Dost acı söyler |
“Bizi
uyarmazsanız sizde hayır yok” diyordu “el-Âdil” lakaplı büyük
halife Ömer b. Hattab, “sizi
dinlemezsek bizde hayır yok!” Evet, uyarmazsak bizde hayır yoktu. Kendimi bildim bileli, mensubiyetimi tüketerek geçinmedim. Mensup olduğum inancı, düşünceyi, çizgiyi tüketmek, onun sırtından geçinmek yerine; onu üretmek, ona bir şeyler vermek için çabaladım. “Hayırsız” olmak istemedim ve bulunduğum yerde bir yanlış gördümse uyardım, yanlış yapımsa özür diledim. Kişinin
hangi inanca, ideolojiye, çizgiye, davaya mensup olduğuna bakmadan önce,
mensup olduğunu iddia ettiği inanç, dava ve çizginin “arısı
mı, sineği mi olduğuna”
baktım. Arısıysa eğer, katılmasam da takdir ettim onu, saygı duydum:
çünkü arılar sadece çiçeklere konarlar ve hep üretmek için yaşarlardı.
Sineklerse, arıların yaptığını tüketmek için vardılar ve ganimet
gördükleri her yere pis mi temiz mi demeden konarlardı. Kendimi
bildim bileli ilimle, insanla meşgul oldum; politikaya hep mesafeli
durdum, fakat siyasi faaliyeti kutsayıcı ve yoksayıcı aşırı tavırlardan
da hep uzak durdum ve bunu savundum. Hayatın her alanında olduğu gibi
politik alanda da ahlakın,
erdemin, kalitenin, liyakat ve ehliyetin belirleyici olması gerektiğini
düşündüm. Tevhid, adalet
ve özgürlük uğruna yapılan
her çalışmayı takdirle karşılamayı ve desteklemeyi bir iman borcu
bildim. İnanç
sistemimizin “tevbeyi”
kendi mensuplarında bir “ahlak” haline getirmeyi amaçladığına
inandım. Yine inandım ki, “tevbe
özeleştiri, özeleştiri tevbedir”. Kur’an’ın Sevgili
Nebi’ye dahi tevbeyi, istiğfarı emredişine, Nebi’nin bu emri her
seher yerine getirdiğine ilişkin ifadelere bakıp, inanan herkesin sık
sık tevbe makamında özeleştiri
yapmasını bir ‘vecibe’ olarak algıladım. İşte
bundan dolayı tevbe makamında dedim ki: Çarpık
bir itaat ahlakının ardına sığınıp insanları iradesizleştirmek doğru
değildir. Hatada
hikmet aranmaz; haddini aşan zıddına döner. Siyasete
ahlak ve erdemi taşımak en çok inançlı siyasilerden beklenir. Temsil
yetkisi “sabık” olanın değil, “sadık” olanın olmalıdır. Ve
en sonunda da “kimse kendini alemlere rahmet sanmasın” dedim. Evet,
birileri özür dilemeli; ama kim? Geçen
yazıda söylediklerimi altı cümlede özetledim. Hepsi bu. Tebrikler
geldi. Tebriklerin kimisi taraftarlık kokuyordu. Anlaşılıyordu ki,
mesaj sahibi yazımı desteklediği tarafın hanesine kaydetmişti. Oysa
ki, söz konusu yazı, bir tarafı desteklemek için değil, uyulması
gereken ölçüleri hatırlatmak için kaleme alınmıştı. Eleştiriler
de geldi. Fakat, nedense bunların içerisinde selim akılla konuya yaklaşan
hemen hemen hiç birine rastlamadım. Fakat beni en çok düşündüren
“tehditvari” mesajlardı. Hele bir tanesi vardı ki, ben bu tavrı ne
sevgiyle ne taraftarlıkla izah edebildim. Söyler
misiniz; bazıları partiyi din gibi, lideri mehdi gibi, muhalefeti deccal
gibi görme hastalığından ne zaman kurtulacak? Nisbeten
makul bir mesaj sahibi “Bu
