CENNET
HAKKINDA DAYANIKSIZ İDDİALAR
Daha
sonra bu ayetler genel olarak Kitap Ehlinin, başka bir deyimle yahudiler ile hıristiyanların
iddialarını, "sırf kendilerinin doğru yolda oldukları ve Cennet'in sırf
kendilerine ait olduğu, oraya başka hiç kimsenin giremeyeceği" şeklindeki
sözlerini çürütmeye devam ediyor. Gerçi bu iddiaları, söz konusu
gruplardan herbiri karşı tarafın en ufak bir gerçek kırıntısından bile
yoksun olduğunu söyleyerek kendi sözleriyle cevaplandırmış oluyor zaten.
Okuyacağımız ayetler bu klâsik iddiaları dile getirirken, bu konudaki gerçeği
de belirliyor., amel (davranış) ve ceza (karşılık) konusunda son ve kesin sözü
de söylüyor:
111-
Onlar "Yahudilerden ve hıristiyanlardan başka hiç kimse Cennet`e
giremeyecek"dediler. Bu onların hüsnükuruntusudur. De ki; "Eğer
dediğiniz gibi ise delilinizi getirin. "
112-
Hayır, öyle değil Kim kendini Allah â adar ve bunun yanında iyi ameller de
işlerse Allah katında mutlaka mükâfatını alır. Böyleleri için korku söz
konusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir.
113-
Yahudiler: "Hıristiyanlar hiçbir gerçeğe dayanmıyor" dediler. Hıristiyanlar
da; "Yahudiler hiçbir gerçeğe dayanmıyor" dediler. Oysa hepsi de
kitabı okuyorlar. Gerçeği bilmeyenler de onların dediğini söylemişlerdi.
Kıyamet günü Allah, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm
verir.
Medine'de
müslümanların karşısına dikilenler kitap ehli yahudilerdi. Orada
yahudilerin yaptığı gibi müslümanların karşısına çıkacak hıristiyan
bir kitle yoktu. Buna karşın yukarıdaki ayetin ifadesi genele yöneliktir.
Ayet hem yahudileri ve hem de hıristiyanları birinin diğeri hakkındaki sözleriyle
cevaplandırıyor. Daha sonra da müşriklerin bu iki zümre hakkındaki görüşünü
dile getiriyor. Tekrar okuyalım:
"Onlar
`Yahudî ve hristiyanlardan başka hiç kimse Cennet'e giremeyecek'
dediler."
Bu
ifade onların sözlerini birleştirerek dile getiriyor. Yoksa aslında
yahudiler; "Yahudilerden başkası Cennet'e giremeyecek" derken hıristiyanlar
da; "Hıristiyanlardan başkası Cennet'e giremeyecek" diyorlar.
Bu
sözlerin her ikisi de hiç bir delile dayanmayan basmakalıp ve klâsik bir
iddiadan ibaret olduğu için yüce Allah Peygamberimize onlara meydan okumayı
ve kendilerinden delil istemeyi telkin ediyor:
"De
ki; `Eğer dediğiniz gibi ise delilinizi getirin."
Burada
hiçbir millete, hiçbir zümreye ve hiçbir ferde imtiyaz tanımaksızın amele
(davranışa) ceza (karşılık) biçme konusu ile ilgili İslâm düşünce
sisteminin kuralı belirleniyor. Bu kurala göre, önemli olan İslâm ve ihsan
(iyi amel)dir, yoksa isim ve ünvan değil. Okuyalım:
"Hayır,
öyle değil. Kim kendini Allah'a adar ve bunun yanında iyi ameller de işlerse
Allah katında mutlaka mükâfatını alır. Böyleleri için korku söz konusu
değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir."
Kur'an-ı
Kerim, daha önce yahudilerin "Belirli günler dışında bize Cehennem ateşi
dokunmayacak" şeklindeki iddialarına şu cevabı verirken bu kuralı ceza
ile ilgili olarak belirlemişti:
"Hayır,
öyle değil, Kim günah işler de günahı tarafından kuşatılırsa böyleleri
Cehennemliktirler, onlar orada ebedi olarak kalacaklardır."
Bu
iki açıklama iki karşıt tarafı, yani ceza ve mükâfat taraflarını içeren
bir tek kuraldır, "Kim günah işler de günahı tarafından kuşatılırsa...".
