![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() ![]() Siz, gitarınızın tellerine her dokunduğunuzda ve her notanız ince duvarları aşıp bana ulaştığında,
ruhum kanat takıyordu. Sabahın erken saatlerinde başlayan ve anlamlarına bir türlü akıl erdiremediğim kopuk melodiler, çoğunlukla gece yarısından sonra bir araya gelir ve beni kimi zaman mehtaplı bir kıyı
kentine, kimi zaman ıssız bir çöl ortasına, kimi zaman karanlık bir mağara kuytusuna, ama çoğunlukla hayallerimde adım adım bildiğim yalnız çalışma odanıza çağırırdı. Dağınık olmalıydı odanız; tavanda çıplak bir ampul, sağda-solda sayfaları açık kitaplar, bazen hiç açılmayan yatağınız ve odanın tam ortasında, önünüzde birkaç parça kağıt, arkası yenmiş bir kurşunkalem, elinizde gitarınızla siz… İçinde kendime hiç yer bulamadığım odanız böyle bir yer olmalıydı; hiç bilemedim ki! Yalnızca düşler değil, pekçok da ayrıntı biriktirdim sizinle ilgili. Hep çok dalgın, yüzünüz yerde yürürsünüz. Alt katınızdaki bu küçük daireye taşındığım günden beri hep aynı şeyi düşünüyorum; çevrenize bu umarsızlığınız dünyada yalnız yaşadığınız sanrısından mı; yoksa neden, hiç bilmiyorum! Bazen günlerce uğramazsınız evinize; sabah erkenden, elinizde bir tomar kağıtla dışarı çıktığınızda bilirim ki,iki gece sonra elinizde kese kağıtlarıyla dönersiniz. Böyle günlerin ardından “kadın zamanı” başlar. Değişik kadınlar gelir her seferinde. Akşamüstü gelirler evinize; gün batımına yakın. Herbirinde garip birşeyler bulurum kapımdaki bulanık gözden bakarken, hiçbirini size yakıştıramam. Saçlarının sarısını beğenmem, eteklerinin eğretiliğini, gözlerindeki gözlüğü, taşıdıkları çantayı, yürüyüşlerini, bluzlerinin yakasını; umutsuzca karalarım hepsini. Ertesi gün öğleye doğru giderler. Gelirken yüzlerinde ne olursa olsun, giderken hüzün vardır hep; tarifsiz bir hüzün buğusu. Dünyayı umursamadan yürürler; sizin gibi. Bir gece içinde beğenmediğim herşeyden; saçlarının renginden, gözlüklerinden sıyrılıp kadın olurlar. Bir kadın olmak için gerekli şeyin yanınızda geçirilen o büyülü gece olduğunu sanırım, huzursuzlanırım. Hepsinin arkasından aynı şarkıyı çalar gitarınız; o duygusuz, donuk şarkıyı… Yanlarındayken hiçbir şey çalmadığınız o isimsiz kadınları böylesi donuk bir şarkıyla uğurlamanızı anlamam. Ama yalnız değilken hiç çalmadığınızı bilirim. Bu yüzden de sizi dinleyebilen tek kadın olmanın ayrıcalığını severim; en az sizi sevdiğim kadar… Hep bilmediğim şarkılar çalarsınız. Hangisi sizin, hangisi değil hissederim yine de. Bir tek, yağmurlu akşamlarda, gitarınızı bir uda çevirip sihirli bir dokunuşla - buna basit bir akord oyunu diyemem - eski şarkıları canlandırır parmaklarınız. Senelerce önce, evde eski bir kutunun içinde bulduğum plaklardan bildiğim şarkılar bunlar; hep ağlatırlar beni. Siz çaldığınızda da ağlarım zaten; yağmurun hüznünden mi, çocukluk anılarının ağırlığından mı, aşık olduğum parmakların dokunuşuyla ağlayan bir ud olan gitarın büyüsünden mi, asla paylaşmayacağınızı bildiğim yalnızlığınıza duyduğum derin arzudan mı bilemem. Yağmur sürdükçe devam eder bu kıvrandıran konser ve hep aynı şarkıyla biter; benim en sevdiğim şarkıyla; "İçim hep hüsran dolu, sana varmaktan yana Bir tebessümü çok görme şu biçare kuluna…" Bir çiğ damlası gibidir sesiniz; berrak ve duru. Saydamlığından, istediğiniz