![]() |
||||||||||
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
||||||
•
Umut ve isyan büyüyor
Umut ve isyan büyüyor
2001’in son günlerinde Arjantin’de yoksulların ayaklanması ve hükümeti devirmesi, 2002’nin nasıl geçeceğinin göstergesi. Dünya’nın en büyük ekonomileri arka arkaya resesyona giriyor. Bu daha zayıf ekonomilerde yaşanacak sarsıntıların şu ana kadar olandan daha şiddetli olacağını gösteriyor. ABD’nin Afganistan’a karşı savaşı henüz bitmemişken, Irak’a müdahale daha somut hale geldi. ABD yürüttüğü hegemonya savaşı için öncelikle Irak’ı daha sonra da Somali’yi hedef gösteriyor. Muhtemelen Afganistan’da savaş sonrası binlerce insan açlık ve soğuktan ölürken, ABD Irak’ı bombalıyor olacak. Dünya egemenleri kendi cephelerinde çatlakları tamir etmeye ve krizin yükünü tüm dünyada yoksullara yüklemeye çalışıyor. Bizim cephemizde ise giderek güçlenen anti-kapitalist hareket, Filistin’de İntifada, Arjantin’de ayaklanma var. Bir zamanlar IMF’nin gözbebeği Arjantin idi, şimdi ise Türkiye. Türkiye ekonomisi Arjantin’e göre daha kötü durumda. Hükümetin ve TÜSİAD’ın bu günlerde Arjantin’e benzemiyoruz diye çırpınmalarının nedeni de bu. Onlar çeşitli sosyolojik açıklamalar getirerek bir “sosyal patlama” yaşanmayacağını kanıtlamaya çalışıyorlar. Kendilerini ve halkı ikna etmek için ileri sürdükleri bir diğer iddia da 11 Eylül sürecinden Türkiye’nin, ABD’nin desteği sayesinde güçlenerek çıktığı. Bu ve benzeri iddialar elbette ki olan biteni ifade etmiyor. 11 Eylül’den Türkiye güçlenerek çıkmadı. Afganistan’a yerleştirilen askeri gücün liderliğini kapma hayalleri suya düştü. AB’ye dahil olma noktasında Türk egemen sınıfının işleri kolaylaşmadı. 2002 yılı için ekonominin düzeleceği beklentisi ise bir ham hayalden ibaret. Dünyanın en büyük ekonomileri resesyon yaşarken beklenmesi gereken ekonomik çöküntü ve egemenlerin çok korktuğu “sosyal patlama”dır. Şimdi hükümeti devirmek işçi hareketi için her zamankinden daha mümkün. Sendikal önderlikler ve sol karamsar bir havaya sahip, kazanmanın mümkün olduğunu düşünmüyorlar. Oysa sokaktaki, işyerlerindeki öfke akacak kanal arıyor. 1 Aralık sendikal önderliklere rağmen gerçekleşti ve onbinlerce işçi sokağa çıktı. Türkiye’de önderlik bu hükümetin alternatifinin olmadığını düşünüyor. Bu tutumu değiştirecek olan da aşağıda kaynayan öfkenin sokağa taşmasıdır. Alternatifi sokaktaki mücadele ortaya çıkaracak. Yugoslavya’da, Endonezya’da, Arjantin’de olduğu gibi. Kazanmak için kararlı birleşik bir mücadele gerekiyor. IMF programı durdurulabilir ve havanın emekçilerden yana dönmesi sağlanabilir. Arjantin’de
IMF uşakları devrildi Arnavutluk, Endonezya ve Sırbistan'a şimdi de Arjantin eklendi. Arjantin'de, IMF'nin yapısal uyum programlarıyla iliğine kadar sömürdüğü emekçilerin öfkesi patladı. Yağma değil halk ayaklanması On binlerce Arjantinli, başkentteki 1 Mayıs alanını doldurdu. Ekonomi bakanlığı ateşe verildi. Arjantin'in Kemal Derviş'i Domingo Cavallo'nun istifası hemen kabul edildi. Hükümet düştü. Devlet başkanının "ulusal uzlaşma" hükümeti önerisine muhalefetteki