62-
Müminler ile yahudi, hıristiyan ve sabiilerden Allah â ve Ahiret gününe
inanıp iyi ameller işleyenler, hiç şüphesiz, Rabbleri katında mükâfatlarını
alacaklardır; onlar için korku yoktur; onlar artık hiç üzülmeyeceklerdir.
Burada
"müminler"den maksat müslümanlardır. Arapça'daki "ellezine hâdû"dan
maksat, "Allah'a dönenler" ya da "Yehuda'nın evlatları"
olduklarına inanan yahudilerdir. "Nasara"dan maksat, Hz. İsa'nın
yolundan giden hıristiyanlardır. "Sabiiler"den maksat ise en geçerli
görüşe göre müşrik Araplardan kopmuş bir zümredir. Bunlar milletlerinin
izlediği puta tapıcılık geleneğinin doğruluğundan kuşku duyarak ruhlarını
tatmin edecek başka bir inanç sistemi aramış ve bu arayışları sonucunda
Tevhid inancını benimsemiş Araplardır. Bazı açıklamalara göre bu Araplar
hiçbir ilâhî rehberin çağrısına muhatap olmaksızın ırkdaşlarının
tapınma geleneklerini bir yana bırakarak ilk Hanif dinine, yani Hz. İbrahim'in
şeriatine göre ibadet etmeye yönelmişlerdi. Bundan dolayı müşrikler
onlara "sapıklar" yani atalarının dininden ayrılanlar demişlerdi.
Daha sonra müslümanlar da onlar tarafından bu ünvanla anılacaktır. İşte
bu yüzden Arapların bu zümresine "sabiiler" adı verilmiştir. Bu görüş,
bazı tefsir bilginleri tarafından, bunların yıldızlara tapan kişiler olduğu
savunulan görüşten daha geçerlidir.
Okumuş
olduğumuz bu ayet bize şunu anlatıyor: Sözü geçen bu zümreler içinde
Allah'a ve Ahiret gününe inanarak salih ameller işleyen herkes Allah katında
hakkettiği mükâfata kavuşacaktır. Böyleleri için ne korku ve ne de hüzün
ve keder kesinlikle söz konusu olmayacaktır. Önemli olan inanç sisteminin özüdür;
bu konuda hiçbir ırk ve millet taassubu geçerli değildir. Elbette ki bu
kural, Peygamber efendimizin (salât ve selâm üzerine olsun) peygamberliği öncesi
için geçerlidir. Yoksa Peygamberimizin gelişi ile iman mükemmel ve en son şeklini
almıştır.
Yukardaki
ayetlerin devamında, müslümanların işitmesi de hedeflenerek, Medine
yahudilerine hitaben ataları İsrailoğulları'nın tutumu gözler önüne
seriliyor:
63-
Hani sizden kesin söz almış ve Tur dağını üstünüze çıkararak
"size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırlayın ki, takva
sahiplerinden olasınız" dedik.
64-
Bunun arkasından verdiğiniz sözden döndünüz. Eğer Allah'ın üzerinizdeki
fazlı ve merhameti olmasaydı kesinlikle hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.
Daha
başka surelerde ayrıntılı biçimde anlatılan bu sözleşme, incelemekte
olduğumuz surenin ilerde karşımıza çıkacak ayetlerinde de kısmen ele alınıyor.
Burada, yahudilerin başları üzerine kaldırılan taşın sembolize ettiği
kuvvet imajı ile Allah'la ahidleştikten sonra sırt çevirmemeleri ve kararlılıkla
sarılmaları 'istenen bu sözleşmeye yahudilerin bağlı kalabilme güçlüğünün
hem psikolojik ve hem de ifade açısından uyumlu bir manzara şeklinde tablolaştırılması
son derece önemlidir.
İnanç
meselesi gevşeklik ve kaypaklık kaldırmaz; ciddiyetsizlik, alaycılık,
umursamazlık ve yarım-yamalak çözüm kabul etmez. O, yüce Allah ile müminler
arasında imzalanan bir ahid, bir kesin sözleşmedir. Bu itibarla son derece
ciddi ve gerçektir. Ciddiyetsizliğe ve kaypaklığa hiç tahammülü yoktur.
Bu taahhüdün, sözleşmenin ağır yükümlülükleri vardır. Fakat bu onun
tabiatı gereğidir. O son derece önemli, şu evrende varolan her şeyden daha
önemli bir meseledir. Buna göre, insanın ona ciddî, kararlı, yükümlülüklerinin
bilincine varmış, tüm gücünü ve azmini yoğunlaştırmış ve bu yükümlülükleri
noktası noktasına yerine getirmeye kesin biçimde niyetlenmiş olarak sarılması
gerekir. Bu yükümlülük altına giren kimsenin, rahat, sorumsuz ve başıboş
hayata veda ettiğini idrak etmesi gerekir. Nitekim Peygamber efendimiz (salât
ve selâm üzerine olsun) bu yükümlülüğü omuzlamakla görevlendirildiğinde
eşine; "Ya Hatice, artık uyku dönemi geride kaldı" diyordu. Yüce
Allah da ona bu yükümlülükle ilgili olarak:
"Gerçekten
biz sana ağır bir söz yükleyeceğiz" (Müzemmil Suresi, 5) buyurdu.
Yüce
Allah işte bu yükümlülükle ilgili olarak yukardaki ayette yahudilere şöyle
buyuruyor:
"Size
verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırlayın ki, takva
sahiplerinden olasınız."
