Cenova’dan yükselen ses:

Tüm borçlar silinsin!

Günümüzde küresel kapitalist sistemde borçlar sorunu, sadece borç alan ve veren arasında bir sorun olmakla sınırlı kalmayıp dünyanın dört bir köşesinde milyarlarca emekçi için yaşamlarını doğrudan ilgilendiren bir mesele haline geldi.

Son 20 yılda borçlar, kaynakların bir yandan emekçilerden sermaye kesimine, öte yandan da yoksul ülkelerden Batı'ya aktarıldığı önemli bir mekanizma haline geldi. Dünya kapitalist sisteminde 1970 yılında tüm borçların toplamı 70 milyar doları aşmıyordu. 1980 yılına gelindiğinde, borçlar yaklaşık dokuz kat artarak 600 milyar doları aştı. 1982-1999 yılı arasında ise borç tutarı üç kat artarak, 700 milyar dolardan 2,3 trilyon dolara ulaştı.(1)

2001 yılının başlarında, dünyanın en borçlu ülkelerinin başında 232 milyar dolarlık dış borcu ile Brezilya vardı. İkinci sıradaki Rusya'nın dış borcu 183 milyar dolar, üçüncü sıradaki Meksika'nın ise 160 milyar dolardı. Endonezya'nın dış borç toplamı 151, Arjantin'in dış borcu 144 milyar doları ve Güney Kore'ninki 140 milyar doları buluyordu. Dış borcu 1998 yılında 103 milyar dolardan, 2000'de 110 milyar dolayına ve bugün 114 milyar dolara çıkan Türkiye, en borçlu ilk 10 ülke arasında. Türkiye'nin dış borç stoku, çok değil dört yıl önce bile 80 milyar dolardı.(2) Dünyanın en borçlu ülkelerinin aynı zamanda en derin krizleri yaşayan ülkeler olması ise tesadüf değil.

Nasıl başladı?

Günümüzdeki borç krizinin kökeni, 1970'li yılların başına kadar geri gidiyor. 1974 "petrol krizi" sırasında kasaları dolan petrol zengini ülkeler, bu paraları Batı finans tekellerine yatırmışlardı. Batı finans tekelleri bu kasalarını dolduran petro-dolarlarını, 3. Dünya Ülkeleri'ne ucuz kredi olarak aktardı.

Aynı dönemde, Reagan'ın militarist politikaları ABD'nin ticaretinde büyük açık vermesine yol açtı. Reagan yönetimi bu açığını bir yandan büyük borçlar alarak, öte yandan da dolar basarak kapatmaya çalıştı. Bu, kredi faizlerinin hızla yükselmesine yol açarken, aynı zamanda doların değerini de düşürdü. Böylece ekonomik olarak geri kalmış ülkelerin geleneksel dışsatım ürünlerinin ve hammaddelerinin değeri dolar bazında ucuzladı. Borçlanmanın maliyeti artarken, borç finansmanı için gerekli dövizi kazanmak zorlaşmaya başladı.

İnce dengeler üzerine kurulu bu ilişkiler, 1970'li yılların sonunda patlak veren dünya ekonomik krizi ile birlikte tepe taklak olmaya başladı. Krizle birlikte finans tekelleri faiz oranlarını hızla yukarı çekmeye başladı. İstikrarsız piyasalara krediler durduruldu. Borçlanmanın maliyeti hızla arttı.

Neo-liberalizm ve borçlar

Neo-liberal serbest piyasa politikaları krizin bedelini hem zengin hem de yoksul ülke işçi sınıflarına ödetmek için gündeme geldi. Bu politikaların temel hedefi, kaynakların hem Batı'da hem yoksul ülkelerde yoksullardan zenginlere aktarılmasıydı. Bu servet aktarımı, Kuzey'de işçi sınıfının kazanımlarına saldırarak, özelleştirmeler yoluyla sosyal devlet anlayışını parçalayarak ve bu şekilde ücretleri geri çekerek yapılırken, Üçüncü Dünya'da üç farklı mekanizma ile gerçekleştiriliyor:

1. Hammadde ve yarı işlenmiş ürünlerin fiyatlarının piyasa kuralları çerçevesinde "serbest" bırakılması ve ulusal ekonomiler üzerindeki devlet denetiminin kaldırılması.

2. Dışsatıma dayalı "kalkınma" modellerinin -yapısal uyum programları- IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla Üçüncü Dünya'ya dayatılması.