peronist parti katılmayınca, devlet başkanı Fernando de la Rua da istifa etti. Hemen arkasından hükümet istifa etti. Devlet Başkanı de la Rua, göstericilerin çevirdiği başkanlık konağından helikopterle kaçmak zorunda kaldı. Yağma olayları bahanesiyle 30 günlük sıkıyönetim ilan edildi. Ama emekçilerin öfkesi dinmedi ve sıkıyönetime uyulmadı. İsyan sürdü. Krizin faturasını daha fazla ödemeye niyetlerinin olmadığını kanıtladılar. Arjantin'deki olayları "yağmacılık" olarak göstermeye çalışanlar yanılıyor. Halk kendi parasını, kendi malını geri almaya çalışıyor. Zengin mahallesindeki bir süpermarketten yiyecekleri toplayan bir isyancı şunları söylüyor: "Bizim oturduğumuz semtte açlıktan ölenler var. Sadece yiyecek alıyoruz". Emekçiler hafta başından beri süpermarketlerin karşısında yiyecek talebinde bulunuyorlar. Ortada bir yağma değil, ekmek talepleri hükümet tarafından karşılanmayan emekçilerin, kendi taleplerini kendi bildikleri yoldan elde etmesi var. Ne süpermarketler ne de bankalar kutsal ve dokunulmaz yerlerdir. Ekmek verilmezse zorla alınır. Üstelik IMF ve Arjantin hükümeti, kısaca başlı başına bir yağma sistemi olan kapitalizme karşı mücadelede, trafik lambalarının, banka camlarının ve mega marketlerin saldırıya uğraması, kapitalizme karşı öfkenin göstergesidir. Kapitalizme karşı öfke, önce kapitalizmin simgelerine yönelir ve bu tümüyle meşrudur. IMF yoksulluk demek Arjantin'de işçi ücretleri bir çok eyalette 300 dolar düzeyindeyken yoksulluk sınırı 470 dolar. Ülke nüfusunun yarıya yakını yoksulluk sınırının altında. Ücretlerde kesintiler yaşanıyor. Son dönemde işçilerin ücretleri ortalama % 10.7 geriledi. Halk ayaklanmasının hemen ardından medya ve sermaye sözcüleri, Arjantin'in IMF programını uygulamadığı için krize girdiğini iddia etti. Oysa, Arjantin'de uygulanan, IMF'nin dünyanın bir çok bölgesinde dayattığı yapısal uyum programının ta kendisi. Arjantin'de sosyal ayaklanmayı Hürriyet gazetesi, "Arjantin, IMF ile inatlaştı, battı" şeklinde aktardı. Türkiye'nin başarısı olarak gösterilen ve övülerek ilan edilen IMF'ye itaat programı, tüm emekçi kesimlerin yoksullaştırılması, başka bir deyişle ağır bir saldırı programından başka bir şey değil. Arjantin'de uygulanan dolara endeksli kur uygulaması, burjuva iktisatçıları açısından altı çizilecek kadar farklı bir model olarak görülebilir. Ancak, Arjantin sermaye sınıfının yaşadığı krize yanıt olarak uygulanan IMF yapısal uyum programı ve neo-liberal politikalar, emekçiler açısından tıpkı Türkiye'de olduğu gibi, kaynakların acımasızca emekçilerden sermayeye aktarılmasından başka bir şey değil. Türkiye Arjantin'den farklı mı? Arjantin'deki "sosyal patlama", Türkiye'de geniş kesimleri endişelendirdi. Ayaklanmanın arkasından, bürokratlar, burjuva ekonomistleri ve medyatik öğretim görevlileri hep bir ağızdan, Türkiye'nin Arjantin olmadığını, Türkiye'nin iyi yolda olduğunu, endişelenecek bir şey olmadığını anlatmaya başladı. Arjantin dünyanın en borçlu ülkelerinden biri. Toplam 132 milyar dolar kamu dış borcu var. Ancak, Türkiye'de dış borçların GSMH'ye oranı % 100 civarındayken, Arjantin'de bu oran yüzde 55'de kalıyor. 