Bu durumdaki kimse benliğini kuşatmış olan söz konusu günahın tutsağıdır;
her şeyden, her türlü bilinçten, işlediği günahın doğrultusu dışındaki
her türlü yöneliş ve bakış açısından arınmış, uzak düşmüştür.
Buna
karşılık "Kim kendini Allah'a adar ve bunun yanında iyi ameller de işlerse..."
Yani "Kim benliğini Allah'a adar, tüm duygularını Allah'a yöneltir, başkasının
günaha sarılmasının karşıtı olarak yüce Allah'a sımsıkı bağlanırsa."
"Kim kendini Allah'a adarsa (benliğini Allah'a teslim ederse)" Burada
İslâmın ilk karakteristik özelliği meydana çıkıyor. "Benliğin
Allah'a adanması". Burada kullanılan "İslâm" deyimi
"boyun eğme" ve "teslim olma" anlamlarına gelir. Manevi plânda
"boyun eğme" ve amel (uygulama) plânında "teslim olma."
Bununla birlikte bu "teslim oluşun" mutlaka görünür bir belirtisi,
elle tutulur bir kanıtı olmalıdır. Bu da yukardaki ayetin ".. ve bunun
yanında iyi ameller işlerse..." cümleciğinde ifade ediliyor.
Buna
göre, İslâm'ın karakteristik özelliği bilinç ile davranış, inanç ile
amel, kalpdeki imanla pratiğe yansıyan iyi hareket arasındaki birliktir. Bu
sayede inanç sistemi, kapsamlı ve yaygın bir yaşama tarzına dönüşür. Böylelikle
insan kişiliği bütün faaliyet ve yönelişleri ile tutarlı bir bütünlüğe
kavuşur. Yine bu sayede müslüman, şu ilâhî bağışların tümünü elde
etmeye lâyık olur:
"Böyleleri
Allah katında mutlaka mükâfatlarını alırlar. Bunlar için korku söz
konusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir."
Onlara
Rabbleri katında kayba uğraması söz konusu olmayan, kesin bir mükâfat,
korkuya yer tanımayan tam bir güvenlik ve üzüntünün gölgeleyemeyeceği coşkun
bir sevinç vardır. Bu bütün insanları eşit tutan genel bir kuraldır. Bu
kurala göre yüce Allah katında iltimas ve tarafgirlik söz konusu değildir.
Yahudiler
ve hıristiyanlar söz konusu basmakalıp ve klâsik iddiayı ileri sürerlerken,
bir yandan bu zümrelerin her biri diğerinin hiçbir gerçeğe dayanmadığını
söylüyor, öteyandan da müşrikler her iki gruba da aynı sözle karşılık
veriyorlardı. Tekrar okuyalım:
"Yahudiler;
`Hıristiyanlar hiç bir gerçeğe dayanmıyor" dediler: Hıristiyanlar da;
"Yahudiler hiç bir gerçeğe dayanmıyor' dediler. Oysa her ikisi de kitabı
okuyorlar! Gerçeği bilmeyenler de onların dediğini söylemişlerdi. Kıyamet
günü Allah, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm
verir."
Bu
ayette sözü edilen "gerçeği bilmeyenler" mukaddes kitapları
olmayan cahil, okuma-yazmasız Araplardı. Bunlar, yahudiler ile hıristiyanların
aralarındaki ayrılığı, karşılıklı suçlamalarını, müşriklik ve yüce
Allah'a evlât yakıştırma açısından eski Arap masallarından ve
hurafelerinden daha seviyesiz masallara ve hurafelere körükörüne bağlılıklarını
gördükleri için yahudilikten de hıristiyanlıktan da uzak duruyor,ve
"Bunlar hiçbir gerçeğe dayanmayan, boş şeylerdir" diyorlardı.
Kur'an-ı
Kerim, yahudiler ile hıristiyanların "Cennet'in sırf kendilerine ait
olduğu" şeklindeki iddialarını çürüttükten sonra, bu grupların
birbirleri aleyhindeki sözlerini her ikisinin de siciline geçiriyor ve arkasından
aralarındaki anlaş nazlığın çözümünü yüce Allah'a havale ediyor:
"Kıyamet
günü Allah, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm
verir."
