Okuduğumuz
ayetlerin devamında yahudilerin peygamberlerine karşı takındıkları tutum
ele alınarak, insan arzularına, daha doğrusu kendi arzularına ters düşen
ve boyun eğmeyen gerçeklerin peygamberler tarafından her açıklanışında
bu milletin gösterdiği sert tepki ve peygamberlere yaptıkları kötü
muamelelerin anlatımına geçiliyor.
87-
Andolsun ki, Musa'ya kitabı verdik ve arkasından ardarda çok sayıda
peygamber gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve
kendisini Ruh-ul Kudüs ile destekledik.
Ne
zaman herhangi bir peygamber size canınızın istemediği birşey getirdi ise büyüklük
kompleksine kapılarak kimini öldürüp kimini yalanlamadınız mı?
Yahudiler
İslâm'a karşı çıkarken ve bu dine girmeyi reddederken, kendi
peygamberlerinin yeterli öğretilerine sahip oldukları, bu peygamberlerinin şeriatlerine
ve öğütlerine bağlılıklarını süzdürdükleri gerekçesine dayanıyorlardı.
Oysa Kur'an-ı Kerim'in bu ayetleri, yahudilerin peygamberleri ve bu
peygamberlerin şeriat ve öğütleri karşısındaki olumsuz tavırlarını
ortaya koyarak onları rezil ediyor, onların arzularına boyun eğmeyen her
hakk mesaj karşısında aynı düşmanca tavrı takındıklarını vurguluyor.
Daha
önceki bölümde Kur'an-ı Kerim, peygamberleri Hz. Musa (selâm üzerine
olsun) karşısında ortaya koydukları olumsuz davranışların çoğunu yüzlerine
vurmuştu. Burada o açıklamalara ek olarak Hz. Musa'dan sonra kendilerine
birbiri peşisıra çok sayıda peygamberler gönderilmiş olduğu ve Meryem oğlu
İsa'nın (selâm üzerine olsun) bunların sonuncusu olduğu belirtiliyor. Yüce
Allah Hz. İsa'ya gerçek peygamber olduğunu kanıtlayan bir takım mucizeler
vermiş, onu Ruh-ul Kuds, yani Cebrail (selâm üzerine olsun) ile desteklemişti.
Acaba
yahudiler bu peygamberler zincirini ve bu zincirin sonuncu halkasını oluşturan
Hz. İsa'yı nasıl karşılamışlar, O'na karşı tepkileri ne olmuştur?
Onların bu peygamberlere karşı tepkileri Medine'de peygamberimizin karşısında
göstermiş oldukları ve kınanmalarına sebep olan tepkinin aynısıdır. Bunu
inkâr edemezler. Çünkü kendi kitapları bunun belgeleri ve ayrıntılı açıklamalarla
doludur. Yukardaki ayetin son kısmını bir kere daha okuyoruz:
"Ne
zaman herhangi bir peygamber size canınızın istemediği birşey getirdi ise büyüklük
kompleksine kapılarak kimini öldürüp kimini yalanlamadınız mı?"
İlâhî
rehberleri ve şeriatleri geçici arzulara ve değişken içgüdülere boyun eğdirmeye
kalkışma girişimi, fıtratın bozulmaya uğradığı ve kökleri bu fıtratın
derinliğinde bulunan adalet mantığının silinmeye yüz tuttuğu her dönemde
ortaya çıkan bir tezahürdür. Bu mantık, şeriatın, değişken insan mantığı
dışında sabit bir mantığa, arzulara göre eğilim değiştirmeyen, içgüdülere
yenik düşmeyen bir mantığa dayanmasını gerekli görür. İnsanlar sempati
ve antipatiye, sağlığa ve hastalığa, içgüdülere ve arzulara göre ibresi
değişmeyen böylesine sabit bir ölçüye, bir kritere başvurmalıdırlar.
Yoksa ölçünün ve kriterin kendisi içgüdülere ve arzulara boyun eğmemelidir.