2000 yılında Türkiye'nin bütçe açığının GSYİH'ye oranı % 10.4 olarak gerçekleşmişti. Aynı yıl bu oran Arjantin için % 2.4 oldu. Türkiye'de enflasyon % 100'lere dayanmışken, Arjantin'de enflasyon sorunu yok. Arjantin'de kişi başına düşen ulusal gelir, Türkiye'dekinin neredeyse dört katı. Veriler çoğaltılabilir. Ancak görünen o ki, "bizim durumumuz daha iyi" mesajı veren "Türkiye Arjantin'e benzemiyor" şeklindeki yaklaşım haklı. Ancak, bir farkla: Türkiye'nin durumu Arjantin'den de beter! Arjantin: Umut ve alternatif Alman bir sosyolog, bu kadar derin bir kriz yaşanmasına rağmen Türkiye'de emekçilerin isyan etmemesini "Türk mucizesi" olarak yorumluyordu. Arjantin'de iki yıldan beri, IMF politikalarına karşı dirençli bir mücadele sürüyor. Defalarca, günlerce süren genel grevlerle, fabrika ve yol işgalleriyle örgütlü işçi sınıfı hükümetleri uyardı. Üstelik Arjantin'de mücadele, birleşik bir biçimde sürdürüldü. Sadece örgütlü işçi sınıfının sendikaları arasında değil, işsizlerle işçiler arasında da eylem birliği sağlandı. Her genel grevde işsizler de mücadelenin en ön saflarında yer aldılar. Kararlı, militan ve birleşik bir mücadele sürdürüyor. İşte "Türk mucizesi" burada. Türk solu ve bu solun etkisi altındaki sendikal önderlik o kadar karamsar ve bezgin ki, sermaye sınıfının Arjantin'dekini aratmayacak saldırısına, Şubat Krizinden sonra hızla artan yoksullaşmaya, 1 Aralık "esnaf eylemleri" sırasında iyice belirginleşen toplumsal öfkeye rağmen, harekete geçmiyor, korkuyor ve hareketi dizginliyor. Arjantin'de Genel İşçi Konfederasyonu (CGT) süresiz grev çağrısı yaptı ve sendika temsilcisi Juilo Piumato, "Hükümet yağmalama olaylarının olduğu Buenos Aires ve çevre kentlerde sıkıyönetimi kaldırmadıkça ve ekonomik önlemleri içeren ekonomi modelini iptal etmedikçe sürekli grevde olacağız" dedi. Türk mucizesi, benzer bir tutumu Türk-İş'in ve KESK'in esnaf eylemleri sırasında almasını engelleyen sendikal önderliklerdir. Türkiye'de önderlik, "Bu hükümetin alternatifi yok" yalanına inanmış vaziyette. Bu hükümetin mecliste bir alternatifi olmayabilir. Ama Arjantin'de emekçiler hükümetin alternatifi var mı yok mu diye tartışmadılar. Tıpkı Sırbistan ve Endonezya'da olduğu gibi. Arjantin'deki ayaklanma, bugün reformların ancak devrimci mücadele ile, yani işçi sınıfının genel grev ve isyanlarıyla kazanılabileceğini, ekmeği elde etmek için hükümeti de devirmek gerektiğini göstermekte. Türkiye'de de alternatif, genel grevdir, isyandır! Dünya Krizi Derinleşiyor Son veriler, G7'lerin tüm saldırılarına rağmen büyüme oranlarının azaldığını gösteriyor. Krizden çıkamadıkça daha azgınca saldırıyorlar. Daha azgınca saldırdıkları oranda küresel direniş daha büyüyor. Arjantin'de isyan sürerken, egemenler tüm dünyada panik halinde sıranın kimde olduğunu düşünüyor. Sıra kimde? Sıra belki bir kez daha Endonezya'da, belki Türkiye'de, belki Yunanistan'da. Sıra kimde olursa olsun, bu isyan ve ayaklanma dalgası sürecek. 100 bin kişi haykırdı: "Avrupa biziz!" Başka bir Avrupa mümkün!
