IMF
programını durdurmak mümkün
IMF
politikaları yıkım getiriyor!
IMF
1944 yılında kuruldu. Türkiye ile ilk temasları 1950'li yılların başlarına
rastlıyor. Türkiye sermaye sınıfı 1954 yılından itibaren "dünya ekonomisiyle
bütünleşme" için çeşitli önlemler almaya başladı.
IMF
heyetleri 1954-1958 yılları arasında Türkiye'ye gelip gitmeye başladı.
İkinci Dünya Savaşı'ndan kan kaybederek çıkan ekonomiyi düze çıkarmak
için "istikrar paketi" önerileriyle geldi. Ayrıca, kredilerin
kesintisiz olması için gerekli şartları gündeme getirdi.
IMF
politikaları kısmen hayata geçti. Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ile
Petrol Kanunu 1954 başlarında kabul edildi.
Daha
doğrudan ilişkiler ve sonuçlarını 1960'lı yılların sonlarından itibaren
görebiliyoruz. IMF'nin isteğiyle 1968 sonrasında dış ticaret rejiminin
liberalleşmesi için adımlar atıldı ve üst üste devalüasyonlar yaşandı.
10 Ağustos 1970'te dolar hükümet kararı ile 9 TL'den 15 TL'ye çıkartıldı.
10 Ağustos kararları olarak bilinen ekonomik kararlar aslında IMF'nin
istikrar paketi çerçevesinde yapılan bir operasyondu.
IMF
ve 1971 darbesi
10
Ağustos kararlarının tam olarak hayata geçirilebilmesinin yolunu açan
12 Mart 1971 askeri darbesi oldu. Darbe, grevleri ve toplu sözleşmeleri
askıya aldı ve ücretleri dondurdu. 1960'lı yıllar boyunca yükselen ücretler
1970'li yılların ilk yarısında geriledi.
12
Mart darbesi IMF'nin istikrar programının uygulanmasını sağlayarak birkaç
yıl krizi erteledi. Reel ücretlerde 1978'de %7, 1979'da %13,6 gerileme
oldu. Sendikacılar, devrimciler, öncü işçiler tutuklandı. Onlarca devrimci
katledildi.
Demirel
hükümeti 1979'da yeni istikrar programını hazırlama görevini Başbakanlık
müsteşarlığına getirdiği Turgut Özal'a verdi. MESS ve Sabancı Holding'in
yöneticisi olan Özal sermayenin sözcüsü konumundaydı. Dünya Bankası bağlantıları
nedeniyle uluslararası sermayenin de çıkarlarını gözeten bir konumdaydı.
24 Ocak kararları olarak bilinen programı Turgut Özal hazırladı. Aslında
program Dünya Bankası, IMF ve Türkiye sermayesi tarafından ortak hazırlandı.
Özal
hazırladığı raporda bu derece "yüksek" ücretlerle ekonominin
ilerleyemeyeceğini, ücretleri "disiplin" altına alacak yöntemler
bulunması gerektiğini söylüyordu. Sermayenin istediği de tam buydu.
24
Ocak kararlarına direniş
İstikrar
paketinin içeriği ihracatın önündeki engellerin kaldırılması, kur politikalarının
yeniden düzenlenmesi, faizleri dalgalanmaya bırakmak, fiyatları serbest
bırakmak, sübvansiyonları kaldırmak, KIT'lerdeki işçi sayısını azaltmak,
yabancı sermayeyi özendirmek için yeni önlemler almak, devlet tekelindeki
üretim alanlarını yerli-yabancı sermayeye açmak olarak özetlenebilir.
24
Ocak 1980'de açıklanan kararları hayata geçirmek kolay olmadı. Örgütlü
işçi sınıfı kendisi için yoksullaşma ve örgütsüzlük anlamına gelen kararlara
karşı direndi. 25 Ocak günü 101 işyerinde 6 bin işçi grevde idi. 28 Şubat'ta
16 bin, 28 Mart' ta 34 bin, 27 Haziran'da 57 bin işçi grevdeydi.
1980
yılında Türk-İş’e bağlı sendikalardan 209 bin işçi, DİSK’e bağlı sendikalardan
13 bin işçi adına toplu görüşme imzalandı. Bu grevler ile 24 Ocak kararları
delindi. 24 Ocak kararlarını hayata geçirebilmek için askeri darbe gerekti.
IMF
ve 12 Eylül darbesi
Darbe
gerekçesi olarak başka şeyler gösterilse de, asıl neden 24 Ocak kararlarının
hayata geçirilmesi için gerekli koşulların oluşturulması idi. Evren daha
sonra “Eğer 24 Ocak kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi
gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem
yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir”
diyordu.