3. Borçlar.

Kaynakların bu derece büyük oranlarda transferinin gerçekleştirilebilmesi için, Batı'nın elinde çok güçlü araçlar olmalıydı. Bu araçlar IMF, Dünya Bankası (DB) ve Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ) devreye sokulmasıyla oluşturuldu.(3)

Oluşturulan ilk mekanizmalardan biri, DTÖ aracılığıyla dayatılan MAI ve GATS sözleşmesi gibi bir dizi anlaşma ve serbest piyasa kurallarının dayatılmasıyla gerçekleştirildi. Bu yöntemle, yoksul ülkelerin geleneksel dışsatım ürünlerinin ve hammaddelerin piyasa fiyatlarının aşağıya çekilmesi gerçekleşirken, batıda üretilen ileri teknoloji ürünlerinin hakimiyeti patent yasaları, ulus-devlet yasalarının parçalanması gibi mekanizmalarla pekiştiril- ktedir. Rekabet gücü zayıf piyasalar da, ulusal korumacı politikalardan arındırılarak uluslararası tekellerin bütünüyle denetimine açık hale getirilmektedir.

Günümüzde Afrika ülkelerinde üretilen ürünlerin dünya piyasalarındaki fiyatları bu mekanizmalar yoluyla, 1979 yılına göre yarı yarıya düşürüldü. Bu yolla Afrika ülkelerinin zenginlikleri büyük miktarlarda Batı'ya aktarılmaktadır. Şayet 1979-1999 yılları arasında söz konusu fiyatlar sabit kalsaydı, Afrika ülkeleri 400 milyar dolar daha fazla kazanma şansına sahip olacaktı. Bir başka deyişle, 20 yıl içinde sırf piyasa fiyatları üzerinde oluşturulan denetim yoluyla, Afrika'daki yoksul ülkelerin işçi sınıflarının ürettikleri zenginliklerden Batı'ya 400 milyar dolar transfer edilmiştir.(4)

1970'ler öncesi Doğu Bloku ülkelerinin görece hızlı ve istikrarlı kalkınma başarıları(5), Çin, Küba, Hindistan ve bir dizi Afrika ülkesinde gerçekleşen ulusal kurtuluş mücadelesi önderliği için bir "kalkınma" modeli oluşturmuştu. Ancak 1970'lerin sonundan itibaren ortaya çıkan küresel krizler, bu türden modellerin sonunu getirdi.

1977 ile 1981 yılları arasında dünya finans piyasalarında faiz oranları yaklaşık yüzde 10 oranında arttı. Reel olarak eksi olan faizlerin maliyet artışları kısa sürede yüzde 9 gibi oranlara vardı. Daha önce ucuz maliyetlerle borçlanan ülkeler, maliyetleri artan bu borçları geri ödeyebilmek için yüksek faizle yeniden borçlanmak zorunda kaldı. Bu şekilde 1984-1989 arası yoksul ülkelerden zengin ülkelere net 100 milyar dolar aktarıldı. Yoksul ülkeler, Batı'dan aldıkları yeni borçlar ve yardımlardan 100 milyar dolar daha fazlasını borç ana para ve faizi olarak geri ödemek zorunda kaldı.

1980-1989 arasında dünya kapitalist sisteminde borçların toplamı ikiye katlandı. Bu yeni borçların büyük kısmı, eski borçların geri ödenmesinin finansmanı için kullanıldı. O günden bu yana borçlar bir kez daha ikiye katlandı.

IMF ve DB, bu borç tuzağına batmış ülkelerin, borçlarını geri ödeyebilmek üzere yeniden borçlanmak zorunda kaldığı noktada devreye girmektedir. Bu iki kurum, yeni borç vermenin koşulu olarak kamu harcamalarının kısılması, fiyatlar ve ücretler üzerindeki sübvansiyonların kaldırılmasını dayatmaktadır. IMF'nin devreye girdiği her ülkede uygulanan ve 'yapısal uyum programları' olarak anılan bu dayatmalar(6), borç krizinin faturasının geniş emekçi ve yoksul yığınlar tarafından ödenmesinin mekanizması olmaktadır.

IMF ve DB'nin borç krizi ile birlikte devreye girerek müdahale etmesinde, ulusal ekonominin borçlarını geri ödeyebilir hale gelmesi kilit olan hedeftir. Bunu gerçekleştirebilmek için, ulusal ekonomi dışsatıma göre şekillendirilmektedir. Yani kısaca ulusal ekonomi döviz kazanmak üzere yeniden yapılandırılmaktadır, ki borçlarını geriye ödeyebilsin. Bu ise Türkiye gibi ekonomik olarak geri ülkelerde ancak bir şekilde gerçekleşebilir: Geniş emekçi yığınlarının ücretlerinin geri çekilmesi ve ürün fiyatlarının dünya piyasalarında rekabet edebilir hale gelmesi. Ürün fiyatlarının üzerindeki sübvansiyonlar kaldırılırken, fiyatların dünya piyasalarında rekabet edebilmesinin tek yolu, yerli para biriminin devalüe edilmesinden geçer. Yani bu ürünlerin maliyetlerini geniş halk yığınlarının sırtına yıkmaktan.(7)

Demokrasi, militarizm ve borçlar ilişkisi

Borç alan ile borç veren ülkelerin elitleri ve finans baronları arasındaki ilişkiler her iki tarafın da çıkarına olurken, bu alışveriş bütünüyle demokratik kurumların ve geniş emekçi yığınlarının denetiminin dışında yürütülmektedir.

