No
Logo:
Markaların
hakimiyetine HAYIR!
Markalar
günümüzde tekellerin en güçlü silahları haline geldi. Dünyanın en iyi
bilinen markalarının arkasında uluslararası düzeyde faaliyet gösteren
dev tekellerin olması da bir tesadüf değil.
Bir
markanın oluşmasının arkasında, çoğu kez çocuk ve kadın emeğinin köle
koşullarında çalıştırılarak sömürülmesinden, çevrenin tahrip edilmesine,
insan haklarının ihlalinden, tüketicinin beğenilerinin manüpüle edilmesine
kadar çok yönlü sosyal ilişkiler yatıyor.
Markalar
o kadar güçlü ki, yerel tüm kültürleri ve alışkanlıkları parçalayıp, küresel
düzeyde tekdüze ve markaları yaratanların istedikleri şekilde, çokuluslu
tekellerin içi boşaltılmış gri kültür’ünü yayıyor.
Bu
durum küreselleşme karşıtı hareket içinde markalara karşı güçlü bir karşı
duruşun ortaya çıkmasına neden oluyor. Eric Shlosser’in “Fast Food Nation”
(Fast Food Ulusu), Robert Frank’ın “Luxury Fever” (Lüks Tutkusu) ve François
Dufour ile José Bové’nin “The World is Not for Sale” (Dünya Satılık Değildir)
kitapları, bu durumu teşhir eden önemli başvuru kaynakları. Ancak konuyla
ilgili en büyük tartışmayı, Naomi Klein’ın “No Logo” (Markaya Hayır) kitabı
açtı. Naomi Klein’ın kitabı yakında Türkçe’de de yayınlanacak.
Küreselleşme
hareketinin etkisiyle birlikte büyüyen bu tür duyarlılıkların, sadece
sokağa dökülen birkaç yüz bin eylemciyle sınırlı olmadığı ortada. Bunun
ayırdında olan dev tekeller ve onların sözcüleri de bu uyanışın bilincinde
ve bu durumdan rahatsız oluyorlar.
Markalara
karşı söz konusu olan sadece duyarlılıkla sınırlı değil. Naomi Klein,
uluslararası tekellerin hakimiyetine ve bu tekellerin çıkarları doğrultusunda
dünyanın şekilleniyor olmasına karşı militan bir şekilde mücadele ediyor
ve küreselleşme karşıtı hareketin önünde duranlar arasında. İngiltere’de
yayınlanan Times gazetesi, Naomi Klein’ı, 35 yaş altındaki kuşak arasında
en etkin kişiliklerden biri olarak ilan etti. Türkçe’den önce yedi dile
çevrilen kitabı, bu ilgiden de anlaşıldığı gibi, evrensel bir soruna parmak
basıyor.
Klein’ın
altını çizdiği gibi, markalar günümüzde çokuluslu tekellerin sermaye yapıları
içinde önemli bir yer tutuyor ve dolayısıyla da kârların, başka bir deyişle
sömürünün de önemli bir kaynağını oluşturuyor. Bu nedenle de Nike, GAP,
Adidas gibi bir çok tekel üretim bantlarını durdururken, tüm güçlerini
pazarlama, imge ve yaşam tarzları üzerinde yoğunlaştırıyor. Bu tür çokuluslu
şirketlerin üretim bantları da, çoğu kez taşeron firmalar aracılığıyla,
sendikasız, sosyal haklardan mahrum, olağanüstü kötü çalışma koşullarına
boyun eğecek kadar çaresiz olan ve bu nedenle köle emeği karşılığı son
derece ucuza çalışan işgücünün yoğun olduğu, Üçüncü Dünya ülkelerine kaydırılıyor.
Bu tür koşullara genellikle genç yaşta kadınlar ve çocuklar boyun eğdiği
için de, bu tekellerin işgücünü yoğun olarak bu kesimler oluşturuyor.
Markalar,
kapitalist rekabetin dışa vurumu haline geldi. Bu anlamda rekabetin daha
az yaşandığı, kâr yerine insanların ihtiyaçlarının daha önde olduğu kamu
hizmetlerinde markaların yeri çok daha az. Ancak bu durum son yıllarda
özelleştirme saldırısıyla birlikte hızla değişiyor. Kamu hizmetlerinin
insan çıkarları doğrultusunda yaygınlaştırılması ve iyileştirilmesi yerine,
bunun tam tersi bir yönde, hizmetler pahalılaşırken, hizmetten yararlanabilenlerin
sayısı da hızla düşüyor. Eğitim, sağlık, ulaşım gibi en temel kamu hizmetleri
dahi, parası olanların yararlanabildiği birer ayrıcalık haline geldi.
Markaların kamu hizmetlerinde öne çıkmasının doğal sonucu bu. Çünkü bir
markanın oluşması için, insanların gereksinimleri değil, büyük miktarda
reklam harcamaları ve iyi pazarlama gerekiyor. Bu alanlarda harcanan muazzam
miktarda paralar da maliyet olarak, daha önce yurttaş olan, ancak günümüzde
müşteri olarak görülen bizlere yansıtılıyor.
Klein,
markaların oluşturduğu dünyayı “Yetişkinler için bir Barbie dünyası” olarak
tanımlıyor. Klein’ın kitabının alt başlığını, markalarla ilgili durumu
çok iyi açıklayan “No Space, No Choice, No Jobs” (Boşluk Yok, Seçme Yok,
İş Yok) oluşturuyor. Klein, marka oluşturan tekellerin artık sadece reklam
vermekle yetinmediğini, markaların arkasında yatan muhteviyatı, bir başka
deyişle sosyal ilişkileri de denetim altında tutuyor, diyor. Markaların
büyülü dünyasının arkasında yatan tam da bu gri ve karanlık gerçekler.
