25-
İman edip iyi ameller işleyenleri, ağaçları altından nehirler akan
Cennetler ile müjdele. Onlara rızık olarak her yeni meyve sunuldu unda
"Bu daha önce bize sunulan falanca meyvedir" derler, onlara
birbirinden ayırd edemeyecekleri rızıklar verilir. Hem onlara orada el değmemiş,
tertemiz eşler verilecektir. Onlar orada ebedï olarak kalacaklardır.
Burada
değinilen nimet türleri arasında -el değmemiş eşler yanında- şu
birbirinden ayırt edilemeyen, Cennetliklere daha önce yedikleri türden
meyveler olduklarını düşündüren, yani ya isim ve görünüş bakımından
dünya meyvelerine ya da Cennet'te daha önce kendilerine sunulan başka
meyvelere benzedikleri için Cennetliklerin algılarını yanıltan meyveler
dikkati çekmektedir. Sözünü ettiğimiz dış benzerliğe rağmen içten
farklı olma özelliğinin her ikramda Cennetliklere sürpriz yapma amacına dönük
olduğunu düşünebiliriz. Gerçekten Cennetliklere sürpriz üzerine sürpriz
yaşatan, her seferinde dış benzerliğin yeni bir şey ortaya çıkardığı
bu ikram biçimi, gözlerimizin önünde tatlı bir oyun, renkli bir hoşnutluk
ve göz kamaştırıcı bir ağırlanma tablosu çizmektedir.
Burada
sözü edilen şekil benzerliği yanındaki özellik farklılığı, yüce
Allah'ın yaratma sanatında açıkça görülen ve her varlığa görünüşünden
daha büyük bir öz, bir içerik sağlayan bir özelliktir.
Bu
büyük gerçeği gözler önüne seren bir örnek olarak insanı ele alalım. Eğer
yaratılış bakımından, biyolojik yapı açısından düşünürsek insanların
hepsi aynıdır. Yani baş, gövde, kol ve bacaklardan; et, kan, kemik ve
sinirlerden oluşmuş; iki gözü, iki kulağı, ağzı ve dili olan, bütün
organları diğer canlılarınki ile benzer hücrelerden meydana gelmiş bir
canlı varlık. Biçim ve ana madde bakımından yapı aynı yapı ve sentez aynı
sentez. Fakat gerek özellik ve eğilimleri, gerekse karakter yapısı ile
yetenekleri bakımından bu insanlar arasında ne kadar büyük farklar var, değil
mi? Öyle ki, bütün ortak yönlere ve görünüş benzerliklerine rağmen iki
insan arasında bazen yer ile gök arasındaki uzaklıktan bile daha büyük
farklar olabilmektedir.
Yüce
Allah'ın yaratma sanatının bütün alanlarında, bu korkunç, bu baş döndürücü
farklılığı görebiliriz. Çeşitli cinsler, çeşitli türler, çeşitli şekiller,
çeşitli özellikler, çeşitli yetenekler ve çeşitli nitelikler. Fakat bütün
farklılıklar, benzer yapılı ve benzer elementlerden oluşmuş "hücre"
adını verdiğimiz ortak bir yapı-taşına indirgeniyor.
Yaratma
sanatının ürünleri ve gücünün alâmetlerini gözler önüne seren tek
Allah'a kulluk etmekten kaçınacak bir insan olabilir mi? Gerek gözün gördüğü
ve gerekse göremediği bütün eserlerinde mucizenin elini açıkça gördüğümüz
bu Allah'a başka şeyleri eş ya da ortak koşacak biri bulunabilir mi?
Yüce
Allah daha sonra sözü Kur'an'da verdiği misallere getirerek şöyle
buyuruyor:
26-
Allah bir sivrisineği ve (biyolojik açıdan) onun daha üstünde olan bir canlıyı
örnek olarak göstermekten çekinmez. İman edenler onun Rabbleri tarafından
ortaya konmuş bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise `Allah ne amaçla
bu örneği gösterdi?" derler. Allah bu örnek ile bir çoklarını sapıklığa
düşürür ve bir çoklarını da hidayete erdirir: Onunla sadece fasıkları
sapıklığa düşürür.
27-
Onlar ki, Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit haline getirdikten
sonra bozarlar, Allah'ın sürdürülmesini emretmiş olduğu ilişkileri
keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte onlar hüsrana uğrayanlardır.
Bilindiği
gibi bu surenin daha önceki ayetlerinde yüce Allah münafıklar için
"Ateş yakmak isteyen adam" "Bulutlu, gök gürültülü bir
havada gökten yağan yağmur", "dolu" ve "Yıldırımlara
karşı korkuyla kulaklarını tıkayan bir adam" misallerini vermişti.