Borçlar mekanizması, emekçileri vahşice ezen diktatörlükleri desteklemek için de kullanılmaktadır. 1997 yılında açığa çıkarılan bir skandal, IMF, DB ve batı liderlerinin, Zaire'nin eli kanlı Mobutu diktatörlüğüne gizlice 8.5 milyar dolar 'kredi' vermiş olduğunu, üstelik yine bu finans çevrelerinin kendi raporlarında belirtildiği üzere, bu kredilerin üst düzey yöneticiler tarafından yağmalandığını göstermekteydi.(8) Mobutu rejiminin daha çok kan dökmesine yol açan bu destek, örneğin o dönemde ilaçların geliştirilmesi için kullanılsaydı, bugün milyonlarca AIDS hastasının hayatının kurtulması olanaklı olabilirdi.(9)

Sorunun bir başka boyutu da, silahlanma ile borçlanma arasındaki ilişkide düğümlenmektedir. Silah ticaretinde gündeme gelen özel borçlanma koşulları, "ulusal güvenlik" gerekçesiyle toplumun denetiminden uzak tutulmaktadır. Hatta bu kalemde yapılan yüksek miktardaki borçlanmalar, çoğu kez resmi parasal göstergelerde dahi yer almamaktadır.

Türkiye'nin silahlanma ve borçlar ilişkisi açısından özel bir konumu var. Çünkü, Türkiye'yi adım adım bir borç krizine sokan borçlanma programı ve bunun sonucu olarak iflasın eşiğine getiren kriz ile 15 yıl süren savaş arasında doğrudan bir ilişki söz konusu.

Türkiye savaş süresince her yıl yaklaşık 10 milyar doları silahlanmaya ve bölgedeki militer organizasyonunu ayakta tutmaya harcadı. Ülke her yıl dünya silah ticaretinde dünyanın ilk 10'u arasına girdi. Giderek dev bir çark haline gelen askeri harcamalar ve militarist yapılanma, 150 milyar dolarlık dev silahlanma projelerini(10) gündeme getirdi.

Elbette bu miktarlarda paranın finansman sorununu çözmenin tek yolu dış ve iç borçlanmaydı. Savaşın bedeli milyonların açlığı ve yoksulluğu oldu.

Nasıl aşacağız?

Borç krizini aşmak üzere uluslararası finans tekelleri ve Paris Kulübü'nün çıkarları doğrultusunda oluşturulan mekanizmalar, muazzam kaynakların emekçilerden sermaye kesimine aktarılmasına yol açmaktadır. Bu mekanizma sayesinde, az gelişmiş ülkelere "yardım" olarak giden her bir dolara karşılık, 17 dolar borç ana para ödemesi ve faiz olarak gelişmiş ülkelere geri dönüyor.

Borç krizinin ortaya çıkardığı maliyetler ve borçlu ülkelerin ulusal ekonomilerinin bütünüyle borçların geri ödenmesi için yeniden yapılanmasının faturası çok ağır. Bu nedenle sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerden kısılan yatırımlar nedeniyle, dünyada her gün 19 bin çocuk ölmektedir. Borçların geri ödenmesi için uygulanan yapısal uyum programlarının doğurduğu sonuçlar nedeniyle bugün dünyada bir milyardan fazla insan, açlık sınırının altında yaşamaktadır.

İşte bu çıplak gerçekler, borç sorununun sadece borç alan ve veren arasında geçen bir mesele olmadığını göstermektedir. Sorun sadece egemen sınıfın sorunu olmakla sınırlı olmayıp, sınıf mücadelesi alanında emek-sermaye çelişkisinin bir yansımasıdır. Küresel kapitalizmin günümüzdeki en büyük sermaye birikim mekanizmalarından biri olan borçlar sorununa karşı mücadele, günlük sınıf mücadelesinin ve daha geniş anlamda kapitalizmi aşma mücadelesinin önemli bir halkası olmak durumundadır.

