Sınıf mücadelesinde tarafsız kalınamaz

Orta yolcu politikalar kaybettiriyor!

 

28 Şubat darbesi karşısında solun tutumu, aslında içler acısı halini bütün gerçekliğiyle ortaya sermişti. 28 Şubat öncesini hatırlayacak olursak çetelere karşı yığınsal bir mücadeleyi ve öfkeyi görürüz. Susurluk kazasıyla ortaya dökülen pislikler karşısında toplumun neredeyse ezici bir çoğunluğu harekete geçmişti. Bu durum sol için bulunmaz bir fırsattı. Bir ölçüde kendiliğinden gelişen mücadeleye örgütlü işçi sınıfı da katılmıştı. Başta KESK, DİSK ve Türk-İş olmak üzere. Mücadele aslında egemen sınıfı oldukça köşeye sıkıştıran ve hatta DYP-RP iktidarının yıkılmasını hazırlayan bir sürece girmişti. 1996'nın sonu ve 1997'nin başındaki bu kitlesel mücadele ordunun 28 Şubat'ta ki muhtırasıyla neredeyse bıçakla kesilir gibi yön değiştirmiş, bir süre sonra da sönümlenmişti.

Orta yolculuk: reformizm ve stalinizm

  Peki sol açısından böylesine iyi bir fırsat, nasıl olup da elden kaçırılmıştı? Bunu anlamak için solun geleneksel anlayışının kökenlerine inmek gerekir. Sözünü ettiğimiz sol anlayış, stalinizm ve reformizm. Ve, bu her iki anlayışın da iflah olmaz orta yolculuğu.

Kendisini bir yandan işçi sınıfına bir yandan kapitalizme yaslayan reformizmin orta yolculuğu aslında anlaşılır bir şey. Dünyanın neresinde olursa olsun mücadele radikalleştikçe reformist önderler frene bütün güçleriyle basarlar. Bu, tarihte sıkça yaşanmış bir durum. Sosyal demokrat liderler bir devrimden en az kapitalistler kadar korkarlar. Almanya'da Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra patlayan iki devrimci dalganın yenilgisinde sosyal demokratların büyük bir rolü vardır. Türkiye'de de sosyal demokrat partiler egemen sınıfın saldırı programlarının sadık bir uygulayıcısı oldular. Bugün Avrupa'da iktidarda bulunan sosyal demokrat partiler özelleştirmelerde, sosyal ve ekonomik hakların budanmasında rekora doğru gidiyorlar. Sosyal demokrasinin ikili karakteri onun doğasında yatan orta yolculuğu anlamamız için yeterli.

Kendisini sosyalist ve devrimci olarak adlandıran, Stalin dönemi Rusyası’nı bir simge olarak gören sol için ne demeli? Stalinizmin tahribatı salt Ekim Devrimi’ni boğazlamasıyla sınırlı değil. Sosyalist harekete verdiği zarar da en az ilki kadar yıkıcı. Stalinizmi tarihin sadece belirli bir döneminde verdiği zararlarla sınırlandırıyor olsaydık, kesinlikle çokça tartışmamız gereken bir olgu olmazdı. Stalinizm 1928'de Ekim Devrimi'nin bütün kazanımlarını silip süpürmekle yetinmedi. Çin, İngiltere, İspanya ve Fransa'da devrim fırsatlarının kaçırılmasına Almanya'da faşistlerin iktidara gelmesine ön ayak oldu. 1956 Macaristan, 1968 Çekoslavakya devrimlerini tank paletleriyle ezmekle de yetinmedi; 1968 devrimci yangınının özellikle de Fransa'da söndürülmesine yol açtı. Fakat her şeyden önemlisi stalinizmin sosyalist harekete verdiği teorik ve politik tahribat.

Sol milliyetçilik

Tek ülkede sosyalizm teorisi sadece 1920'lerin Rusyası’nda zorbalıkla kabullendirilmiş bir teori değil. Aynı zamanda bütün sola şeklini veren bir teori. Solda sıkça karşılaştığımız milliyetçilik kaynağını bu teoriden alıyor. Bu Türk solu için daha da geçerli. Kendisini 1960'larda şekillendiren Türk solu yurtseverlikle, sosyalizmi harmanlamayı bu sayede becerdi. 1960 ve 1970'li yıllarda en radikalinden en sağdakine kadar solun büyük bir çoğunluğu egemen sınıfın ideolojisi olan kemalizmle sosyalizmi iç içe geçirdi. 1971 12 Mart darbesini solun önemli bir kesimi ilerici darbe diyerek alkışladı. Solun orduyu ilerici olarak görmesi boşuna değildi. İşçi sınıfına zerrece ilgi duymayan ya da onu salt devrimde yumruğunu kullanacak araç olarak gören sol, elit öncü güçlerin veya yurtsever subayların darbesini kesinlikle kabul eder bir durumdaydı. Kendisini halkın önünde ve üzerinde gören sol, politik hataları da üst üste sıralayınca 12 Eylül darbesinden acı bir yenilgiyle çıkmaktan başka çare kalmamıştı. Ama ne darbelerde çekilen acılar, ne 90'lı yılların başında bir bir yıkılan baskıcı stalinist rejimler solun hatalarından arınmasına neden oldu. Bugün hala ordunun ilericiliğinden söz eden, her keskin dönemeçte geriye çekilen, milliyetçilikte birbiri ile yarışan, etrafa karamsarlık yaymaktan başka bir işe yaramayan sol bu stalinist yıkıntının ürünüdür.