Demek
ki, bu taahhüde kuvvetle, ciddiyetle, yoğunlaştırılmış duyguların kararlılığı
ile sarılmak gerektiği gibi onun içeriğini hatırda tutmak, mahiyetinin
bilincine varmak ve bu mahiyete göre biçimlenmek de zorunludur. Ancak o zaman
bu taahhüt gelip-geçici bir duygusal tezahür, bir heyecan ve güç gösterisi
olmaktan kurtarılabilir. Çünkü bu ilâhi taahhüt başlı başına bir hayat
tarzıdır. Kavram ve bilinç olarak kalbde yer eden, pratik bir düzen olarak
hayatta yerini alan, edep ve ahlak kuralı olarak davranışlara yansıyan,
takvaya, yüce Allah'ın gözetimi karşısında duyarlı olmaya ve akıbet endişesini
hissettiren kendine özgü bir hayat tarzı.
Ama
heyhat! Yahudiyi bilinen karakteri bir kere daha yakaladı, geleneksel tiynetine
bir kez daha yenik düştü.
"Bunun
arkasından verdiğiniz sözden döndünüz.
Fakat
çok geçmeden yüce Allah'ın rahmeti imdatlarına yetişti ve yüce inayetiyle
üzerlerine kanat gerdi de onları kesin bir hüsrana uğramaktan kurtardı.
"Eğer
Allah'ın üzerinizdeki fazl-ı ve merhameti olmasaydı, kesinlikle hüsrana uğrayanlardan
olurdunuz."
Yüce
Allah bir kere daha yahudilerin sözlerini bozmalarım, geriye doğru adım
atmalarını, taahhütlerinden dönmelerini, ona sarılmakta yetersiz kalışlarını,
yükümlülüklerine katlanacak gücü gösteremeyişlerini, arzularına ve kısa
vadeli menfaatlerine yenik düşmelerini belgeleyen bir olayı yüzlerine
vuruyor:
65-
İçinizden Cumartesi yasağını çiğneyenleri bilmiş olmaksınız. Onlara `Aşağılık
maymunlara dönün" dedik.
66-
Bu cezap, onu görenlere ve sonradan gelip işitenlere ibret ve takva
sahiplerine öğüt yaptık.
Yahudilerin
Cumartesi yasağını çiğnemeleri olayı Kur'an-ı Kerim'in başka bir
suresinde ayrıntılı biçimde anlatılır. Orada şöyle buyuruluyor:
"Onlara
deniz kenarındaki kasabanın durumunu sor. Hani onlar Cumartesi yasağına
uydukları gün balıklar akın akın geliyor, bu yasağa uymadıkları gün balıklar
gelmiyordu." (Araf Suresi, 163)
Yahudiler,
yüce Allah'tan haftalık kutsal bir tatil günü istemişler, yüce Allah da
Cumartesi gününü onlar için kutsal bir tatil günü olarak belirlemişti, o
gün hiçbir dünya işi yapmazlardı. Fakat bir süre sonra onları Cumartesi günü
bollaşan ve diğer günler ortadan kaybolan balıklarla imtihan etti. Fakat
yahudi bu imtihanı kaybetti, onda başarılı olamadı. Elinin yakınına kadar
gelen avdan vazgeçip bu imtihanı kazanması ondan nasıl beklenebilirdi? Bu avı
taahhüdüne bağlı kalmak ve vermiş olduğu sözü tutmak için mi kaçıracaktı?
Böyle bir özverinin yahudi tabiatında yeri yoktu!
Bundan
dolayı yahudiler Cumartesi yasağını çiğnediler. Bu çiğnemeyi bilinen
kaypak metodları ile gerçekleştirdiler. Cumartesi günü balıkların önünde
bir engel oluşturarak denizle irtibatlarını kesiyorlar, fakat onları avlamıyorlardı!
Gün sona erince hemen işe girişerek denizle bağlantısı kesilmiş olan balıkları
yakalayıveriyorlardı. Şimdi şu ilâhi buyruğu tekrar okuyalım:
"Aşağılık
maymunlara dönün"
Böylece
yahudiler yüce Allah'a vermiş oldukları sözden dönmenin, irade sahibi insan
düzeyinden geriye doğru adım atmanın hakettiği cezaya çarpılmış
oldular. Çünkü onlar söz konusu kurnazca tutumu benimsemekle, kendilerini,
hareketleri irade sonucu olmayan ve midesinin sesine karşı koyamayan bir
hayvanın düzeyine indirdiler. Onlar insanı insan yapan en temelli özellikten
ani Allah'a verilen söze bağlı kalmayı sağlayan üstün irade özelliğinden
sıyrılır-sıyrılmaz bu aşağı düzeye inmiş oldular.
Onların
vücut yapıları ile gerçek maymuna dönüşmüş olmaları şart değildir.
Ruhları ve düşünceleri ile zaten maymuna dönüşmüşlerdi. Duyguların ve
düşüncelerin izleri yüzlere yansır. Mimikler de çehreyi etkileyen, orada
derin izler bırakan belirtilerdir!
Bu
olay gerek o dönem ve gerekse daha sonraki dönemlerde yüce Allah'ın
emirlerini çiğneyenler için önleyici bir ibret dersi ve her asırdaki müminler
için de yararlı bir öğüt oldu.
"Bu
cezayı, onu görenlere ve sonradan gelip işitenlere ibret ve takva sahiplerine
öğüt yaptık."
