Yukardaki
ayetlerin devamında, yahudilerin Mısır'dan kurtarılarak ayrılmalarından
sonraki maceralardan bize şu kesit sunulmaktadır:
51-
Hani Musa ile kırk geceliğine sözleşmiştik de siz onun arkasından buzağıyı
ilâh edinerek zalimlerden olmuştunuz.
52-
Sonra bu (suçunuz)un ardından belki şükredersiniz diye sizi affettik.
53-
Hani doğru yola gelesiniz diye Musa'ya Kitab'ı ve Furkan'ı verdik.
54-
Hani Musa, kavmine dedi ki: "Ey kavmim, sizler buzağıyı ilâh edinmekle
kendinize zulmettiniz. Gelin, yaratıcınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün.
Yaratıcınız katında bu sizin için hayırlıdır': Allah da tevbenizi kabul
etti. Hiç şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir ve merhametlidir.
Hz.
Musa'nın Rabbi ile buluşmak üzere Tur dağına çıktığı sırada O'nun
yokluğunu fırsat bilerek, yahudilerin tapınmak üzere bir buzağı yapıp
ilah edinmeleri hikâyesi, Mekke'de bu sureden daha önce inen Taha suresinde
ayrıntılı biçimde anlatılır. Yüce Allah burada bu olayı kendilerine
sadece hatırlatmakla yetiniyor. Çünkü onlar olayı biliyorlar. Yüce Allah
onlara, kendilerini Firavun hanedanının ağır baskı ve işkencelerinden
Allah adına kurtarmış olan peygamberleri Hz. Musa yanlarından ayrılır ayrılmaz
buzağıya tapacak kadar alçaldıklarını hatırlatıyor ve bu tapınma olayındaki
tutumlarının niteliğini, "sizler zalimlerden oldunuz" hükmü ile
ortaya koyuyor. Gerçekten de, buzağıya tapan insanların zulmü altında
inlerken Allah'ın kendilerine gönderdiği bir peygamber sayesinde kurtulan,
fakat kendilerini zulümden kurtaran o peygamber yanlarından ayrılır ayrılmaz,
daha önce kendilerini ezen grubun ilahı olan buzağıyı ilah edinenden daha
zalim kim olabilir.
Buna
rağmen Rabbleri bu ağır suçlarını bağışladı ve bu sapıklığın arkasından
doğru yola koyulsunlar diye, peygamberlerine hakk ile batılı birbirinden ayırıcı
olan Tevrat'ı verdi.
Fakat
bu kararmış kalpleri arındırmak, eski temizliklerine yeniden döndürmek kaçınılmazdı.
Bu sefil ve perişan karakteri ancak hem özü ve hem de uygulanışı bakımından
son derece sert ve ağır bir kefaret düzeltebilir.
"Hani
Musa kavmine dedi ki; "Ey kavmim, sizler buzağıyı ilâh edinmekle
kendinize zulmettiniz. Gelin, yaratıcınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün.
Yaratıcınız katında bu sizin için hayırlıdır."
"Nefislerinizi
öldürün". Yani içinizdeki itaatkârlar, asileri öldürsün. Bunu
yapan, hem asiyi ve hem de kendini arındırmış olur. Bu ağır kefaret ile
ilgili rivayetler, olayı böyle anlatır. Gerçekten ağır ve uygulaması son
derece zor bir yükümlülük. Kardeşin kardeşi öldürmesi... İnsanın gönüllü
olarak kendi kendini öldürmesi gibi birşey. Fakat bu kefaret biçimi her türlü
kötülüğe balıklama dalan, hiçbir yasaktan kaçınmayan söz konusu sefil
ve perişan karakter için gerekli bir uslandırma, yola getirme metodu oluyor.
Eğer onlar yasaktan kaçınsalardı, peygamberleri gözlerden kaybolunca buzağıya
tapmazlardı. Madem ki, sözle kötülükten el çekmiyorlardı, zor kullanılarak
kötülükten alıkonsunlar, uslanmalarını sağlayarak bu yolla kendilerine
yararlı olacak söz konusu ağır fidyeyi ödesinlerdi.
