Filistin direnişi kırılabilir mi?
Emperyalizm ve Ortadoğu

 

 

Filistin direnişi kırılabilir mi?

Bugünkü İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un 29 Eylül 2000’de yanında bin silahlı polisle Mescid-i Aksa’ya yaptığı çıkartmanın ardından başlayan ikinci İntifada tam bir savaşa dönüştü. “Arafat artık tarih oldu” diyen Şaron Filistin halkına karşı elindeki bütün silahlı kuvvetleri harekete geçirdi.

Şaron’un geçen sene Mescid-i Aksa’ya yaptığı “gezi” açık ki planlı bir provokasyondu. Bu provokasyonun ardından ilk gün yedi Filistinli ölürken 200’ü de yaralandı. İlk altı haftada ölü sayısı 200’e, yaralı sayısı ise binlere ulaştı. Kasım 2000’de İsrail silahlı güçleri 51 Filistinli çocuğu öldürmüştü. Bu ilk haftalarda 150’si güvenlik kuvveti olmak üzere 200 İsrailli atılan taşlarla yaralanmışlardı.

Taşa karşı silahla verilen cevap giderek tankların, uçakların ve saldırı helikopterlerinin kullanılmasına dönüştü. Bir yıl içinde bine yakın Filistinli öldürüldü, 25 bin Filistinli yaralandı. İsrail bu saldırgan politikası ile Oslo Barış Antlaşması’nı tamamen kuşa çevirmeyi, bugüne kadar Filistin halkının temsilcisi olma özelliğini her şeye rağmen korumuş olan Arafat’ı devreden çıkarmayı ve Filistin Otoritesi denen kukla Filistin rejimini tamamen etkisiz bir hale getirmeyi amaçlıyor. İsrail kuruluşundan bu yana uyguladığı terör yöntemi ile Filistin halkını bastırmayı bir kere daha deniyor. İsrail’in Oslo görüşmelerine oturması birinci İntifada’nın başarısıydı. 1987’de başlayan ayaklanma karşısında çaresiz kalan İsrail barış görüşmelerine oturmak zorunda kalmıştı. Birinci İntifada sırasında 344’ü çocuk olmak üzere bin 200 Filistinliyi öldüren İsrail’in aynı dönemde sarsıntı içinde olan SSCB’den gelen 525 bin yeni göçmen için acilen iş ve konut bulması gerekiyordu. Bu nedenle eskisi gibi bütçesinin yarısını silahlanmaya ve savaşa ayıramıyordu.

Barış görüşmelerine ABD de yoğun olarak müdahale etti. Sonunda Gazze Şeridi’nin %40’ı ile Batı Yakası’nın %3’ünde egemen olan bir Filistin otoritesi kuruldu ve Filistin Kurtuluş Örgütü kendisini yeni otorite olarak örgütlemeye başladı. Bu yeni otoritenin 50 bin silahlı polisi olacaktı ve İsrail ve ABD “terörist” olarak tanımladığı Hamas ve İslami Cihad örgütlerinin Filistin Otoritesi (FO) tarafından temizlenmesini istiyordu. Edward Said’in deyimiyle, o güne kadar bir kurtuluş hareketi olan FKÖ artık kasaba yönetimine soyundu. Arafat yönetecek bir toprak parçası bulmuş olmasından dolayı koşulların çoğunu kabul etti. Bu arada İsrail sınırları içinde yaşayan Filistinli Arapların çoğu FO’nun etki alanının dışında yaşamaktaydı ve, daha da önemlisi, İsrail terörü ile ülkelerinden kovularak komşu Arap ülkelerinde yaşamaya zorlanan dört milyon Filistinli’nin evlerine geri dönmesi olasılığı tamamen ortadan kalkmıştı. Şaron 1982’de Beyrut’u kuşatan İsrail ordusunun desteği ile Lübnan’ın faşist Falanj örgütünün Beyrut’taki Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına girerek iki bin sivil Filistinliyi öldürmesinden dogrudan sorumlu ve İsrail’in şahin politikacılarından. Mescid-i Aksa’ya yaptığı gezi tamamen planlı bir adımdı. Şaron öncelikle FO’nun kontrolündeki bölgeyi sınırlamak ve üç kantona bölmek istiyordu. Bu üç kantonun birbirlerine coğrafi bağlılığı olmayacaktı. Ayrıca, Filistin bölgelerindeki İsrail kontrolünün artmasını ve son olarak da, Arafat’ı aradan çıkarmak ve onun yerine düşlediği üç kantonun yerel Arap yöneticilerini işbirlikçi bir temelde FO’nun başına geçirmek istiyordu. Bu arada radikal İslami Cihad ve Hamas’ın da imhası Şaron’un hedefleri arasındaydı.