Yukardaki
ayetlerin son bölümünde "Bakara" yani sığır kıssası karşımıza
çıkar. Bu kıssa burada, daha önceki İsrailoğulları kıssaları gibi kısaca
değil, hikâye üslubuna uygun biçimde ayrıntılı olarak anlatılır. Çünkü
bu kıssa ne daha önce inen Mekkî surelerde ve ne de başka bir surede
yeralmamıştı. Bu kıssa yahudiyi karakterize eden inatçılık, mızıkçılık,
söylenene karşı koyma ve bu yolda bahaneler uydurma huyunun canlı bir
tablosunu gözler önüne sermektedir. Okuyalım:
67-
Hani Musa, kavmine: "Allah size bir sığır kesmeyi emrediyor" dedi
de kavmi kendisine: "Bizimle alay mı ediyorsun? " deyince, o da
onlara: "Cahillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım" dedi.
68-
Onlar: "Rabbine dua et de bize o sığırın nasıl olduğunu açıklasın"
dediler. Musa da: "Rabbim `o sığır ne yaşlı ve ne de körpe olup bu
ikisi arasında orta yaşlıdır' diyor, haydi size emredileni yapın"
dedi.
69-
Onlar: "Rabbine dua et de bize o sığırın rengini bildirsin"
dediler. Musa da: "Rabbim, `o sığır görenlerin gözüne hoş gelecek
parlak sarı renktedir' diyor." dedi.
70-
Onlar: "Rabbine dua et de bu sığırı bize iyice tanımlasın. Biz sığırları
birbirinden ayırdedemez olduk. Allah dilerse bu karışıklığın içinden çıkarız"
dediler.
71-
Musa: "Rabbim, `o, boyunduruğa koşulup toprak sürmemiş, toprak sulamada
kullanılmamış, özürsüz ve alacasız bir sığırdır' diyor" dedi.
Bunun üzerine onlar "İşte şimdi hakkı ile anlattın" diyerek tanımlanan
sığırı kestiler, neredeyse bunu yapmayacaklardı.
72-
Hani bir adam öldürmüştünüz de bu suçu birbirinize atmaya kalkmıştınız.
Oysa Allah gizlediğinizi ortaya çıkaracaktı.
73-
Bu amaçla "Kesilen sığırın bir parçasını o öldürülen adamın
cesedine değdirin" dedik. İşte Allah böylece ölüleri diriltir ve düşünesiniz
diye size ayetlerini gösterir.
Bu
küçük kıssa, az önce okuduğumuz ayetlerden anlaşılabileceği gibi, birkaç
bakımdan incelenebilir. Bu ayetlerde dikkatimizi çeken ilk husus, yahudilere
atalarından miras kalan karakterlerini açığa vurmalarıdır. Yine bu
ayetlerde yaratıcının gücü, ölümden sonra dirilme gerçeği, hayatın ve
ölümün özelliği kanıtlanmaktadır. Ayrıca bu kıssanın başlangıcı,
sonucu ve konumu bakımından sergilediği ifade sanatı da dikkatimizi çeken
noktalar arasındadır.
Yahudi
tabiatının temel karakteristik özellikleri bu sığır kıssasında açıkça
görülür. Bu özelliklerin en başta geleni kalpleri ile yüce Allah arasındaki
ilişkinin kopuk oluşudur. Ki bu ilişki, ipince şeffaflığın, görünmeyene
inanmanın, Allah'a güvenin ve peygamberlerin getirdiği mesajları onaylama
yeteneğinin kaynağını oluşturur. Bu özelliklerin diğerleri de; yükümlülükleri
üstlenmekten kaçınma, çeşitli bahaneler ve mazeretler uydurma, kalp bozukluğu
ile dil kabalığından kaynaklanan alaycılıktı!
Sebebine
gelince; peygamberleri kendilerine: "Allah size bir sığır kesmeyi
emrediyor" dedi. Bu söz, bu biçimi ile içeriğini onaylayıp yerine
getirilmesi için yeterlidir. Çünkü sözü söyleyen peygamberleri aynı
zamanda kendilerini yüce Allah'ın rahmeti, gözetimi ve direktifi ile onur kırıcı
bir işkence hayatından kurtarmış olan liderleridir. Üstelik bu peygamber,
bu direktifin kendi emri, kendi görüşü olmadığını, bu emrin kendilerini
hidayeti doğrultusunda ilerletmek isteyen yüce Allah'dan geldiğini
belirtiyor. Buna karşılık verdikleri cevap, küstahlıktan, edepsizlikten ve
şanlı peygamberlerini alaycılıkla, dalgacılıkla suçlamaktan ibaret oldu.
Sanki peygamber olması bir yana, yüce Allah'ı tanıyan sıradan bir insanın
bile yüce Allah'ın adını ve emrini alay ve maskaralık malzemesi yapması düşünülebilirmiş
gibi Peygamberlerine şöyle soruyorlar:
"Bizimle
alay mı ediyorsun?"
Hz.
Musa'nın bu küstahlığa karşı cevabı Allah'a sığınmak; onları tatlı
dille sitemli ve dolaylı bir üslupla yüce Allah karşısında takınılması
gereken edebe çağırmak, O nun hakkındaki asılsız düşüncelerin ancak bu
edebi bilmeyen ve takınamayan cahillere lâyık olduğunu kendilerine anlatmak
olmuştur.
"Cahillerden
biri olmaktan Allah'a sığınırım."
Aslında
bu sitemli ifade onları kendine getirmeye, Rabblerine döndürmeye ve
peygamberlerinin emrini yerine getirmelerini sağlamaya yeterli idi. Fakat
unutmayalım ki, yahudiler ile karşı karşıyayız!
Evet..
