MÜNAFIKLARIN
KARAKTERİ
Bu
ayetlerin devamında bu grubun karakter yapısı daha açık ve net biçimde
ortaya çıksın diye yüce Allah bize onlarla ilgili aşağıdaki örnekleri
veriyor:
17/18-
Onların durumu karanlıkta ateş yakan kimseler gibidir. Ateş etraflarını
aydınlattığı zaman Allah onların aydınlıklarını gidererek kendilerini
hiçbir şey göremeyecekleri koyu bir karanlıkta bırakır. Onlar sağır,
dilsiz ve kördürler. Bu yüzden geri dönemezler.
Bilindiği
gibi münafıklar, kâfirler gibi, daha baştan hidayete yüz çevirmiş;
kulaklarını işitmekten, gözlerini görmekten ve kalplerini algılamaktan alıkoymuş
değillerdir. Fakat onlar işin içyüzünü açık-seçik biçimde anladıktan
sonra körlüğü hidayete tercih ettiler. Yani ateş yakmak istemişler ve yakmışlar,
yaktıkları ateş çevrelerini aydınlatmaya başlayınca kendi istekleri ile
yaktıkları bu ateşten yararlanmamışlardır. O zaman yüce Allah önce
isteyip sonra yararlanmaktan vazgeçtikleri "aydınlıklarını
gidererek" kendilerini "hiçbir şey göremeyecekleri koyu bir karanlıkta
bıraktı". Tabii ki, aydınlıktan yüz çevirmiş olmalarının cezası
olarak.
Ayette
verilen şu örnek de onların içinde bulundukları durumu tasvir etmekte,
duygu dünyalarına egemen olan kargaşayı, şaşkınlığı, endişeyi ve kaygıyı
gözlerimizin önüne sermektedir:
19-
Ya da onların durumu koyu bulutlu, şimşekli ve gürültülü bir gökyüzünün
yağmuruna tutulmuş, ölüm korkusu içinde yıldırımlara karşı parmakları
ile kulaklarını tıkayan kimselere benzer. Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır.
20-
Şimşek onların görme yeteneklerini nerede ise alıverecek. Çevrelerini aydınlatınca
şimşeğin ışığı altında yürürler, fakat üzerlerine karanlık çökünce
oldukları yerde kalakalırlar. Allah dileseydi, onların işitme ve görme
yeteneklerini büsbütün giderirdi. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi yapabilir.
Bu
ayetle çizilen tablo, gözlerimizin önünde hareket ve kargaşa ile dolu çöl
ve yolunu şaşırmışlık içeren, dehşet ve panik içeren, korku ve şaşkınlık
içeren, ışıklar ve gürültüler içeren müthiş bir manzara canlandırır.
Gökten boşanıp inen iri taneli ve sürekli bir dolu ile karşılaşıyoruz.
Ayetin bazı cümleciklerini yeniden okuyalım: "Koyu bulutlu, şimşekli
ve gök gürültülü", "Çevrelerini aydınlatınca şimşeğin
ışığı altında yürürler", "Fakat üzerlerine karanlık çökünce
oldukları yerde kalakalırlar". Yani oldukları yerde şaşkın şaşkın
çakılıp kalırlar, nereye gideceklerini bilemezler. Bunun yanında, korkudan
donakalmışlardır, bu yüzden "Ölüm korkusu içinde parmakları ile
kulaklarını tıkarlar."
Gözler
önüne serilen bu tablo, çeşitli psikolojik durumları sanki duyu organları
aracılığı ile algılanabilir manzaralarmış gibi somutlaştıran müthiş
ve şaşırtıcı Kur'an üslubunun ilginç bir örneğidir.""
ŞİRK
ve MÜŞRİK
Surenin
bu ayetlerinde sözünü ettiğimiz her üç grubun özellikleri tasvir
edildikten sonra bütün insanlığa seslenen bir çağrı ile karşılaşırız.
