TÜKENİŞ
Uçuk düşüncelerin yine beynimde fırıldak gibi dönmeye başladığı anlarda seni unutma ihtimalimin ekmeğe ve suya olan ihtiyacımdan uzak durmak kadar, uzanınca tutacakmış gibi ucundan ölümün soğuk yüzünü his ettim.
Tatlı bir gülümseme kapladı içimi, çünkü artık düşünecek bir akıl ve sevecek bir gönülden uzak, engin boşluklarda ve kör kuyularda avuntu arama maceraperestliğini seçme gibi bir tercih yapmıştım.
Basit yaşamışlıkların ve basit hayallerin içimi ürperti ile dolduran iticiliklerinden ve nominal olarak değerlendirilecek bir sevgim yoktu artık haraç mezat satılacak.
Ağlamak gibi aptalca ve zayıfça eylemlerimin artık bezdirici olmaya başlayan tarafları ve kaderimde güzeli arayıp da bulamama yorgunluğunu atabileceğim bir istasyon bulduğumu düşünürken; anasını sattığımın dünyasında yine kendi kaleme gol atmış olduğumun aptallığını ve şaşkınlığını yaşama garipliği olmayacak bulutların üstünde.
Ben sende umudu ummak istedim, ama artık umulacak umut bile kalmadı bütün göstergelerin tükenişi gösterdiği ve irtifa kaybettiği gönül kuşumun göz bebeklerinde.
Şu lanet olası iticiliğim de olmasa belki de sevebilme ve erebilme gibi çok uzak ihtimalleri yakın edebilme yeteneği gösterirdi, sıcak yüreğin.
Ben imkansızlıkları sevdim, imkansızlıklarda. İnanılmazı istedim, görülmemişi, eşsizi; boyunun ölçüsünü santim santim almış biri olarak ne tuhaf ve ütopik istençler bunlar demeye de gerek kalmayacak artık.
Artık ne karılacak dertlerim ve ne de sigara dumanına harmanlayacağım buram buram tütün kokan hasretlerim olmayacak
“Merhaba tükeniş, elveda her şey!” deme kolaylığını seçtim, zorlukların ve elemlerimin kol gezdiği alemde. “Ne mazoşist yaklaşım!” deme kolaylığını da siz gösterin bari...
I’m sorry for everything.
ALIŞKANLIKLARIMIZ BİLE SIRADAN
Sevgili Arkadaşım,
Seni sevgi ile selamlıyorum. Hayatın anlamsız gibi görünen hayallerinde gezinirken, insan bir başka dalıyor. Neyi, neden ve nasıl yapmak; düşünmek, düşünmemek ve ayakta kalabilmenin dayanılmaz hafifliğini yaşamak istemek gibi bir tutkumuz da var insan olarak. Yine engin ufuklarda gözüm, ve ceketi bile almadan kaçmak geliyor insanın bu şehirden. Bütün yeşillerimi çaldırdığım bir vakitte ayazlı gecelerden bir beklenti içine girmek ne kadar da aptalca, değil mi?
Tek tesellisi bu işin galiba nefes alabilmek ve güneşin sıcaklığını insanın yüreğinde his etmesi. Alışkanlıklarımızın da sıradanlaştığı bir havuzda çırpınıp duruyoruz, suya atlayanların suları yüzümüzü bile ıslatmıyor artık. Sahilde oynayan çocukların yaptıkları kumdan saraylara konası geliyor insanın. Kuş olup uçmak ve hayalini diriltmek içimizde kaf dağının arkasındaki yeşil vadiyi ve onun içindeki zambakları. Papatyalarla artık işimiz yok bizim, sayısal değerlerin beyne kazıldığı bir yaşam stilinden flu renklerin hakim olduğu duygu denizinde yaşamak, balık olmak, su olmak ve akmak engin sonsuzluklara umarsızca. Dalga olup çarpmak bilinmedik kayalara ve serinlemek cehennemin kol gezdiği bu dünyada. Farklı görünme çabası yerine dirilttiğimiz kendi özümüz; olmadık peteklere bal gibi süzek süzek süzülüşümüz olmalıydı, bizim. Karanlığa bir ışık bir umut gibi parlayan gözlerimiz olmalıydı. Hayata dair, yaşama dair ve güzel olan ne varsa ona dair büyük büyük laflarımız, büyük büyük hayallerimiz olmalıydı. Bir gün gerçekleşmesini istediğimiz ve asla utanmayacağımız bir benliğimiz olmalıydı. Ne sabah görünme çabası ne da sabahı görme çabası bile bizi ideolümüzden alıkoyamayacak olmalıydı.