Onlar peygamberlerinin bu yalın sözü üzerine ellerini herhangi bir sığıra
uzatıp onu kesebilirlerdi; bunu yapmalarında herhangi bir güçlük yoktu. Böyle
yapsalar Allah'ın emrine uymuş ve peygamberlerinin sözünü tutmuş
olacaklardı. Fakat itirazcı ve kaypak karakterleri hemen depreşiverdi. Bunun
sonucu olarak peygamberlerine şu soruyu yönelttiklerini görüyoruz:
"Rabbine
dua et de bize o sığırın nasıl olduğunu açıklasın, dediler."
Bu
soru bu biçimi ile şunu ortaya koyuyor: Onlar, Hz. Musa'nın, bu emirle
kendileri ile alay ettiğinden halâ kuşku duyuyorlar. Sebebine gelince; her şeyden
önce, "Bizim için Rabbine dua et" demekle, yüce Allah'ın sadece Hz.
Musa'nın Allah'ı olduğunu, aynı zamanda kendilerinin de Rabbi olmasının söz
konusu olmadığını, meselenin kendilerini değil, sadece Hz. Musa ile onun
Allah'ını ilgilendirdiğini söylemek istiyorlar. Ayrıca Hz. Musa'dan boğazlanacak
sığırın "nasıl" olduğunu Rabbinden öğrenmesini istiyorlar.
Burada sorulan bu soru her ne kadar hayvanın niteliğini öğrenmeye dönük
gibi görünüyorsa da aslında karşı gelme ve alay etme anlamı taşır.
"Nasıl bir şeydir o?". O bir sığırdır. Peygamberleri bunu onlara
işin başında hiçbir nitelik ve özellik belirtmesine yer vermeksizin söylemişti.
Bir sığır. O kadar!
Burada
Hz. Musa'nın onları doğru yola döndürmek amacı ile sorularına soruyla
cevap verme yoluna başvurmamaya özen gösterdiğini görüyoruz. Eğer böyle
yapıp onların sapık soru sorma üslubunu benimsemiş olsaydı, kendileri ile
kelimelerle oynamak anlamına gelebilecek biçimsel bir tartışmaya girme
tehlikesi ile karşılaşabilirdi. Hz. Musa, bunun yerine onlara, Allah tarafından
sapıtmış aptallarla başa çıkmakla görevlendirilmiş eğitici bir öğretmene
yakışacak bir ağırbaşlılıkla cevap veriyor:
"O
sığır ne yaşlı ve ne de körpe olup bu ikisi arasında orta yaşlıdır."
Yani
söz konusu sığır ne çok yaşlı ve ne de körpe bir danadır, bu ikisi arasında
bir yaştadır. Hz. Musa, bu kısa açıklamanın arkasından onlara şu kesin
ifadeli nasihati yöneltir:
"Haydi
(artık) size emredileni yapıverin"
Sözü
uzatmak istemeyenler için bu kadar açıklama yeterli idi. Yeterli idi, çünkü
peygamberleri onları iki kere doğru yola çekmiş, kendilerine soru sormanın
ve emir almanın gerekli edep kurallarını tanıtmıştı. Artık ne çok kocamış
ve ne de körpe olmayan orta yaşlı herhangi bir sığırı yakalayarak omuzlarına
bindirilen yükümlülükten arınmaları, bu hayvanı keserek Rabblerinin
emrini yerine getirmeleri, kendilerini karmaşıklığın ve baskının sıkıntısından
kurtarmaları beklenirdi. Fakat, yahudi bildiğimiz yahudidir! Nitekim, yine
sorularına devam ediyorlar:
"Rabbine
dua et de bize o sığırın rengini bildirsin, dediler:'
Yine
"Bizim için Rabbine dua et..." teranesi, Yahudiler bu soru ile konuyu
didiklemeye giriştikleri ve ayrıntıya girmeyi istedikleri için kendilerine
verilecek cevabın da ayrıntıya girmesi kaçınılmazdı. Okuyoruz:
"Rabbim
`o sığır görenlerin gözüne hoş gelecek parlak sarı renktedir'
diyor."
Böylece
kendi elleri ile kendi tercih alanlarını daralttılar. Daha önce, istedikleri
herhangi bir sığırı kesebilecekleri halde şimdi sıradan bir sığırı
kesmekle işleri bitmiyordu. Bunun yerine ne kocamış ve ne de körpe olmayan
orta yaşlı bir sığır bulmak zorunda idiler. Üstelik bu sığır, alacasız
sapsarı renkte olmalı idi. Ayrıca ne zayıf ve ne de şişman olacak, "Görenlerin
gözlerine hoş gelecekti." İnsanların gözleri ancak sağlıklı, canlı,
hareketli, gürbüz ve parlak tüylü bir inek görünce hoşnut olabilirdi.
Çünkü insanlar genellikle canlı ve ölçülü görüntülerden hoşlanır,
buna karşılık sünepe ve uyumsuz görüntülerden nefret ederler.
Artık
işi inatla kurcalamaları fazlası ile yeterli idi. Fakat yollarına devam
ederek meseleyi daha karmaşık ve kendileri için daha zor hale getiriyorlardı.
Yüce Allah buna karşılık işlerini daha da zorlaştırıyordu. Şimdi bir
kere daha söz konusu sığırın "nasıl" olması gerektiğini
soruyorlardı:
"Rabbine
dua et de bu sığırı bize iyice tanımlasın."
Bu
anlamsız ve inatçı sorularını, meselenin kendileri için içinden çıkılmaz
hale gelmesine, zira sığırları birbirinden ayırdedemez duruma düşmelerine
bağlıyorlar: "Sığırları birbirinden ayırdedemez olduk."