Birliğin geleceğini belirleyen ve bu anlamda Avrupa emekçilerini de yakından ilgilendiren Avrupa Birliği zirvesi, Belçika'nın başkenti Brüksel'de 13-15 Aralık tarihlerinde gerçekleşti. Zirvenin gündeminde, AB anayasası taslağı, Birliğin doğuya doğru genişletilmesi, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, ortak bir ilticacılar politikasının saptanması, işsizlik, eğitim ve mülteciler gibi meseleler yer aldı. Avrupa'nın geleceğinde söz sahibi olmak ve merkezinde küresel kapitalizmin mantığının değil, insanın olduğu sosyal bir Avrupa için iki büyük eylem düzenlendi. 13 Aralık'ta 100 binden fazla örgütlü işçi "sosyal Avrupa" için sokaktaydı. 14 Aralık'ta ise 25 binden fazla anti kapitalist aktivist "Küresel Barış, Küresel Adalet" sloganıyla eyleme çıktı. Cenova'da zirveye çıkan anti kapitalist hareketin, özellikle 11 Eylül saldırısından sonra düşüşe geçtiği iddia ediliyordu. Brüksel'deki eylemler, küresel sermayenin neo-liberal saldırılarına karşı öfkenin genişleyerek sürdüğünü gösterdi. Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) tarafından düzenlenen yürüyüşe 100 binden fazla örgütlü işçi katıldı. Bu eylem, son yıllardaki en büyük işçi eylemlerinden biri oldu. Hatırlanacağı gibi, ETUC'un 2000 yılının Aralık ayında Nice'de Avrupa Birliği zirvesini protesto eylemine de 100 binden fazla işçi katılmıştı. Brüksel'deki eyleme, Türkiye'den de KESK genel merkezi ve şube merkezlerini temsilen sendikacılar katıldı. Eyleme, Belçika sendikalarının dışında, özellikle Fransa'dan CFDT ve CGT sendikalarının organize ettiği yaklaşık 20 bin Fransız işçisinin katılımı söz konusuydu. Ayrıca, Almanya'dan IG Metall'in başını çektiği oldukça geniş bir katılımın yanı sıra, Portekiz'den Polonya'ya bir çok ülkeden de delegasyonlar yer aldı. Eylemde en coşkulu ve militan olan işçiler, son günlerde mücadele içinde olanlarıydı. Konkordato ilan ederek, 12 bin işçiyi sokağa atan Belçika ulusal havayolları Sabena işçileri, son haftalarda zaten mücadelenin içindeydi. Sabena işçileri sendikaların düzenlediği eylemde önde yer alırken, ertesi gün düzenlenen uluslararası anti kapitalist eyleme de katıldı. Bunun yanı sıra, Moulinex, Danone, Air France gibi işyerlerinden, iş yeri kapatmaları, özelleştirmeler ve kitlesel işten çıkarmalara karşı mücadele içinde olan işçiler de geniş kortejler halinde eyleme katıldı. Eyleme, özelleştirmelerin zenginlik getireceği söylenen eski Doğu Bloku ülkelerinden de katılım vardı. Polonya'dan Solidarnosc ve NPZZ konfederasyonlarının delegasyonları katıldı. Polonya'da, yaşadığı kasabadaki fabrika işçileriyle omuz omuza yürüyen öğretmen Krzysztof Wika, "Özelleştirmelerin bir çok yüzü var, ama hiçbiri işçiler için iyi değil" diyordu. Sendikalı işçilerin eyleminin ertesi gün düzenlenen ve özellikle genç anti kapitalist aktivistlerin katıldığı eylemde, hava eksi beş derece olmasına rağmen coşku hakimdi. Bu eylem, ATTAC ve Globalise Resistance gibi 150 kadar örgütün koalisyonuyla düzenlendi. Eyleme küreselleşme karşıtı ATTAC örgütü kortejinde yürüyen bir üniversite öğrencisi, "Cenova'dan önce okulumda yalnız olduğumu düşünüyordum, ama Cenova'dan sonra ne kadar kalabalık olduğumuzu gördüm" diyerek, eylemin birleştirici olduğunu ve küresel kapitalizme karşı öfkenin nasıl yayıldığını iyi bir şekilde özetliyordu. Sabena