Sevda büyük tabi, insanı yüceltmek var indiği aşağılardan, yeniden yukarılara bir yerlere getirmek çabası. Boş bir hülya mı dersiniz veya ne gerek var canım mı? Öyle veya böyle, ama ucuz bir trafik vahşetinde ama bir kem elin yangın yerine çevirdiği bir durumda sonsuza uçmanın dayanılmaz ve kaçınılmaz hafifliğini his etmek var, sonuçta. En büyük eserlerin bile önceleri bir hayal mahsulü olduğunu düşünürsek, daha ötesi güzel düşünürsek sonuçta her şey bize olduğundan çok daha ilginç ve çok daha anlamlı gelecek, en anlamsız şeyler bile. Sonuçta güzel düşünmek ve güzel görmek bütün dert bu galiba yapamadığımız ve kördüğümlere karıştığımız çıkmaz sokaklarında dünyanın. Neyse sanırım yeterince ütopik, belki de uçuk bir yazı oldu.
Saygılarımla.....
Garip
Sevmeyi Öğrettiler Bize, Nefret Etmeyi Öğrenemedik 17.10.2001
Bize sevmeyi öğrettiler. Sevgi dolu yufka bir yüreğimiz oldu. Nefret etmeyi öğrenemedik, nefret edilmesi gerekenlerden.
Tomurcuk güllerimizi aldık elimize, koklayıp severek. Almaya çalıştılar ellerimizde ki, tomurcuk gülleri,yolup parçalamak ,yere atıp çiğnemek için. Tomurcuk güllerimizi almaya çalışanlara, dikenleriyle uzatabilseydik keşke. Uzatamadık dikenli taraflarından tomurcuk gülleri, yüreğimizin yufkalığından. Oysa biz onları yolacaklarını bile bile, uzattık ellerine yapraklarından ve tomurcuklarından. Dikenleri batmasın ellerine, canları yanmasın diye, tomurcuk güllerimizi yolanlara. Dikenli tarafını uzatsaydık, belki yaşatabilirdik tomurcuklarımızı ve güller açardı. Onların canları tatlıydı çünkü, kıyıp canlarına dikenlere rağmen yolamazlardı tomurcuk güllerimizi.
Düşmanı karşımıza alarak göğüs göğüse çarpışırken ardımızdan gelenler için. Bizimle beraber yaşayanlar ve arkadaki dostlarımız için. Dost ellerindeki hançerlerle yaralandık, ölümüne. Can evinden vurulduk, kanlarımız daha çok aksın diye. Ve kanımız akıp göllendi. Parmaklarını buladılar kanlarımıza geride kalan dostlarımız, bakmak için tadına. Dönüp arkamıza bakınca, gördük kanlı elleriyle, biz insanız diyenleri. Ellerine buladıkları kanlarımızı gördük, nefret edemedik. Sevgiyle bakıp gülümsedik yüzlerine “tadı hoşunuza gitti mi?” dedik. Onların takındıkları, vahşi aç hayvanların av yakalamış edalarını görerek, yine de “yarasın”, “afiyet olsun” dedik, kanlarımızın tadına bakanlara. Çünkü, onlar biz insanız demişlerdi bize. Onların insanca yaşayabilmeleri için savaşmıyor muyduk zaten.
Ah! Yüreğimiz biraz katılaşabilseydi,çatarak kaşlarımızı bakardık, ellerindeki hançerlere dostlarımızın. O zaman bizi hançerleyemezlerdi. Çünkü, onların yürekleri yoktu zaten. Azıcık yürekleri olsaydı, sevgi taşırlardı zaten. Oysa yüreklerimiz o kadar yufkadır ki, gülümseyerek bakabildik ancak, bizi arkadan hançerleyen dostlarımıza.
Sevmeyi öğrendik ,sevgilileri, katıksız, saf, yalın ve çırılçıplak bir şekilde, olduğu gibi yani. Sevgili gördük sevdiklerimizi, onların dışında sevgili katmadık yüreklerimize. Onları kır çiçekleri gibi temiz, el değmemiş gördük. Ve ceylanlar kadar masum saydık sevgililerimizi. Ama onlar yüreklerimizin yufkalığını bilerek, yüreklerimizdeki ulaşılmayan saf, temiz dorukları pervasızca kirlettiler, çiğnettiler pis ayaklara, ceylan gibi görünerek. Sevgimizi pranga yapıp ayaklarımıza taktılar, kaçmamamız için, kendilerine siper yaptılar çirkinliklerini örtmek için. Biz yinede onlara sevgiyle baktık, kalbimize sığmayan dolup taşan sevgiyle yaklaştık onlara, hainliklerini bile bile.