Üstelik
bu defa cahilliklerinin farkına varmış olacaklar ki, şöyle diyorlar:
"Allah
dilerse bu karışıklığın içinden çıkarız."
Ama
artık bu işin kendileri için daha karmaşık ve daha zor bir hale gelmesi,
serbest tercih alanlarının daha da daraltılması ve sınırlandırılması,
kesecekleri sığırda daha önce aranmayan ve öngörülmeyen yeni nitelikler
aranması kaçınılmazdı. Okuyoruz:
"Rabbim:
`O, boyunduruğa koşulup toprak sürmemiş, toprak sulamada kullanılmamış,
özürsüz ve alacasız bir sığırdır' diyor dedi."
Görülüyor
ki, artık kesilecek sığır sadece orta yaşlı, sapsarı, parlak görüntülü
olmakla kalmayacaktı. Hatta bunlara ek olarak zayıf, çift sürmede kullanılmamış
ve sulama işlerinde hizmet görmüş olmaması da yeterli değildi. Bütün
bunlar yanında beneksiz ve alacasız olması da gerekiyordu.
Ancak
şu anda, yani iş iyice karmaşık hale geldikten, aranan şartlar üstüste yığıldıktan
ve serbest tercih alanı iyiden iyiye daraldıktan sonra akılları başlarına
gelir gibi olduğunda şöyle diyorlar:
"İşte
şimdi hakkı ile anlattın"
"İşte
şimdi" imiş. Sanki o ana kadar kendilerine anlatılanlar hakk, gerçek değilmiş.
Ya da o ana kadar anlatılanların gerçek olduğunun farkına varamamışlardı
da akılları şimdi başlarına gelmiş!
"Sonunda
tanımlanan sığırı kestiler. Az kalsın bunu yapmayacaklardı."
İşte
o zaman, yani kendilerine verilen emri uygulayıp yükümlülüklerin gereğini
yerine getirdikten sonra, yüce Allah söz konusu emrin ve yükümlülüğün
amacını kendilerine açıklıyor:
"Hani
bir adam öldürmüştünüz de bu suçu birbirinize atmaya kalkıştınız.
Oysa Allah gizlediğinizi ortaya çıkaracaktı.
Bu
amaçla `Kesilen ineğin bir parçasını öldürülen adamın cesedine değdirin'
dedik. İşte Allah böylece ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size
ayetlerini gösterir."
Burada
kıssanın ikinci yönüne, yani yüce Allah'ın kudretini, tekrar diriliş
realitesini, ölüm ile hayatın mahiyetini kanıtlayan kısmına geliyoruz. Kıssanın
bu bölümünde hitap üçüncü şahıstan ikinci şahısa yöneltiliyor.
Yüce
Allah burada sığır kesmenin hikmetini Hz. Musa'nın kavmine açıklıyor.
Onlar aralarından birini öldürmüşlerdi. Herkes bu cinayetten kendini uzak
tutarak suçu bir başkasına atıyordu. Ortada bir şahit yoktu. Bu yüzden yüce
Allah gerçeği doğrudan doğruya öldürülen adamın dilinden açıklamayı
murad etti. Sığırın kesilmesi bu adamın diriltilmesine vesile kılınmıştı.
Kesilen hayvanın bir parçası cesede değdirilince adam yeniden canlanıverdi.
Böylece kendisini kimin öldürdüğünü haber verme, öldürülüş olayının
etrafını saran kuşku bulutlarını dağıtarak en güvenilir kanıtla gerçeği
açığa çıkarma fırsatı doğmuştu.
Acaba
böyle bir vesileye niçin gerek duyulmuştu? Çünkü yüce Allah vesilesiz
olarak da ölüyü diriltebilirdi. Sonra kesilmiş inekle yeniden diriltilen ölü
arasında ne gibi bir ilişki vardı? Sığır eski yahudiler arasında da adet
olduğu üzere kurban olarak kesiliyor ve bu kurbanın bir parçası aracılığı
ile ölen adamın cesedine yeniden can geliyor.
Aslında
kesilen hayvanın vücudundan alınan parçada ne hayat var ve ne de yeniden
canlandırma gücü. O sadece yüce Allah'ın gücünü o adamlara gösteren
zahiri bir vesileden ibarettir. O Allah'ın gücü ki, insanlar onun nasıl işlediği
hakkında hiçbir bilgiye sahip değildirler., Onlar bu gücün etkilerini ve
sonuçlarını görüyorlar, fakat ne mahiyetini ve ne de nasıl işlediğini
kavrayamıyorlar.
"İşte
Allah böylece ölüleri diriltir"
Yani,
burada bizzat gördüğümüz fakat nasıl olduğunu bilemediğiniz bu
diriltmede olduğu gibi yüce Allah hiçbir zorluk ve sıkıntı çekmeden ölüleri
diriltiverir.
Ölümün
tabiatı ile hayatın tabiatı arasında insanların başlarını döndürecek
derecede korkunç bir mesafe var. Fakat ilahi kudretin yanında böyle
"uzaklık" gibi kavramlara yer yoktur. Nasıl olur? Bunu hiç kimse
anlayamaz; hiç kimsenin bunu kavraması mümkün değil. Bu şaşırtıcı
realitenin özünü ve biçimini kavramak ilâhi sırlardan biridir ve bu niteliği
ile biz faniler aleminde buna imkan yoktur. İnsan aklı sadece bu sırrın kanıtladığı
realiteleri kavrayabilir ve ordan ders alabilir.