Bu çağrının içeriği; tüm insanların onurlu ve istikametli, arı ve duru,
yapıcı ve yararlı, hidayete ve kurtuluşa erdirici tabloyu, yani takva
sahiplerinin tablosunu seçme dileğidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
21/22-
Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratmış olan Allah'a kulluk ediniz
ki; Allah'ın azabından korunabilesiniz. O ki, size yeri döşek, göğü tavan
yaptı ve gökten su indirip onun aracılığı ile size rızık olarak
topraktan çeşitli ürünler çıkardı. O halde O'na bile bile eşler koşmayınız.
Bu
çağrı bütün insanları, gerek kendilerini ve gerekse daha önceki dönemlerde
yaşamış tüm insanları yaratan, bu yaratıcılıkta eşsiz olduğuna göre
kulluğun muhatabı olmakta da eşsiz ve ortaksız olması gereken Allah'a
kulluk etmeye davet ediyor. Bu ibadetin, insanlar tarafından ulaşılması ve
gerçekleştirilmesi umulan somut bir amacı vardır. Bu amaç "ola ki,
Allah'ın azabından korunabilesiniz, takva sahibi olabilesiniz" cümleciğinde
dile getiriliyor. Yani ola ki, o seçilmiş insanların, Allah'a kulluk eden
insanların ve Allah'dan sakınan insanların oluşturduğu tabloda yer alırsınız.
Yaratıcı Rabb'lerinin hakkını yerine getiren, gelmiş-geçmiş bütün
insanlara gerek yerden ve gerekse göklerden rızık ve geçim kaynakları sağlayan
tek Allah'a -Ona eş ve ortak koşmaksızın- tapan kimselerden olursunuz.
"O
ki, yeri size döşek yaptı"
Bu
deyim, yeryüzünde insanlığa rahat bir hayat ortamı sağlandığını ifade
eder. Gerçekten yeryüzü tıpkı yatak döşeği gibi rahat bir barınak ve
koruyucu bir sığınak olarak hazırlandı. İnsanlar uzun süreli bir
birlikteliğin yol açtığı kanıksamanın etkisi ile yüce Allah'ın
kendileri için hazırlamış olduğu bu döşeğin harikuladeliğini unuturlar.
Yeryüzünün hayat şartlarını sağlayıcı, rahatlık ve geçim imkânları
bağışlayıcı uyumunu hatırlarından çıkarırlar.
Oysa,
eğer yeryüzünün bu uyumu, bu ahenkli bütünlüğü olmasaydı, insanlar bu
gezegen üzerinde böylesine kolay ve güvenli biçimde yaşayamazlardı. Eğer
bu gezegende bir araya gelen hayat unsurlarından bir tanesi bile varolmasaydı
insanlar, yaşamlarını garanti eden bu uygun ortamın yokluğunda
varolamazlardı. Eğer çevremizi saran havanın herhangi bir elementi
belirlenen orandan birazcık daha eksik bırakılsaydı, insanların hayatlarını
sürdürecekleri varsayılsa bile mutlaka nefes alıp vermeleri son derece güçleşecekti.
"O
ki, göğü sizin için tavan yaptı"
Gökyüzüne
bakıldığında bir binanın sağlamlık ve uyumluluk özellikleri görülür.
İnsanın yeryüzündeki hayatı ve bu hayatın kolaylığı ile gökyüzü arasında
sıkı bir ilişki vardır. Gökyüzü; ısısı ile, ışığı ile, gezegen ve
yıldızlarının çekim gücü ile, uyumlu yapısı ile ve yeryüzü ile arasında
varolan diğer ilişkileri ile bu gezegende hayatın varolmâsına imkân hazırlar,
buna yardımcı olur. Bundan dolayı, yaratıcının gücü, rızık vericinin sınırsız
bağışlayıcılığı vurgulanırken ve yaratıkların yaratıcılarına
kulluk etmelerinin gereği belirtilirken bu alemden söz edilmesi son derece
yerindedir.