Bir senedir uygulanan bu politika bugünlerde önemli bir aşama kaydetmiş durumda. İsrail’le sürekli uzlaşma politikası içinde olan Arafat radikal örgütler tarafindan “İsrail’in hapishane gardiyanı” olarak tanmlanıyor. Arafat İsrail tankları FO’nun kontrolündeki tüm bölgelere girmiş, uçaklar Filistinlilere ateş yağdırırken Hamas ve İslami Cihad militanlarını tutuklamaya ve bu örgütleri yasa dışı ilan etmeye çalışıyordu. Ne var ki, bugün Şaron çok kararlı gözüküyor.

Öte yandan, 11 Eylül sonrasında “terörizme” karşı sürekli ve ebedi bir savaş ilan etmiş olan ABD yönetimi de İsrail politikalarının arkasında duruyor. Anlaşılan o ki, ABD ve bölgedeki bekçi köpeği İsrail bu kez Filistin halkını dize getireceklerine inanıyorlar.

İsrail nasıl kuruldu?

İsrail devleti siyonist örgütlenme tarafından kuruldu. Uzun bir süre boyunca dünyanın dört bir yanına dağılmış olan Yahudileri bir devlette toplamayı amaçlayan siyonizm bu devletin alanı olarak Filistin’i seçti. Filistin’de 1882’de 24 bin Yahudi’ye karşılık 500 bin Arap vardı. 1922’de Yahudi nüfusu 75 bin ila 100 bin arasına ulaşmıştı.

Siyonistler Filistin’in “insansız topraklar” olduğunu söylüyor ve Yahudileri bu propaganda ile Filistin’e topluyorlardı.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında sağ Siyonistler tam bir ihanet içinde 6 milyon Yahudi’yi toplama kamplarında sistemli bir biçimde imha eden Nazilerle işbirliği yaptılar. Savaş sonrasında ise Filistin’deki Yahudi nüfus hızla çoğalmaya başladı, fakat hala Arapların ezici bir sayısal üstünlüğü vardı.

Siyonistler Arap topraklarına el koymak için terör uygulamaya başladılar. Birçok Arap köyüne saldırıldı, sivil halk imha edilmeye ve geri kalan nüfus ise topraklarından zorla sürülmeye başlandı.

Siyonizm emperyalist güçlerin de desteği ile silahlanmasını hızlandırdı ve sonunda 1948’de Birleşmiş Milletler’in o günkü Filistin’i Yahudiler ve Araplar arasında bölme planını reddederek savaş başlattı. 1948 savaşında Filistin’in %77’sini eline geçirirken, tarıma uygun toprakların da %95’i ele geçirdi. Bu arada, 750 bin Filistinli Arap topraklarından zorla çıkarıldı. Filistinliler 1948’i “al-Nakbah” (felaket) olarak adlandırırlar. 1948 savaşının hemen ardından İsrail’in Yahudi nüfusu bir sene içinde iki katına çıktı.

İsrail daha sonra bölgedeki bütün savaşların başlatıcısı oldu; 1956’da, 1967’de 1973’te, 1982’de ve 1991’de komşusu Arap ülkelerine saldırdı.

1967’deki ‘Altı Gün Savaşı’nda Mısır, Suriye ve Ürdün orduları yenilirken, İsrail Suriye’den Golan Tepeleri’ni, Ürdün’den Batı Yakası’nı ve Mısır’dan Gazze Şeridi’ni ve Sina Yarımadası’nı ele geçirdi.

Emperyalizmin bekçi köpeği

Nasıl oluyordu da küçücük İsrail, komşusu olan bütün Arap ülkeleri bir araya gelseler dahionları yenilgiye uğratabiliyordu. Bu işin sırrı İsrail’in baştan beri emperyalizmin bekçi köpeği rolünü seve seve üstlenmiş olmasıdır.

En başta ABD’nin desteğini kazanamayan İsrail, İngiliz ve Fransız emperyalizminin desteği ile ayakta durmaktaydı. Ancak, bölgede Arap milliyetçiliğinin güç kazanması ve ABD’ye sadık ülkelerin bu yeni hareketten etkilenmeye başlamaları üzerine, ABD tercihini İsrail’den yana yaptı ve o günden bugüne İsrail sadık bir biçimde ABD’nin bölgedeki petrol çıkarlarını koruma görevini üstlendi.

Bekçi köpekliği açık ki karşılıksız olmadı. ‘Altı Gün Savaşı’ sonrasında İsrail o güne kadar yılda 6,4 milyar dolar yardım alırken, savaştan sonra bu miktar 9,2 milyar dolara ulaştı. 1960’larda yılda 22 milyon dolarlık silah alan İsrail, 1970-74 arasında yılda ortalama 445 milyon dolarlık silah aldı. İsrail ABD’den sadece para ve silah yardımı almadı; ayrıca ABD’nin silah satışlarında aracılık yaptı. Giderek de dünyanın belli başlı silah üreticilerinden biri haline geldi. ABD yönetimlerinin çeşitli nedenlerle silah satamadıkları bir dizi karanlık rejim İsrail tarafından silahlandırıldı.