Adil
hüküm O'nundur ve bütün meseleler O'nun huzuruna gelir. Yapılacak şey hiçbir
mantık kuralına bağlı olmayan ve hiçbir delile dayanmayan bu
kavmin"tek başına `Cennetlik olduğu' ve yine "yalnız başına doğru
yolda olduğu" şeklindeki basmakalıp iddialarını çürüttükten sonra
tek çıkar yol onları yüce Allah'ın -c.c- hükmüne havale etmektir.
İSLÂM'IN
MESCİD ANLAYIŞI
Okuduğumuz
ayetlerin devamında Peygamberimizin emir ve tebliğlerinin bunların içinde özellikle
kıble yönünün değiştirilmesi ile ilgili olanının- doğruluğu hakkında
müslümanların zihinlerini bulandırmayı amaçlayan yahudi kampanyalarının
kınanmasına dönülüyor ve bu tutum yüce Allah'ın mescidlerinde O'nun adının
anılmasını engelleme ve bu mescidleri yıkma girişimi sayılıyor:
114-
Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasını engelleyen ve oraları yıkmaya
çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Oysa oralara ancak korkulu bir saygı
içinde girmeleri yakışık alır. Bunları, dünyada rezil olmak, Ahirette de
büyük bir azap beklemektedir.
115-
Doğu da Batı da Allah'ındır. Ne tarafa dönerseniz, Allah'ın yönü o
tarafa doğrudur. Şüphesiz Allah'ın kudreti herşeyi kapsar ve o herşeyi
bilir.
Akla
en yakın ihtimal; yukardaki iki ayetin, kıble değiştirilmesi ve yahudilerin,
müslümanları yeryüzüne inşa edilen ilk Allah evi ve ilk kıble olan Kâbe'ye
yönelmekten alıkoymaya çalışmaları dolayısıyla inmiş olabileceğidir.
Ancak bu ayetlerin nüzul (iniş) sebebi hakkında bu söylediğimizin dışında
daha pekçok değişik görüş de vardır.
Bu
yorumların hangisi doğru olursa olsun ayetteki ifadenin mutlak oluşu, onun
mescidlerde Allah'ın adının ànılmasına engel olmak ve oraları yıkmaya çalışmakla
ilgili genel bir hüküm olduğunu düşündürür. Bu çirkin davranışa karşılık
olarak belirlenen ve bu davranışa uygun tek ceza olduğu belirtilen aşağıdaki
hüküm de genel karakterlidir.
"Oysa
oralara ancak korkulu bir saygı içinde girmeleri yakışık alır."
Yani
barınma dileği ile, gerekli saygı ifadesini takınarak ve eman diyerek yüce
Allah'ın evi olan mescidlere sığınmadıkça kovulmayı, kovalanmayı ve güvenden
yoksun bırakılmayı hakkederler. (Tıpkı Mekke'nin fethinden sonra olduğu
gibi. Bilindiği gibi Mekke'nin müslümanlar tarafından fethedildiği gün
Peygamberimizin sözcüsü "Kim Mescid-i Haram'a (Kâbe) girerse güven içindedir"
diye seslenmiş ve bunun üzerine can güvenliği istemeye karar veren bazı
Kureyş zorbaları oraya sığınmışlardı. Oysa bu kimseler daha önce
Peygamberimiz ve arkadaşlarının Kâbe'yi ziyaret etmelerine engel olmuşlardı.)
Ayet-i
celile, bu hükme, böylelerinin dünyada perişanlığa ve Ahirette büyük bir
azaba çarptırılacakları kara haberini eklemektedir:
"Bunları
dünyada rezil olmak, Ahirette de büyük bir azap beklemektedir."
"Oysa oralara ancak korkulu bir saygı içinde girmeleri yakışık alır"
cümlesinin bir başka açıklaması da şöyledir: Yani "Onların, ancak
Allah korkusu ve O'nun ululuğunun ürpertisi içinde Allah'ın mescidlerine
girmeleri yakışır. Yüce Allah'ın evlerine yaraşan, O'nun büyük heybet ve
ululuğuna uygun düşen edep şekli budur." Bu yorum şekli de konunun akışına
uygundur.