Sorun elbette küresel kapitalist sistemin içindeki tek bir adaletsiz mekanizmaya yönelik, sınırlı bir mücadele ile aşılamaz. Dahası, borç mekanizmasının kapitalizm içinde daha adaletli bir şekilde işlemesi de zor. Sorunun çözümü, kapitalizmi bir bütün olarak aşmaktan geçiyor. Ancak, kapitalizmi aşmanın, bugünden yarına gerçekleşecek saf sınıf mücadeleleriyle değil, işçi sınıfının tek tek günlük sınıf mücadelelerinin toplamı üzerinden gerçekleşeceğini unutmamak gerekiyor.

Türkiye'de sürdürülen "Tüm borçlar silinsin" kampanyası, Drop The Debt (daha önce Jubilee 2000) gibi örgütlerden farklı olarak, iç ve dış tüm borçların silinmesini talep etmektedir. Bununla da yetinmeyerek, borçların silinmesi talebinin yanı sıra, servetin vergilendirilmesini de istemektedir.

Bu talepler radikal ve devrimci taleplerdir. Türkiye gibi, tüm vergi gelirlerinin yüzde 70'inin emekçilerden toplandığı ve toplanan vergilerin iç borç faizlerine bile yetmediği ülkelerde, "Tüm borçlar silinsin" talebi, belli ki ancak bu düzenin bütünüyle altüst oluşuyla olanaklı olacaktır. Ayrıca yukarıda belirtildiği gibi, Türkiye'de "borç krizi"nin temelinde, 15 yıl süren savaşa aktarılan kaynakların yattığını da unutmamak gerekiyor.

Böylesine radikal olmasına karşın, aynı zamanda çok geniş emekçi kesimlerini kazanmayı olanaklı kılan bir talep bu. Öyleyse sesimizi daha gür haykırmalıyız: İç ve dış tüm borçlar silinsin! Servet vergilendirilsin! Başka bir dünya mümkün!

Levent Şensever

Notlar:

1. Socialist Review, September 1999, s. 233

2. "10 Soruda Krizin Değerlendirilmesi", Mustafa sönmez, BİA Haber Merkezi, 1 Mart 2001

3. İlk iki kurum, II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan iki kutuplu dünyada, serbest piyasa kapitalizminin hakimiyetini yaymak amacıyla kuruldu. IMF serbest piyasayı özendirirken, DB, serbest piyasaya dayalı kapitalist ülkelerin altyapısının gelişmesi için tasarlandı. Ancak daha sonraki evrede, Paris Kulübü olarak tanımlanan borç veren ülkelerin ve finans tekellerinin çıkarlarını temsil eden ve bu çıkarlar doğrultusunda politikaların uygulanmasının denetleyen kurumlar haline geldi. DTÖ ise, serbest piyasa kurallarının hakimiyeti, yani piyasaların Batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda şekillenmesi için çalışmaktadır.

4. Kaynakların Batı'ya transferi bir olgu iken, bu zenginliklerin paylaşımının kimler arasında gerçekleştiği önemli. Batı'ya transfer edilen zenginlikler hemen tümüyle Batı egemen sınıflarının cebine gitmekte, Batı işçi sınıfı, sınıfsal konumu itibariyle bu transferlerden pay almamaktadır.

5. 'Devletçi' ve planlı ulusal kalkınma modeli diye özetleyebileceğimiz, devlet eliyle kapitalist kalkınma modeli.

6. Türkiye'de 'niyet mektuplarıyla' anılan, IMF'nin dayattığı Hükümet programının ta kendisi.

7. Şubat krizi ile Türk Lirası'nın bir gecede yüzde 50 değer yitirmesi, cebimizdeki paranın değerini de yüzde elli azalttığını anımsayalım.

8. Financial Times, 12 Mayıs 1997

9. BM Genel Sekreteri Kofi Annan, Cenova'daki G-8 zirvesinde AIDS'li hastalar için liderlerden 10 milyar dolar istedi. Liderler ise sadece 1 milyar dolar vermeyi taahhüt etti.

10. Genelkurmay Başkanlığı'nın kriz öncesi hazırladığı 10 yıllık silahlanma projesinin yaklaşık maliyeti. Bu miktar, 2001 yılında Türkiye'de üretilen tüm mal ve hizmetlerin değerinin toplamına eşit. Kriz sonrası Genel Kurmay, kaynak yokluğundan silahlanma harcamalarında 19.5 milyar dolarlık bir kısıntıya gideceğini ve bunun 'ulusal güvenliği tehdit etmeyeceğini' açıkladı. Bu açıklama, kaynakların ne kadar gereksiz yere harcandığını açık bir ifadesi olsa gerek. Hükümet bu miktarın çok daha küçük bir kısmı için IMF'ye dilenmekte, kamu emekçilerine 'kaynak yok' demektedir.

Sosyalist İşçi Anti Kapitalist Kadın Özgürlüğü Troçkizm
DSİP Tartışma Forumu
IMF'ye Hayır! e-Grup