanların
sivil toplum örgütleri çatısı altında örgütlenmesi
ve genel çıkarı koruma kaygısından uzaklaşıp
devlet erkini kendi çıkarlarının aracı olarak
kullanmaya başlayan yöneticileri her an
denetleyebilmeleri ve gerektiğinde yönetimden
uzaklaştırabilmeleridir. “Yurtta ve Dünyada
Barış.” başka türlü gerçekleşemez.
İnsan
haklarını dilinden düşürmeyen ama bu hakların
öznesi olarak sadece kendini gören anlayışın
iktidarına son vermek, geçmişimize, günümüze
ve geleceğimize sahip çıkmak için İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 27., 23. ve 21.
maddelerindeki haklarımızı kullanmamız yeterli
olacaktır. Gerçek anlamıyla demokratik düzen,
eğer yönetilenler isterse yeşerecektir.
Dünyada
özgürlük, adalet ve barışın temelini oluşturacağı
inancımla, “İnsanlık ailesinin tüm üyelerinin
özünde bulunan onur ile onların eşit ve
devredilemez haklarının” sonuna kadar kullanılabileceği
bir dünyanın kurulabilmesine yine insan haklarını(zı)
kullanarak katkı sağlamanız dileğimle...
[1]
"Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi"
Dr. Şeref ÜNAL,
TBMM
Yayınları No:89 Shf.38 |