Yüce
Allah yahudilerin düştükleri hataların benzerlerine düşmesinler diye müslümanlara
onların başlarından geçen olayların bir kısmını haber veriyor. Eğer
onlar da aynı yanılgılara düşerlerse yüce Allah kendilerine havale etmiş
olduğu kutsal emaneti, yeryüzü halifeliği görevini geri alır. Eğer müslümanlar
da yahudiler gibi sapıtıp yanlış işler yaparlarsa, yüce Allah'ın önerdiği
yaşama tarzını ve O'nun emirlerini bir yana bırakarak arzularının ve
ihtiraslarının boyunduruğu altına girerlerse, hidayet önderlerinin kimini
öldürüp kimini yalanlarlarsa, yüce Allah vaktiyle yahudileri mahkûm etmiş
olduğu bölünmelere, zayıflığa, ezilmişliğe, horlanmaya, mutsuzluğa ve
perişanlığa onları da mahkûm eder. Bu mahkûmiyet onların Allah'a ve
peygamberlerine dönecekleri, arzularına O'nun kitabı ve kanunları önünde
diz çöktürecekleri, yüce Allah ile kendileri ve ataları arasındaki sözleşmenin
gereklerini yerine getirecekleri, bu sözleşmeye sarsılmaz bir azimle sarılarak
onun içeriğini bir an bile hatırdan çıkarmayacakları ve böylece hidayete
erecekleri güne kadar devam eder.
İşte
yahudilerin kendi peygamberlerine karşı takındıkları tavır budur. Bu
ayetler, bu tavrı belirledikten, açıkça anlattıktan sonra, sözü, onların
yeni ilâhî mesaj ve yeni İslâm peygamberi karşısındaki tutumlarına
getiriyor. Görülüyor ki, bu konuda da onlar, tıpkı kendi peygamberlerine
karşı çıkmış olan ataları gibi aynı tepkiyi gösteren o alışık olduğumuz
yahudilerdir.
88-
Yahudiler; "Kalplerimiz kılıflıdır" dediler. Hayır, yalnız kâfir
olduklarından dolayı Allah onları lânetledi. Onların pek azı iman eder.
89-
Onlara Allah katından elleri altındaki Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an)
gelince -ki, daha önce kâfirlere karşı zafer kazanmak istedikleri halde ötedenberi
bilip durdukları bu kitap kendilerine gelince- onu inkâr ettiler. Allah'ın lâneti
kâfirlerin üzerinedir.
90-
Onlar Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemeyerek
O'nun indirdiği kitabı inkâr etmekle benliklerini ne kötü şey karşılığında
sattılar da katmerli gazaba uğradılar! Kâfirleri alçaltıcı bir azap
beklemektedir.
91-
Onlara `Allah'ın indirdiğine inanın" denildiği zaman; "Biz sadece
bize indirilene inanırız"derler ve ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı
hakk bir kitap olduğu halde Tevrat'tan başkasına inanmazlar. Onlara de ki;
"Madem ki, inanıyordunuz daha önce Allah'ın peygamberini niye öldürdünüz?
92-
Musa size mucizeler ile geldi. Siz ise onun yokluğunda buzağıya taptınız.
Sizler öyle zalimlersiniz!
93-
Hani sizden kesin söz almıştık; Tur'u üzerinize kaldırarak "Size
verdiğimizi kuvvetle tutun ve dinleyin" dedik. Onlar ise "Dinledik ve
karşı geldik " dediler. Kâfirlikleri yüzünden buzağı sevgisi
kalplerine iyice işledi. De ki; "Eğer inanıyor idiyseniz, imanınız
size ne kötü işler emrediyor!
Burada
üslup sertleşiyor, şiddetleniyor ve yer yer yıldırımlara ve şimşeklere dönüşüyor.
Bu sert üslup, yahudileri, sözleri ve hareketleri yüzünden adeta topa
tutuyor. Büyüklük kompleksine kapılarak Hakk'tan yüz çevirmelerine, iğrenç
bencilliklerine, nefret saçan ayırımcılıklarına, başkalarının iyi olmasını
çekememe huylarına ve yüce Allah'ın herhangi bir kimseye üstün bağışta
bulunmasını kıskanmalarına kalkan olarak kullandıkları bahane ve mazeret
silâhlarından arındırıyor. Bunu, İslâm'a ve bu dinin onurlu peygamberine
karşı takınmış oldukları inatçı inkârcılıklarının cezası olarak
yapıyor. Yukardaki ayetleri tekrar okuyalım:
"Yahudiler;
`kalplerimiz kılıflıdır" dediler. Hayır, yalnız kâfir olduklarından
dolayı Allah onları lânetledi. Onların pek azı iman eder."