İşte
o anda, yani isyanlarından arınmalarından sonra, yüce Allah'ın rahmeti
kendilerine yetişiyor:
"Allah
da tevbenizi kabul etti. Hiç kuşkusuz O, tevbeleri kabul edendir ve
merhametlidir."
Fakat
yahudi aynı yahudidir. Katı kalpliliği, maddeci zihniyeti ve gayb sızmalarına
kapalı his dünyası bakımından her dönemin yahudisi aynıdır. İşte şimdi
de bu yahudi yüce Allah'ı açıkça görmek istediğini söylüyor.
Bu
isteği ileri sürenler onlar arasından seçilmiş yetmiş kişidir. Hz. Musa
(selâm üzerine olsun) onları Rabbi ile sözleşme yapmak üzere yanında götürmek
için seçmişti ki, bu kıssa daha önceki Mekkî surelerde ayrıntılı biçimde
anlatılmıştı. Bunlar yüce Allah'ı açıkça görmedikçe Hz. Musa'ya iman
etmeyi reddediyorlardı. Kur'an-ı Kerim, yahudilere, vaktiyle atalarının yaptığı
o küstahlığı, o nankörlüğü hatırlatırken, peygamberimizden olağanüstülükler
göstermesini istemek ve müminleri de bu tür isteklerde bulunmaya kışkırtmakla
o eski küstahlığa benzer bir küstahlığa düştüklerini ortaya koymayı
amaçlıyor:
55-
Hani "Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana kesinlikle iman
etmeyiz" dediniz de hemen arkasından bakıp dururken sizi yıldırım çarptı
56-
Sonra şükredesiniz diye sizi öldükten sonra yeniden dirilttik.
57
Üstünüze buluttan gölgelik çektik, size kudret helvası ile bıldırcın kuşu
indirerek, "Bağışladığımız helâl yiyeceklerden istediğinizi
yiyin" dedik. Ama onlar bize değil, kendilerine zulmediyorlardı.
Onlar
sadece duyularıyla algıladıkları şeylere inanırlar. Bunun dışındaki gerçeklerle
karşılaştıklarında yapacakları şey kaba bir inat, küstahlık ve
bozgunculuktur.
Birçok
olağanüstülükler ilâhi nimetler, af ve bağışlama... Bütün bunlar,
sadece duyu organlarının algıladıklarına inanan, buna rağmen tartışma ve
mızıkçılığı hiç elden bırakmayan ve ancak azaba ve musibete çarpılınca
gerçeğe boyun eğen bu katı tabiatı değiştiremiyor. Bu durum, Firavun'un
baskıcı yönetimi altında uğradıkları yozlaşmanın, yahudilerin fıtri
yapılarını derinden bozduğunu, yıkıma uğrattığını düşündürüyor.
Uzun süreli bir baskının, bir zorbalığın insanda meydana getirdiği yozlaşmadan
daha büyük bir bozulma, daha büyük bir yıkım düşünülemez. Böyle bir
yozlaşma insan vicdanında yeşeren bütün erdemleri mahveder, bu erdemlerin
dayanaklarını yıkarak yerlerine bildiğimiz kölelik ruhunun tohumlarını
eker. Kölelik ruhunun tipik özelliği: Cellât kamçısı altında boyun eğmek,
sırtından kamçı kalkar-kalkmaz başkaldırmak, biraz nimet ve güç bulunca
anında şımarmaktır. .İşte yahudi vaktiyle böyleydi; o her zaman böyledir;
böyle olmaya da mahkumdur.
Ve
böyle oldukları için küstahça davranıyorlar, işi inada döküyorlar...
"Hani
"Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana kesinlikle iman
etmeyiz" dediniz:'
Yüce
Allah -c.c- da onları, sözünü ettiğimiz sözleşme münasebeti ile dağın
üzerinde bulundukları sırada bu küstahlıklarının hakkettiği cezaya çarptırmıştı:
"Hemen
arkasından bakıp dururken sizi yıldırım çarpıverdi:"'
Fakat
yüce Allah'ın rahmeti bir kere daha kendilerine yetişiyor ve olup bitenlerden
ibret alıp Allah'a şükretsinler diye yeniden hayata kavuşturuluyorlar. Yüce
Allah burada bu nimete nasıl karşılık vermeleri gerektiğini hatırlatıyor:
"Arkasından
şükredesiniz diye sizi öldükten sonra yeniden dirilttik."
