YAHUDİLER
SEÇİLMİŞ BİR MİLLET Mİ?
Bunun
dışında yahudiler ötedenberi şu basmakalıp iddiayı ileri sürüyorlardı.
Onlar Allah tarafından seçilmiş bir milletti. Doğru yolda olanlar sırf
onlardı. Ahirette kurtuluşa erecek olanlar da sadece kendileriydi. Ahirette
onlar dışındaki hiçbir milletin yüce Allah katında bir nasibi yoktu.
Bu
iddia, dolaylı biçimde, Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun)
inananların Ahirette hiçbir şey elde edemeyeceklerini ifade etmek istiyordu.
Bu bakımdan onun ilk hedefi, müslümanların, dinlerine, Peygamberine ve
Kur'an-ı Kerim'in vaadlerine karşı güvenlerini sarsmaktı. Bu yüzden yüce
Allah Peygamberimize, yahudileri mubaheleye, yani iki grubun biraraya gelerek
yalan söyleyen tarafın helâke uğraması için birlikte dua etmeye çağırmayı
emretti:
94-
De ki; "Eğer iddia ettiğiniz gibi Allah katında Ahiret yurdu başka hiç
kimsenin değil de sırf sizin ise o halde iddianızda samimi iseniz ölümü
temenni edin."
Bu
ayetin devamında yahudilerin bu meydan okumayı kabul ederek ölmeyi istemeye
asla yanaşmayacakları vurgulanıyor. Çünkü yalancı olduklarını
bildikleri için yüce Allah'ın dualarını kabul ederek canlarını alacağından
korkuyorlar. Sebebine gelince işlemiş oldukları amellerin kendilerine
Ahirette hiçbir mutluluk payı kazandıramayacağını en iyi bilenler
kendileridir. Bu durumda hem isteyecekleri ölüm yolu ile dünyadan olup zarara
girecekler, hem de yapmış oldukları kötü ameller sebebiyle Ahirette zarara
uğrayacaklardı. Bu yüzden onlar bu meydan okumayı kabul etmeye asla yanaşmayacaklardır.
Üstelik yaşama hırsları herkesten güçlüdür. Bu konuda puta tapan kâfirler
ile aralarında hiçbir fark yoktur.
95-
Oysa onlar kendi elleri ile işlemiş oldukları kötülüklerden dolayı ölümü
kesinlikle istemezler. Hiç şüphesiz, Allah zalimleri bilir.
96-
Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu
olarak bulacaksın. Her biri ister ki, bin yıl yaşatılsın. Oysa uzun yaşamak
kendilerini azaptan kurtaracak değildir. Hiç şüphesiz, Allah onların yaptıklarını
görüyor.
Onlar
ölümü kesinlikle istemeyeceklerdir. Çünkü Ahirette karşılarına çıkacak
olan kendi el ürünlerinin birikimi onlara ne sevap ümidi vermekte ve ne de
azaptan kurtuluş güvencesi sağlamaktadır. Tersine onları orada bekleyen akıbet
azaptır. Üstelik yüce Allah zalimleri ve onların işlemiş oldukları
amelleri iyi bilmektedir.
Sadece
bu kadar değil. Yahudinin başka bir karakteristik huyu daha var. Kur'an-ı
Kerim:
"Onları,
insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak
bulacaksın" ifadesi ile bu huyu azarlayan, hor görme ve aşağılama yağmuruna
tutan bir üslupla dile getiriyor.
Hangi
tür hayat olursa olsun! bu hayatın onurlu ve seçkin düzeyde olması asla önemli
değil! hayat sadece! Böylesine azar ve aşağılama bombardımanına tutulmuş
bir hayat da olabilir. Varsın kurtların ve böceklerin yaşadığı hayat
olsun! Hayat, o kadar!
Karşımızda
yahudi var. O, geçmişinde de, şimdiki zamanında da, geleceğinde de hep aynıdır.
Başına çekiç ineceğini görünce hemen bayı öne eğiverir. Ancak çekiç
ortadan kaybolunca başını kaldırır. Korkaklıktan ve yaşama hırsının aşırılığından
dolayı alnı öne eğiktir. Hangi tür hayat olursa olsun, onun için farketmez!
Tekrar okuyalım:
"Onları,
insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak
bulacaksın. Her biri ister ki, bin yıl yaşatılsın. Oysa uzun yaşamak
kendilerini azaptan kurtaracak değildir. Hiç şüphesiz Allah onların yaptıklarını
görür."
Herbiri
bin yıl yaşatılsın ister. Çünkü onlar, yüce Allah'ın karşısına çıkmak
istemezler ve kendileri için bu hayatın dışında başka bir hayat olduğu akıllarının
ucundan bile geçmez.
İnsan
dünya hayatının başka bir hayatla birleşmediğini düşününce, yeryüzünde
geçirilen sayılı saatlerin ve nefeslerin başka bir dünyada devamı olduğuna
ihtimal vermeyince bu hayat ne kadar kısa ve ne kadar dar çerçeveli olur!