Ayrıca Kur'an-ı Kerim'in daha önce Mekke'de inen ve Medine'de okunan
ayetlerinde de bu tür bazı misaller vardı. Meselâ yüce Allah'ın,
Rabblerini inkâr edenler için verdiği şu misal gibi:
"Allah'tan
başkalarının veli edinenlerin durumu kendine yuva yapan örümceğin durumuna
benzer. Oysa eğer bilseler, evlerin en çürüğü, hiç kuşkusuz, örümcek
yuvasıdır." (Ankebut Suresi, 41)
Bu
örneklerin bir diğeri de, müşriklerin bir sinek bile yaratmaya gücü
yetmeyen ilâhları ile ilgilidir. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Ey
insanlar size bir örnek verildi, onu dinleyiniz: Allah'ın dışında yalvardığınız
ilâhlar var ya, onların hepsi bir araya gelseler bir sinek bile yaratamazlar.
Sinek onlardan bir şey kapıp götürse onu ondan geri alamazlar. Demek ki,
isteyen de aciz, kendisinden bir şey istenen de." (Hacc Suresi, 73)
Bu
ayetlerden anlaşıldığına göre münafıklar -belki yahudîler ile müşrikler
de- bu örnekli ayetleri Kur'an'ın doğruluğu konusunda şüphe uyandırıcı
bir koz olarak kullanmak istediler. onlara göre kendilerini küçültücü ve
alaya alıcı anlam taşıyan bu örnekleri Allah vermiş olamazdı; Sinek ve örümcek
gibi küçük varlıkları anmak, söz konusu etmek Allah'a yakışmazdı. İşte
bu propaganda, tıpkı daha önce Mekke'de müşriklerin yaptıkları gibi
Medine'de yahudiler ile münafıkların giriştikleri zihinlerde kuşku ve kargaşalık
uyandırma kampanyasının bir parçasını oluşturuyordu.
İşte
yukardaki ayetler bu hilekâr kampanyaya karşı koymak, Allah'ın bu tür örnekleri
verişindeki hikmeti açıklamak, mümin olmayanları bu tür örnekleri yanlış
değerlendirmenin düşüreceği kötü akıbet konusunda uyarmak ve müminlere
güven verip imanlarını arttırmak için geldi:
"Allah
bir sivrisineği ve (biyolojik açıdan) onun daha üstünde olan bir canlıyı
örnek olarak göstermekten çekinmez"
Çünkü
Allah, küçüğün de büyüğün de, sivrisineğin de filin de Rabbidir, yaratıcısıdır.
Sivrisinekte saklı olan mucize ne ise filde saklı olan mucize de odur. Bu da
hayat mucizesidir, Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği gizli sır
mucizesidir. Üstelik bu tür örneklerde önemli olan şey, verilen örneğin
hacmi ya da şekli değildir. Örnekler birer aydınlatma ve anlatılan konuyu göz
önüne serme aracıdırlar. Bu örneklerin ne utanılacak ve ne de söz konusu
etmekten utanç duyulacak bir tarafı yoktur. Her işinin ardında mutlaka bir
hikmet bulunan yüce Allah bu örnekler aracılığı ile kalpleri deneyden geçirmek,
vicdanları imtihan etmek istemektedir. Ayetlerin devamını okuyalım:
"İman
edenler, onun Rabbleri tarafından ortaya konmuş bir gerçek olduğunu
bilirler."
Çünkü
onların imanları, Allah'dan kaynaklanan her şeyi, O'nun ululuğuna ve kendïlerince
onaylanmış hikmetine yaraşır bir yaklaşımla algılamalarını sağlar.
Çünkü iman, onların kalplerine aydınlık, ruhlarına duyarlılık,
idraklerine ufuk genişliği bağışlamış, Allah katından gelen her şeyin
ve her sözün taşıdığı ilahî hikmetle ilişki kurmalarını mümkün kılmıştır.
Ayetleri okumaya devam edelim:
"Kâfirler
ise "Allah ne amaçla bu örneği gösterdi?" derler"
Bu
soru Allah'ın nuru ve hikmeti ile arasına perde gerilmiş, Allah'ın değişmez
kanunları ve önceden belirlenmiş kuralları ile hiç ilişkisi olmayan,
nasipsiz kimselerin sorabilecekleri bir sorudur. Ayrıca bu soru, Allah'a saygı
gösterme endişesi taşımayan, Allah'ın tasarrufları karşısında kula yaraşır
edeplilik tavrını takınmayı düşünmeyen küstahların sorabileceği bir
sorudur. Ancak böyleleri, ya itiraz ve karşı çıkma üslûbu ile ya da
Allah'ın böyle bir söz söylemiş olduğu konusunda karşılarındakilerin
kalblerinde şüphe uyandırmak amacı ile bu şekilde bir soru sorabilirler.