"O,
size düşünesiniz diye ayetlerini gösterir."
Şimdi
de bu kıssanın sergilediği edebî güzelliğe ve daha önceki ayetler ile
arasında bulunan uyuma sözü getirelim.
Hikâyemiz
kısacıktır. Onun baş tarafını okurken kendimizi bir meçhulün, bir
bilinmeyenin karşısında buluyor arkasından ne geleceğini bilmiyoruz. Yani kıssanın
baş tarafını okurken, yüce Allah'ın yahudilere niçin bir sığır
kesmelerini emrettiğini anlayamıyoruz. Nitekim yahudiler de işin başında bu
emrin sebebini bilmiyorlardı. Yüce Allah böylelikle onların itaat, söz
dinleme ve teslimiyetlerinin derecesini ölçmüş oluyordu.
Sonra
kıssanın akışı içinde Hz. Musa (selâm üzerine olsun) ile kavmi arasında
ardarda karşılıklı konuşmalar oluyor. Fakat bu arada Hz. Musa ile Rabbi
arasında neler cereyan ettiğini belirtmek üzere bu karşılıklı konuşmalara
ara verildiğini görmüyoruz. Oysa bu konuşmaların her defasında yahudiler,
Hz. Musa'dan, Rabbine bir soru sormasını istiyorlar. O da istenen soruyu gerçekten
soruyor ve aldığı cevabı onlara iletiyordu. Fakat kıssanın akışı içinde
"Musa, Rabbine sordu" ve "Rabbi, Musa'ya cevap verdi" şeklindeki
ifadelere rastlanmıyor. Doğaldır ki, Allah'ın yüceliğine yakışan bu sükut,
bu lâfa karışmama ve karıştırılmama üslubudur. Bu üslubun yahudilerce
benimsenen bir inatçı polemik üslubu ile aynı paralelde olması, tabii ki, söz
konusu olamazdı!
Kıssanın
sonu bir sürprizle, beklenmeyen bir olayla noktalanıyor. Nitekim yahudiler de
böyle bir gelişme beklemedikleri için sürprizle karşılamışlardı. Bu sürpriz
gelişme, boğazlanan bir sığırın vücudundan koparılmış bir parçanın,
başka bir deyimle ne canlı olan ve ne de hayat unsuru içeren bir vücud parçasının
basit bir dokunuşuyla ölmüş bir cesedin dirilmesi ve konuşmaya başlamasıdır!
İşte
bu özellikleri dikkate alınca Kur'an'ın ilginç kıssalarından birini oluşturan
bu kısacık kıssada edebi ifadenin güzelliği ile konunun anlatım hikmetinin
buluştuğunu görürüz.
Gerek
yahudilerin kalplerinde hassasiyet, ürperti ve korku uyandırması gereken bu
son kıssanın tasvir ettiği canlı manzaranın arkasından ve gerekse daha önce
gözler önüne serilen canlı tabloların, olayların, ibretlerin ve derslerin
arkasından bütün beklentilere ve öngörülere ters bir sonuçla karşı karşıya
geliyoruz:
74-
Bütün bu olaylardan sonra kalpleriniz yine katılaştı. Şimdi onlar taş
gibi, hatta taştan bile daha katıdırlar. Çünkü öyle taşlar var ki, içlerinden
ırmaklar akar. Yine öyle taşlar var ki, çatlarlar da bağırlarından su fışkırır.
Yine öyle taşlar var ki, Allah korkusu ile dağlardan yuvarlanıp aşağı
inerler. Allah yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
Burada,
onların katı kalpleriyle karşılaştırılan taşlar bütün özellikleriyle
yahudiler tarafından bilinen nesnelerdi. Çünkü daha önce onlar yarılarak
oniki pınar fışkırtan taşı gözleriyle görmüşlerdi. Yine onlar, yüce
Allah'ın tecelli etmesi üzerine koca dağın parçalanıp aşağıya yuvarlandığını
ve Hz. Musa'nın da baygın bir halde yere düştüğünü de görmüşlerdi.
Fakat
onların kalpleri, bütün bunlara rağmen, ne yumuşadı ne nemlendi ne de
Allah saygısı. ve korkusu ile titredi!.. Katı, sert, kuru ve kâfir kalpler
bunlar. Yüce Allah'ın şu tehdidinin gerekçesi de budur zaten:
"Allah
yaptıklarınızdan asla habersiz değildir."
Böylece
yahudiler ile birlikte çıkılan tarih gezisinin bu bölümü burada sona
eriyor. O yahudi tarihi ki, baştan sona küfür, gerçeği reddetme, kaypaklık,
inatçılık, hile, entrika, katı kalplilik, ruhsuzluk, serkeşlik, küstahlık
ve fasıklıkla doludur.
Bakara
suresinin bir önceki bölümünde Allah'ın (c.c) yahudilere bağışlamış
olduğu nimetler ve onların bu nimetlere karşı sürekli olarak nankörlük
etmeleri hatırlatılıyor; bu nimetler ve nankörlükler kimi zaman kısaca,
kimi zaman da uzun uzadıya canlı tablolar halinde gözler önüne seriliyordu.
Bu bölüm en sonunda onların kalplerinin taşlardan daha katı, daha sert hale
geldiğini vurgulayarak noktalanmıştı.