Darbecilerin
ilk işi süren grevlere son vermek ve ücretleri dondurmak oldu. Enflasyon
%110 idi, işçilere %70 zam verildi.
1980
yılında reel ücretler, 1977 baz alındığında %56.7 oranında geriledi. 1984
yılına kadar hiçbir grev yaşanmadı. Bu süreçte 589 dernek, parti ve sendika
kapatıldı. 5 bin kişi katledildi. 1717 kişi işkencede öldürüldü. Elli
kişi idam edildi, 650 bin kişi gözaltına alındı. 30 bin kişi sakıncalı
görüldüğü için işten çıkarıldı.
24
Ocak ve 12 Eylül neyi başardı?
24
Ocak kararları öncesinde her yıl 1,1 milyar dolar dış borç ödemesi yapılırken,
bu rakam 1983'te 3,3 milyar dolara çıktı. Bu kararlar ile IMF'nin istediğinin
kat kat fazlası hayata geçirilmiş oldu.
Bu
kararlar sadece bir istikrar paketi özelliği taşımıyordu. Uluslararası
sermayenin Dünya Bankası aracılığıyla kredi karşılığı dayattığı "yapısal
uyum programı" olma işlevi daha öne çıkıyordu.
1970'li
yılların başından itibaren neo-liberal politikalar üçüncü dünya ülkelerinde
IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla uygulanmaya başlamıştı. 24 Ocak kararları
Türkiye'de yapısal uyum programının en önemli ayağı oldu.
Yapısal
uyum programları uygulandıkları her ülke için aynı hedeflere sahip: Sağlık,
eğitim ve sosyal hizmetlerde kesinti, devalüasyonlar ile dövizin değer
kazanması, gıda maddeleri ve tarımdaki devlet desteğinin kaldırılması,
devlette çalışan işçi sayısının azaltılması, hizmetlerin özelleştirilmesi
ve yabancı sermayeye açılması, küçük üreticilerin tasfiyesi, yani tarımın
ve küçük işletmelerin çökertilmesi.
24
Ocak kararları ile, sermayenin kendisini yeniden yapılandırması ve bu
yıllar boyunca neo-liberal politikaların devamlılığı sağlanmış oldu.
Bu
dönem, sermayenin kar marjlarının olağanüstü arttığı bir dönem oldu. Neo-liberal
politikalar göklere çıkartıldı. ‘Özalcılık’ olarak sözü edilen şey tam
da bu idi. Özal'ın “Ben zenginleri severim” sözü o dönemin politikalarının
çarpıcı bir örneği oldu.
Sermayenin
kar oranları bu yıllarda hızla arttı.
1994
krizi ve sonuçları
Bu
yıllar boyunca yeni bir stand-by anlaşması olmadı, ama "gevşek izleme
anlaşması" adı altında IMF çeşitli biçimlerde neo-liberal politikalar
için müdahalesini sürdürdü.
1994
Nisan'ında yeni bir kriz patlak verdi. Devalüasyon söylentisi ile “sıcak
para”nın, yani 6-7 milyar dolarlık spekülatif sermayenin çekilmesi sonucunda
kriz yaşandı. Ekonomi %6 oranında küçüldü. Reel ücretlerde %40 oranında
gerileme oldu ve %11 oranında yoksullaşma yaşandı. Sonuç olarak, bu yıl
sermayenin altın yılı oldu ve kar oranları %50'nin üzerinde gerçekleşti.
IMF
ile 1998'e kadar "yakın izleme anlaşması" adıyla sürdürülen
gevşek ilişki, 9 Aralık 1999'da çeşitli reformları da içeren bir anti-enflasyon
programına dönüştürüldü. Bu yeni bir stand-by anlaşması idi. Üç yıllık
istikrar programını IMF hazırladı ve Merkez Bankası ve Hazine müsteşarının
önüne koydu. Bu program bankacılık ve finans sektörünün yeniden yapılandırılmasını,
özelleştirilmelerin kapsamı genişletilerek hayata geçirilmesini, vergi
maliyesinin düzeltilmesini, kamu bankalarının yeniden yapılandırılmasını,
“tarım reformunu” ve “sosyal güvenlik reformu”nu içeriyordu.
Onların
“sosyal güvenlik reformu” dedikleri şeye bizler “mezarda emeklilik” diyoruz.
Örgütlü işçi sınıfının karşı koyuşuna ve Emek Platformu’nun grev ve eylemlerine
rağmen depremden faydalanarak geçirdikleri bu yasa IMF'nin yapısal uyum
programının bir parçası idi.