Bu
iki ayetin kıble yönünün değiştirilmesi olayı ile ilgili olarak indiği görüşünü
tercih etmemizin gerekçesi, bu ayetlerin ikincisidir. Okuyalım:
"Doğu
da Batı da Allah'ındır. Ne tarafa dönerseniz, Allah'ın yönü o tarafa doğrudur.
Hiç şüphesiz Allah'ın kudreti her şeyi kapsar ve o her şeyi bilir." Müslümanlar,
kıblenin değiştirilmesi olayına kadar Beyt'ül-Mukaddes'e (Kudüs'teki
Mescid-i Aksa) yönelerek namaz kılıyordu. Kıble'nin Kabe'ye doğru döndürülmesiyle
yahudiler müslümanların zihnini bulandıran şiddetli bir propaganda başlattılar.
Buna göre Müslümanların a güne kadar kıldıkları namazlar geçersizdi ve
Allah katında hesaplarına hiçbir sevap yazılmayacaktı. İşte bu ayet
yahudilerin bu iddialarına cevap veriyor, iniş sebebinin ana nedeni de bu asılsız
propagandalardı. Bu ayet, yahudilerin bu sakat yorumlarına karşı çıkarak
aslında her yönün bir kıble olduğunu, buna göre ibadete duran kul ne
tarafa dönerse yüce Allah'ın yönünün o tarafa doğru olduğunu, herhangi
bir yönün kıble olarak belirlenmesinin yüce Allah tarafından bir yönlendirme
olayı olduğunu ve o tarafa dönmenin O'na itaat etme anlamı taşıdığını,
yoksa bunun Allah'ın o tarafta değil de bu tarafta olduğu manasına gelmediğini
belirtiyor. Allah kullarını sıkıntıya ve çıkmaza sokmaz, onların
sevaplarını kısmaz; O kullarının kalplerini, niyetlerini herhangi bir yöne
doğru durmalarının iç gerekçelerini bilir, Allah'ın emrinde kolaylık
esastır, niyet Allah içindir. Zira "Allah'ın kudreti her şeyi kapsar ve
o her şeyi bilir."
ALLAH'A
OĞUL İSNAD EDENLER
Bu
ayetlerin devamında, yahudilerin ilâhlığın özü ile ilgili düşüncelerinin
(sapıklığı), yüce Allah'ın dininin dayanağı ve bütün peygamberlerin
mesajlarının sâğlıklı temeli olan Tevhid ilkesinden uzak düşmüş
oldukları gözler önüne seriliyor, bunların yüce Allah'ın zatı ve sıfatları
ile ilgili sapık düşünceleri aynı konulardaki cahiliye düşünceleri ile
karşılaştırılarak müşrik Araplar ile Ehl-i Kitab'ın müşrikleri arasındaki
inanç benzerliğine parmak basılıyor, bütün bu grupların müşrikliğe yönelik
yanılgıları düzeltilerek kendilerine, gerçek iman kavramının temel ilkesi
açıklanıyor:
116-
Onlar; "Allah oğul edindi " dediler. O böyle bir şeyden münezzehtir.
Göklerdeki ve yeryüzündeki varlıkların tümü O'nundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir.
117
O, göklerin ve yeryüzünün yoktan varedicisidir. O birşeyin varolmasını
dileyince ona sadece "ol " der ve o da olur.
118-
Bilmeyenler "Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir mucize gelmeliydi
" dediler. Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi söylemişlerdi.
Kalpleri birbirine benzedi. Kesin iman sahiplerine ayetleri apaçık göstermişizdir.
Bu,
"Allah oğul edindi" şeklindeki sakat iddia, sadece hıristiyanların
Hz. İsa (selâm üzerine olsun) ile ilgili iddiaları değildir, yahudiler de
Hz. Üzeyir için aynı şeyi söylüyorlardı. Tıpkı bunlar gibi müşrikler
(putperestler) de melekler hakkında aynı iddiayı ileri sürüyorlardı. Bu
ayet söz konusu grupların iddialarını ayrı ayrı anlatmıyor. Çünkü
konunun akışı o günün Arap yarımadasında İslâm'a karşı çıkan bu
üç grubu ana hatları ile tanıtmak amacını taşıyor. Ne tuhaftır ki, bu
üç grup uluslararası Siyonizm, dünya Hristiyanlığı ve evrensel Komünizm
şemsiyeleri altında günümüzde de İslâm'a kıyasıya karşı çıkan akımları
oluşturuyorlar. Yalnız, milletlerarası Komünizm o günün müşriklerinden
çok daha koyu bir küfür akımıdır. Ayetin, bu üç grubu aynı kategoride
birleştirmesi, yahudiler ile hristiyanların sırf kendilerinin doğru yolda
olduğu biçimindeki iddialarını boşa çıkarıcı niteliktedir. Çünkü bu
iki grubun her ikisinin de müşrikler (putperestler) ile aynı düzeyde
oldukları görülüyor.