Keşke nefretle bakabilseydik yüreklerimizdeki dorukları kirletenlere. O zaman belki kirletmeye cesaret edemezlerdi yüreklerimizdeki dorukları. Belki de hiç yaklaşamazlardı bize ve yüreklerimizdeki dorukları keşfedemezlerdi.
İnsanın Allah tarafından yaratıldığını, herkesin dilediği gibi yaşama hakkı olduğunu düşünerek, saygı gösterdik tüm yaratılanlara. İnsan olarak gördük, Allah’ın yolunda olduğunu savunup, yaratılış gayesinin Allah’a kulluk yapmak olduğunu söyleyenlere ve saygı duyduk haklarına ve savunduk elimizden geldiğince. Oysa onlar yaratıcı dışındaki ilahlarının, kendi çıkarlarını korumak için, yarattıkları dine, zorla sığdırmaya çalıştılar bizi. Bizim de Allah tarafından yaratılmış olduğunu unutarak, kararlarımızı, Allah tarafından bize verilen aklımızı kullanarak vermemiz gerektiğini düşünmeden. Düşünmemizi yasaklayarak. Oysa bilmiyorlardı veya ilahları onları öylesine şaşırtmıştı ki; aklın düşünmek için yaratıldığını bile dikkate almadan, zorla kendi yarattıkları dine( toplumda örf ve adetlerle yanlış yönde şekillenmiş din) sığdırmaya çalışıyorlardı. Sığmadık...
İşte o zaman, Allah’a ulaşmak için, kendilerince birer kurban olarak gördüler bizi ve kurban ettiler acımadan, cennete gitmek için. Yunus’un “Cennet ister isen,/ İncitme canı” dizelerini dikkate almadan. Çünkü biz, ilahlarının çıkarları önünde kaldırılması gereken birer engeldik. Allah yolunda savaştıklarını sanarak, yok ettiler bizi. Oysa , aslında ilahlarının çıkarlarını koruduklarını bilmeden, savundukları gerçek dinlerinin ilkelerini çiğneyerek, alet oluyorlardı sahte ilahlara. Oysa Allah’ın merhametinin sınırı yok, o merhametten olmasa cennete gidecek kul yok zaten. Zaten onlar Allah’ı tanımıyorlardı ki, sadece çıkarlarına insanları alet eden ilahları vardı onların.
Bizi ilahlarına kurban edenlere kinle bakmayı öğrenemedik. Öğrenebilseydik belki kaybetmezdik savaşımızı, çoktan kazanırdık.
Birer dağ parçası, çatal yürek yiğitlerimizi savaşa gönderdik, haksızlıklara karşı. Tomurcuk güllerimizi yoldurtanlara karşı, bizi dost elleriyle hançerletenlere ve Allah’ın varlığını hiçe sayıp kendilerini ilahlaştıranlara karşı. Ve her şeyin, her canlının kendileri için yaratılmış olduğuna inanarak tüm varlıkları keyfince, hoyratça kullananlara karşı savaştık.
Savaştık cesurca, teslim olmadan. Ama kaybettik,. Çünkü nefret etmeyi öğrenememiştik. Yitirdik yiğitlerimizi, birer dağ parçası, çatal yürek civan yiğitlerimizi yitirdik. Yüreklerindeki derin sevdalarıyla uğurladık onları. Yüreklerimizde derin acılar hissederken, hıçkırıklar düğümlendi boğazlarımızda. Ağlayamadık. Ağlamak için ölmedik ki biz, yaşamak için öldük. Çünkü “yaşam uğrunda ölünecek kadar güzeldir” diyorduk. Yüreklerimiz kan ağlarken, zılgıtlar çaldık gidenlerin ardından.
Bize sadece sevmeyi öğretmişlerdi. Yaşamak için, yaşamda kazanabilmek için, nefret etmenin gerektiğini bize kimse öğretmedi. Nefret etmeyi öğretmiş olsalardı tomurcuk güllerimizi dallarında koklayabilirdik belki. Dost elleri hançersiz olurdu mutlaka.
Dosttan
Abuzer Demir abceylan63@hotmail.com