Kara
Çarşamba
Yeni
istikrar programı uygulaması, 22 Kasım 2000 krizi Kara Çarşamba ile meyvelerini
verdi. Ondan fazla banka battı, 12 milyar dolar kayıp olduğu, bankaların
20 milyar dolar “görev zararı” olduğu söylendi. Görev zararı olarak ifade
edilen şey, siyasilerin isteğiyle büyük sermaye sahiplerine verilen krediler
aslında.
IMF
7 milyar dolar para verdi, bu yeni bir krizi önleyemedi. Kasım kriziyle
iç borçlar toplam gelirin % 30'una ulaştı. 21 Aralık'ta IMF'ye bir "ek
niyet mektubu" verildi ve yeni düzenlemeler vaat edildi.
Yeniden
kriz!
Şubat
2001’de yeniden kriz patlak verdi. Krizin nedenini sıcak paranın yer değiştirmesi
olarak gösterdiler.
İlk
elden %40, daha sonraki haftalarda yine %40 ve bugüne gelene kadar bir
daha %40 oranında devalüasyon yaşandı.
Bu
süreçte, Şubat krizi öncesi 600 bin TL olan dolar 1 milyon 650 bin liraya
fırladı. Aylık ortalama enflasyon %10 civarında.
Hükümet
gelirlerini artırmak için maaş ve ücretleri, tarımda sübvansiyonları daraltmayı
ve sosyal harcamaları kısmayı istiyor. İlk elden reel ücretlerde %50'nin
üzerinde gerileme yaşandı.
Büyük
kesimini halkın ödediği dolaylı vergiler, doğrudan vergilerin üzerine
çıktı. Dolaylı vergiler tüketim maddelerinden kesildiği için, bundan zararlı
çıkan en yoksullar oldu.
Devlet
harcamalarındaki kısıtlamalar sağlık, eğitim, barınma gibi kalemlerden
yapıldığı için yoksullaşma daha da artmış oldu.
Krizden
bugüne 1 milyondan fazla kişinin işsiz kaldığını biliyoruz. Var olan küçük
işletmelerin üçte biri kapandı. İşsizliğin boyutları daha da artacak.
Özelleştirmeler sürüyor ve küçük işletmeler kapanmaya devam ediyor. Endonezya'da
kriz sonrası 10 milyon kişi işsiz kalmıştı.
Kriz,
emek gelirlerini vurdu, fakat sermaye sahipleri, özellikle de devalüasyon
öncesi paralarını dövize çevirenler, birkaç kat daha zenginleştiler.
Borçlar
hızla büyüyor
Türkiye'nin
dış borçları 120 milyar dolara ulaştı, yıl sonunda 150 milyar doların
üzerine çıkması bekleniyor. İç borç ve dış borç toplamı 200 milyar dolar
civarında. Bir de bunların faiz ödemeleri eklenirse 300 milyar dolara
yakın bir miktar ortaya çıkıyor.
Oysa
bir yıllık toplam üretim miktarı 200 milyar dolar. Vergi gelirlerinin
%95'i faiz ödemelerine gidiyor. Yapısal uyum programı, diğer borç alan
ülkelerde olduğu gibi, Türkiye'nin de borçlarının katlanarak büyümesine
neden oluyor.
1970'lerde
1 milyar dolar, 1980 ortalarında 3,5 milyar dolar olan dış borçlar, 1999
IMF programı ile birlikte 120 milyar dolara çıktı. Alınan borçlar emekçiler,
çalışanlar için kullanılmıyor, aksine sermaye sahiplerinin cebine giriyor.
Bu borçları sermaye sahipleri ödemiyor, aksine onlar giderek zenginleşiyor.
Sermaye borçları çalışanlarınmış gibi göstermek istiyor. Kazanılmış hakları
budayarak, örgütsüzleştirerek, yaşam standartlarını geriye iterek faturayı
emekçilere kesmek istiyor.
Ekonomi
daraldı
1945
yılında krizle beraber ekonomi % 15, 3 düzeyinde daralmıştı. Bundan sonraki
en büyük daralma şubat kriziyle yaşandı. %11,8 daralan ekonomisi ile Türkiye,
Singapur ve Tayvan'dan sonra geldi. 1994 krizi sonrasında da % 9,7'lik
bir daralma yaşanmıştı.
Enflasyon
hedefi tutmadı
1999
sonunda IMF programının hedefi % 70-80 arasındaki 1998 enflasyonunu, 2000
yılında % 25'e , 2001'de % 5'e çekmekti. Oysa 1999'da % %69, 2000'de %40,
2001'de şimdilik % 100 civarında enflasyonla karşı karşıya kaldık.
Kişi
başına düşen gelir azaldı
1994
kriziyle %6,1 azalan gelir, 2186 dolar düzeyindeydi. 1998 yılında 3175
dolar düzeyine yükseldi, 1999 yılında tekrar 2798 dolara indi. 2000 yılında
2986 dolar oldu. Şubat krizi ile birlikte 2000 dolarında altına indi.