Bundan dolayı yüce Allah onları, bu tür örneklerin ardında Allah'ın
takdir ve tedbirinin gizli olduğu konusunda uyardıktan sonra kendilerine
tehdit dolu bir cevap veriyor:
"Allah
bu örnekle bir çoklarını sapıklığa düşürür ve bir çoklarını da
hidayete erdirir. Onunla sadece fasıkları sapıklığa düşürür"
Yüce
Allah sıkıntıları ve imtihan konusu olayları kendi doğal akışları içinde
serbestçe gelişmeye bırakır. Bu olaylarla karşılaşan kulların her biri
onlar karşısında karakterlerine, yeteneklerine, seçmiş oldukları yaşama
biçimine ve zihniyetlerine göre tepki gösterirler. İmtihan konusu olay aynı
olduğu halde bu olayın vicdanlardaki etkileri yaşama tarzının ve zihniyetin
farklılığı oranında değişik olur.
Meselâ
birçok insanın başına sıkıntı ve darlık gelir. Allah'a, O'nun hikmet ve
merhametine güvenen mümin sıkıntı ve darlık karşısında Allah'a daha çok
sığınır, O'na daha çok yalvarır, O'ndan daha çok korkar. Oysa aynı türden
bir olay fasığı ve münafığı sarsar, Allah ile arasındaki uzaklığı
daha da arttırır ve onu çılgına çevirir. Bolluk ve rahatlık da öyle. O
da değişik insanların başına gelir. Takva sahibi bir müminin başına
gelince onun uyanıklığını, duyarlılığını ve şükrünü arttırır.
Buna karşılık fasık ve münafığı nimet şımartır, bolluk mahveder ve
imtihan konusu olaylar onları yoldan çıkarır.
İşte
yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de vermiş olduğu örnekler, anlatmış olduğu
misaller de böyledir. Allah tarafından kendilerine gelen olaylara ve mesajlara
uygun karşılıklar vermeyi beceremeyenleri "Onlar aracılığı ile saptırır"ken,
Allah'ın hikmetini idrak edebilenleri "Onlar sayesinde hidayete
erdirir". Hiç kuşkusuz bu tür olay ve örneklër "sadece fasıkların
sapıtmasına yol açar." Surenin girişinde nasıl takva sahiplerinin
nitelikleri ayrıntılı biçimde anlatıldı ise, burada da benzer bir üslupla
fasıkların nitelikleri anlatılıyor. Başka bir deyimle surenin bu kısmının
ana konusu, değişik yüzyıllarda yaşamış ve yaşayacak olan insan
tiplerini yansıtan bu farklı zümrelerin ayırıcı özelliklerinin tanıtımına
devam ediyor:
Onlar
ki, Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit haline getirdikten sonra
bozarlar, Allah'ın sürdürülmesini emretmiş olduğu ilişkileri keserler ve
yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte onlar hüsrana uğrayanlardır"
Acaba
ayette sözü edilen kimseler, Allah'a vermiş oldukları hangi sözü
tutmuyorlar? Allah'ın sürdürülmesini emretmiş olduğu hangi ilişkiyi
kesiyorlar? Ve yeryüzünde hangi tür bozgunculuğu çıkarıyorlar?
Surenin
bu bölümünde bu konuda ayrıntılı açıklama yok. Çünkü burası belirli
bir karakteri teşhis etmenin, belirli insan tiplerini tasvir etmenin yeridir.
Yoksa belirli bir olayın ayrıntılı biçimde anlatıldığı bir yer değildir.
Burada genel hatları içeren bir tablo çizilmek isteniyor. Bundan çıkan
sonuca göre, Allah ile bu tipi oluşturan insan kesimi arasında yapılan bütün
antlaşmalar bozuluyor, Allah'ın sürdürülmesini emretmiş olduğu ilişkilerin
tümü kesiliyor ve bunlar tarafından kargaşalığın her türlüsü çıkarılıyor
demektir.
Bu
insan tipi ile Allah arasında her türlü ilişki kesiktir. Onların özünden
uzaklaşmış sapık fıtratları hiçbir taahhüde bağlı kalmaz, hiçbir
kulpa yapışmaz ve hiçbir kargaşalıktan çekinmez. Onlar hayat ağacından
kopmuş ham bir meyveye benzerler. Çürümüşler, bozulmuşlar, kokuşmuşlar
ve hayat tarafından dışlanmışlardır. Bundan dolayı müminlere hidayet sağlayan
Kur'an-ı Kerim örnekleri, onların sapıtmalarına yol açmakta, takva
sahiplerini doğru yolda tutan sebepler onların iyice yoldan çıkmalarına
neden olmaktadır.