işçilerinin "Ekonomik terörie son" pankartıyla katıldığı anti kapitalist eyleme, özelleştirmelere karşı mücadele eden Belçika posta işçileri de katıldı. Eyleme katılan sendikalı işçilerden biri, "Sendikacılar olarak bu eylemde bizim de bir görevimiz var" diyerek, anti kapitalist mücadelenin bir parçası olduklarını vurguluyordu. Bu eylemde katılımcıların büyük çoğunluğu Belçikalı gençlerden oluşuyordu. Eylemlerde savaş karşıtlığı merkezi tema olmamasına rağmen, özellike İngiltere'den yüzlerce eylemcinin katıldığı Direnişi Küreselleştir (Globalise Resistance) kortejinde "Savaşa hayır!" sloganları atılıyordu. Belçika'nın başkentinde Avrupa Birliği zirvesini basan ve Avrupa'nın geleceğinde söz sahibi olmak isteyen anti kapitalistler ve sendikalı işçiler bir kez daha iki Avrupa olduğu gerçeğini gösterdi. Belçika Kraliyet Sarayı'nda, sermayenin çıkarları doğrultusunda neo liberal politikaları nasıl uygulayacaklarını kararlaştıran Avrupa Birliği temsilcilerine karşı, sokaklarda bir başka Avrupa'nın temsilcileri kitlesel olarak eylemdeydi. 76 yıl yürürlükte kaldıktan sonra değişen Medeni Yasa büyük umutlar doğurdu. Yasanın, değişmesi için şimdiye kadar çeşitli zamanlarda 5 ayrı taslak hazırlandı. 1950’lerden itibaren başlayan bu süreç 2001 Aralık ayında noktalandı. Adalet Bakanı Yeni Medeni Yasayı uzlaşma kültürünün başarısı, hukukta devrim olarak değerlendirdi. Yeni Medeni Yasa’nın, iddia edildiği gibi kadınlara sunduğu yeni bir hayat yok. Aile hukuku bölümünde yapılan kimi bazı eşitlikçi düzenlemeler, aile reisliğinin kaldırılması kadınlara büyük bir lütuf gibi sunuldu. Evin seçiminde, çocukların velayetinin kullanılmasında, aile birliğinin temsilinde, kadınlara eşit söz hakkı verilmesi bahşedilen eşitlikçi düzenlemelerden birkaçı. Aile hukuku bölümünde eşitlik doğrultusunda yapılan bu değişikliklerin görece olsa da bir anlam ifade edebilmesi için, mal rejimlerinde, yani evliliğin sona ermesi halinde malların tasfiyesini düzenleyen bölümlerde değişiklik yapılması gerekiyordu. Mal rejimleri kadın örgütlerinin şimdiye kadar talep ettiği doğrultuda değiştirildi. Aile birliğinin sona ermesi halinde evlilik birliğinde edinilen malların eşit paylaşımını düzenleyen “edinilmiş mallara katılım rejimi” yasal mal rejimi olarak kabul edildi. Fakat bundan sonrası tam bir yılan hikayesine döndü. Değişiklik sırasında var olan yasa tasarısını eleştiren bir rapor sunan MHP’nin itirazları özellikle mal rejimlerine ilişkin düzenlemede etkili oldu. İtirazların temelinde yatan “milli gelenek ve göreneklerimize aykırı” düzenlemelerin olması idi. Mal rejimlerindeki eşitlikçi düzenlemeye Bahçeli “genç kızlarımızı servet avcılığına iter” sözleri ile değerlendirdi. MHP ile yapılan pazarlık sonucunda yasal mal rejimi, var olan evliliklere uygulanmaması koşuluyla kabul edildi. Medeni Yasa’nın, değişikliği sırasında 124 kadın örgütü bir araya gelerek mecliste kadınlar lehine değişikliklerin yapılması için çaba harcadı. Şüphesiz kadın örgütlerinin birliğinin sağlanması önemliydi. Ama toplumun yarısını oluşturan kadınları etkileyen düzenlemelerin yapıldığı bir sırada aynı zamanda sokakta eşitlikçi düzenlemelerin arkasında duracak toplumsal muhalefeti de örmekgerekiyor. Kılık-kıyafet yasasının değişmesinde olduğu gibi haklarımızı ancak mücadele içinde kazanabiliriz.