Allah
(c.c) onları kupkuru çölde nasıl koruduğunu da hatırlatıyor. Orada onlara
hiçbir emek vermelerine ve hiçbir çaba harcamalarına gerek bırakmaksızın
tatlı yiyecekler bağışlamış ve lütufkâr tedbiri ile kendilerini çölün
kavurucu ikliminden ve güneşin yakıcı sıcağından korumuştu:
Üstünüze
buluttan gölgelik çektik, size kudret helvası ile bıldırcın kuşu
indirerek, "bağışladığımız helâl yiyeceklerden istediğinizi
yiyin" dedik. Ama onlar bize değil, kendilerine zulmediyorlardı."
Rivayetlere
göre yüce Allah onları çölün kavurucu sıcağından koruyan gölgelik
bulutlar göndermişti. Yağmurdan ve buluttan yoksun çöl; ateş fışkırtan
ve yalaz saçan bir cehennemdir. Fakat yağmur ve bulut sayesinde vücutlara ve
ruhlara ferahlık bağışlayan huzurlu ve elverişli bir hayat ortamına dönüşür.
Yine rivayetlerin bildirdiğine göre yüce Allah onlara bu çöl ortasında ağaçların
üzerinde bulabildikleri, bal gibi tatlı "kudret helvası" ile
kolayca yakalayabildikleri bol miktarda "bıldırcın kuşu" bağışlamış,
böylece hem uygun yiyeceklere ve hem de huzurlu bir yaşam ortamına kavuşmuşlar,
sözünü ettiğimiz bu yiyecekler de kendilerine helâl kılınmıştı.
Acaba
onlar bütün bu nimetler karşısında Allah'a şükredip doğru yola geldiler
mi? Ne yazık ki hayır!.. Ayetin son cümleciği onların nankörce davrandıklarını
ve hakkı inkâr ettiklerini belirtiyor. Sonunda bu nankörlüklerinin akıbeti
kendi aleyhlerine tecelli ediyor ve onlar sadece kendilerine zulmetmiş
oluyorlar.
"Ama
onlar bize değil, kendilerine zulmediyorlardı."
Bu
ayetlerin devamında yahudilerin çeşitli sapıklıkları, isyanları ve inkârcılıkları
yüzlerine vurulmaya devam ediliyor:
58-
Hani "Şu kasabaya girin ve orada ne isterseniz bol bol yiyin, fakat kapıdan
girerken secde ederek `bizi bağışla' deyin ki, günahlarınızı af fedelim.
İyilik edenlere daha fazlasını vereceğiz" dedik.
59-
Fakat zalimler o sözü kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler.
Biz de yaptıkları bu kötülükten dolayı o zalimlere gökten ağıt' bir
azap indirdik.
Bazı
rivayetlere göre burada sözü edilen kasaba "Kudüs"tür. Yüce
Allah yahudilere Mısır'dan çıktıktan sonra oraya girmelerini ve o güne
kadar orada oturan Amalikler'i kasabadan çıkarmalarını emretmişti. Fakat
yahudiler, yüce Allah'ın bu emrine uymayarak şöyle demişlerdi:
"Ya
Musa, orada zorba bir millet yaşıyor. Onlar çıkmadıkça biz oraya
kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.". (Maide
Suresi, 22)
Yine
yahudiler, bu kasaba ile ilgili olarak peygamberleri Hz. Musa'ya şöyle demişlerdi:
"Onlar
orada oldukları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Sen ve Rabbin gidin,
onlarla savaşın. Biz burada kalacağız." (Maide Suresi, 24)
Bunun
üzerine yüce Allah yahudileri kırk yıl boyunca çölde perişan bir halde
dolaşmaya mahkûm etti. Bu dönemin sonunda yetişen yeni kuşak Nuh oğlu Yuşa
peygamberin liderliği altında bu kasabayı fethederek içeri girdiler. Fakat
kasaba kapısından içeri girerlerken Allah saygısının ve alçakgönüllülüğün
belirtisi olsun diye secdeye kapanarak ve "günahlarımızı bağışla,
affet bizi" anlamına gelen "Hıddatan" diyerek içeri girmeleri
gerekirken, kendilerine emredilenden başka bir tarzda kapıdan girmişler ve
girerken yüce Allah'ın kendilerine emrettiğinin dışında bir söz söylemişlerdi.