Şimdi,
Medine döneminde İslâm mesajının karşısına yahudi, münafık ve müşrik
kılıklarında çıkan ve o günden beri aynı olumsuz rolü oynamaya devam
ederek günümüzde -bazı yüzeysel isim ve ünvan farklılıkları ile
birlikte- aynı inatla İslâm mesajı karşısına dikilme geleneğini sürdüren
bu insan tipinin yıkıcı etkilerini yakından görelim. Yüce Allah buyuruyor
ki:
"Onlar
ki, Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit haline getirdikten sonra
bozarlar"
Yüce
Allah ile insanlar arasında akdedilen antlaşma bir çok ilkeler içerir. Bu
ilkelerden biri, her canlı varlığın yapısına yerleştirilen fıtratın
yaratıcısını tanıma ve kulluğu O'na yöneltme taahhüdüdür. Bu Allah'a
inanma ihtiyacı fıtrattaki varlığını her zaman devam ettirir. Fakat kimi
zaman sapmaya uğrayan, yolunu şaşıran bu fıtrat, Allah'a O'nun dışında
başka eşler ve ortaklar koşar.
Bu
antlaşmanın diğer bir ilkesi, -ilerde yeri geleceği üzere- yüce Allah'ın
bizzat Hz. Adem'den aldığı yeryüzünde Allah'ın halifesi/temsilcisi olma sözüdür.
Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Hepiniz
Cennet'ten ininiz. Yalnız tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde o
rehberime uyanlara artık korku yoktur; onlar hiçbir zaman üzülmeyeceklerdir.
Kâfir
olup ayetlerimizi yalanlayanlara gelince onlar orada ebedî kalmak üzere
Cehennem'liktirler." (Bakara Suresi 38-39)
Bu
ilkeler; yüce Allah'ın her kavme göndermiş olduğu peygamberler aracılığı
ile tekrarladığı, vurguladığı ahitlerdir. Bu ahitlerde, söz konusu
kavimlerin tek Allah'a kulluk etmeleri, hayatlarına O'nun önerdiği yaşama
tarzını, O'nun şeriatini egemen kılmaları islenmiştir. İşte fasıkların
bozdukları, geçersiz bıraktıkları ahitler bunlardır. Eğer insan yüce
Allah'a vermiş olduğu kesin sözü bozabiliyorsa, Allah'dan başkaları ile
arasında yaptığı antlaşmaları rahatlıkla bozar. Sebebine gelince; Allah
ile arasındaki taahhüdü bozmaya kalkışan kimse artık hiçbir antlaşmaya,
hiçbir verilmiş söze saygı göstermez. Ayetleri incelemeye devam edelim:
"Allah'ın
sürdürülmesini emretmiş olduğu ilişkileri keserler. "
Yüce
Allah bir çok ilişkinin sürdürülmesini emretmiştir. O bize akrabalık ve
soy yakınlığı ilişkisini gözetip sürdürmemizi, geniş çaplı insanlık
ilişkisini gözetip sürdürmemizi ve bunların hepsinden önce inanç birliği
ilişkisini, iman kardeşliği bağıntısını gözetip sürdürmemizi emretti.
O inanç birliği ilişkisi ki, her ilişkinin temelidir, onsuz hiçbir insanlar
arası bağıntı biçimi kurulup geliştirilemez. Yüce Allah tarafından gözetilip
sürdürülmesi emredilen sosyal ilişkiler kesilince, insanları birbirine bağlayan
halkalar parçalanır, dayanışmayı sağlayan bağlar çözülür, toplumlarda
kargaşalık baş gösterir ve anarşi yaygınlaşır. Ayeti okumaya devam
ediyoruz:
"Yeryüzünde
bozgunculuk çıkarırlar."
Yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmak türlü türlü olur. Bunların hepsi Allah'ın sözünün
dışına çıkmaktan, Allah'a karşı üstlenilen taahhütleri bozmaktan, Allah
tarafından sürdürülmesi emredilen ilişkileri kesmekten kaynaklanır. Yeryüzünde
görülen bozgunculukların başı, insanların hayatına egemen olması ve
onları yönlendirmesi için Allah tarafından belirlenmiş yaşama tarzı dışına
çıkmaktır. Bu nokta, sonu kesinlikle sosyal kargaşaya varan bir yol ayrımıdır.
Yüce Allah'ın önerdiği yaşama tarzı, toplumların uygulamalarından uzak
tutuldukça, Allah'ın şeriatı hayatın pratiğine yabancı kaldıkça, bu dünyanın
işlerinin düzene girmesi, hatta onun iki yakasının bir araya gelmesi mümkün
değildir. İnsanlar ile Rabbleri arasındaki ilişkinin halkası bu şekilde
kopunca, bu durum; vicdanları, davranışları, pratik hayatı, geçim şartlarını,
yeryüzünün bütünü ile üzerinde bulunan insanların ve nesnelerin tamamını
kapsayan bir kargaşanın kol gezmesi demektir.