Şimdi
inceleyeceğimiz ayetler demetinde ise yüce Allah Medine'deki İslâm cemaatine
dönerek yahudilerden sözediyor. Onlara yahudilerin hile ve fitne metodlarını,
araçlarını gösteriyor. Yahudilerin tarihleri ve toplumsal karakterlerinin
ışığı altında müslümanları onların tuzakları ve entrikaları
konusunda uyarıyor. Onların sözlerine, iddialarına, fitne ve yanıltma amaçlı
göz boyayıcı metodlarına aldanmamaları gerektiğini vurguluyor.
Bu
sohbetin uzunluğu ve değişik üsluplara başvurması, yahudi tarafından müslüman
cemaatin önüne kurulan ve dinine karşı planlanan tuzakların ne kadar çok
ve büyük olduğunu gösterir.
Okuyacağımız
ayetler zaman zaman yahudilere dönerek, müslümanların gözü önünde,
onlardan alınmış olan kesin sözleri, sonra bu verdikleri sözlerden caymalarını,
taahhütlerinden sapmalarını ve yan çizmelerini belgeleyen olayları, dümen
sularında gitmeyi reddeden peygamberlerini yalanlamalarını, öldürmelerini
ve şeriatlerine ters düşmelerini, kaypaklıklarını, batıl tartışmalarını,
ellerindeki kutsal nassları tahrif etmelerini bir bir yüzlerine vuruyor.
Yine
bu ayetlerde yahudilerin, müslüman cemaatle giriştikleri tartışmalar, bu
tartışmada ileri sürdükleri asılsız iddia ve deliller de gözler önüne
seriliyor. Bu arada Peygamber efendimizden (salât ve selâm üzerine olsun)
iddialarını çürütmesi, delillerini boşa çıkarması, dâvalarının asılsızlığını
ortaya koyması, açık ve belirgin gerçeğe dayanarak onların kurdukları
tuzaklara müslüman cemaatin düşmesini önlemesi isteniyor.
Meselâ
yahudiler, Cehennem ateşinin kendilerine sadece birkaç gün kadar dokunacağını,
çünkü yüce Allah katında özel bir mevkileri olduğunu ileri sürdüler. Yüce
Allah Peygamberimize, onların bu iddialarına şu susturucu cevabı vermesini
telkin ediyor.
`De
ki; "Allah'dan bu yönde söz mü aldınız -ki Allah asla sözünden dönmez
yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?"
Yine
onlar İslâm'ı kabul etmeye çağrıldıklarında; "Biz, sadece bize
indirilene inanırız, derler ve ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı hakk bir
kitap olduğu halde ötesine inanmazlar"dı. Bunun üzerine yüce Allah,
Peygamberimize, "Kendilerine indirilene inandıkları" yolundaki
iddialarını çürütmek üzere onlara şöyle cevap vermesini telkin ediyor:
"Madem
ki, inanıyordunuz, niye daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürdünüz.
Musa
size mucizelerle geldi. Siz ise onun yokluğunda buzağıya taptınız. Sizler böyle
zalimlersiniz.
Hani
sizden kesin söz almıştık, Tur'u üzerinize kaldırarak `Size verdiğimizi
kuvvetle tutun ve söz dinleyin' dedik. Onlar ise: `Dinledik ve karşı geldik'
dediler. Kâfirlikleri yüzünden buzağı sevgisi kalplerine iyice işledi. De
ki: `Eğer inanıyor idiyseniz, imanınız size kötü şeyler emrediyor!"
Yine
onlar Ahiret yurdunun sırf kendilerine ait olduğunu, başka hiç kimsenin bu
konuda kendilerine ortak olmadığını ileri sürüyorlardı. Yüce Allah,
okuduğumuz ayetlerden birinde Peygamberimize, yahudiler ile müslümanların
biraraya gelerek, "yalan söyleyen tarafın canını alması" yolunda
Allah'a dua etmeyi teklif etmesini, yani klâsik deyimi ile yahudileri "mubahele"ye
çağırmasını telkin ederek şöyle buyuruyor:
"De
ki: `Eğer iddia ettiğiniz gibi Allah katında Ahiret yurdu başka hiç
kimsenin değil de sırf sizin ise o halde iddianızda samimi iseniz ölümü özlemle
isteyin."
Yüce
Allah, onların ölümü temenni etmeye asla yanaşmayacaklarını belirtiyor.
Gerçekten de öyle oldu. Çünkü onlar iddialarında samimi olmadıklarını
bildikleri için müslümanlar ile birlikte böylesine bir ölüm duasına
girmeye yanaşmadılar.
Okuduğumuz
ayetler, bu tür yüze vurmaları, gerçekleri ortaya çıkarmayı ve yönlendirmeleri
sürdürüyor. Ayetlerin izlediği bu metod, yahudilerin, müslümanların
saflarına yönelik hilelerini zayıflatıcı veya etkisiz hale getirici, onların
komplolarını ve entrikalarını ortaya çıkarıcı, yahudilerin klâsik
tarihlerinde meydana gelen olayların ışığı altında onların çalışma,
tuzak kurma ve iddialar ileri sürme usullerini müslümanların kavramasını
sağlayıcı niteliktedir.
İslâm
ümmeti günümüzde de yahudilerin hile ve entrikalarının tehdidi altında yaşıyor.
Tıpkı ilk müslüman atalarının bu hile ve tehditler altında yaşamış
oldukları gibi. Fakat üzülerek söyleyelim ki, günümüzün müslüman ümmeti,
atalarına son derece yarar sağlamış olan Kur'an'ın bu yönlendirmelerinden
ve ilâhî rehberliğin avantajlarından yararlanmıyorlar. Oysa bu ümmetin
Medine'deki ilk müslüman ataları, dinlerine henüz yeni doğmuş olmasına ve
toplumlarının oluşum aşamasında bulunmasına rağmen, bu yönlendirmeler
sayesinde o günkü yahudilerin hile ve entrikalarını boşa çıkarmışlardı.