Ahiret hayatına inanmak bir nimettir. İmanın kalbe akıtmış olduğu bir
nimet. Yüce Allah'ın geçici, zavallı, kısa süreli, fakat geniş hayalli
insan fertlerine bağışlamış olduğu bir nimet.
Bu
sonsuzluğa geçiş kapısını yüzüne kapatan insanın ruhunda mutlaka hayatın
özü eksik ya da silik olur. Buna göre Ahirete inanmak, yüce Allah'ın mutlak
adaletine ve dünyada yaptıklarının karşılığını alacağı ilkesine
inanmakla sınırı olmayıp, insanın bu dünyada da canlı bir hayat yaşamasının,
deyim yerindeyse hayatla dolup taşmasının da kaynağıdır. Bu hayat anlayışı
yeryüzü ile sınırlı değildir ve insanı sınırlarının genişliğini
yalnızca yüce Allah'ın bildiği özgür ve kalıcı bir dünyaya yükseltir.
Böylece insanın ruhu ulaşılması en zor olan Allah'ın huzuruna kadar yükselir,
yücelir.
Okuyacağımız
ayetlerde yüce Allah Hz. Peygamber'e dönerek yahudilere meydan okumasını
istemekte ve bu gerçekleri tüm insanlığa açıklamasını telkin etmektedir.
97-
De ki; "Kim Cebrail'e düşman olursa -ki O Allah'ın izni ile Kur'an'ı,
O'na inanmayanın elleri arasındaki Tevrat'ı onaylayıcı, müminlere yol gösterici
ve müjde kaynağı olarak senin kalbine indirdi :
98-
Evet, kim Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e
düşman olursa bilsin ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
Bu
ayetlerde dile getirilen meydan okumayı okurken yahudinin başka bir özelliğini,
başka bir karakteristik huyunu öğreniyoruz: Gerçekten acayip bir özellik.
Anlaşılan yüce Allah'ın kendi bağışlayıcılığının eseri olarak,
istediği kuluna vahiy indirmesi olayı bu milleti her tür sınırı aşan bir
kin, bir kıskançlık duygusuna düşürmüş, bu kin ve kıskançlık duygusu
da onu akılla hiç bağdaşmayan bir çelişkiye sürüklemiştir.
Şöyle
ki: Yahudiler, Cebrail'in (selâm üzerine olsun) yüce Allah'tan vahiy alarak
bunu Peygamberimize indirdiğini öğrendiklerinde Peygamberimize karşı kin ve
hınç derecesiné varan şiddetli bir düşmanlık besledikleri için bu kin ve
hınçları onları şu gülünç hikâyeyi ve şu dayanaksız bahaneyi
uydurmaya sürükledi: Bu komik iddialarına göre Cebrail onların düşmanı
idi. Çünkü o dünyaya helâk, yıkım ve acı indiriyordu. İşte onlar
Peygamberimize, O'nun bu dostuna karşı duydukları antipati yüzünden inanmıyorlardı!
Eğer Peygamberimize vahiy indiren melek Mikail olsaydı, Resulullah'a
inanacaklardı. Çünkü Mikail dünyaya bolluk, yağmùr ve bereket
indiriyordu!
Bu
varsayım son derece gülünç bir aptallıktan başka birşey değildir. Fakat
kin ve hınç duyguları insanı her çeşit aptallığa sürükleyebilir. Öyle
olmasaydı, yahudilerin Cebrail'e düşman kesilmeleri için ne sebep
olabilirdi? Cebrail onların lehlerine ya da aleyhlerine çalışan bir insanoğlu
değildi. Ayrıca yaptıklarını da kendi isteği ve kararı sonucunda yapmıyordu.
O, yüce Allah'ın kendisine emrettiklerini yapan, O'nun hiçbir emrine karşı
gelmeyen itaatkâr bir kuldu sadece.
"De
ki; `Allah'ın izni ile Kur'an'ı senin kalbine indiren Cebrail'e kim düşman
olursa..."
Cebrail'in,
Kur'an'ı senin kalbine indirmesi yolunda şahsi bir arzusu, kişisel bir
iradesi söz konusu değildir. O, Kur'an'ı senin kalbine indirme konusunda yüce
Allah'ın iradesini ve iznini yerine getiriyor. Kalp, bu vahyi algılayan ve algıladıktan
sonra kavrayan bir merkezdir. Bu kitap, yani Kur'an-ı Kerim, Peygamberimizin
kalbine yerleştirilip korunuyor. Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen
"kalp" kavramı genel olarak "algılama (idrak etme) gücü"
anlamına gelir, yoksa şu bildiğimiz vücuda kan pompalayan dört odacıklı
et parçası demek değildir, doğal olarak.
