![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]()
Hissettiği acı, yalnızca göğüslerine yapışmış, çocuğuymuş gibi emen, ısıran
dişlerden değil. Yine solda, yine göğsüne yakın bir yerde başka bir acı var.
-yüreğinde mi?- Gözlerini yumdu; incecik bir çizgi olana dek! -acıdan mı?-
Başını kaldırdı kumral çocuk. “Özür dilerim, canını mı yaktım?” Tek bir damla yaş; sol gözünden, sol göğsünden… Hafifçe gülümseyip iki tarafa salladı başını. Kumral, çıplak çocuk usulca doğruldu üstünden. “Ağlama n’olur! Çok seviyorum seni. Dayanamam ağlarsan.” Biliyordu, dayanamazdı ağlarsa. -Vücudundaki morlukları görüp daha fazla soyunmasını izleyemeden viziteyi fırlatıp kaçtığı o otel odasındaki sarışın peruklu kadını saymazsak- tanıdığı ilk kadın bedeni, başını göğsüne yasladığı annesi, içini açtığı tek dostuydu. Birazcık canı yansa dayanamazdı. Kalkıp giyindi kumral çocuk. “Sen de giyin birtanem. Üşüme. Özür dilerim. Ben… sende yitiyorum, kayboluyorum. Kendimi kaybediyorum. Özür dilerim… Bir hayvan gibi canını yaktım.” Anlatamazdı, anlatmadı. Kumral çocuk kahve yapmaya mutfağa gitti. O da kalkıp giyindi. Saçlarını da topladığında sıradan bir genç kadın oluvermişti işte. Oturma odası niyetine kullanılan küçük odaya gitti. Duvara dayalı küçük, kilim desenli yastıkları o getirmişti, ortalarına bıraktı kendini. Evdeki tek değerli eşya olan müzik setini açtı. Birinci CD Chopin, ikincisi Bach’tı. Chopin’i seçti. Mutfaktan kahvenin iç ılıtan kokusu geliyordu… Bir aydır bu eve geliyordu, O’nu tanıyalı da iki ay olmuştu. O’nu tanıdığı o lüks otelin café’si, içtiği kahvenin kokusu, gözlerinin camdan dışarı, denize dalışı, irkilten o yumuşacık, huzurlu sesi…-ah, huzurla irkilmek… unutulmuş hayatlar, unutulmayan ayrıntılar… -“Yıllar önce vapur kaptanları her seferlerinde kıyıdaki yalıları selamlamak için düdüklerini öttürürlermiş. Yalılardan hep incecik sesli kadınların söylediği şarkılar duyulurmuş. O zamanlar denizkızlarına inananlar bile varmış.” Oturmak için izin istememişti. “Size bir kahve ısmarlamama izin verin.” Sonra bu sıradan cümleyi komik bulup gülümsemişti. O gülümsemeye kapılmıştı galiba. Alışık olmadığı o uçucu, aydınlık gülümsemeye. İki saate yakın oturmuşlardı. Kahvenin ve mentollü sigaranın unutulmaz kokusuyla… İki fincan kahveyle içeri girdi kumral çocuk. O’ndan beş yaş değil, asırlarca küçük gibiydi. Gözlerinde mutfakta elinin tersiyle sildiği yaşların ıslaklığı vardı. Kimse O’nun bedenindeki ya da ruhundaki acı için ağlamazdı kumral çocuktan önce. Belki sırf o uçucu gülümseme ve yapmacıksız gözyaşlarıydı yanlış bir limana vakitsiz demirlemesini sağlayan. Yanına oturan kumral başı okşadı, saçlarını karıştırdı. Ne kadar istese o yarım kalmış sevişmeye devam edemeyeceğini biliyordu buğulu gözlü çocuğun. Çünkü onun canını yakmıştı. Oysa bilmiyordu. O’nun ilk kadını olmakla ne gurur, ne