Yani
"Bizim kalplerimiz kılıfla örtülüdür, bunlara yeni bir çağrı işlemez,
yeni bir dâvetçiye kulak vermezler". Bu sözü ya Peygamber efendimizin
ve müslümanların ümitlerini keserek kendilerini bu dine çağırmaktan vazgeçirmek
ya da Peygamberimizin çağrısına niçin olumsuz cevap verdiklerini anlatmak,
bu olumsuz tavırlarını gerekçelendirmek için söylemişlerdir.
Yüce
Allah onların bu saçma sözlerine şu karşılığı veriyor:
"Hayır,
yalnız kâfir olduklarından dolayı Allah onları lânetledi"
Yani
kâfirlikleri yüzünden yüce Allah onları dergâhından kovdu, hidayetten
uzaklaştırdı. Daha doğrusu önce onlar kâfir oldular, bunun üzerine kâfirliklerine
karşılık olarak yüce Allah onları dergâhından kovarak kendileri ile
hidayetten yararlanma imkânları arasına engel koydu.
"Onların
pek azı iman eder."
Yani
"Eski kâfirlikleri ve öteden beri sürüp gelen sapıklıklarının cezası
olarak başlarına gelen kovulmuşluk ve zillet sebebiyle kendilerine gelen gerçeklere
pek iman ettikleri görülmemiştir." demektir. Diğer bir anlamı da şu
olabilir: "Onların durumu budur, yani onlar kâfirdirler ve iman etmeleri
az görülebilecek bir olaydır, kâfirlik onların ayrılmaz bir sıfatıdır.
Yüce Allah, onların mahiyetini anlatmak için böyle söylüyor." Her iki
anlam da ayetin akışına ve konuya uygundur.
Onların
kâfirlikleri çirkin bir tutumdu. Zira onlar gelişini bekledikleri ve desteği
sayesinde müşriklere karşı zafer kazanacaklarını umdukları, başka bir
deyimle kendileri dışındaki milletlere karşı üstünlük kurmak amacı ile
koz olarak kullanmayı düşündükleri ve üstelik ellerindeki Tevrat'ı
onaylayan bir kitapla karşılarına çıkan bir peygamberi inkâr etmiş
oluyorlardı. Okuyoruz:
"Onlara
Allah katından elleri altındaki Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an) gelince
-ki, daha önce kâfirlere karşı zafer kazanmak istedikleri halde, öteden
beri bilip durdukları bu kitap kendilerine gelince- onu inkâr ettiler."
İşte
bu, yüce Allah'ın gazabını ve kovulmuşluğu hakeden son derece çirkin ve
yakışıksız bir tutumdur. Bundan dolayı yüce Allah'ın lâneti üzerlerine
yağıyor ve alınlarına kâfirlik damgası vuruluyor.
"Allah'ın
lâneti kâfirlerin üzerinedir."
Aşağıdaki
ayet de tercih ettikleri alış-veriş biçiminin yolaçtığı zararı anlattıktan
sonra takındıkları bu çirkin tavrın gizli sebebini açıklayarak, onları
rezil ediyor:
"Onlar
Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemeyerek
O'nun indirdiği kitabı inkâr etmekle benliklerini ne kötü birşey karşılığında
sattılar da katmerli gazaba uğradılar! Kâfirleri alçaltıcı bir azab
beklemektedir."
Yani,
"Benliklerini, karşılığında satmış oldukları şey olan kâfirlik ne
kötüdür". Burada kâfirlik, onların benliklerine karşılık olan bir
bedel sanki! İnsan, benliğini belirli bir bedele denk tutar. Bu bedel az ya da
çok olabilir. Fakat benliğini kâfirlikle denk tutması, düşünülebilecek
en çirkin ve en zararlı alışveriş biçimidir. Ama sembolik ve tasvir edici
bir anlatımla karşı karşıyaymışız gibi görünmesine rağmen, gerçekte
var olan da bundan başka birşey değildir. Sebebine gelince, yahudiler dünyada
benliklerini mahvederek, imanlı insanların onurlu kervanına katılmaktan
yoksun kaldıkları gibi Ahirette de kendilerini alçaltıcı bir azap beklediği
için orada da benliklerini mahvetmişler, yokluğa atmışlardır. Peki, bütün
bunların içinden ne elde ederek çıkmışlar? Kâfirlik!.. Kazandıkları,
ele geçirdikleri tek şey sadece kâfirlik!..