Yüce
Allah bu Kur'an'ı, "Ona inanmayanın önündeki Tevrat'ı onaylayıcı ve
müminler için hidayet ve müjde kaynağı" olarak senin (yani
Peygamberin) kalbine indirdi.
Kur'an-ı
Kerim, kendinden önce inen Semavî kitapları genel anlamda onaylıyor; çünkü
bütün semavi kitaplarda anlatılan ilâhî din, özü bakımından birdir, bütün
ilâhî dinlerin temel ilkeleri ortaktır.
Kur'an-ı
Kerim, kendisine açılan ve içeriğine olumlu karşılık veren mümin kalpler
için hidayet ve müjde kaynağıdır. Bu nokta, vurgulanârak belirtilmesi
gereken bir gerçektir. Kur'an-ı Kerim, müminin kalbine dirlik ve huzur verir,
ona bilgi kapılarını açar, oraya imansız o[arak duyulması mümkün olmayan
duygular ve sezgiler enjekte eder. Bu yüzden müminin kalbi, Kur'an-ı Kerim'de
hidayet bulur; tıpkı ondan müjde veren bilgiler elde ettiği gibi. Kur'an-ı
Kerim bu gerçeği aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi çeşitli vesilelerle
tekrarlar:
"O,
takva sahipleri için hidayet kaynağıdır", "O, mümin bir kavim için
hidayet kaynağıdır", "O, kesinlikle inananlar için hidayet kaynağıdır",
"O, müminler için şifa ve rahmet kaynağıdır."
Demek
ki, hidayet; imanın, takvanın ve kuşkuya yer vermeyen inancın ürünüdür.
Oysa yahudiler ne inanıyorlar ne kalplerinde Allah korkusu, (takva) taşıyorlar
ve ne de yüreklerinde kuşkù duymayan bir iman barındırıyorlardı.
Bunun
sonucunda onlar nasıl ki semavi dinler ve peygamberler arasında ayırım güdüyor
idiyseler tıpkı bunun gibi isimlerini ve ne iş yaptıklârını bildikleri
Allah'ın melekleri arasında da ayırım güdüyorlardı. Bu tutarsız anlayışlarının
sonucu olarak Mikail'i dost biliyorlar, fakat Cebrail'i düşman kabul
ediyorlardı. Bu yüzden aşağıdaki ayette, Cebrail'i, Mikâil'i, yüce Allah'ın
diğer bütün meleklerini ve peygamberlerini birarada anarak hepsinin bir olduğunu,
bunlardan birine karşı düşman olanın hepsine birden düşman olmuş sayılacağı
gibi yüce Allah'ı da düşman bilmiş kabul edileceğini, buna göre yüce
Allah'ın da kendisini düşman sayacağı ve bunu yapanın kâfirler arasında
yer alacağı açıkça belirtilmektedir. Tekrar okuyalım:
"Evet,
kim Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman
olursa bilsin ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır."
Okuduğumuz
ayetler demetinin ilerisinde yine Peygamber efendimize (salât ve selâm üzerine
olsun) seslenilerek Kur'an ayetlerini sadece sapık fasıkların inkâr
edebilecekleri bildirilmekte, böylece kendisine indirilen ayetlerin ve şahsına
sunulan açıklamaların doğruluğu bir kez daha vurgulanmakta; bunun yanında
gerek vaktiyle yüce Allah'a ve peygamberlerine ve gerekse daha sonra bizim
peygamberimize verdikleri sözlerini tutmayan yahudiler kınanmakta; ayrıca
onların ellerindeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak gelen yüce Allah'ın son
kitabı, Kur'an-ı Kerim'i reddetmeleri de ayıplanmaktadır
99-
Biz sana öyle gerçekler, açıklayıcı ayetler indirdik ki, onları sadece
fasıklar inkâr eder.
100-
Onlar ne zaman bir ahit yaptılar ise aralarından bir grup onu bozup bir yana
atmadı mı? Aslında onların çoğu inanmaz.
101-
Onlara Allah katından önlerindeki kitabı onaylayan bir peygamber gelince,
kendilerine kitap verilenlerin bir grubu, Allah'ın kitabını hiç bilmiyorlarmış
gibi onu arkalarına attılar.
Kur'an-ı
Kerim, burada, yahudilerin yüce Allah tarafından indirilmiş olan o açıklayıcı
ayetleri niçin inkâr ettiklerini açıklıyor. Bunun sebebi fasıklık ve fıtrat
sapıklığıdır. Çünkü aslından sapmamış sağlıklı fıtrat bu ayetlere
inanmaktan geri duramaz. Bu ayetler, sağlıklı kalbe kendilerini kuşkusuz biçimde
kabul ettirecek niteliktedirler. Eğer yahudiler -ya da başkaları- bu ayetleri
inkâr ediyorlarsa bunun sebebi bu ayetlerin inandırıcı ve kanıtlayıcı
olmadıklarından değil, inanmayanların sapık fıtratlı ve fasık olmalarından
dolayıdır.