de utanç duymadığını, bunca sevgiyle, yıllarca özenle saklanmış bunca tutkuyla içine giren, O’nu kırılacak bir çini vazoymuş gibi parmakuçlarıyla okşayan, susuzmuş ve onu içmezse yaşayamayacakmış gibi öpen, bir çocuktan mı, bir adamdan mı çıktığı belli olmayan çığlıklarını vücuduna gömen, bazen ihtirastan değil, acemilikten canını yakan, kendini layık bulmadığı, deliler gibi aşık olduğu kadını mutlu etmek için çıldıran, ama olgunlaşmamış heyecanıyla istemeye istemeye içine sıcacık boşalan bu adamın yarım kalmış sevişmelerini, yıllardır bir iktidar mücadelesi, kendi kendini ispat çabası gibi yaşanan ıstırap gecelerine -yüz defa, bin defa- tercih ettiğini bilmiyordu. Her sevişmeden sonra yanına uzanıp “Yine yapamadım” diyen hüzünlü gözlerle O’na bakan bu çocuğa sarılmak, O’nu göğsüne yatırıp teninden yükselen aşk buğusunu içine çekmek en büyük tatmindi oysa. Üstüne sigara içilen sevişmelerden bıkmıştı. Anlatamazdı. O ilk karşılaşmada müzikten konuşmuşlardı en çok. İkisi de caz seviyorlardı ve kadın biraz klasik müzik; yalnızca Chopin ve Bach. O’na evli olduğunu ikinci buluşmalarında söyledi. “Beş yıldır. Aşk sandım, değilmiş. Tanıdığımı sanıyordum, yanılmayacağımı… Oysa bambaşka biri oldu şimdi. Hayır sevmiyorum, gerçekten sevmiyorum. Alışkanlık bile değil artık.” Üçüncü haftanın sonunda O’nu bir daha görmemeye karar verdi. Kendinden beş yaş küçük bu adamı seviyordu. Çocukluğunu anlatırken dolan gözlerini, evliliğini anlatırken elini tutuşunu, -sol elini, artık takmadığı alyansın yerini- dudaklarının kenarına nadiren bir yaban gibi kondurduğu hınzır gülümsemeyi… Başka bir şekilde olsaydı… Ah olsaydı… O’nun aşkı böyle tanımasını istemiyordu; yasak, dönüşsüz, tedirgin, imkansız… İçi acıyordu. Birkaç gün dayanabildi. Hayal meyal hatırladığı adresine koştu. Evdeydi. İçeri girdi. “Çok savaştım, yenildim. Olmadı. Kendimi sende bırakmışım, yapamadım. Sonu ne olcak bilmiyorum, ama ben senin hüzünlü öykünü sevdim, seni sevdim. Seni seviyorum.” İlk kez o gün beraber oldular. İkisi de ayrı ayrı ilk sevişmelerini yaşadılar. O’nun huzurlu öpücükleri ve gözyaşlarıyla koynunda uyudu o gece. İlk kez bir erkeğin, bir çocuk-adamın terli göğsünde uyudu. En son, saçında gezinen parmaklar kaldı aklında. Kahvelerini içtiler hiç konuşmadan. Bu sessiz, sözsüz, imzasız bir anlaşmaydı. Çocuk-adam ağlıyorsa konuşmazlardı. Neden sonra ayağa kalktı. Chopin susmuştu; yani gitme vaktiydi. Gitmek ve kendini burada; kumral saç tellerinin, uzun-ince parmakların, buğulu gözlerin yanına bırakmak vakti… Harlı bir ateş geçti kumral çocuğun dalgınlığından. “Keşke hiç gitmesen...” Gülümsedi kadın. Saçlarındaki at kuyruğunu düzeltip kapıya doğru yürüdü. Nasılsa yine gelecekti. Sol yanında yine bir acı vardı; ama bu defa yalnızca kan oturan diş izlerinden. Usulca dokundu sol göğsüne. Gülümsedi.... Yazan: Sessiz Kedi |