Ayetlerin
devamında, bu grupların yüce Allah ile ilgili diğer sakat görüşlerine geçilmeden
önce hemen yüce Allah'ın bu sapık düşünceden münezzeh olduğu
vurgulanmakta ve yüce Allah ile tüm yaratıkları arasındaki ilişkinin gerçek
mahiyeti açıklanmaktadır:
"O,
böyle bir şeyden münezzehtir. Göklerdeki ve yeryüzündeki varlıkların tümü
O'nundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir.
O,
göklerin ve yeryüzünün yoktan varedicisidir. O bir şeyin varolmasını
dileyince ona sadece "ol" der ve o da olur."
Şimdi
söz sırası İslâm'ın yüce Allah ile ilgili, yaratıcı ile yarattıkları
arasındaki ilişkinin türü ile ilgili ve yaratıkların yaradandan nasıl sadır
oldukları ile ilgili soyutlayıcı ve eksiksiz düşüncesine geldi. Bu düşünce,
sözünü ettiğimiz realiteleri birarada ifade eden en seviyeli ve açık görüş
tarzıdır.
Bu
görüşe göre kâinat, üstün ve mutlak iradenin "Kün feyekün (ol der
ve oluverir)" ilkesi uyarınca yaratıcısından sadır olur. Bu iradenin
herhangi bir varlığı yaratmaya yönelmesi, aracı bir gücün ya da maddenin
bulunmasına gerek duyulmaksızın söz konusu varlığın önceden belirlenen
biçimde varolmasını tek başına sağlayıcı niteliktedir.
Peki
mahiyetini bilmediğimiz bu üstün irade, kendisinden sadır olmasını murad
ettiği söz konusu varlıkla nasıl ilişki kuruyor? Bu nokta, insan idrakinin
kavrayamadığı, içyüzünü açıklayamadığı bir sırdır. Çünkü insan
kapasitesi bu noktayı idrak etmeye elverişli ve yatkın değildir. Zira bu
noktayı kavramak, insanın yaratılış amacı olan yeryüzü halifeliği ve·yeryüzünü
imar etme görevi açısından gerekli değildir. Yüce Allah insanoğluna yeryüzündeki
görevinde yararlanacağı kâinat kanunlarını keşfetme ve bunları pratikte
kullanma yeteneği verdiği oranda ona bu önemli halifelik görevi ile ilgisi
olmayan başka bir alemin sırlarını kapalı tutmuştur.
Çeşitli
felsefi akımlar hiçbir yol gösterici ışığın bulunmadığı uçsuz-bucaksız
bir çölde taban tepmişlerdir. Amaçları ise bu sırları keşfetmekti. Bu uğurda,
sözünü ettiğimiz alanla ilgili hiçbir yapısal yatkınlığa sahip olmayan,
bu alanı kavrama ve bilme araçları ile kesinlikle donatılmamış olan insan
idrakinden kaynaklanmış birçok faraziyeler ve varsayımlar ortaya koymuşlardır.
Bu faraziyelerin en yüksek seviyeleri bile insanı hayrete düşürecek ona
"Nasıl olur da bir filozof böyle bir şey ileri sürer?" dedirtecek
derecede gülünç oluyor. Bunun tek sebebi, söz konusu filozofların insan
idrakini doğal yaratılışının dışına çıkarmaya, onu yetki alanının dışına
taşırmaya kalkışmalarıdır.