"O
ki, gökten su indirip onun aracılığı ile size rızık olarak çeşitli ürünler
çıkardı"
Kur'an-ı
Kerim'in bir çok yerinde Allah'ın gücü ve nimetleri hatırlatılırken sık
sık gökten su (yağmur) indirildiği ve bunun aracılığı ile yeryüzünde
çeşitli bitkiler yetiştirildiği vurgulanır. Gökten inen su, yeryüzündeki
tüm canlıların en başta gelen hayat kaynağıdır. Her biçim ve düzeydeki
hayatın varlığı, suyun varlığına dayanır. Nitekim yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Biz
her canlı varlığı sudan yarattık" (Enbiya Suresi, 30 18)
Su,
ya doğrudan doğruya toprağa karışarak çeşitli bitkiler bitirmek
suretiyle, ya tatlı sulu nehirler ve göller oluşturarak, ya pınarlar halinde
yeryüzüne fışkırarak, ya kazılmış kuyulardan alınarak, ya da
artezyenler yolu ile tekrar yeryüzüne çıkarılarak canlılığın oluşumuna
ve devamına kaynaklık eder.
Kur'an-ı
Kerim'in bu çağrısıyla, İslâm düşünce sisteminin iki önemli ilkesi
vurgulanıyor: Bu ilkelerden biri, varlık bütününün yaratıcısının tekliği
ilkesidir ki, yukardaki çağrı ayetlerinin "sizi ve sizden öncekileri
yaratmış olan Allah'a kulluk ediniz" cümlesinde ifade ediliyor. Bu
ilkelerin ikincisi ise, evrenin birliği, birimlerinin uyumlu oluşu, hayata ve
insana elverişliliğidir ki, bu ayetlerin "O ki, size yeri döşek, göğü
tavan yaptı ve gökten su indirip onun aracılığı ile size rızık olarak
topraktan çeşitli ürünler çıkardı" cümlelerinde dile getiriliyor.
"O
halde, O'na bile bile eşler koşmayınız"
Yani
sizi ve sizden öncekileri O'nun yarattığını, yeryüzünü sizin için döşek
ve gökleri tavan yaptığını ve bu göklerden su indirdiğini, O'nun yardımcı
bir ortağının veya kendisine karşı koyacak bir eşinin olmadığını
biliyorsunuz. O halde, bu bilgiye rağmen O'na ortak koşmak yakışıksız bir
tutum olur.
Tevhid
inancının belirginliğini ve arılığını korumak amacı ile Kur'an'ın ısrarla
yasakladığı eş koşma sapıklığı, her zaman müşriklerin yaptıkları
gibi Allah ile birlikte başka ilâhlara, putlara tapmak biçiminde basit ve yalın
olmaz. Bu sapıklık; kimi zaman, daha başka ve gizli biçimlerde görülebilir
Daha açıkçası bu sapıklık; herhangi bir biçimde yüce Allah'tan başkasına
umut bağlamak, herhangi bir biçimde yüce Allah'tan başkasından korkmak,
yine herhangi bir biçimde Allah'tan başkasından fayda ya da zarar gelebileceğine
inanmak şeklinde de tezahür edebilir.
Nitekim
sahabilerden Abdullah b. Abbas bu konuda şöyle diyor: "Burada kastedilen
şirk o derece gizlidir ki, karanlık gecede kara ve pürüzsüz bir kayanın üzerinde
yürüyen bir karıncanın ayak seslerinden daha hafif hissedilir. Bir kimsenin
"Allah, senin ve benim hayatımız hakkı için..." "Eğer şu köpek
olmasaydı, dün gece evimize hırsız girerdi" ya da "Eğer şu ördek
olmasaydı eve hırsız girerdi" şeklinde konuşması veya bir adamın
arkadaşına "Allah ve sen dilerseniz...", "Eğer Allah ile
falanca olmasaydı..." demesi bu şirk türünün örneklerindendir.
Ayrıca
başka bir hadisten öğrendiğimize göre, sahabilerden biri Peygamber
efendimize "Eğer Allah ve sen dilerseniz" deyince Resulullah, adamı
"Beni Allah'a eş mi koşuyorsun?" diye azarlamıştır.