Bütün dünya Güney Afrika’daki ırkçı beyaz rejime ambargo uygularken İsrail, Güney Afrika’ya ABD’den aldığı silahları sattı. Ayrıca İdi Amin, İran Şahı, Nikaragua’nın Somoza rejimi ve daha sonra sağcı Kontraları, Zaire’de Mobutu Sese Seko, Orta Afrika’da Bokassa rejimleri gene İsrail tarafından silahlandırıldı.

İsrail 1970’lerin sonu ve 1980’lerde silah satımından yılda 1 milyar dolar gelir elde etmekteydi. Arjantin, Şili, Brezilya’daki askeri diktatörlükler, 12 Eylül’de Türkiye’deki askeri diktatörlük ve onun MHP’li faşist militanları da gene İsrail tarafından silahlandırıldı.

İsrail 1978’de Doğu Timor’daki bağımsızlık savaşçılarına karşı tam boyutlu bir savaş başlatan Endonezya’ya uçak ve saldırı helikopterleri satarken Endonezya’nın 200 bin Timorluyu katletmesine en büyük katkıyı yaptı.

Ayrıca, İsrail daima CIA ile işbirliği halinde dünyanın dört bir yanındaki katil sürülerinin eğitimine ev sahipliği ve öğretmenlik yaptı.

Savaşa doğru

Şaron’un bütün güçleri ile Filistin halkına karşı saldırıya geçmesi FKÖ tarafından savaş ilanı olarak tanımlandı. FKÖ, bir yandan İsrail ve ABD’nin dediklerini yapmaya çalışırken, diğer yandan da direnmeye çalışıyor. İki uç arasında sallanıyor.

Bu kararsız tutumun başlıca nedeni aşağıdan gelen baskı. Militan Filistin örgütleri direnişin gerekliliğini ve başarısını gösteriyorlar. FKÖ bu baskıyı dikkate almak zorunda.

Öte yandan Şaron da tehlikeli bir ipin üzerinde yürümeye çalışıyor. Arafat’ı aradan çıkarma ve yerine yeni bölgesel liderleri muhatap alma planı kağıt üzerinde makul görünse de gerçeklere çok uygun değil. Bu arada iki diğer faktör Şaron’un geri adım atmasına neden olabilir.

Birincisi, Filistin halkının kendisini savunmak için geliştirdiği mücadele taktikleri bir noktada İsrail halkının şahin politikaları lanetlemesine yol açabilir. İsrail’in şu ana kadarki kayıpları az, ama hatırlamak gerekir ki İsrail bütün varlığı boyunca askeri kaybı hiç kabullenememiş bir toplum. Bütünüyle dışarıdan göçe ve güvenlikli bir yaşama dayanan devlet felsefesi Filistinlilerin kendilerine verdirdiği kayıplar karşısında kırılmaya başlayabilir.

İkincisi, bölgede tüm rejimler diken üzerinde durmakta. Hiçbiri bugün ABD’ye açıktan tavır alamamasına rağmen, bütün bölge halkı bugün her zamankinden daha açık ve net olarak emperyalizme karşı tutum içinde. Bu, bir anda bölgedeki herhangi bir devletin ve belki de Suudi Arabistan’ın bir devrim olasılığı ile karşılaşmasına yol açabilir. Böyle bir gelişme Şaron’un tüm planlarını alt üst edecektir.

Son olarak, Filistin halkı bugüne kadar çok zor günler yaşadı ve gene de ayakta kalabildi. Her zorluktan sonra yeniden toparlanarak ileri hamle edebildi. Bugün de Filistinlilerin baskı ile yıldırılabileceğini düşünmek büyük bir hata.

Barış görüşmeleri başladığından bu yana Filistinlilerin yaşamları tam bir cehennem durumunda. Gelirleri düşüyor. İşsiz kalıyorlar. İsrail’de çalışan Arap nüfusu arasında işsizlik %10-15’ten %40’lara çıkmış durumda.

Bu sürecin sonunda İsrail belki Arafat’ı ortadan kaldırmayı başarabilir. Arafat belki öldürülür, belki Tunus’a gönderilir. Ancak, Arafat’a ne olursa olsun, İsrail işgaline karşı Filistin halkının direnişi sürecek. Bir halk bir başka ulusun işgali ve baskısı altında oldukça direnmeye devam eder. Filistinlilerin kaybedecekleri fazla bir şeyleri yok. Köşeye sıkıştırıldıkça direnişleri de sertleşecektir. Baskı ve zulümün boyutları ne olursa olsun İntifada sürecektir, ta ki işgal son bulana kadar.