Bu
durum, yüce Allah'ın yolundan ayrılmış olmanın sonucu olarak baş gösteren
bir yıkım, bir kötülük ve bir kargaşadır. Bundan dolayı, Allah'ın mümin
kullarını hidayete erdiren faktörler, bu yıkımın bu yayın kötüye gidişin
ve kargaşanın gelişmesine sebep olanların hak ettikleri sapıklığa sürüklenmelerine
sebep olmuştur.
Yüce
Allah kâfirliğin ve fasıklığın yeryüzünde meydana getirdiği bütün
olumsuz etkileri anlattıktan sonra, insanlara dönerek, onların; diriltici, öldürücü,
yaratıcı, rızık verici, plânlayıcı ve her şeyi bilen Allah'ı inkâr
etmelerindeki saçmalığı, garipliği vurguluyor ve bu konuda şöyle
buyuruyor:
28-
Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, sizleri ölü iken o diriltti, sonra sizi
öldürüp tekrar diriltecek, sonra da yine O'na döneceksiniz.
29-
O ki, yeryüzünde bulunan bütün varlıkları sizin için yarattı. Sonra da göklere
yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi. O her şeyi bilir.
Bütün
bu deliller ve nimetler karşısında Allah'ı inkâr etmek her türlü gerekçe
ve dayanaktan yoksun çirkin ve iğrenç bir inkârcılıktır.
Kur'an-ı
Kerim, burada insanları mutlaka göz önüne almaları, itiraf etmeleri ve
gereklerine teslim olmaları gereken realiteler ile yüz yüze getiriyor. Onların
dikkatlerini, hayatlarının akışına ve varoluşlarının çeşitli aşamalarına
yöneltiyor. Onlar vaktiyle ölü iken, kendilerini O diriltti. Bir zamanlar
onlar ölüm halindeyken O, onları bu aşamadan "hayat" aşamasına
geçirdi. İnsanlar, yaratıcı bir gücün varlığından başka hiçbir açıklaması
olmayan bu, gerçekle karşı karşıya gelmekten kaçamazlar, onu yok
sayamazlar.
Onlar
şimdi canlıdırlar. Yapılarında "hayat" denen bir realite taşıyorlar.
Acaba onlarda ki bu "hayat" denen realiteyi vareden kimdir? Yeryüzündeki
cansız varlıklarda bulunmayan bu yeni görüntüyü hiç yoktan meydana çıkaran
kimdir? Hayat, cansız varlıkları kuşatan ölümden apayrı bir şey,
karakteri de onunkinden tamamen farklı.. Peki, bu nereden geldi?..
İnsanlar,
akıllarını ve vicdanlarını kurcalayan bu sorudan kaçmakla, onunla yüz yüze
gelmekten sakınmakla hiçbir şey elde edemezler. Ayrıca bu canlılık
realitesinin meydana gelişini, yaratıklardan farklı yapıda bir yaratıcı güce
bağlamaktan başka çıkar yol yok. Yeryüzünde kendi dışında kalan ölü
varlıklardan farklı ve apayrı gelişmelere ve eylem biçimlerine sebep olan
bu hayat realitesi nereden geldi? Hiç kuşkusuz Allah katından. Bu sorunun en
akla yatkın cevabı budur. Yok, eğer bu cevabı onaylamıyorsa bir kişi,
sorunun doğru cevabının ne olduğunu söylesin o zaman!
İşte
burada insanlar, bu gerçekle karşı karşıya getirilerek şöyle buyuruluyor:
"Allah'ı
nasıl inkâr edersiniz ki, sizleri ölü iken O diriltti.
Yani
vaktiyle siz de yeryüzünü dolduran ve sizin de çevrenizi saran şu cansız
varlıklar gibi birer cansız varlıktınız. Sonra Allah sizde canlılık
realitesini varederek sizi diriltti. Buna göre, hayatları Allah katından
olan, canlı oluşlarını kendisine borçlu olan kimseler Allah'ı nasıl inkar
edebilirler? İncelememize devam ediyoruz:
"Sonra
sizi öldürüyor"
Herhalde
bu hükme hiç kimse itiraz etmez, ona hiç kimse karşı çıkmaz. Çünkü ölüm,
canlıların, yaşayanların her an karşılaştıkları, yüz yüze geldikleri
bir gerçektir. Bu niteliği yüzünden itiraz ve tartışma götürmez. Yine
ayeti okumaya devam edelim:
"Sonra
sizi tekrar diriltiyor."