Neo liberal politikalar, sol boşluk ve islamcı hareket

1990'lı yıllarda özellikle solun yarattığı boşluktan da yararlanarak islamcı hareket bazı Orta Doğu ülkelerinde olduğu gibi Türkiye'de de büyük bir atılım yaptı. Bu yıllarda stalinist sol sosyalizm diye bildiği rejimlerin yıkılmasıyla sarsılırken, sosyal demokratlar da (SHP-CHP) hükümetteki uygulamalarıyla, işçi sınıfının ve yoksulların güvenini ve desteğini kaybetmişlerdi. 1980'lerin başından beri tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de vahşice uygulanan neo liberal politikalar yoksulluğun ve işsizliğin yaygınlaşmasına yol açtı. Fakat 1980'lerdeki gerileyişine son veren işçi sınıfı hemen her yerde direnişe geçti. 1989-91 yılları arasında Türkiye işçi sınıfı dişe diş bir mücadele sergiledi. Hatta bu sayede SHP yerel yönetimlerin bir çoğunu ele geçirdi ve hükümete girme fırsatı yakaladı.

1970'lerde geleneksel tabanı olan orta sınıflar arasında örgütlenen islamcı hareketin temel karakteri, tekeller karşısında ezilmiş ve pazar payı gerilemiş kesimlerin sözcüsü olmasıydı. 1990'lı yılların başına kadar bu geleneksel tutumundan ödün vermeyen islamcı hareket, geniş toplumsal kesimlerin desteğine duyduğu ihtiyacın itkisiyle yoksullara ve ezilenlere dönük bir söylem geliştirdi. Yukarıda sözünü ettiğimiz sol boşluğun avantajını da kullanarak kitleselleşti. 1994 yerel seçimlerinde, 1995 genel seçimlerinde Refah Partisi çatısı altında toplanan islamcı hareket büyük bir başarı elde etti.

28 Şubat bir dönemeç

İslamcı hareketin hükümetteki ve yerel yönetimlerdeki uygulamaları iki yüzlülüklerinin bariz bir kanıtıydı. İşçi sınıfına saldırılarda bir azalma olmazken özellikle RP'li belediyelerde muazzam bir işçi kıyımı başladı. 28 Şubat 1997'de ordunun muhtırası devreye girmese yığınsal mücadele islamcı hareketin ipini çekecekti. 28 Şubat darbesinin önemli bir dönemeç olduğunu söyleyebiliriz. Prestijini zaten kaybetmiş olan geleneksel sol darbe karşısındaki tutumuyla da karaya oturdu. İllegalinden legaline kadar, darbe karşısında soldaki genel tutum “Ne darbe, ne şeriat” idi. Hatta bu "Ne Refah-Yol ne hazır ol" denilerek de sloganlaştırılmıştı. Solun bazı kesimleri de daha ileriye giderek (özellikle CHP ve İşçi Partisi) darbeyi şeriata karşı olduğu ve ilerici olduğu gerekçesiyle desteklemişlerdi. “Ne darbe ne şeriat” politikası aslında dolaylı olarak devlete angaje olmaktan başka bir işe yaramadı. Gerçekten de egemen sınıf devlet aracılığıyla islamcı harekete karşı geniş bir kampanya başlattı. RP kapatıldı ve kadroları siyaseten yasaklandı. Sol, politikasına uygun olarak, bunu izlemekle yetindi.

  Darbe karşısındaki orta yolculuk, demokrasi konusundaki tutarsızlığın ve egemen sınıfla bilerek ya da bilmeyerek uzlaşmanın da zirvesiydi. Darbe karşısındaki doğru sosyalist politika darbeye geçit yok demek ve bütün güçleri darbeye karşı direnişe seferber etmekti. Ama ne yazık ki bu politikayı DSİP'ten başka savunan olmadı.