Ayetlerin
devamında tarihlerinin bu olayı yahudilerin gözleri önüne seriliyor. Gerçi
bu olay, burada sözü edilen Hz. Musa -selâm üzerine olsun- döneminden sonra
meydana gelmişti. Ama burada onların tarihi bir bütün olarak kabul ediliyor;
bu tarihin en eski döneminden günümüze kadar süren yahudi tarihi aynı gözle
değerlendiriliyor. Bu tarihin tümü muhalefetlerle, başkaldırmalarla,
isyanlarla ve sapıklıklarla doludur.
Bu
olay hangi zaman diliminde meydana gelmiş olursa olsun, Kur'an-ı Kerim,
yahudilere bildikleri bir mesele vesilesi ile sesleniyor, onlara aşinası
oldukları bir olayı hatırlatıyor. Bu olayda yahudiler yüce Allah'ın yardımı
ile belirli bir kasabaya girerler. Yüce Allah onlara bu kasabanın kapısından
alçakgönüllü ve saygılı bir şekilde geçmelerini, günahlarının
affedilmesi için O'na dua etmelerini emretmiş ve böyle davrandıkları
takdirde günahlarını bağışlayacağını, aralarındaki iyilere bunun ötesinde
nimetler ve imtiyazlar bağışlayacağını vazetmişti. Fakat onlar, alışılagelmiş.
yahudi geleneği uyarınca bütün bu emirleri çiğnemişler, tersine çevirmişlerdir.
"Fakat
zalimler o sözü kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler."
Ayet-i
kerimede "zalimler"den sözediliyor. Burada özellikle bu kelimenin seçilmesinin
nedeni, ya emredilen sözü değiştirenlerin, direktiflere uymayanların bu kişiler
olmaları veya eğer bu emirlere uymama suçunu hep birlikte işlemişlerse
"zalim"lik sıfatını topluca hak etmelerinden dolayıdır.
"Biz
de işledikleri bu kötülükten dolayı o zalimlere gökten ağır bir azap
indirdik."
İşte
bu olay yahudilerin çok sayıdaki benzer marifetlerinden biridir! Yüce Allah
yahudilere uçsuz-bucaksız çöl ortasında yiyecek ve yakıcı sıcak altında
buluttan gölgelikler sunduğu gibi, Peygamberi Hz. Musa'nın (selâm üzerine
olsun) eliyle gerçekleştirdiği çok sayıdaki olağanüstülüklerden biri
ile onlara bol miktarda su da bağışlamıştı. Kur'an-ı Kerim, burada,
yahudilere, bu nimet ve imtiyaza karşı nasıl bir tutum takınmış olduklarını
hatırlatarak şöyle buyuruyor:
60-
Hani Musa kavmi için su istedi de kendisine, "Elindeki değneği şu taşa
vur" dedik. Bunun üzerine o taştan oniki tane pınar fışkırıvermişti.
Her grubun hangi pınardan su içeceği belirlenmişti. "Allah'ın size bağışladığı
rızıklardan yiyin, için ve yeryüzünde kargaşalık çıkararak azıtmayın"
dedik.
Hz.
Musa kavmi için su istemişti. İsteğini kabul eden yüce Allah kendisine,
asasını belirli bir taşa vurmasını emretti. Asasını taşa vurunca taştan
yahudi kabilelerinin sayısınca oniki tane pınar fışkırdı. Yahudiler, Hz.
Yakub'a nisbetle İsrailoğulları diye anılır ve Hz. Yakub'un -oniki oğluna
bağlı olarak- on iki kola ayrılırlar. "Esbat" diye bilinen ve
Kur'an'da sık sık adı geçenler sözünü ettiğimiz kabile reisleridir.
Yahudiler o dönemde kabile düzeni içinde yaşıyorlar ve her kabile kendi
reislerinin ismiyle anılıyordu.