Böyle
olduğu için hiçbir tatmin edici sonuca varamamışlar, daha doğrusu bu
konudaki İslâm düşüncesini bilen ve onun etkisi altında kalan bir kimsenin
saygı duyabileceği hiçbir sonuç elde edememişlerdir. İslâm bu konudaki
realist yaklaşımı sayesinde inanmış bağlılarını bu uçsuz-bucaksız
çölde kılavuzsuz olarak taban tepmekten, daha baştan yanlış metoda dayanan
bu karanlık maceraya atılmaktan korumuştur. Fakat bazı taklitçi İslâm
felsefecileri özellikle eski Yunan felsefecilerinin etkisiyle bu yüksek
doruklara tırmanmaya kalkışınca eski Yunanlı üstadları gibi karmaşık ve
yanılgılı varsayımlardan başka birşey elde edemediler. Onlar bu
hareketleriyle İslâm düşüncesine bu düşüncenin tabiatı ile bağdaşmayan,
özü ile uyuşmayan yabancı unsurlar bulaştırdılar. Bu durum insan aklını
yetki alanı dışına taşırmayı, yaratılışındaki özelliğin ötesine çıkarmayı
amaçlayan her girişimin karşılaşacağı kesin akıbettir.
İslâm
düşüncesine göre varlıkların yaratıcısı, yarattığı varlıkların hiçbirine
benzemez, O tektir. Bunun doğal bir sonucu olarak İslâmî düşünce, müslümanların
dışındaki birtakım inanç mensuplarının anladığı gibi "vahdet-i vücud
(varlıkların birliği)" kavramını reddeder. Yani "varlıklarla
yaratıcı birleşik bir bütündür" ya da "Varlık alemi yaratıcının
zatından kaynaklanan ışınlardan ibarettir" veya "varlık alemi,
yaratıcısının görülebilen bir sureti, bir yansımasıdır" şeklinde
ifade edebileceğimiz yahut aynı esasa dayalı başka bir biçimde anlatılabilen
"vahdet-i vücud" kuramı İslâm düşüncesi ile bağdaşmaz.
Fakat
bununla birlikte İslâm düşüncesinde de "Tevhid" diye tanımlanan
varlık bütününü kapsamına alan bir birlik vardır. Bu birlik, varlık
aleminin aynı yaratıcı iradeden meydana gelmiş olması, gelişimini düzenleyen
kanunlar sisteminin bir oluşu; yaratılışının, koordinasyonunun, kullukta
ve saygıda Rabbine yönelişinin bir olması anlamındadır. Okuyalım:
"Göklerdeki
ve yerdeki varlıkların tümü O'nundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir."
Göklerdeki
ve yerdeki varlıklar içinde onun evlâdı olduğunu düşündürecek hiçbir
gerekçe ortada yoktur. Çünkü varolan her şey aynı derecede ve aynı aracın
sonucu olarak O'nun yaratığıdır. Tekrarlıyoruz:
"O
göklerin ve yerin yoktan varedicisidir. O bir şeyin varolmasını dileyince
ona sadece "ol" der ve o da olur"
İlâhî
iradenin varlıklara yönelmesi olayı insan idrakinin bilemeyeceği bir şekilde
gerçekleşiyor. Çünkü bu olay, insan idrak kapasitesinin dışında kalır.
Buna göre, bu sırrın künhüne ermeye çalışmak, boşuna enerji harcamak ve
uçsuz bucaksız bir çölde kılavuzsuz olarak taban tepmektir.
Yukardaki
ayetlerde Kitap Ehli'nin, yüce Allah'ın evlâdı olduğunu iddia eden sözleri
sunulduktan ve bu saçma sözler düzeltilip reddedildikten sonra müşriklerin
aynı türdeki sözlerine geçiliyor. Bu sözler, aynen Ehl-i Kitab'ın benzer sözlerine
kaynaklık eden yanlış düşünceye dayanıyor:
"Bilmeyenler;
`Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir mucize gelmeliydi' dediler. Onlardan
öncekiler de onların dediklerinin benzerini söylemişlerdi."
Buradaki
"bilmeyenler" okuma-yazmasız müşrikler, yani putperestlerdir.