Benzer bir gelişme Avrupa Ordusu'nda da yaşandı. Türkiye Denktaş'ın Klerides'e mektup yazması ile aynı günlerde Amerikan ve İngiliz temsilcileri ile toplanarak bu konuda anlaşmaya vardı. Kısacası Türkiye aniden dış politikasında önemli geri adımlar atmaya başladı. Kıbrıs bağımsız bir ülke. Türkiye'nin de garantörü olduğu bir cumhuriyet. 1974 işgalinden sonra Türkiye giderek bu cumhuriyeti tanımama çizgisine doğru yürümesine rağmen bütün dünya durumu böyle görüyor. Kıbrıs'ın Türkiye'nin işgali altındaki bölgesinde kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni Türkiye'den ve KKTC'den başka tanıyan yok! Bütün dünya Kıbrıs denince Cumhurbaşkanı Klerides olan Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tanımakta. Bugün Denktaş ve Türk Dış İşleri Bakanlığı sözcüleri KKTC'nin meşruiyetini 1974 öncesindeki toplumlar arası çatışmalara bağlamaktalar. Dolayısıyla işgali, işgal altındaki bölgeye Türkiye'den çok sayıda göçmenin yerleştirilmesini, işgal sırasında çok sayıda Kıbrıslı Rum'un kaybolmasını, Rum topraklarına ve diğer mülklerine el konarak yeni göçmenlere dağıtılmasını hep bu 30-40 sene önceki çatışmalara bağlamaktalar ve sütten çıkmış kaşık misali olayların tüm sorumluluğunu Rumlara yüklemeye çalışmaktalar. Oysa Rumların EOKA örgütlenmesine karşı Türklerin de militarist örgütlenmelere sahip olduğu, bu örgütlenmelerin sadece Rumlara karşı değil birlikte yaşamayı, birlikte örgütlenmeyi savunan Türklere, sendikacılara karşıda şiddet kullandığı biliniyor. Öte yandan Denktaş ve yakın çevresi, Kıbrıs henüz İngiliz sömürgesi iken verilen bağımsızlık mücadelesinde İngilizlerden yana tutum almıştır. Denktaş bağımsızlık savaşçılarını idama yollayan sorumlulardan birisidir. Bu geçmişi ile Denktaş'ın Kıbrıs Rumları’na güven vermesi düşünülemez. Öte yandan 1974'den bu yana bölünmüş Kıbrıs'ın iki yakası arasında uçurum ölçüsünde bir ekonomik farklılık oluşmuştur. Denktaş'ın başında olduğu taraf Rum tarafına göre 7-8 defa daha yoksuldur ve Kıbrıs Türkleri bu durumun farkındadır. Kıbrıs AB'ye aday ülkeler arasında kişi başına GSMH'nın en yüksek olduğu ülkedir, Türk işgalindeki bölge ise Türkiye ortalamasından bile daha geri bir durumdadır. Kıbrıs'ta çözüm her şeyden önce Türk ordusunun adadan çekilmesine dayanmaktadır. Bu durumda Kıbrıs'ın iki halkı kendi aralarında çözüm bulacaklardır. Ne var ki Türkiye'deki yayılmacı milliyetçiler Kıbrıs'ı her şeyden önce Türk yayılmacılığının bir aracı olarak görmektedirler. Onlar için önemli olan Kıbrıs'ın Türk halkının güvenliği değil Türkiye'nin bölgedeki yayılmacı, askeri çıkarlarıdır. Tam da bu nedenle Türk ordusunun Kıbrıs'tan çekilmesi Kıbrıs Türkleri için de çözüm anlamına