Boşluk
Yok: Tekeller okullardan, spora, gençliğin kişiliğini oluşturan alanlardan,
sağlığa, çocukların beğenilerinden, mutfağımıza kadar yaşamımızda hiçbir
boş alan bırakmadan, markalarıyla doldurmak için saldırgan bir pazarlama
çabası içinde.
Seçme
Yok: Markalar bize seçenek tanımıyor. Her biri alanında tekel olan markalar,
kıyasıya girdikleri rekabet sonucu rakiplerini saf dışı ederek, tüm alışkanlıklarımızı
pazarlama ve reklam teknikleriyle, kâr amaçlı olarak yeniden oluşturarak,
bize hiçbir seçme hakkı ve alanı bırakmıyor.
İş
Yok: Marka oluşturan tekeller, pazarladıkları markaları olabilecek maksimum
kâr elde etme kaygısıyla ürettikleri için, doğrudan üreticileri en kötü
koşullarda çalışmaya zorluyor. Bunun sonucu olarak, çocuk ve kadın emeğinin
sömürüsünden, insan haklarının göz ardı edilmesine ve ırkçılığa kadar
her türlü yöntemi kullanıyor.
Markaların
arkasındaki tekellerin hakimiyetinin maliyeti, sadece tüketim alışkanlıklarımız
veya yaşam tarzımıza yapılan müdahalelerle sınırlı değil. Örneğin Coca
Cola ve ITT gibi tekellerin, Latin Amerika ve bir çok diğer ülkede, daha
fazla kâr ve pazar hakimiyetini artırmak için sendikacıları öldürmekten,
darbeler düzenlemeye kadar bir çok karanlık işe karıştıkları da biliniyor.
Tekellerin
yarattıkları çevre tahribatına ve yasa dışı uygulamalarına göz yumulması
için yerel yönetimlere rüşvet vermenin yaygın bir uygulama olduğunu da
biliyoruz. EuroGold gibi tekellerin, yasal kararlara rağmen, çevreye büyük
tahribat veren siyanürlü altın çıkarmaya devam edebilmesi buna iyi bir
örnek oluşturuyor.
Küreselleşme
karşıtı hareketin aktivistlerinin Coca Cola ve Mc Donalds gibi markalara
karşı tepkili olmaları, bu gerçekler karşısında sadece bir tepki olmaktan
öteye, politik bir tutum. Onlar, içinde insan öğesinin olmadığı bu insana
yabancı dünyanın egemenliğine isyan ediyor. Markalar sadece tüketim alışkanlıklarımızı
manüpüle etmekle kalmıyor, aynı zamanda eşitsizliğin giderek artığı küreselleşen
bir dünyada, bu eşitsizliğin altını çizen yaşam tarzlarını da ortaya çıkarıyor.
Bu, markaları tüketenlerle, onları üreten, ama tüketemeyen, tüketme gücü
olmayanlar arasındaki eşitsizlik.
Günümüzde
ürünlerden, devletlere, şirketlerden kişilere, her şey birer marka olma
yarışı içinde. Madonna ve Ricky Martin’den, Cruise füzelerine, CNN’den,
Avrupa Birliği’ne, Lewis’dan, MTV’ye, kamu hizmetlerinden, politik partilere
her şey bir marka ve yaşam tarzı olarak karşımıza çıkıyor.
Markalar
arası rekabet alanı ise kanlı bir savaş meydanını andırıyor. Yapılan araştırmalar,
son iki yılda dünyanın en tanınan 100 markasından 74’ünün yerlerini koruyamadığını
gösteriyor. Ancak en yukarıdaki 100 markanın küresel hakimiyeti mutlak.
Bu 100 firmanın toplam değeri, 850 milyar dolar değerinde. Yani Türkiye
ulusal gelirinin yaklaşık 6 katı büyüklüğünde.
Yapılan
bir diğer araştırma da, markalara karşı yürütülen mücadelenin başarısını
gösteriyor. ABD’de 1975 yılında 20-29 yaş arasında markalara tutkun olanların
oranı yüzde 66 iken, bu oran 2000 yılında yüzde 59’a düştü.
Markaların
hakimiyeti küresel düzeyde artarken, küreselleşme karşıtı hareketin gücü
oranında bazı bölgelerde gerilediği görülüyor. Özellikle ABD ve Batı metropollerinde,
üniversite kampüslerinde marka karşıtı güçlü etkinlikler ve örgütlü mücadeleler
söz konusu. Yaygın mücadele yöntemlerinden biri de, markaların boykot
edilmesi. Bu yöntem, ne kadar anlamlı olsa da, markaların hakimiyetini
sona erdirmesi mümkün değil.
Markaların
hakimiyetine karşı verilecek mücadele ile, küresel kapitalizme karşı verilen
mücadele bir bütünün parçaları. Küreselleşme karşıtı hareketin başarısı
da bu noktada atılacak adımlarda düğümleniyor. Sorunu kökünden çözmek
için, küresel kapitalizmi, markaları, savaşları, bize dayattığı her türlü
eşitsizlik ve pislikleriyle çöplüğe yollamak gerekiyor.
•
F. Levent ŞENSEVER
|