İşte
bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, "Her grubun hangi pınardan su içeceği
belirlenmişti" buyuruyor. Yani her kabile bu oniki pınar içinde
kendisine ayrılan pınarı daha önceden biliyordu. Yüce Allah İsrailoğullarına
çeşitli nimetler bağışladığını buna karşın onların da yeryüzünde
kargaşa ve bozgunculuk çıkarmamaları gerektiğini vurguladığı ayeti
kerimede şöyle buyuruyor:
"Allah'ın
size bağışlamış olduğu rızıklardan yiyin, için ve yeryüzünde kargaşa
çıkararak azıtmayın."
Yahudiler
kupkuru ve kayalık bir çölün ortasına düşmüşlerdi. Tepelerindeki gökyüzü
yalaz ve ateş yağdırıyordu. Bir süre sonra yüce Allah bu yanık kayaları
su kaynağına dönüştürdü ve meteorlar yağdıran gökyüzünden de
kendilerine kudret helvası ile bıldırcın kuşları indirdi. Fakat buna rağmen
yahudinin kokuşmuş karakteri ve aşağılık tiyneti, bu milletin, uğruna Mısır'dan
çıkarılarak çöle salındığı yüce amacın düzeyine yükselmesine engel
oluyordu.
Yüce
Allah yahudileri alçaklık ve horlanmaktan kurtararak kutsal toprakların mirasçısı
yapmak ve kendilerini perişanlıktan ve yok olmaktan kurtarmak için Hz. Musa'nın
kontrolünde Mısır'dan çıkarmıştı. Hiç kuşkusuz özgürlüğün bir
bedeli, onurluluğun birtakım yükümlülükleri ve ellerine verilen ilâhî
emenatin bir fidyesi vardı. Fakat onlar ne bu bedeli ödemek ne bu yükümlülükleri
omuzlamak ve ne de bu fidyeyi vermek istiyorlardı.
Hatta
onlar alışmış oldukları eski basit hayat tarzlarını bırakmaya,
geleneksel yiyecek ve içeceklerini değiştirmeye, özgürlük, şeref ve
onurluluk yolunda hayatlarına yeni bir düzen vermeye bile razı değillerdi.
Halâ Mısır'dayken yedikleri yiyecekleri istiyorlar; oradaki geleneksel
yiyecekleri olan mercimeği, kabağı, sarımsağı ve soğanı özlüyorlardı.
İşte Kur'an-ı Kerim, Medine'de klâsik iddialarını ileri süren yahudilere
bu eski olayı, bu çirkin marifetlerini hatırlatarak şöyle buyuruyor:
61-
Hani dediniz ki; "Ya Musa, biz tek çeşit yemeğe artık dayanamayacağız
" Rabbine dua et de yerin bitirdiği sebze kabağından, sarımsağından,
mercimeğinden, soğanından çıkarsın': Musa da size "Hayırlıyı daha
değersizi ile mi değiştirmek istiyorsunuz. Öyleyse bir şehre ininiz, orada
ne isterseniz var" dedi.
Bunlara
alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar. Öyle
oldu; Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar ve peygamberleri haksız
yere öldürüyorlardı. İsyana daldıkları, sınırı aştıkları için bu
cezaya çarpıldılar.
Hz.
Musa, yahudilerin bu isteğini tuhaf karşılayarak şöyle demişti:.
"Hayırlı
olanı daha değersizi ile mi değiştirmek istiyorsunuz?"
Yani,
yüce Allah sizin için üstün olanı murad ettiği halde siz daha değersiz
olanı mı istiyorsunuz? Hz. Musa devam ediyor:
"Öyleyse
şehre inin, orada istediğiniz var."
Ayetin
bu kısmı iki türlü yorumlanabilir. Ya "Sizin istediğiniz şey basit ve
önemsizdir. Onun için dua etmeye değmez. Bunlar herhangi bir kasabada ya da
şehirde bol bol bulunabilir. O halde herhangi bir şehre ya da kasabaya inin,
bu istediklerinizi orada bulursunuz," demektir. Ya da "Alışageldiğiniz
basit, alçak ve haysiyetten yoksun eski hayatınıza dönün. O hayat düzeni içinde
mercimek, sarımsak, soğan, kabak ve benzeri sebzeler bulursunuz. Allah'ın
sizi temsilci olarak seçtiği yüce davaları bırakın" demektir ki, bu
takdirde Hz. Musa yahudileri azarlamış ve kınamış oluyor.