Bunların hiçbir kitap kaynaklı bilgileri yoktu. Sık sık Peygamberimizin (salât
ve selâm üzerine olsun) karşısına dikilerek yüce Allah'ın kendileri ile
doğrudan konuşmasını ya da kendilerine somut, mucizenin gösterilmesini
istiyorlardı. Onların bu sözlerinin burada hatırlatılmasının nedeni,
kendilerinden öncekilerin -yani yahudiler ile diğer kitap ehlinin- de vaktiyle
kendi peygamberlerinden aynı isteklerde bulunmuş oldukları gerçeğini
vurgulamaktır. Bilindiği gibi Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) kavmi yüce
Allah'ı açıktan açığa görmeyi istemiş, ayrıca kendilerine mucize gösterilmesinde
ısrar etmişlerdi. Demek oluyor ki, bunlar ile onlar arasında karakter,
zihniyet ve sapıklık bakımından benzerlik vardır.
"Kalpleri
birbirine benzedi."
Bana
göre yahudilerin, müşrikler (putperestler) karşısında bir üstünlükleri
yok. Bunlar zihniyet, inatçılık ve sapıklık bakımından benzer kalpler,
benzer duygular taşımaktadırlar. Devam ediyoruz:
"Kesin
iman sahiplerine ayetleri apaçık göstermişizdir."
Kalplerinde
kesin iman bulunanlar, yüce Allah'ın -c.c- ayetlerinde bu kesin imanlarını
doğrulayan ve vicdanlarını tatmin eden gerekçeleri bulurlar. Yani kesin imanı
bu ayetler meydana getirmez. Tersine bu ayetlerin anlamlarını kavramayı, içerdikleri
gerçeklerle tatmin olmayı, doğruyu ve Allah'a ulaştırıcı olanı algılamaya
kalpleri hazırlayan faktör, kesin imandır.
Okuduğumuz
ayetlerin devamında Kitap Ehlinin sözleri hatırlatılarak, asılsız iddiaları
çürütüldükten, bu grupların sapıklıklarının ardında yatan gizli faktörler
açığa vurulduktan sonra Peygamberimize dönülerek görevi açıklanıyor,
sorumlulukları belirleniyor, kendisine yahudi ve hıristiyanlar ile arasındaki
savaşın mahiyeti, onlarla arasındaki anlaşmazlığın karakteristik özelliği
açıklanıyor. Bu anlaşmazlığın kaynağı o kadar derindir ki, onlar Hz.
Peygamberden elinde olmayan, olsa bile ödeyemeyeceği bir bedel
istemektedirler. Haşa bu bedeli ödese bu sefer Rabbinin gazabına uğraması
kaçınılmaz olur:
119-
Biz seni gerçeğin müjdecisi ve uyarıcısı (korkutucusu) olarak gönderdik.
Sen Cehennemliklerden sorumlu değilsin.
120-
Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır.
De ki; "Doğru yol, sadece Allah'ın yoludur': Eğer sana gelen bilgiden
sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah tarafından ne bir
dost ve ne de bir yardımcı bulamazsın.
121-
Kendilerine verdiğimi5 kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte onlar ona
inananlardır. Onu inkâr edenler ise hüsrana uğrayanlardır.
"Seni
gerçekle (donatarak) gönderdik". Bu cümle saptırıcıların oluşturduğu
kuşkulara, tuzakçıların komplolarına ve sahtekârların. yanılgıya düşürme
girişimlerine son verici bir netlik, bir sarsılmazlık ifade ediyor. Ses
tonundaki gürlük ve mertlik, kesinlik ve kuşkusuzluk yansıtıyor.
"Müjdeleyici
ve uyarıcı (korkutucu) olarak..." Yani "senin görevin tebliğ
etmekten, aldığın emri yerine getirmekten ibarettir. Bunu yapınca senin
fonksiyonun sona erer."
"Sen
Cehennemliklerden sorumlu değilsin." Yani "işledikleri günahlar ve
nefislerinin arzularına uymaları sebebiyle Cehenneme girenlerden sen sorumlu
değilsin."
"Yahudiler
ile hıristiyanlar seninle savaşmaya, sana tuzak kurmaya devam edecekler,
seninle barış yapmayacaklar, senden hoşnut olmayacaklardır. Ancak sen bu görevi
ihmal ettiğin, bu gerçeği savunmaktan vazgeçtiğin ve bu kesin hidayeti bırakarak
onların az önce anlatılan sapıklıklarını, müşrikliklerini ve sakat
zihniyetlerini onayladığın takdirde seni severler, senden hoşnut
olurlar."