İşte
bu ümmetin ilk öncü kuşağı gizli şirki, Allah'a ortak koşmayı böyle görüyordu.
Şimdi bakalım, biz bu kılıçtan keskin duyarlılığın, bu büyük Tevhid
gerçeğinin neresindeyiz?!
Yahudiler,
Peygamber efendimizin gerçek peygamber olduğu hususunda zihinlerde şüphe
uyandırmaya çalışıyorlar, münafıklar da bu konuda kuşku duyuyorlardı.
Daha önce de Mekke müşrikleri ile diğer İslâm düşmanları aynı kuşkuyu
taşımışlar ve bunu başkalarına da aşılamaya çalışmışlardı. İşte
burada Kur'an-ı Kerim, bu kişilerin tümüne toptan meydan okuyor. Çünkü
yukardaki ayet "insanların tümü"ne seslenerek onları, bu konuyu
tartışmasız çözüme kavuşturacak objektif bir tecrübe yolu ile tezlerini
kanıtlamaya çağırıyor.
23-
Eğer kulumuz Muhammed é indirdiğimiz Kur'ân'ın doğruluğundan şüpheli
iseniz, haydi onunkilere benzer bir sure ortaya getiriniz ve davanızda sadık
iseniz, bu hususta Allah'ın dışındaki şahitlerinizi yardıma çağırınız.
Görüldüğü
gibi bu ayet bu konuya girerken önemli bir inceliğe dikkatlerimizi çekiyor.
Ayet "Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'ın doğruluğundan şüpheli
iseniz" şeklindeki girişinde Peygamberimizden "Allah'ın kulu"
diye söz ediyor, O'na "Allah'ın kulu" olma sıfatını yakıştırıyor.
Peygamberimizin burada bu sıfatla anılması, hiç kuşkusuz, çeşitli
anlamlar taşır ki başlıcaları şunlardır:
Her
şeyden önce burada, "Allah'ın kulu" olmakla nitelendirilerek
onurlandırılmakta ve Allah'a yakın olduğu dile getirilmektedir. Böylelikle
en yüce makamın, insanlara da kabul etmeleri için çağrı yapılan Allah'a
kul olma sayesinde elde edilebileceği vurgulanmaktadır. İkinci olarak burada,
yani bütün insanların tek Allah'ın kulluğunu benimseyerek O'nun dışındaki
hiçbir ilâhı kendisine ortak koşmamaya çağrıldıkları bu noktada kulluğun
anlamına belirlilik kazandırılmaktadır. Çünkü insanoğlunun erişebileceği
makamların en yükseği olan vahiy makamının sahibi olan Peygamberimiz burada
"Allah'ın kulu" diye anılmakta ve bu sıfatla şereflendirilmektedir.
Ayetteki
meydan okumaya gelince bunu bu surenin başına dönerek değerlendirmek, oraya
bağlamak gerekir. Zira Allah tarafından indirilmiş olan bu kitap, yani Kur'an,
az önce sözünü ettiğimiz kuşkucu zümrelerin ellerinde bulunan harflerden
oluşmuştur. Eğer onun Allah tarafından indirildiği hususunda ya da başka
bir niteliği konusunda şüpheleri varsa, onun surelerinin bir benzerini
getirsinler, ayrıca bu konuda Allah'ın dışında bir takım şahitleri varsa
onları da yardıma çağırsınlar. Çünkü yüce Allah kulu Hz. Muhammed'in -salât
ve selâm üzerine olsun- davasında haklı olduğunun şahididir.
Bu
meydan okuma Peygamberimizin hayatı süresince olduğu gibi O'nun vefatından
sonra da geçerlidir; ayrıca bu geçerlilik, içinde yaşadığımız bugün de
sürmektedir ve kıyamete kadar da sürecektir. söz konusu meydan okuma ve kuşkucuları
davalarını kanıtlamaya çağırma da, Kur'an'ın hakk kitap olduğunun kuşku
götürmez diğer bir delilidir. Kur'an-ı Kerim, insanlar tarafından söylenen
her sözden, -açık ve kesin biçimde- farklı olmuştur. Ayrıca bu farklı
olma niteliğini ebediyete kadar da sürdürecek ve böylece yüce Allah'ın şu
buyruğu, bütün zamanlar boyunca haklı ve doğru olarak kalacaktır:
24-
Eğer bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- yakıtı insanlar ile taşlar
olan ve kâfirler için hazırlanmış olan Cehennem ateşinden korkunuz.