Ben,
bazı tefsir bilginleri tarafından uzak bir ihtimal sayılan bu ikinci yorumu
tercih ediyorum. Bu tercihimin sebebi, bu ayetin devamında şöyle buyurulmuş
olmasıdır:
"Bunlara
alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar."
Çünkü
yahudilerin alçaklık ve yoksullukla damgalanmaları ve Allah'ın -c.c. gazabına
çarpılmaları, tarihlerinin bu döneminde değil, ayetin şimdi okuyacağımız
son bölümünde sözü edilen olaylar meydana geldikten sonra gerçekleşmişti.
"Öyle
oldu, çünkü onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar ve peygamberlerini
haksız yere öldürüyorlardı. İsyana daldıkları, sınırı aştıkları için
bu cezaya çarpıldılar."
Yahudiler
burada anlatılan duruma Hz. Musa döneminden birkaç kuşak sonra düştüler.
Buna rağmen ayetin bir önceki bölümünde zamanından önce olarak "alçaklık
ve yoksulluk damgası ile ilâhı gazaba çarpılmak"tan sözedilmesi
mercimek, sarımsak, soğan, kabak gibi sebzeler istemekle sergilemiş oldukları
tutuma böyle bir hatırlatmanın uygun düşmesidir. Buna göre Hz. Musa'nın
"Şehre inin" şeklindeki sözünün kendilerine Mısır'daki kölelik
hayatlarını ve bu hayattan kurtuluşlarını, sonra da bu kölelik ve horlanma
diyarında yemeye alıştıkları şeyleri canlarının çekmesinin basitliğini
hatırlatıcı bir işlev taşımakta ve bu işleve pek uygun bir ifade olmaktadır.
Yahudilerin
tarihinde rastlanan vicdansızlıkların, kalpsizliklerin, nankörlüklerin,
saldırganlıkların, acımasızlıkların ve doğru yol rehberlerine dönük düşmanlıkların
bir benzerine hiçbir milletin tarihinde rastlanmaz. Bunlar çok sayıda
peygamberlerini ya öldürmüşler, ya boğazlamışlar ya da testere ile biçmişlerdir.
Bunlar ihlâslı hakikat rehberlerine karşı işlenmiş en çirkin
cinayetlerdir. Yahudiler küfrün en çirkinini yapmışlar, en kahpece saldırıları
gerçekleştirmişler ve en iğrenç isyanlar işlemişlerdir. Bütün bu
alanlarda onlar, başka bir benzeri olmayan alçaklıkların failleri olarak karşımıza
çıkarlar.
Bütün
bunlara rağmen her dönemde şaşırtıcı ve değişmez iddialarla ortaya çıktıkları
görülür. Tarihin her döneminde sırf kendilerinin doğru yolda olduklarını,
sadece kendilerinin Allah'ın seçkin halkı olduğunu, sırf kendilerinin Allah
katında ödüllendirileceklerini, yüce Allah'ın faziletinin ortaksız olarak
sadece kendilerine özgü bir imtiyaz olduğunu ısrarla ileri süregelmişlerdir.
Kur'an-ı
Kerim, burada yahudilerin bu klişeleşmiş iddialarını yalanlamakta ve genel
kurallarından birini belirlemektedir. Zaten Kur'an-ı Kerim'de anlatılan kıssaların
ya girişinde, ya ortasında ya da bitiminde böyle sık sık genel bir kuralın
ifade edildiği görülür. Bu genel kural, insanın yüce Allah'a -c.c- teslim
oluşunu ve salih ameller işlemeye kaynaklık edecek şekilde O'na iman etmeyi
sağlayan bütün inanç sistemlerinin özde bir oldukları ilkesidir. Bu ilkeye
göre, yüce Allah'ın fazileti hiçbir dar görüşlü taassubun sınırları
arasında hapsedilemez, o bütün zamanlarda ve dönemlerde yaşayan müminlerin
ortak imtiyazıdır. Her mümin topluluk kendi dinine bağlı kalmanın sonucu
olarak bu ilâhi imtiyazdan pay alır. Bu kural, bir sonraki peygamberlik döneminin
başlangıç tarihine kadar geçerlidir. Yeni bir peygamberlik dönemi başlayınca
bütün inanmışların bu peygambere bağlanmaları gerekir.