Bu
ayetlerin devamında müslümanlara -ve tüm insanlara- dönülerek bu yahudiler
kınanmakta ve onların kokuşmuş özelliklerinden biri daha gözler önüne
serilmektedir. Şöyle ki: Yahudiler koyu taassuplarına rağmen farklı arzu ve
ihtiraslarının peşine takılmış, duygularında istikrar ve uyum olmayan bir
toplumdurlar. Onlarda her kafadan bir ses çıkar, ne bir görüşte birleşirler,
ne yaptıkları bir antlaşmaya hep birlikte bağlı kalırlar ve ne de ortak
bir kulpa yapışırlar. Son derece ırkçı ve egoist olduklarından dolayı yüce
Allah'ın kendilerinden başkalarına yapacağı bağışları kıskanmalarına
rağmen aralarında tutkunluk ve dayanışma yoktur. Birbirlerinin verdikleri sözlere,
girdikleri taahhütlere arka çıkmazlar. Herhangi bir yükümlülük altına
girdikleri takdirde mutlaka aralarından oyun bozan bir grup çıkarak toplumsal
taahhütlerini çiğner, ortak kararlarına karşı çıkar. Okuyalım:
"Onlar
ne zaman bir ahit yaptılar ise aralarından bir grup onu bozup bir yana atmadı
mı? Aslında onların çoğu inanmaz."
Nitekim
yahudiler Tur dağının eteklerinde yüce Allah ile aralarında akdedilen taahhüde
ve daha sonra peygamberleri ile aralarında yapılan antlaşmalara bağlı
kalmadıkları gibi son olarak Hicret olayının ilk günlerinde Peygamberimizle
yapmış oldukları antlaşmayı da aralarından çıkan bir grup çiğnemiştir.
Oysa Hz. Peygamberimiz Medine'de kalmaları karşılığında onlarla birtakım
şartlar içeren ve karşılıklı olarak uyacakları bir antlaşma imzalamıştı.
Böyle olmasına rağmen Peygamberimize karşı, onun düşmanları ile ilk işbirliği
yapanlar, onun getirdiği dine karşı ilk kötüleme kampanyasını açarak müslümanlar
ile yapmış oldukları antlaşmaya aykırı biçimde onların arasında fitne
ve bölücülük tohumları ekmeye girişenler onlardı.
Yahudïlerin
bu dostluk anlayışı ne kadar kötüydü. Müslümanlarda ise bunun tam zıddı
olan bir dostluk anlayışı geçerlidir. Peygamberimiz bu dostluk anlayışını,
bu dayanışmayı şu sözleri ile anlatıyor:
"Müslümanlar
kanlarını birbirlerine bedel sayarlar. Onlar başkalarına karşı tek bir
eldirler. En zavallıları bile ortak yükümlülüklerini yerine getirmeye çalışır"
(İmam-ı Ahmed)
Evet,
müslümanların en zavallısı bile ortak yükümlülüklerine sahip çıkar,
hiçbir müslüman yapmış olduğu antlaşmayı önemsiz görmez, hiçbir müslüman
kesinleşmiş taahhüdünü çiğnemez.
Nitekim
vaktiyle İslâm ordusu komutanlarından Ebu Ubeyde b. Cerrah, Halife Hz. Ömer'e
(Allah her ikisinden de razı olsun) bir yazı yazarak İslâm ordusundaki kölelerden
birinin lrak halkına eman (can güvenliği) sözü verdiğini bildirdi ve bu hücum
karşısında ne yapması gerektiğini sordu. Hz. Ömer de kendisine cevap
olarak şunları yazdı; "Yüce Allah vefakârlığa, verilmiş söze bağlılığa
büyük önem verdi. Verdiğiniz sözleri yerine getirmedikçe vefakâr olamazsınız.
Buna göre lrak halkına verilen sözü tutunuz ve onlara artık ilişmeyiniz."
İşte
onurlu, sağlam karakterli ve dayanışmalı cemaatin karakteristik özelliği
budur. Ayrıca fasık yahudilerin ahlâkı ile samimi müslümanların ahlâk
anlayışları arasındaki fark da budur. Okumaya devam ediyoruz:
"Onlara
Allah katından önlerindeki kitabı onaylayan bir peygamber gelince kendilerine
kitap verilenlerin bir grubu, Allah'ın kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi
onu arkalarına attılar."
Bu
davranış, yahudilerin yaptıkları her antlaşmayı aralarından çıkan bir
grubun çiğnemesine örnek oluşturur. Oysa yüce Allah'ın kendilerinden almış
olduğu kesin sözün şartlarına göre; yüce Allah tarafından gönderilecek
her peygambere inanacaklar, destek verecekler ve saygı göstereceklerdi.
Oysa
Allah (c.c) katından kendilerine önlerindeki Tevrat'ı onaylayıcı bir kitap
olarak Kur'an gelince, bu sözlerini önemsemeyerek "kendilerine kitap
verilmiş olanların bir grubu, yüce Allah'ın kitabını arkalarına attı."