Onları
bu zararlı alış-verişe Peygamberimize (salât ve selâm üzerine) karşı
duydukları kıskançlık sürükledi. Kendi aralarından birine verileceğini
sandıkları peygamberliğin O'na verilmesini içlerine sindiremediler. Yüce
Allah'ın bağışlayıcılığının eseri olarak dilediği kuluna vahiy
indirmesi kindarlıklarına yolaçtı. Bu, düpedüz bir çekememezlik ve zulüm
belirtisiydi. Bu tutumları ise kendilerine yüce Allah'ın katmerli gazabını
getirdi. Ayrıca bu büyüklük kompleksine tutsak olmalarının, kıskançlıklarının
ve çekememezliklerinin cezası olarak Ahirette kendilerini küçük düşürücü
bir azap beklemektedir.
Yahudilerde
görülen bu huy, nankörlüktür; katı bir taassubun kısıtlı dünyası içinde
yaşayan dar görüşlü bir bencilliktir. Bu bencillik, kendisinden başkası-na
gelen iyilikten kendini kopuk ve ilişkisiz olarak düşünür, bütün insanları
birbirine bağlayan büyük insanlık ilişkisinin farkında değildir.
İşte
yahudiler böylesine bir ayrılıkçılık (uzlet) atmosferi içinde yaşaya
gelmişlerdir. Kendilerini hayat ağacının kesik bir dalı gibi algılarlar...
İnsanlığın başına her zaman belâ gelmesini gözlerler... Herkese kin
beslerler... Sürekli olarak bu kin ve nefretlerinin azabını çekerler... İnsanlığa
karşı besledikleri bu kinin tepkisi olarak halklar arasında yer yer kargaşa
tohumları ekerler, orada-burada savaşlar çıkararak bunların arkasından
ganimet elde ederler... Aynı zamanda bu yoldan sönmek bilmeyen kin duygularını
tatmin ederler. Böylece, bazan onlar başkalarını ve kimi zaman da başkaları
onları mahveder. Bütün bu kötülüklerin kaynağı sözünü ettiğimiz çirkin
"bencillik" duygusudur; az önce okuduğumuz ayetin ifadesi ile
"Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemem"
kompleksidir. Okumaya devam edelim:
"Onlara
`Allah'ın indirdiğine inanın' denildiği zaman, `Biz sadece bize indirilene
inanırız' derler ve ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı hakk bir kitap olduğu
halde Tevrat'tan başkasına inanmazlar."
Yahudiler
Kur'an'a ve İslâm'a inanmaya çağrıldıklarında böyle cevap verirler; yani
"Biz sadece bize indirilene inanırız" derlerdi. Onların ifadesine göre,
Tevrat onlar için yeterli idi ve sadece o gerçekti. Bu yüzden de Tevrat'tan
sonra gelen kitapları (Hz. İsa'ya gelen İncil'i ve peygamberlerin sonuncusu
olan Hz. Muhammed'e inen Kur'an'ı) reddettiler.
Kur'an-ı
Kerim, "Oysa o kitap, onların ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı bir gerçek
idi." ifadesi ile onların bu tutumunu, yani Tevrat dışındaki kitapları
inkâr etmelerini hayretle karşılıyor.
Ama
gerçek onların neyine! Ellerindeki kitabi onaylamış olmak onlar için ne
anlam taşır? Bu kitap onların tekellerinde olmadıktan sonra varsın gerçek
olsun ne çıkar! Çünkü onlar kendi bencillik komplekslerine taparlar, onlar
taassuplarının kölesidirler. Böyle bile değil. Daha doğrusu onlar arzularının
ve ihtiraslarının kullarıdırlar. Çünkü onlar daha önce kendi
peygamberlerinin getirdiği ilâhî mesajları da inkâr etmişlerdi. Yüce
Allah Peygamberimizden (salât ve selâm üzerine olsun), bu gerçeği onların
yüzlerine vurarak tutumlarını ortaya koymasını ve iddialarının gülünçlüğünü
vurgulamasını istiyor:
"De
ki; `Madem ki, inanıyor idiniz, daha önce Allah'ın peygamberlerini niye öldürdünüz?".
Eğer
gerçekten size indirilmiş olan ilâhi mesajlara inanıyor idiyseniz, niye
vaktiyle Allah'ın peygamberlerini öldürdünüz? Çünkü bu peygamberler size
inandığınız iddia ettiğiniz ilâhi mesajları getirmiş olan kimselerdi.