Buradaki
meydan okuma dehşetli olduğu gibi bunun imkânsız olduğunu vurgulama kesinliği
daha da dehşetlidir. Eğer bu kesin ifadeli meydan okuyuşu yalanlamak mümkün
olsaydı, gerek o günün ve gerekse bu günün kuşkucuları bunu gerçekleştirmede
bir an bile tereddüt etmezlerdi. Hiç kuşkusuz Kur'an-ı Kerim'in, onların böyle
bir şey yapamayacaklarını açıkça belirtmesi ve onun bu konudaki öngörüşünün
gerçekleşmiş olması, başlı başına tartışma kabul etmez bir mucizedir.
Zira bu kuşkucuların önünde meydan açıktı. Eğer onlar bu kesin
belirlemenin, bu iddialı öngörünün tersini ortaya koyabilselerdi, Kur'an-ı
Kerim, delil olma özelliğini kaybederdi. Fakat böyle bir şey ne şimdiye
kadar olmuş ve ne de ilerde olacaktır. Kur'an-ı Kerim, bu meydan okuyuşunu
her ne kadar belirli bir insan kuşağı karşısında seslendirdiyse de bu
konudaki muhatabı insanlığın tümüdür. Tek başına bu bile hakla batılı
birbirinden ayıran bu konuda tarihi kesin bir belgedir.
Üstelik
çeşitli ifade üsluplarını ayırdetme becerisine sahip herkes, insanın varlıklar
ve nesneler ile ilgili düşünceleri hakkında uzman olan her insan, insan
kaynaklı psikolojik ve sosyal teorileri, yaşama tarzlarını ve toplumsal
sistemleri iyi tanıyan her araştırmacı, hiçbir kuşkuya kapılmadan kabul
eder ki Kur'an-ı Kerim'de geçen herhangi bir sözle aynı konuda bir insanın
söylediği söz ve düşünce kesinlikle bir olamaz. Bu konuda duyulabilecek
olan kuşku, ya ayırdetme yeteneğinden yoksun bir bilgisizlikten ya da bile
bile hakk ile batılı birbirine karıştıran bir ard niyetten ileri gelebilir.
Bundan
dolayı bu meydan okuma karşısında aciz kaldıkları halde yine de açık gerçeğe
inanmaya yanaşmayanlara aşağıdaki ayet şu korkunç tehdidi yöneltiyor:
"O
halde yakıtı insanlar ile taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış olan
Cehennem ateşinden korkunuz"
Acaba
bu korkunç, bu dehşet verici tabloda insanlar ile taşlar hangi gerekçe ile
bir araya getirildi? Bu Cehennem ateşi kâfirler için hazırlanmış. Bu
surenin başlangıcında "Allah'ın, kalbleri ile kulaklarını mühürlediği
ve gözlerinde perde bulunduğu" belirtilen ve Kur'an'a Kerim'in meydan
okumasına muhatap olup da bu meydan okumaya karşılık vermekten aciz kalmalarına
rağmen yine de iman etmemekte direnen kâfirler için. O halde bunlar her ne
kadar biçim bakımından insan gibi görünüyorlarsa da, aslında bir taş türünden
başka bir şey değildirler. Öyleyse taş türünden gerçek taşlar ile
insandan taşları bir araya getirmek son derece normal ve hiçbir sürpriz
tarafı olmayan bir şeydir.
Üstelik
bu korkunç tabloda taşların zikredilmiş olması, insanın zihninde daha başka
imajlar da canlandırır; taşları yakıp kül eden Cehennem ateşi imajı ile
Cehennemîde bu tutuşmuş taşlar arasında eriyen insan yığınlarının imajını.