Bu ayetteki "Allah'ın kitabını arkaya atma" eylemi hem
Peygamberimizin geleceğini müjdeleyen Tevrat'ın bu yoldaki açıklamalarını
reddetmiş olmalarını ve hem de yeni peygamberin getirmiş olduğu yeni kitabı
reddetmiş olmalarını birarada ifade eder.
Ayrıca
bu ayette gizli bir alaya alma ifadesi, ince bir espri vardır. Bu alaycı
anlam, "Allah'ın kitabını arkalarına atanların aynı zamanda
kendilerine kitap verilenler" olması biçimindeki ifadede saklıdır. Gerçekten
eğer Allah'ın kitabını arkalarına atanlar, cahil putperestler olsaydı, bu
hareket bir dereceye kadar anlayışla karşılanabilirdi. Fakat burada
kendilerine daha önce kitap verilmiş olanların kitabı arkalarına attıklarını
görüyoruz. Onlar ki, peygamberlik ve peygamberler hakkında ötedenberi bilgi
sahibi olan, hidayetle ilişkili ve ışığın ne olduğunu görmüş
kimselerdi. Peki, buna karşılık ne yaptılar? "Allah'ın kitabını
arkalarına attılar."
Doğaldır
ki, bu ifadeden maksat onların bu kitabı inkâr etmeleri, onunla amel etmeye
yanaşmamaları, onu gerek düşünce ve gerekse pratik hayat alanlarından uzak
tutmuş olmalarıdır. Fakat ayette kullanılan somutlaştırıcı ve tasvir
edici anlatım tarzı, anlamı zihinsel çerçevenin dışına çıkararak algısal
çerçeveye dönüştürüyor. Yahudilerin eylemini, maddi bir hareket aracılığı
ile hayalimizde canlandırıyor. Bu eylem, etrafa dalga dalga nankörlük ve inkârcılık
yayan, kalabalık ve aptallık köpüren, edepsizlik ve küstahlık taşan iğrenç
ve gülünç bir manzara halinde somutlaşıyor. İnsan hayali bu çirkin
hareketin görüntüsünden uzun süre kurtulamıyor. Yani yüce Allah'ın kitabını
arkaya atan ellerin somut hareketi.
Sonra
ne oldu? Yani önlerinde bulunan Tevrat'ı onaylayan yüce Allah'ın kitabını,
Kur'an'ı arkalarına attıktan sonra ne oldu? Acaba bundan daha iyisine mi sığındılar?
Acaba içinde hiçbir kuşku bulunmayan bir gerçeğe mi başvurdular? Yoksa
Kur'an-ı Kerim'in onayladığı kendi kitaplarına mı sımsıkı sarıldılar
dersiniz? Hayır, bunların hiçbiri olmadı. Onlar hiçbir değişmez gerçeğe
dayanmayan karanlık efsanelerin peşine takılmak için yüce Allah'ın kitabını
arkalarına attılar. Okuyoruz:
102-
Yahudiler Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurduğu sözlere
uydular. Oysa Süleyman kâfir olmadı, fakat insanlara büyücülük öğreten
o şeytanlar kâfir oldular. Babil'de yaşayan Harut ile Marut adındaki iki
meleğe böyle birşey indirilmiş değildi.
Oysa
bu iki melek "Biz bir imtihan vesilesiyiz, sakın kâfir olma" demedikçe
hiç kimseye bildiklerini öğretmiyorlardı. Fakat bunlar o iki melekten karı
ile kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Ama onlar Allah'ın
izni olmadıkça bu büyü ile hiç kimseye zarar veremezler.
Onlar
kendilerine yararlı olacak olanı değil, zararlı olanı öğreniyorlardı.
Oysa onlar büyüyü satın alanın Ahirette hiçbir nasibi olamayacağını
biliyorlardı. Karşılığında benliklerini sattıkları şeyin ne kadar fena
olduğunu keşke bilselerdi?
103-
Eğer onlar iman edip Allah'ın yasaklarından sakınsalardı, Allah katında
elde edecekleri sevap daha hayırlı idi. Keşke bunu bilselerdi.
Yahudiler,
yüce Allah'ın ellerindeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirmiş olduğu
Kur'an'a arka dönerek şeytanlar tarafından Hz. Süleyman'ın hükümranlık gücü
hakkında anlatılan hikâyelerin ve yine onlar tarafından Süleyman., hakkında
düzülen halkı yanıltıcı söylentilerin peşine takılmışlardı. Bu şeytanların
halk arasında yaymaya çalıştıkları söylentilerin özü şuydu: Hz. Süleyman
bir büyücü idi. O iradesine boyun eğdirdiği hayvanları ve doğal güçleri,
bildiği ve kullandığı büyü yolu ile emri altına almıştı.