Gerçek
sizin dediğiniz gibi değil. Hatta siz ilk peygamberiniz ve en büyük kurtarıcınız
olan Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) getirdiği ilâhi mesajları bile inkâr
ettiniz. Şöyle ki:
"Musa
size mucizeler ile geldi. Siz ise onun yokluğunda buzağıya taptınız. Sizler
öyle zalimlersiniz!"
Acaba
Hz. Musa'nın size getirdiği ilâhi mesajlardan sonra ve daha Hz. Musa
hayattayken bir buzağı ilâh edinip ona tapmanız, imanın size telkin ettiği
bir davranış mıydı? Bu davranış size indirilen ilâhi mesajlara inandığınız
biçimindeki iddianızla bağdaşır mı?
İddianızla
çelişen tek olay bu değil ki! Bundan başka Tur dağında yüce Allah'a vermiş
olduğunuz söz, sonra da bu sözü hiçe sayarak başkaldırışınızı da
unutmamalısınız. Okuyoruz:
"Hani
sizden kesin söz almıştık, Tur'u üzerinize kaldırarak `Size verdiğimizi
kuvvetle tutun ve dinleyin', dedik. Onlar ise `dinledik ve karşı geldik'
dediler. Kâfirlikleri yüzünden buzağı sevgisi kalplerine iyice işledi."
Bu
ayetin baş tarafında yahudilere seslenilerek onlara eski hareketleri anlatıldıktan
sonra, müminlere ve bütün insanlara dönülerek yahudilerin vaktiyle
sergiledikleri davranışlar açıklanıyor. Böylece ayetin ilk bölümünde
kullanılan ikinci şahıs zamiri son kısmında üçüncü şahıs zamiri ile
yer değiştiriyor. Daha sonra Peygamberimize seslenerek, yahudilerden sormasını
istiyor: "Sizin imanınız nasıl bir iman ki sizin bu kötülüklerinize
engel olamıyor. Yoksa size bu kâfirlikleri imanınız mı emrediyor?"
"De
ki; `Eğer inanıyor iseniz, imanınız size ne kötü işler emrediyor!"
Burada
bir parantez açıp yahudileri tasvir eden şaşırtıcı şu iki ifadeyi
irdeleyelim: "İşittik ve karşı geldik", "Kâfirlikleri yüzünden
kalplerine buzağı içirilmişti (sevgisi kalplerine yerleştirilmişti.)"
Önce
ilk ifadeyi ele alalım. Yahudiler aslında "işittik" dediler,
"karşı geldik" dedikleri yok. Buna göre bu söz acaba neden onların
dilinden naklediliyor? Bu ifade sessiz realitelerinin sanki seslendirilmiş bir
realiteymişçesine canlı bir tasviridir. Yani onlar dilleri ile "işittik"
dediler, fakat davranışları ile de "karşı geldik" dediler. Dille
söylenen söze anlam kazandıran şey pratik realite, uygulamaya yansıyan
davranıştır. Bu anlam ağızdan çıkan sözden daha güçlüdür. Bu canlı
tasvir, bize şu önemli İslâmî prensibi dolaylı biçimde, ima yoluyla
anlatmaktadır: Pratik, uygulamasız sözün hiçbir değeri yoktur. Önemli
olan amel, yani pratik uygulama, ya da söylenen söz ile pratik hareket arasındaki
tutarlılıktır. Hüküm ve değerlendirme dayanağı budur.
"Buzağı
kalplerine içirildi (Buzağı sevgisi kalblerine iyice işledi)"
ifadesinin gözönünde canlandırdığı kaba manzaraya gelince bu, son derece
orjinal bir tablo oluşturur. Onlar, kendileri dışında birinin eylemi ile
"içirildiler". Nedir kendilerine içirilen şey? "Buzağı içirildiler".
Nerelerine içirildi bu buzağı? " Kalplerine içirildi". İnsan bu
ifadeyi okurken hayalinde şu kaba, yırtıcı, aynı zamanda gülünç ve komik
manzara canlanıyor. Kalbe zorla sokulan ve oraya yerleşen kocaman bir buzağı
manzarası. Sanki adamlar bu buzağıyı su gibi içerek kalplerine indirivermişler!
Burada
Kur'an-ı Kerim'de rastladığımız tasvir edici somut üslubun, anlatıcı ve
soyut normal ifade tarzı karşısında taşıdığı üstünlük açıkça
ortaya çıkıyor. Bu somut, tasvir edici üslup, çarpıcı Kur'ana anlatım
tarzının belirgin bir özelliğidir.