Peygamber
efendimizin döneminde yaşayan bazı nasipsizler bu gerçeğe karşı çıkmışlar,
ona itiraz etmişlerdi. Tıpkı günümüzde bazı gözü perdelilerin, yönünü
yüzyıllar öncesinin ilkel cahiliye dönemine döndürmüş bir kısım
gericilerin ona karşı çıktıkları, ona itiraz ettikleri gibi. Oysa bu
kimseler ilk yaratılışlarını iyi düşünürlerse, bu itirazlarının ve
yalanlamalarının hiçbir haklı gerekçeye dayanmadığını görürler. Ayeti
okumaya devam ediyoruz:
"Sonra
da yine O'na döneceksiniz"
Yani
nasıl sizi ilk başta O yarattı ise sonunda yine O'na döneceksiniz, nasıl
sizi yeryüzünün dört bir tarafına dağıttı ise, bu kez bira raya
toplanacaksınız nasıl O'nun iradesi ile ölüm aleminden hayat alemine geçtiniz
ise, hakkınızdaki hükmünü yürütmesi ve sizinle ilgili takdirini gerçekleştirmesi
için tekrar O'nun huzuruna döneceksiniz.
Görüldüğü
gibi kısa bir ayetin hacmi içinde bütün hayat sicili açılıp dürülüyor,
insanlığın tablosu yaratıcının kabzası altında birkaç fırça darbesi
ile gözler önüne seriliyor. Yüce Allah, insanlığı ilk önce ölümün
sessizliğinden sıyırıp yeryüzüne salıyor, sonra onu ölümün eli aracılığı
ile yakalıyor, arkasından onu tekrar diriltiyor. İnsanın ilk yaratılışı
nasıl O'ndan kaynaklandı ise Ahirette yine O'nun huzuruna dönecektir. Bu hızlı
gösteri tablosu içinde yüce Allah'ın gücünün izleri gözler önünde
canlandırılmakta, onun derin ve etkili izlenimleri duyu organlarına yansıtılmaktadır.
Bu
tablonun arkasından birincisini tamamlayan ikinci bir tablo ile yüz yüze
geliyoruz. Okuyalım:
"O
ki, yeryüzünde bulunan bütün varlıkları sizin için yarattı. Sonra göklere
yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi, O her şeyi bilir"
Gerek
tefsir ve gerekse kelâm (tevhid) bilginleri yeryüzünün ve göklerin yaratılışından
çokça söz ederler. Bunlardan hangisinin önce, hangisinin sonra yaratıldığını,
``istiva" ve "tesviye" terimlerinin ne anlama geldiğini uzun
uzun anlatmaya çalışırlar. Fakat böyle yaparken "öncelik" ve
"sonralık" kavramlarının insana özgü olduğunu, yüce Allah'a göre
bunların bir değer taşımadığını unutuyorlar. Yine unutuyorlar ki,
"istiva" ve "tesviye" kelimeleri sınırsızın imajını sınırlı
insan idrakine yakınlaştırmaya yarayan iki terimden başka birşey değildirler.
Şunu
hemen belirtelim ki, İslâm bilginlerinin bu tür Kur'an terimleri üzerinde
giriştikleri hararetli tartışmalar, eski Yunan felsefesinin ve yahudi-hristiyan
kaynaklı Teoloji münakaşalarının saf Arap düşüncesine ve duru İslâm
mantığına bulaşmış bir afeti, bir hastalığıdır. Bizim bu gün o eski
hastalığın pençesine yakalanarak İslâm inancının güzelliğini ve Kur'an-ı
Kerim'in alımlı çehresini bozmamız, lekelememiz söz konusu değildir.
Buna
göre, bu terimleri aşarak, yeryüzünde bulunan bütün varlıkların insan için
yaratılmış olmasının düşündürdüğü gerçeklerden kısaca sözedelim;
bu gerçeğin insanın varoluş amacını, yeryüzündeki rolünün önemini ve
Allah'ın terazisindeki ağırlıklı değerini, bütün bunların ötesinde
gerek İslâm düşünce sisteminde ve gerekse İslâmi toplumsal düzende insanın
taşıdığı önemi kanıtlayan karakterini vurgulayalım:
"O
ki, yeryüzünde bulunan bütün varlıkları sizin için yarattı"
Buradaki
"sizin için" deyimi zihnimizde geniş kapsamlı sezgiler uyandıran
derin anlamlı bir deyimdir. Bu deyim kesin bir biçimde ifade eder ki, yüce
Allah şu insanı çok önemli bir fonksiyonu yerine getirmek için yarattı;
onu kendisinin yeryüzündeki halifesi olsun, yeryüzündeki bütün varlıklara
egemen olsun, yeryüzünde yapıcı bir rol oynasın diye yarattı.
İnsan,
bu geniş mülke egemen olan en üstün varlık ve yaygın alanlı mirasın
birinci derecedeki efendisidir. Buna göre, yeryüzünde cereyan eden olay ve
gelişmelerde insanın rolü birinci derecededir. O, yeryüzünün de, yeryüzündeki
kullanılacak teknolojik araç ve gereçlerin de efendisidir. Günümüzün
materyalist dünyasında olduğu gibi O, bu araç ve gereçlerin kölesi değildir.