Kişi başına 2000 dolar gelir miktarı ile Türkiye dünya sıralamasının sonlarında
yer alıyor.
Eğitim,
sağlık, hizmetler, kamu işçilerinin ücretleri vb bütçe içerisindeki sosyal
harcama kalemleri.
Sosyal
harcamalar hükümetin, IMF'nin ve sermaye sınıfının iddia ettiği gibi çok
değil.
İnsanca
yaşayabilmek için bu harcamaların artırılması için mücadele etmek gerekiyor.
Amaçları bu alanları özelleştirmek.
2000
yılında bütün çalışanların ve emeklilerin ücretleri geriledi. 1994 yılı
100 olarak kabul edildiğinde, özel imalat sanayinde %6, tekstilde %8,
giyimde %9 gerileme oldu. Kamu çalışanlarının ücretleri %15, emeklilerinki
%13 geriledi. Asgari ücret ise %15 geriledi.
Hükümet
toplu sözleşme görüşmelerinde var olan enflasyon üzerinden değil, hedeflenen
enflasyon üzerinden pazarlık yapıyor. Ayrıca, hükümet önümüzdeki dönem
için % 0 zam, ikramiyeleri ödememeyi ve kıdem tazminatlarını aşağıya çekmeyi
planlıyor. Bu ise var olan yoksulluğun boyutlarının tahminlerimizin de
ötesine geçebileceğini gösteriyor.
Tarım
çökertiliyor
IMF'nin
ve hükümetin programı tarımı çökertmeyi hedefliyor. DTÖ bu anlamda IMF
ve Dünya bankasından daha önemli bir yere sahip. DTÖ'nün istekleri IMF
ve Dünya Bankası aracılığıyla da gerçekleştiriliyor. Tütün yasası, şeker
yasası gibi yasalar hükümetin açıkladığı son istikrar paketinde yer almıştı
ve meclisten geçti.
Destekleme
alımları kaldırılıyor, taban fiyatı belirleme uygulamasından vazgeçiliyor.
Uluslararası piyasalarda rekabet gücü olmadığı ve devlet bütçesine zarar
verdiği iddiasıyla şeker, tütün, afyon, çay gibi ürünlerin ekim alanları
kısıtlanıyor. Kademeli olarak üretimden vazgeçmek ve bu alanı uluslararası
sermayeye açmak hedefleniyor.
Ekime
kapatılan alanlarda başka bir ürünün ekilmesi, uygulanan tarım politikaları
nedeniyle mümkün olmadığından, bu topraklar ya çölleşecek ya da imara
açılacak. Tohum alanından hükümetin çekilmesi uluslararası şirketlerin
bu alana girmesini sağlayacak. Tohum fiyatları ve ürün fiyatları hızla
yükselecek.
IMF
programını durdurmak mümkün
Dün
ve bugün uygulanan ve yarın da uygulanacak olan IMF programları Türkiye'ye
özgü değil. Tüm dünyada uygulanmaya çalışılan saldırının bir parçası.
Neo-liberal
politikalar 1970'li yıllardan beri sermayenin dünya çapında yaşadığı krizin
faturasını bütün dünyada emekçilere kesmek için uygulamaya soktuğu politikalar.
Bunu başardıkları her yerde açlık ve yıkım akıl almaz boyutlara ulaşıyor.
Afrika ülkelerinde olduğu gibi.
Ama
buna karşı direnmek ve geri püskürtmek mümkün. IMF, Dünya Bankası ve Dünya
Ticaret Örgütü'nün politikalarına karşı gelişen anti-kapitalist hareket
giderek büyüyor.
Türkiye'de
de, tüm dünyada gelişen anti-kapitalist hareketin bir parçasını yaratmak
zorundayız. Saldırılara maruz kalan emekçiler yaşam standartlarını korumak
ve kazanılmış haklarını kaybetmemek için direnmek zorunda.
Program
IMF'nin, ama uygulayıcısı hükümetler. Türkiye egemen sınıfının ve hükümetlerinin
IMF politikalarını hayata geçirmesini engellemek için örgütlü işçi sınıfının
ve tüm ezilenlerin birlikte mücadelesi gerekiyor.
Bu
mücadelenin ilk büyük adımlarını bir yıldır görüyoruz: 1 Aralık genel
grevi, “esnaf” eylemleri, daha pek çok irili ufaklı direniş. Bundan sonraki
adımların daha da büyük olmasını sağlamak zorundayız. 9 Kasım’larla IMF
programını çöpe atmak mümkün.
•
Funda Baysal
|