Günümüzün
yahudileri de aynı klâsikleşmiş hile ve entrikaları ile bu ümmeti dininden
soğutmaya ve Kur'an'ından uzaklaştırmaya çalışıyor. Amaçları, klâsik
silâhlarının ve koruyucu cephanelerinin ellerinden alınmaması, müslümanlarca
işe yaramaz hale getirilmemesidir. Çünkü müslümanlar gerçek güç odaklarından
ve saf kültür kaynaklarından uzak kaldıkça, yahudiler güven içinde yaşamaya
devam edeceklerdir.
Buna
göre kim bu ümmeti dininden ve Kur'an'ından uzaklaştırmaya çalışıyorsa
bilinsin ki, o bir yahudi uşağı, yahudi kuklasıdır. Bu işi ister bilerek,
ister bilmeyerek, ister kasıtlı olarak ve isterse farkında olmayarak yapsın,
farketmez. Yine iyi bilelim ki, bu ümmet varoluşunu, gücünü ve üstünlüğünü
besleyen tek ve biricik gerçek kaynağından uzak tutuldukça, yahudî güven içinde
yaşamaya devam edecektir. Sözünü ettiğimiz tek ve biricik gerçek kaynağı,
bu ümmetin imana dayalı inanç sistemi, imana dayalı yaşama metodu ve imana
dayalı şeriatıdır. İşte yol budur ve işte yolumuzun trafik işaretleri
bunlardır.
Şimdi
de şu ayetleri okuyalım:
"Şimdi
siz onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlar arasında öyle
bir grup var ki, Allah'ın kelamını işitirler ve anlamına akılları yattıktan
sonra onu bile bile değiştirirlerdi.
Onlar
müminlerle karşılaştıklarında `inandık' derler. Fakat birbirleri ile başbaşa
kaldıkları zaman: `Rabbiniz katında aleyhinize delil olarak kullansınlar
diye mi Allah'ın size açıkladıklarını onlara anlatıyorsunuz? Bunun yanlış
olduğuna aklınız ermiyor mu?' derler.
Acaba
onlar bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizli tuttukları ve açığa vurdukları
herşeyi bilir."
Yüce
Allah bir önceki ayetler demetinin sonunu yahudilerin kalplerinin kapkara,
kupkuru ve kaskatı olduğunu belirten bir tasvirle noktalamıştı. Bu tasvir,
gözlerimizin önüne tek bir damla su sızdırmayan, hiçbir dış etkinin yumuşatamayacağı
ve hiçbir canlılık belirtisi göstermeyen taşları getiriyordu. Bu tablo, söz
konusu kuru, katı, ruhsuz manzara karşısında kalanlara umutsuzluk aşılar.
İşte
bu tablonun uyandıracağı umutsuzluğun ışığı altında yahudilerin
hidayete erebileceklerini bekleyen, bu beklenti ile kalplerine iman aşılamaya,
ışık sızdırmaya kalkışan müminlere dönülerek kendilerine bu girişimlerinden
umut kesmelerini, bu beklentilerinden vazgeçmelerini telkin eden şu soruyu yöneltiyor:
75-
Şimdi siz onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlar arasında
öyle bir grup var ki, Allah'ın kelâmını işitirler ve anlamına akılları
yattıktan sonra, onu bile bile değiştirirlerdi.
Haberiniz
olsun ki, böylelerinin iman etmeleri beklenemez, umut edilemez. İman etmek için
başka bir tabiat, başka bir yetenek gereklidir. Müminin tabiatı hoşgörülü,
yumuşak, esnek, ışık huzmelerine açık, ezeli ve sonsuz kaynakla bağlantı
kurmaya hazırlıklı olur. Yine bunlara ek olarak saf, duru, lekesiz, duyarlı,
çekingen ve Allah'a saygılıdır. Bu Allah saygısı, onu yüce Allah'ın kelâmını
duyup, ne demek istediğini anladıktan sonra değiştirmekten, yani bile bile
ve inatla girişilecek bir tahrifçilikten alı koyar. Başka bir deyimle müminin
tabiatı dosdoğrudur, bu tür tahrifçilikten ve kaypaklıktan çekinir.
Burada
sözü edilen yahudi grubu, yüce Allah'ın kendilerine indirmiş olduğu gerçeklerden
haberdar olan bilginler kesimi yani hahamlar ve din bilginleridir. O din
bilginleri ki, yüce Allah'ın peygamberleri Hz. Musa'ya indirmiş olduğu
Tevrat'taki kelâmını işittikten sonra tahrif ederler ya da onu asıl anlamından
uzaklaştıracak biçimde yorumlarlar. Bu tahrifciliği, okuduklarını
anlayamadıkları için değil, bile bile yaparlar. Bu işe onları sürükleyen
faktör, şahsî ihtirasları, menfaat beklentileri ve sapık amaçlarıdır!
Kendi
peygamberleri Hz. Musa'nın getirmiş olduğu gerçekleri tahrif etmekten çekinmeyen
bu "din adamları", Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun)
getirdiği gerçeklerden elbette yüz çevireceklerdi. Vicdanları bu ölçüde
çürümüş, batılı bile bile inatla savunan kimselerin İslâm çağrısına
karşı çıkmaları, onun karşısında zikzak çizmeleri ve onun hakkında türlü
türlü yalanlar uydurmaları son derece normaldir!