İnsan, materyalist düşüncenin basiretsiz taraftarlarınca iddia edildiği
gibi, teknolojik araç ve gereçlerin insan ilişkilerinde ve yaşama şartlarında
meydana getirdiği gelişmelere bağımlı sayılamaz. Sözünü ettiğimiz
nasipsiz materyalistler böyle düşünmekle yeryüzünün onurlu efendisi olan
insanın rolünü ve pozisyonunu küçümseyerek, onu sağır araç ve gereçlerin
tutsağı durumuna indirgemektedirler.
Kısacası,
insanın kontrolünde olması gereken güçlerin sınırlarını aşıp insanın
değerinin üstüne çıkması, onu baskı altına alması ve boyunduruğuna geçirmesi
kabul edilemez. İnsanın değerini küçültmeyi içeren her amaç, sağladığı
maddî avantajlar ne olursa olsun, insanın varoluş gayesi ile çelişen bir
amaçtır. İnsanın onurluluğu, insanın üstünlüğü ilk sıradadır. İnsana
bağımlı, insanın serbest iradesine boyun eğmiş olması gereken maddî değerler
daha sonra gelir.
Bu
ayette yüce Allah'ın insanlara bağışladığını bildirdiği ve nankörce
karşılanmalarını tuhaf saydığı nimetler, sadece tümü ile yararlarına
sunmuş olduğu yeryüzü nimetleri değildir. Bunların yanında yüce Allah'ın
insanları tüm yeryüzüne efendi yapmış olması, onlara yeryüzünün içerdiği
bütün maddî değerlerin üstünde bir değer biçmiş olması da diğer bir
nimetidir. Bu, insanı yeryüzüne halife yaparak onurlandırma nimeti, emrine
sunulan büyük mülk ve bu mülkten yararlanma nimetinden daha üstündür.
Ayeti okumaya devam edelim:
"Sonra
da göklere yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi"
Burada
"istiva" kelimesinin ne anlama geldiğinin tartışmasına girmeyi
gereksiz görüyoruz. Yalnız şunu vurgulayalım ki, bu terim, egemenliği,
yaratma ve yoktan varetme iradesini pratiğe aktarma amacının sembolik bir
ifadesidir. Yine bunun gibi, "yedi gök" deyiminin burada ne anlama
geldiği konusuna girmeyi, bu "yedi gök"ün biçimlerini ve boyutlarını
belirlemeye kalkışmayı da gereksiz görüyoruz. Yalnız şu kadarını söyleyelim
ki; ayetin bu kısmının genel anlamı şudur: Yeryüzünü içindeki tüm varlıklarla
birlikte insanın yararına sunan, burada mutlu bir hayat sürebilmesini mümkün
kılacak şekilde gökleri uyumlu bir yapıya kavuşturan bu kainatın tek yaratıcısı,
egemeni ve düzenleyicisi olan Allah'ı (c.c) inkâr etme tuhaflığını ve cüretini
gösteren kâfirlere, bu davranışlarının saçmalığını anlatmaya vesile
olsun diye verilmiş bir örnektir; yeryüzü ve gökleriyle birlikte tüm kâinatı
düzenlemektir "istiva".
O
her şeyi bilir"
Yani,
Allah her şeyi yarattığı, her şeyi önceden tasarlayıp plânladığı gibi
her şeyi bilir de. Burada yüce Allah'ın bilgisinin, O'nun önceden tasarlayıcılığı
ve plânlayıcılığı (Müdebbirliği) ile aynı kapsamda olduğu ifade
ediliyor. Bu anlayış tek yaratıcıya inanmanın, kulluğu tek tasarlayıcı
ve plânlayıcıya (müdebbir'e) yöneltmenin, yine tek rızık ve nimet
vericinin bağışlarını itiraf etmiş olmanın ifadesi olarak O'nun eşsizliğini
ve ortaksızlığını onaylamış olmanın ayrılmaz bir gereğidir.
Böylece
Bakara suresinin, imanı ve takva sahibi müminler kafilesini seçme çağrısını
ana konu edinen birinci kısmı burada sona eriyor.
Kur'an-ı
Kerim'deki kıssalar, çeşitli konular ve münasebetler ile ilgili olarak anlatılır.
Kıssanın anlatım yerini, anlatılan bölümünü, anlatım biçimini ve üslubunu
bu kıssanın anlatılmasına gerekçe oluşturan münasebet belirler. Böylece
kıssanın psikolojik, fikrî ve sanatsal atmosferleri arasında uyum sağlanmış
olur. Böyle olunca kıssa, objektif rolünü oynamış, psikolojik amacını
gerçekleştirmiş ve kendisinden beklenen etkiyi meydana getirmiş olur.
Bazıları
Kur'an-ı Kerim kıssalarını anlatımında tekrara, yinelemeye başvurulduğunu
sanırlar. Çünkü aynı kıssanın çeşitli surelerde tekrarlandığı görülebilmektedir.