Kur'an-ı
Kerim Hz. Süleyman'ın (selâm üzerine olsun) bir büyücü olduğunu şu
ifade ile reddediyor:
"Süleyman
kâfir olmadı"
Bu
ayet, Hz. Süleyman'a yakıştıramadığı fakat şeytanlarda varid gördüğü
büyüyü ve onun kullanımını kâfirlik sayar gibidir:
"Fakat
o şeytanlar kâfir oldular. Onlar insanlara büyücülüğü öğretiyorlardı"
Bu
ayet, daha sonra büyücülüğün, yüce Allah -c.c- tarafından Babil kentinde
yaşayan iki meleğe, yani Harut ile Marut'a indirilmiş olduğunu reddediyor:
"Babil'de
yaşayan Harut ve Marut adındaki iki meleğe böyle birşey indirilmiş değildi."
Anlaşılan
ortada bu iki melekle ilgili bir hikâye vardı. Yahudiler ya da şeytan bu iki
meleğin büyücülüğü bildiklerini, onu halka öğrettiklerini iddia ediyor
ve bu sanatla ilgili bilginin onlara Allah tarafından indirildiğini yayıyorlardı.
İşte Kur'an-ı Kerim bu iftirayı, yani büyücülüğün bu iki meleğe
indirildiği iftirasını da yalanlıyor.
Ayette
daha sonra bu işin içyüzü anlatılıyor. Buna göre bu iki melek bizim
bilgimizin dışında kalan bir hikmetin sonucu olarak insanlar için bir
imtihan, bir deneme vesilesi olarak bulunuyorlar ve büyücülüğü öğrenmek
amacı ile kendilerine başvuran herkesi peşinen uyarıyorlardı:
"Oysa
bu iki melek `Bizler bir imtihan vesilesiyiz, sakın kâfir olma' demedikçe hiç
kimseye bildiklerini öğretmiyorlardı."
Bir
kere daha görülüyor ki, Kur'an-ı Kerim büyücülüğü, bunun öğretilmesini
ve kullanılmasını kâfirlik sebebi sayıyor ve bu hükmü Harut ve Marut adlı
meleklerin ağzından dile getiriyor.
Fakat
bu yoldaki uyarıya ve yol göstermeye rağmen bazı kimseler bu iki melekten büyücülük
öğrenmekte ısrar ederler. O zaman böylelerinin bir kısmı, kendilerini
bekleyen fitneye uğramaktan yakayı kurtaramıyor:
"Fakat
onlar iki melekten karı ile kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı."
Burada
Kur'an-ı Kerim'in hemen öne atılarak İslâm düşüncesinin temel
ilkelerinden birini belirlediğini görürüz. söz konusu temel ilkeye göre şu
gördüğümüz evrende yüce Allah'ın izin vermediği hiçbir gelişme meydana
gelmez:
"Ama
onlar Allah'ın izni olmadıkça bu büyü ile hiç kimseye zarar
veremezler."
Demek
ki, ancak yüce Allah'ın izni ile sebepler etkilerini meydana getirebilir, ürünlerini
ortaya çıkarabilir ve sonuçlarını gerçekleştirebilirler. Bu ilke müminin
vicdanında son derece belirgin hale gelmesi gereken genel bir İslâm düşüncesi
kuralıdır. Bu kuralın ilk bakışta akla gelen ilk uygulama örnekleri şunlardır:
Eğer
elini ateşe uzatırsan elin yanar. Fakat bu yanma eylemi ancak yüce Allah'ın
izni ile gerçekleşir. Sebebine gelince, gerek ateşe yakma ve gerekse eline
yanma yeteneği sunan Allah'tır. Buna göre yüce Allah yalnız kendi dileğine
bağlı özel bir hikmetin sonucu olarak bu yakma ve yanma eylemlerine izin
vermeyeceği zaman bunların bu özelliklerini gidermeye kadirdir; tıpkı Hz.
İbrahim (selâm üzerine olsun) olayında olduğu gibi.
Karı
ile kocanın arasını açan büyücülük işinde de durum aynıdır. Büyücülük
sanatı söz konusu etkisini, ancak yüce Allah'ın izni ile meydana
getirebilir. Eğer Allah kendi dileğine bağlı özel bir hikmetin sonucu
olarak bu işe izin vermek istemezse büyücülüğün söz konusu etkisine
engel olabilir.
Bizim
etki ve sonuç olarak algıladığımız, bu nitelikleri ile bilgi alanımızda
yer tutan diğer bütün olaylarda da aynı kural geçerlidir. Her faktör,
etkileme yeteneğini yüce Allah'ın izni ile sağlamıştır ve söz konusu
etkiyi bu izne bağlı olarak gösterebilir. Yüce Allah -c.c- dilediğinde ona
etkileme fırsatı verebileceği gibi isterse bu etkiyi durdurabilir de.