Egemen sınıf kendini iç pazarda rahatsız eden ve tabanıyla da bir istikrarsızlık unsuru olan islamcı harekete saldırırken, elbette bunun verdiği güçle sessiz kalan sola ve işçi sınıfına da şiddetle saldırdı. Yoğun bir milliyetçilik propagandası bu saldırıyı süsledi. Ve 1997'den sonra, krizin de yarattığı etkiyle faşist MHP güç toplamaya başladı. Solun orta yolculuğunun sonucu, baskıların artması ve 18 Nisan seçimlerinde faşist MHP'nin oy patlaması yapması oldu. Solun toplamda küçülmesi de işin bedeliydi.

Orta yolculuk, sınıfa ihanet

Stalinist sol ABD emperyalizminin Irak'a saldırısında da orta yolcu bir performans sergiledi. Solun geniş kesimlerini etkisine alan slogan "ne Sam, ne Saddam" idi. Bu politikadan dolayı, ağır bombardıman uçakları ve füzeleri Irak'ı taş devrine çevirip 300 bin Iraklıyı katlederken ABD ve savaş karşıtı aktif bir kampanya yürütülemedi. Doğru slogan olan "ABD Körfez’den defol" kitlelere mal edilemedi.

11 Eylül trajedisini bahane olarak kullanıp Afganistan'ı kendi hegemonya mücadelesi ve bölgesel çıkarları için talan eden ABD karşısında da sol geleneksel tutumunu sürdürüyor. ABD emperyalizminin saldırırken yaygın bir ideolojik motif olarak kullandığı Taliban'ın ve El-Kaide örgütünün gericiliği konusundaki propagandası solun da içine düştüğü bir tuzak. Bu nedenle "Ne ABD emperyalizmi ne Taliban gericiliği" geleneksel soldaki en yaygın anlayış. Dünyanın en güçlü ülkesinin dünyanın en zayıf ülkelerinden birisi olan Afganistan'a yaptığı muazzam saldırı karşısında bu politika anlamsızlaşıyor. Kitlelerin savaş karşıtı duygularını törpülüyor. Dünyanın her yerinde ABD de dahil olmak üzere kitlesel savaş karşıtı gösteriler olurken Türkiye'de olmaması, solun bu orta yolcu, aynı zamanda sekter tutumunun sonucu.

Orta yolculuk aslında hemen her dönemeçte karşımıza çıkan, hareketi pasifize eden, mücadeleyi sekteye uğratan bir tutum. Kürtlerin özgürlük mücadelesine sırt çeviren "Ne Türk milliyetçiliği ne Kürt milliyetçiliği" diyen anlayış da buna bir örnek. Orta yolculuk genellikle egemen sınıfın dümen suyuna girmek tehlikesini de içinde barındırıyor. Öcalan'ın İtalya'da olduğu anlaşıldığında ortalığı faşist çapulcuların histerileri kapladığında, KESK liderliğinin normal eylem takvimini iptal etmesini böyle açıklayabiliriz. Deprem zamanında da aynı sol benzer bir politika izledi: "Ölüler üzerine siyaset olmaz". Ortalık faşistlerin ırkçı söylemlerine terk edildi. Bugün ise yaşanan ekonomik kriz karşısında geleneksel sol yine aynı suskunluğa sahip. Sanki krizin bitmesini isteyen, etliye sütlüye karışmayan tutum beklemeye ve geri çekilmeye neden oluyor.

Çözüm mücadelede ve örgütlenmede

Stalinist soldaki ve reformist soldaki orta yolcu tutum aşılması gereken bir sorun olarak önümüzde duruyor. Bunu aşacak güç bu örgütlerin önderlikleri değil. Dünyada gelişen anti kapitalist hareket ve Türkiye'de işçi sınıfı mücadelesi orta yolculuğu çöpe yollayacaktır. Aslında politikasızlığın adı olan temiz siyaset gibi görünen orta yolculuğun alıcıları, kitleler direnişe geçtiğinde önemsenmeyecek kadar küçük olacaktır. Ama her şeyi, bütün sorunların çözümünü kendiliğinden patlak verecek bir mücadelede aramamak gerekir. Bütün hatalı sol fikirlerle tartışan, doğru sosyalist geleneğin taşıcısı olan bir örgüte de ihtiyaç var. Çünkü her devrimin başarısı kitlelerin kararlılığına olduğu kadar devrimci önderliğin önemine de işaret eder. Önümüzdeki dönemin hem Türkiye'de, hem dünyada büyük çalkantılara gebe olması devrimci bir önderliğin öneminin daha güçlü bir şekilde vurgulanması için yeterli bir neden.

 

• Ahmet YILDIRIM

 

Sosyalist İşçi Anti Kapitalist Kadın Özgürlüğü Troçkizm
DSİP Tartışma Forumu
IMF'ye Hayır! e-Grup