camiadan özür dilemelisiniz!” diyordu. A dostum, benim için
bundan kolay ve doğal ne var: Ben hatalarıma her gün özür diliyorum,
özür dilediğim kimse bazen 6 yaşındaki en küçük oğlum bile
olabiliyor ve her zaman da özür dilerim. Fakat, şu yukarda özetlediğim
hakikatler özür dilenecek şeyler mi? Gerçeği dile getirdiğim için
özür dilersem, kendime olan saygımı yitiririm. Elinizi vicdanınıza
koyup bir daha düşününüz. Fakat,
asıl özür dilemesi gerekenler, adına konuştuğunuz bu camianın
umutlarını, emeklerini, servetlerini, yüreklerini, ter ve gözyaşlarını
sebil ettiği insanlar değil midir? Evet,
hepimizden özür dilemesi gerekenlerin neden özür dilemeleri gerektiğini
bilmek için dehaya değil, sadece 28 Şubat’tan bu tarafa yaşananları
hatırlayan bir “hafızaya sahip
olmak” yeter. Ya öncesi? Bir tek örnek: Bu
hareket MNP olarak başladığında tüm aşkı, emeği ve servetiyle
harekete girmiş (getirdiği MNP rozetlerini Anadolu evladının makus
talihini yenecek umuduyla heyecandan titreyen ve umuttan parlayan gözlerle
takdim edişini bugün gibi hatırlıyorum) ve o günden bu güne tam 30 yılını
hiçbir ikbal, makam mansıp beklemeden ve görmeden sebil etmiş bir yakınım,
yıllar yılı ‘hastalık’ derecesinde sevip ‘canını yoluna koyduğu’
birileri için şimdi “Allah’a
havale ettim!” diyorsa ve bunun gibi yaralı yüreklerin sayısı
onbinlere hatta yüzbinlere ulaşıyorsa, kim kimden özür dilemeli
sevgili dostlar, kim? Seçme yeteneği insanın en seçkin özelliğidir Süpürücülük
yaygın bir ‘taraftar’ hastalığı; süpürüp
atmak ya da süpürüp almak.
İnsanların ve onlardan oluşan yapıların da pirince benzediğini; taşını
ayıklamak gerektiğini; pirincin içinden çıktı diye taşı yemek ne
kadar yanlışsa, taşlı diye pirinci de atmanın o kadar yanlış olacağını
herkesin bilmesi gerek. Bir de; pirincin içindeki en tehlikeli taşın
“beyaz taş” olduğunu;
ona dikkat çekenlere karşı haydarane naralarla selli seyf edip
enselerine kılıç üşürmeden “neye karşı uyardıklarını” soğukkanlılıkla
dinlemeyi öğrenmek gerek. Size biri, bir karpuz verip “İçinin hürmetine kabuğunu da ye” derse onun gözüne “Sen iyi misin?” dercesine bakmaz mısınız? Ama aynı şey insanlar ve onlardan sadır olan eylemler için de geçerli değil midir? ‘Bizim mahalle’ kabuk yemeyenleri ‘tehdit’ olarak algılamaktan ne zaman vaz geçecek? Anneler
çocuklarını çok severler diye pis bezlerini de sevmek zorunda değildirler.
Tabi ki, leğendeki kirli suyu çocukla birlikte atmak da büyük bir
cinayet olacaktır. O halde bunun bir makul olanı, bir ortası yok mudur? Hep
ölümüne tutku ve öldüresiye nefretin tehlikeli sularına mı yelken açmak
gerek? Biz Sevgili Peygamber’in “Ene
uhtiu ve usîb: Ben de yanılır ya da isabet edebilirim” derken,
“Lâ tutrûnî: Beni uçurmaya
kalkmayın” derken; neden birileri kendilerini “yanılmaz, hata
yapmaz, yaptığından sual olunmaz” olarak gören ve uçurup göçürenlere
“Durun, siz ne yapıyorsunuz!”
demezler? “Heleke’l-mütenetti’un:
aşırılık yapanlar hep mahvoldular!” (
22 Mayıs 2000 ) |