Kur'an-ı
Kerim, daha sonra yahudilerin ya da şeytanların karı ile koca arasını
bozmak için öğrendikleri bilgilerin niteliğini belirliyor. Bu bilgiler,
onların kendileri hakkında iyi değil, kötü şeylerdir:
"Onlar
kendilerine yararlı olacak olanı değil, zararlı olanı öğreniyorlardı.
söz
konusu kötülüğün hiçbir yarar içermeyen katıksız bir zarar olması için
kâfirlik sebebi olması yeterlidir. Okuyoruz:
"Oysa
onlar büyücülüğü satın alanın Ahirette hiçbir nasibi olmayacağını
biliyorlardı."
Onlar
büyücülüğü satın alan kimsenin Ahirette hiçbir nasibi olmayacağını
biliyorlardı. İnsan bu büyücülüğü benimseyip sâtın alınca Ahiretteki
bütün nasibini, bütün birikimini yitiriverir.
Eğer
bu kimseler bu alış-verişin mahiyetini bilselerdi, benliklerini ne fena birşey
karşılığında sattıklarını anlarlardı:
"Karşılığında
benliklerini sattıkları şeyin ne kadar fena olduğunu keşke bilselerdi!
Eğer
onlar iman edip Allah'ın yasaklarından sakınsalardı, Allah katında elde
edecekleri sevap daha hayırlı idi. Keşke bunu bilselerdi:" '
Bu
sözler, Babil'deki iki melekten büyücülük öğrenen ve şeytan tarafından
Hz. Süleyman'ın hükümdarlık yeteneği hakkında uydurulan söylentilere kapılanlar
için geçerlidir. Bu kimseler yüce Allah'ın kitabını arkalarına atarak bu
tür batıl ve zararlı bilgilere kendilerini kaptırmış olan yahudilerdir.
SİHİR
Sözlerimizin
burasında büyücülükten, karı ile kocasının arasını açan ve yahudileri
peşinden sürükleyerek yüce Allah'ın kitabını arkalarına atmalarına yolaçan
sanat hakkında bir kaç söz söylememiz gerekir.
Ötedenberi
bazı kimselerin bilimsel olarak mahiyetleri henüz ortaya çıkarılamamış
birtakım yeteneklere sahip oldukları, birtakım özellikler taşıdıkları
hep müşahede edile gelmiştir. söz konusu yeteneklerin bazılarına birtakım
adlar verilmiş, fakat ne mahiyetleri ve ne de metodları belirlenememiştir.
Meselâ
şu "Telepati" dediğimiz zihinler arası uzaktan etkilenme olayının
özü nedir? Nasıl meydana gelir? Herhangi bir insan, normal olarak sesin ve
bakışların ulaşamayacağı kadar uzak bir mesafede bulunan başka bir insanı
nasıl çağırabilir ve aralarındaki uzaklıklar ve fizikî engeller ortadan
kalkmadan karşı taraftan nasıl cevap alabilir?
Peki
şu "hipnotizma" olayı nedir? Nasıl meydana geliyor? Nasıl oluyor
da bir irade başka bir iradeye egemen oluyor, bir düşünce başka bir düşünce
ile ilişki kuruyor, bu sırada taraflardan biri diğerine mesaj gönderiyor ve
karşı taraf sanki bir kitabın sayfalarını okuyormuş gibi kendisine gönderilen
mesaja cevap veriyor?
Pozitif
bilimin günümüze kadar varlıklarını kabul ettiği bu esrarengiz güçler
hakkında söyleyebildiği tek söz bunlara birtakım isimler takması olmuştur.
Fakat bu güçlerin ne olduğu ve bu olayların nasıl meydana geldiği
hususunda hiçbir şey söyleyememiştir.
Pozitif
bilimin kuşku ile karşıladığı dàha pekçok olay var. Bu kuşku ya söz
konusu olaylar hakkında yeterince gözlem verisi sağlayamadığı için onları
kabul etmemesinden ya da bu olayları deney alanına sokacak uygun metodlar
bulamamış olmasından ileri geliyor.
Meselâ
şu geleceği haber veren rüyalar olayını düşünelim. Her türlü ruhî gücü
inkâr etmeye kalkışan S.Freud bile bu tür rüyaları inkâr edememiştir.
Nasıl oluyor da meçhul bir gelecek ile ilgili bir rüya görüyorum da bir süre
sonra bu ileriye dönük rüyam aynen gerçekleşiyor. Ya şu gizli ve henüz adı
bile konulamamış duygular olayına ne demeli? Nasıl oluyor da bir süre sonra
belirli bir olayın olacağını ya da belirli bir şahsın az sonra geleceğini
hissediyorum da beklediğim şey bir süre sonra şu ya da bu şekilde sahiden
gerçekleşiyor.
Sırf
pozitif bilim henüz bu tür güçleri deney alanına aktaracak uygun metodlar
geliştiremedi diye insan denen varlıkta bulunan bu tür meçhul yetenekleri, güçleri
bir kalemde reddetmek, aslında bilimsel kılıflı bir egoizmden, bir şımarıklıktan
başka birşey değildir.