tüm duygular geçer farkettirmeden. Gözlerinizde uzağa menzilli, gölgeli bakışlar vardır, önünüzü görmezsiniz. Kumral, dalgalı saçlarınız yüzünüzü gölgeler hep. Kestirmeye de, toplamaya da üşenirsiniz, ya da farketmezsiniz bile uzunluklarını, bilirim. Sizin çalıştığınız akşamlar, benim çalışamadıklarıma denk düşer. Siz gitarınıza dokunup da ruhuma kanat taktığınızda, bana kalan, yatağıma uzanıp tek kişilik aşkımı yaşamaktır verdiğiniz ilhamla.Yaptığım yemekler, uyuduğum uyku, dışarda yaşadığım hayat hep iki kişilik uzun zamandır. Ben, arasıra kapınızda bulduğunuz güllerin sahibi kızım. Kalbimden birer ajan gibi kapınıza bırakıyorum o gülleri. Siz onları evinize kabul ettikçe küçük umut ateşim yanıyor; birgün beni de kabul etmenize dair, herhalde aklınızdan bile geçmez böylesi. Sizse beni merdivende yanlışlıkla çarptığınız kız olarak tanırsınız en fazla; benim planladığım yanlışlıklarla… Hep dünyada sizden başka kimse yokmuş gibi yürüdüğünüzü ve merdivenleri kullandığınız zamanları bilirim. Evden çıkışımı, sizin kapımın önünden geçişinize ayarlarım. İstemeseniz de çarparsınız bana. Gözlerinizi yerden kaldırmadan “Afedersin ufaklık” dersiniz, sonra yolunuza devam edersiniz. Ardınızdan ufaklık falan olmadığımı haykırmak isterim, duyuramam sesimi. *** Ne zamandır çalmıyorsunuz; hiçbirşey. Evden de çıkmıyorsunuz, geçen gün kapınıza bıraktığım gül olduğu yerde soldu, korkuyorum. Geceleri sancılanıyorum sevgili parmaklarınız gitarı okşamayınca, çok canım yanıyor. Çıplak ayaklarla aşağı-yukarı yürüdükçe siz, kulak kesiliyorum. Aşkım, gizli bir paylaşımdan veremli bir karasevdaya dönüyor. Tek bir nota duysam gitarınızdan, azad olacağım sanıyorum, yoksa sizinle ben de öleceğim. Her günün geçişiyle acım büyüyor, yaşamım derin bir uçurumla ikiye bölünüyor. Saatin tiktakları, ölümün çağrısı gibi artık; ne olur birşeyler çalın! *** Deli bir yağmur var bugün. Kendimi dışarı atıyorum. Tıpkı sizin gibi yürüyorum; dünyada yalnızmış gibi, öyle perişanım ki! Caddeleri geçiyorum, yağmur hızlanıyor; ıslanmak umrumda değil, tenim büsbütün hissiz. Artık sesinizden, gitarınızdan umudu kestim. Kapıcının ara-sıra evinize getirdiği paketleri bilmesem öldüğünüze inanacağım. Belki de öldünüz gerçekten! Cesaretimi toplayıp size geleceğim. Ölmüşseniz bunu bilmeye hakkım var. Kırmızı bir gül alıp eve dönüyorum. Ağırlığımca yağmur suyu ve kırmızı gülümü yüklenmiş size geliyorum.Merdivenlerden çıkarken birine çarpıyorum farketmeden. Gözlerimi kaldıracakken “Afedersin ufaklık” diyen sesinizi duyuyorum. Tam yürüyüp gidecekken siz, daha fazla dayanamıyorum; “Ufaklık değil, Sinem!” Duraksıyorsunuz, arkanıza dönüp ilk kez bana bakıyorsunuz. Islaklığımdan şaşkınsınız, ben de ancak şimdi farkediyorum nasıl berbat göründüğümü. Elimdeki kırmızı gülü görünce irkiliyorsunuz, ben de irkiliyorum. Olanca cesaretim kırılıyor. Ben onu montumun altına saklamaya çalışırken, omzumda elinizin sıcaklığını duyuyorum.Derin bir ürperti sarsıyor beni, siz gülümsüyorsunuz. “Gel, sana birşeyler çalayım. Eski bir şarkı vardır, bilir misin? 'İçim hep hüsran dolu' diye. Onu çalmak geldi içimden.” Merdivenleri çıkıyorsunuz, ilk kez ağlayan bir gölge ardınızsıra sizi takip ediyor! Elinde tek bir kırmızı gül, kulaklarında eski bir şarkı… YAZAN:Sessiz kedi Mayıs ‘97 |