• Doğan TARKAN


Emperyalizm ve Orta Doğu

Orta Doğu petrol nedeniyle emperyalizm için daima çok önemli bir bölge oldu. Osmanlı İmparatorluğu yıkılınca, bölge birbirlerine rakip ve birleşmesi olanaksız hale getirilmiş Arap devletlerine bölündü. Bu Arap devletlerinin her birinin başına bir kral veya şeyh getirildi.

Arap dünyası 1950’lerin sonunda ve 1960’lı yıllarda milliyetçi bir dalga ile sarsıldı. Arap milliyetçiliğinin ABD yerine SSCB ile daha iyi ilişkiler kurma adımları petrol çıkarlarını tehlikeye düşürdü ve işte bu noktadan sonra İsrail’in ABD için önemi arttı. Türkiye, İran ve Suudi Arabistan ile birlikte, İsrail petrolün kontrolünde görevlendirildiler.

Bu ülkeler içinde İsrail daima farklı bir öneme ve role sahip oldu ve bölge üzerindeki baskı gücünü oluşturdu. Bu nedenle ABD’nin yoğun askeri ve ekonomik desteğini aldı. Dünya nüfusunun sadece ‰ 1’ine sahip olmasına rağmen kişi başına düşen ulusal gelir açısından dünyanın en zengin 16 ülkesinden birisi olan İsrail ABD’nin Orta Doğu’ya yaptığı yardımların %54’ünü aldı. Mısır bu yardımların %38’ini alırken, tüm diğer ülkeler sadece % 8’ini alabildiler. Bunun sonucu olarak İsrail bütün bölgenin üzerinde baskı aracı olmayı başarabilmekte. Ayrıca, İsrail bölgede nükleer silahları olan tek ülke durumunda.

Bugünlerde ABD ve küresel kapitalizm Orta Doğu’da sorunlara sahip. Körfez Savaşı sırasında Suudi Arabistan topraklarına kurulan ABD üsleri bu ülkede beklenmedik yeni bir muhalefet başlattı. Ayrıca, Arap halkları bütün bölge çapında İsrail’in terör politikalarına ve Filistinlilere karşı giriştiği sistemli katliama öfke duyuyorlar. Bu öfke eskiden de vardı, fakat bu kez öfke ABD’nin yanı sıra kendi egemen sınıflarına karşı da dönmüş durumda.

Çarpıcı olduğu için Suudi Arabistan’da çelişkinin boyutuna kısaca bakmakta yarar var.

Dünya petrollerinin %65’i Orta Doğu’da ve bunun %38’i de Suudi Arabistan’da. Suudi petrolünün büyük çoğunluğu Amerikan şirketleri tarafından işletilmekte.

Suudi kralı otomobillerinin garajlarını onarmak için bir yılda iki milyon dolar harcarken, yine bir yılda eğitime harcanan miktar sadece 150 bin dolar. Bu ülkede kadınların hiç bir hakkı yok. Ülke, sayıları birkaç bine ulaşan Suudi ailesi tarafından yönetilmekte ve bu ailede 50 tane dolar milyarderi var. Suudi kralının sarayının değerinin 17 milyar dolar olduğu söylenmekte.

İşte halkın öfkesi artık ABD’nin yanı sıra bu kokuşmuş rejime karşı da yöneliyor. Usame Bin Ladin’in Suudi Arabistan’da ve tüm bölgede bu denli popüler olması bu krallık ile çatışıyor olmasına da dayanmakta.

Suudi Arabistan dünyanın en vahşi rejimlerinden biri. Krallık ailesini eleştirdiği için 1996’da 10 yaşında bir çocuk elleri bağlanarak polis karakolunun önünde güneş altında ölüme bırakıldı. Gene kraliyet ailesini eleştirdikleri için kafaları kesilenlerin sayısı ise bilinmiyor. Kuruluş günlerinde nüfusu dört milyon olan bu ülkede, 400 bin kişi krallığın kuruluşuna karşı çıktığı için katledilirken 40 bin kişi halkın önünde idam edildi.

Suudi rejimi ABD’nin bölgedeki bir başka bekçi köpeği. Sadece 1988’de Suudi Arabistan, ABD silahlı kuvvetlerinin kullanması için bölgede 14 milyarlık askeri yatırım yaptı.

Bugün Suudi Arabistan bölgenin yumuşak karnı durumunda. Suudi egemen sınıfları bu nedenle ABD ile arasına bir mesafe koymaya çalışmakta, ama bu gerçekte mümkün olmadığı için giderek ülke içinde daha zayıf duruma gelmekte.

Açık ki, Suud rejiminin sonu hızla yaklaşıyor.

 

Sosyalist İşçi Anti Kapitalist Kadın Özgürlüğü Troçkizm
DSİP Tartışma Forumu
IMF'ye Hayır! e-Grup