Bu
demek değil ki, her türlü hurafeye teslim olalım ve karşımıza çıkan her
çeşit masalın peşinden gidelim. Bu konuda tutulacak en sağlıklı ve en
ihtiyatlı yol insan aklının bu tür bilinmezler hakkında esnek bir tutum
benimsemesidir. Yani bu tür esrarengiz güçleri ne mutlak olarak reddetmeli ve
ne de gözü kapalı bir şekilde kabul etmeliyiz. Böylece insan aklı elindeki
metodlarla bu metodları geliştirerek şimdi kavrayamadığı bu tür güçleri
kavramayı başarmalı ya da söz konusu meselelerin, kapasitesini aştığını
itiraf ederek yeteneklerinin sınırlarını tanımalı ve şu evrendeki
bilinmez güçlerin ve olayların varlığını kesinlikle onaylayarak tutumunu
ona göre ayarlamalıdır.
İşte
büyücülük bu tür olaylardandır. Şeytanların insanlara öğrettiği
belirtilen esrarengiz bilgilerde bu tür olaylardandır. Uzaklardaki başka
insanlara mesaj ulaştırma ve gerek duygu ve düşünceleri gerekse cansız
maddeler ile canlı organizmaları etkileme olayları da büyücülüğün değişik
bir biçimi olabilir.
Gerçi
Kur'an-ı Kerim'in; "Attıkları ipler ve sopalar onların büyülerinin
sonucu olarak kendisine yürüyorlarmış gibi göründü" (Taha Suresi,
66) ayetinde, Firavun'un büyücüleri tarafından yapıldığı anlatılan gösteriler
hiçbir gerçek tarafı olmayan bir hayal oyunundan ibaretti. Fakat bunun öyle
olması bu tür bir etkinin karı ile kocanın ya da iki samimi dostun arasının
bozulmasına yolaçmasına engel değildir. Çünkü daha önce belirttiğimiz
gibi her ne kadar metodlar, araçlar, etkiler, sebepler ve sonuçlar yüce
Allah'ın izni olmaksızın meydana gelmez ise de tepkilerin etkilerden doğduğu
da bir gerçektir.
Bu
arada acaba Harut ile Marut adındaki bu iki melek kimlerdi ve hangi dönemde
Babil kentinde yaşadılar? Bir defa bunların hikâyesi yahudiler tarafından
biliniyordu. Çünkü bu olaya işaret eden yukardaki ayeti ne yalanladılar ve
ne de ona itiraz ettiler. Kur'an-ı Kerim'de bu şekilde kısaca değinilerek geçilen
daha başka olaylar da vardır. söz konusu olaylar muhatapları tarafından
bilindiği için, bu olaylara kısaca değinmek, gözetilen amacı gerçekleştirmek
için yeterli sayılmıştır. Bu tür olaylar hakkında ayrıntılı bilgi
vermeyi gerektiren bir sebep yoktur. Çünkü amaç, olayın ayrıntıları değildir.
Ben
de elinizdeki bu tefsir kitabında bu iki melek hakkında bize ulaşan çok sayıdaki
rivayete dalmak istemiyorum. Çünkü bunlar içinde hiçbir araştırma ürünü
ve güvenilir rivayet yoktur.
İnsanlık
tarihi boyunca her dönemde insanoğlunun durumuna ve idrak düzeyine uygun birçok
ibret verici ve imtihan vesilesi niteliği taşıyan olaylar yaşanmıştır.
Buna göre insanın iki melek -ya da iki iyi insan- şekline bürünmüş bir
imtihan vesilesiyle karşılaşması şaşılacak kadar olağanüstü bir durum
değildir. Zira buna benzer daha nice ibret verici olaylar, harikuladelikler ve
çeşitli imtihan türüyle karşılaşmıştır insanoğlu bugüne kadar. O
insanoğlu ki simsiyah bir gecenin koyu karanlıkları arasında sürekli biçimde
ilâhi meşalenin parıldayan ışınları peşinde emeklemekte, yürümekte ve
koşmaktadır.
Uzun
bir geçmişin gerisinde kaldıkları için bize göre belirsiz olan meselelerin
peşine takılacağımıza bu ayetlerde yeralan açık hükümlü ve belirli
anlamlı kavramlar üzerinde durmamız daha yerindedir. Burada, yahudilerin, yüce
Allah'ın kesin doğruları içeren kitabını arkalarına atarak masalların peşine
düşmekle sapıklığa düştüklerini, bunun yanında, büyücülüğün bir tür
şeytan işi olması yüzünden insanın kınanmasına ve Ahiretteki tüm
nasibini ve birikimini kaybetmesine yolaçan bir kâfirlik sebebi olduğunu
bilmemiz bizim için yeterlidir.