gelmektedir. Denktaş -Klerides görüşmesi Kıbrıs Türkleri arasında yeni bir hava yarattı. Barıştan, birlikten yana olan güçler güçlü bir biçimde ortaya çıktı. Şimdi daha iyi görülüyor ki Kıbrıs Türkleri Kıbrıs Rumları ile birlik istiyorlar ve derhal istiyorlar. Halkların isteği herşeyden önce gelir! Son günlerde yaşanan bir dizi gelişme iktidar ortağı ülkücü MHP'nin çıplak yüzünü bir kere daha ortaya çıkardı. Daha henüz Koray Aydın skandalı tazeyken, bu defa ırkçılığı ile ünlü Sağlık Bakanı Osman Durmuş'un Vakıf soygunu ortaya çıktı. Bakanlığa ait bir kaplıcayı ömür boyu kendisinin başında olacağı bir vakfa devreden ülkücü Durmuş, ayrıca bu kaplıcanın "geliştirilmesi" için Sağlık Bakanlığı'ndan vakfa fon aktarmış. Soygunun böylesi az bulunur! Soygunların yanı sıra son günlerde ülkücü çeteler okullarda da azıttı. Faşistler Ankara Fen Fakültesi ve DTCF'de öğrencilere saldırdı. Bir çok öğrenci yaralandı. Öte yandan kamu emekçilerinin mücadelesini bölmesi için kurulan Türk Kamu - Sen, KESK'in gelişmesini engelleyemediği ölçüde kudurmakta ve saldırganlaşmakta. Bir çok ilde ülkücü çeteler KESK sendikalarını ve özellikle de Osman Durmuş'un Sağlık Bakanlığı'nda örgütlenen SES'i tehdit etmekteler. Fen Fakültesi ve DTCF saldırılarının üzerine öğrenciler Ankara'da gösteri düzenlerken SES ve diğer KESK sendikaları da düzenledikleri basın açıklamaları ile ülkücü tehditleri açığa vurdular. Bütün bu gelişmelerin yanı sıra MHP'nin propaganda şefi Şevket Yahnici'nin Radikal'de çıkan röportajı MHP'nin demokrasi ve insan haklarına ne denli düşman olduğunu açığa çıkardı. Yahnici'ye göre kültürel haklar Türkiye'yi böler. Eğer 312. madde kalkarsa herkes sokaklarda yürüyüş yapar. Yahnici'ye göre bugünkü ekonomik koşullarda herkes daha fazla hak isteyeceği için yürüyüş ve gösteri yapar ve bu nedenle demokratik haklar, insan hakları kısıtlı olmalıdır. MHP'nin propaganda şefi açıkça sessiz, itaatkar bir toplum istediklerini söylüyor. Zaten MHP'nin hükümetteki anlamı da bu. Bu hükümetin saldırgan ucunu MHP oluşturuyor. Kimileri MHP'nin puan kaybettiğini düşünüyor. Bu nedenle MHP onlara bir tehdit olarak görünmüyor. MHP'nin bir ölçüde gerilediği, itibar kaybettiği doğrudur ancak yerine bir başka alternatif geçmedikçe seçim anında MHP yeniden ileri fırlayacaktır. Zaten yapılan bütün kamuoyu araştırmalarında %10 barajını geçen 3-4 partiden birisi olarak MHP gösterilmektedir. MHP'nin kendiliğinden, salt iktidar partisi olduğu için gerileyeceğini düşünmek son derece yanlış olur. Ülkücü MHP'nin geriletilmesi ancak onun yoğun teşhiri ile olanaklı hale gelir. Bu yapılmadan MHP'nin gerileyeceğini düşlemek vahim sonuçlara yol açacaktır. Emekçiler mücadele isteklerini