Fakat dikkatli bakışlar, hiçbir kıssanın ya da hiçbir kıssa bölümünün
aynı biçimde, aynı miktarda ve aynı anlatım tarzı ile tekrarlanmadığını,
eğer bir yerde bu kıssaların herhangi bir bölümü tekrarlanmışsa, bunun
mutlaka "tekrarlanma" niteliğini ortadan kaldıran yeni bir unsur içerdiğini
kesinlikle fark etmişlerdir.
Bazıları
da bu kıssalarda sırf anlatım güzelliği sağlamak amacı ile aslı olmayan
olaylara yer verme ya da bu olayların akışını keyfï bir biçimde
belirleme, başka bir deyimle edebî eserlerde rastlanan realiteden bağımsız
bir yakıştırmacılık yoluna başvurulduğunu sanarak yanılgıya düşerler.
Oysa Kur'an-ı Kerim'i dikkatle inceleyen her ön yargısız ve açık basiretli
okuyucunun elle dokunur bir somutlukla yüzyüze geldiği gerçek şudur ki, bu
kıssaların her geçişinde ne kadarının anlatılacağını belirleyen faktör,
kıssanın anlatımına sebep olan konunun özelliğidir. Bu konu özelliği, kıssanın
nasıl anlatılacağını, anlatımın hangi özellikleri içereceğini de
belirler.
Kur'an-ı
Kerim bir çağrı kitabı, bir sosyal düzen anayasası, bir hayat kılavuzudur;
bir rivayet, bir gönül okşama, ve bir tarih kitabı değildir. Onun bazı
ayetlerinde, asıl olan çağrı, davet işlevi yerine getirilirken eldeki
konunun niteliğine ve akışına uygun düşecek biçimde ve uzunlukta seçilen
kıssa anlatılır. Bu anlatımda hayalî uydurmacılıkla uzaktan yakından
ilgisi olmayan, anlatım orjinalliğini, güçlü gerçekçiliği ve üslup güzelliğini
esas alan, gerçek bir sanat güzelliği gözetilir.
Kur'an'da
anlatılan peygamber kıssaları, iman kervanının sürekli, başarılı ve
uzun yolculuğunu temsil eder. Bu kıssalar, ardarda gelen kuşaklar boyunca
Allah'a çağrının ve insanlığın bu çağrıya verdiği karşılığın
tarihini yansıtırlar. Yine bu kıssalar, söz konusu seçkin ve örnek
insanların kalplerinde barındırdıkları imanın, kendilerini bu şerefli
misyonla görevlendiren Rabbleri ile aralarındaki ilişkinin karakteristik özelliklerine
ışık tutarlar. Ayrıca bu kıssalar, bu onurlu kervanı oluşturan seçkin müminlerin
kalplerine sürekli biçimde moral, aydınlık ve berraklık akıtır, her adımda
onlara sahip oldukları bu aziz unsurun, yani iman unsurunun olağanüstü değerini
telkin ederler. Ve son olarak bu kıssalar, iman düşüncesinin mahiyetini açıklar,
onun diğer yabancı düşüncelerden ayırd edilerek algılanmasını sağlarlar.
Bundan
dolayı bu kıssalar, aslında bir Allah'a çağrı kitabı olan Kur'an-ı
Kerim'in önemli bir bölümünü oluşturmuşlardır.
Şimdi
bu açıklamaların ışığı altında yukarda okuduğumuz ayetlerde anlatılan
şekli ile Hz. Adem -selam üzerine olsun- kıssasını gözden geçirelim:
Yukardaki
ayetlerin az öncesinde hayat kervanına, daha doğrusu tüm varlık kervanına
göz atılmakta, arkasından yüce Allah'ın insanlara sunduğu nimetler hatırlatılırken
yeryüzünden, dünyamızdan sözedilmekte ve yüce Allah'ın burada bulunan her
şeyi insanlar için yarattığı belirtilmekteydi.
İşte
bu atmosfer içinde Hz. Adem'in yüce Allah tarafından bazı taahhütler ve şartlar
altında yeryüzü halifeliği görevine getirilişi ve bu görevin üstesinden
gelmesini sağlayacak bilgi birikimi ile donanması konusuna geçiliyor. Bu kıssa,
aynı zamanda yine Allah'ın bağlayıcı emri (taahhüdü) ile İsrailoğulları'nın
(yahudilerin) yeryüzü halifeliği görevine getirilmelerini ve verdikleri
"söz"den dönmeleri dolayısıyla bu görevin yahudilerden alınarak
Allah'la yaptıkları sözleşmeye bağlı kalan İslâm ümmetine verilişinin
anlatılacağı ilerdeki ayetlere zihinleri hazırlayıcı bir nitelik taşır.
Bundan dolayı bu kıssanın, aralarında yer aldığı konuların atmosferi ile
son derece uyumlu olduğu görülür.