kanıtladı Kasım ayında başlayan işçi gösterileri 1 Aralık'ta bütün Türkiye çapında eylemlere dönüştü. Şimdi bir yandan KESK diğer yandan Türk-İş Ocak ayından itibaren yeni eylemlere hazırlanmakta. Türk-İş bütün illerde mitingler düzenledikten sonra Ankara'ya, Kızılay'a yürüyeceğini açıklarken KESK de genel grev hazırlığı içinde olduğunu duyurdu. Kasım eylemleri ve 1 Aralık geçen sene aynı dönemdeki eylemler kadar güçlü olmadı. Bu açık. Bu nedenle bazıları hareketin gerilediğini, öfkenin olmadığını, geçtiğimiz dönemde hareketin öfkesini öne çıkaranların doğru tespitler yapmadığını söylemeye başladılar. Oysa gerek Kasım eylemleri gerekse de 1 Aralık küçümsenecek boyutlarda geçmedi. Geçen seneden farkını sendika liderliklerinin oynadığı rolle açıklamak gerekir. Geçen senenin 1 Aralık genel grevinden sonra genel greve devam etmekten çekinen sendikal önderlikler bugünkü eylemlerin geleceğini de belirlemiş oldular. Aradan geçen dönemde de sendikal hareketin kritik noktalarda sessiz kalması işçi hareketini daha da geriye çekti. 1 Aralık'ın ardından kongre telaşına kapılan KESK Şubat krizine yeni bir yönetimle girdi. Ne var ki kongre süreci bir dizi kırgınlık yaratmış, hareketin bölünmesine ve hatta parçalanmasına yol açmıştı. Kriz günlerinde "esnaf eylemleri" diye bilinen esnaf, zanaatkâr, küçük işletme işçisi ve işsizlerin eylemleri gerçekleşirken sessiz kalan KESK ve diğer sendikaların önderlikleri daha sonra Nisan'da eyleme çıktığında öfkenin sınırsız patlaması yatışmıştı. İşte bu seneki Kasım ve 1 Aralık eylemlerine böyle gelindi. Her düzeydeki sendika önderliklerinin umursamaz tutumu, Türk-İş yöneticilerinin, eylemlerin küçük kalması için çabalamaları dahi 1 Aralık'ta onlarca kentte gösterilerin gerçekleşmesine ve 100 bine yakın emekçinin alanlara çıkmasına engel olamadı. Eğer, baştan ilan edildiği gibi 1 Aralık'ta, Ankara'da merkezi bir gösteri düzenlenmiş olsaydı, sendika liderliklerine rağmen bu gösteriye katılım kolayca 100 bine ve daha yukarıya çıkabilirdi. İşte var olan mücadele isteği kendisini böyle gösteriyor. Bugün işçi hareketinin temel sorunu önderlik sorunu. Ancak bu sadece sendikal düzeyde düşünülemez. Asıl önderlik sorunu politik olarak yaşanmakta. Bakılıp, cesaret ve yönelim alınacak bir politik önderliğin olmaması hareketin bugünkü durumunun açıklanmasındaki en önemli halkayı oluşturmaktadır. Bu durumda küçük de olsa hareketin çıkarlarını koruyan, hareketin mücadele belleğini oluşturan bir devrimci siyasal örgütlenmenin güçlendirilmesinin önemi ortada. Bize göre Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, savunduğu siyasal tespitler ve açılımlarla, bu görevi yerine getirecek partidir.
|
||||||||||