"Kendi
dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır."
İşte
asıl sebep budur. Onların eksiği delil değildir. Onların eksiği senin haklı
olduğuna, Rabbin tarafından sana gelen mesajın gerçek olduğuna inanmamak değildir.
Onlara olanca delillerini sunsan, olanca sevgini önlerine sersen bunların hiçbiri
ile hoşnutluklarını kazanamazsın. Ancak dinlerine uymakla ve yanındaki gerçeğe
sırt dönmekle onların hoşnutluğunu kazanabilirsin.
Her
dönemde ve her yerde somut olarak karşımıza çıkan sürekli anlaşmazlık
konusu, değişmez çıban başı budur. Bu çıban başı inanç meselesidir.
Yahudilerin ve hıristiyanların müslüman cemaate karşı verdikleri amansız
savaşın gerçek mahiyeti budur. Bu mücadele, her ne kadar zaman zaman
birbirleri ile çatıştıkları görülüyorsa da bu iki kamp ile İslam arasında
kıyasıya devam etmektedir. Bazan aynı inanç kampının alt grupları arasında
da sürtüşme olur. Fakat bu alt gruplar İslâm'a ve müslümanlara karşı
her zaman eleledirler.
Dediğimiz
gibi bu mücadele, temelde ve gerçek mahiyeti ile bir inanç savaşıdır.
Fakat İslâm'ın ve müslümanların bu iki koyu düşman kampı, bu savaşa değişik
renkler yakıştırırlar; olanca hilekârlıklarını, kurnazlıklarını, ikiyüzlülüklerini
kullanarak bu savaş için çeşitli kılıflar uydururlar.
Onlar
din sancağı altında müslümanların karşısına çıktıklarında onların
dinleri ve inançları uğruna nasıl kahramanca çarpıştıklarını tecrübe
etmişlerdir. Bu yüzden dinimizin bu tarihi düşmanları uyanmışlar ve savaşın
rengini değiştirmişlerdir. Artık onlar bu savaşın asıl niteliğini ortaya
koyarak inanç savaşı olduğunu açıkça söylemiyorlar. Öyle söyleseler müslümanların
inançları uğruna gösterecekleri kahramanlıktan, bu kahramanlığın
getireceği coşkunluktan korkuyorlar. Bunun yerine aradaki savaşa "toprak
savaşı", "ekonomik savaş", "siyasi savaş",
"stratejik savaş" gibi adlar takıyorlar. Ayrıca aramızdaki aldanmış
gafillerin beyinlerine sokmaya çalışıyorlar ki, inanç savaşı, artık
anlamsız bir eski hikâye olmuştur, artık o sancağı havaya kaldırarak onun
ismi altında savaşmak yersiz ve geçersizdir. Böyle bir şeye ancak
tutucular, gericiler girişirler!
Onlar
bu zehirli propagandayı inanç coşkunluğundan ve kahramanlığından
kurtulmak için yapıyorlar. Oysa onlar, yani uluslararası Siyonizm, dünya Hıristiyanlığı
ve bunlara ek olarak evrensel Komünizm soğukkanlı bir kararlılık içinde öncelikle
bu granit kayayı parçalamak amacı ile müslümanlara karşı savaşmaktadırlar.
O granit kaya ki, yüzyıllar boyunca ona toslamışlar ve her defasında tümünün
kafatası parçalanmıştır.
Bu
savaş inanç savaşıdır. Yoksa toprak savaşı, ekonomik savaş ya da
stratejik amaçlı savaş değildir. Bu uydurma kılıfların ve yakıştırmaların
hiçbir asli yoktur. Düşmanlarımız gizli ve tarihi maksatları uğruna bu
uydurma yaftaları kafamıza sokmaya çalışıyorlar. Onlar bizi bu savaşın
gerçek mahiyeti ve asıl karakteri hakkında yanılgıya düşürmek
istiyorlar. Eğer biz onların bu yalancı propagandalarına aldanırsak
kendimizden başka hiç kimseyi kınamamalı, hiç kimsede kabahat aramamalıyız.
Çünkü bu durumda sözlerin en doğrusunu söyleyen yüce Allah'ın
Peygamberine ve O'nun ümmetine yönelttiği direktiften uzak düşmüş oluruz.
Tekrar okuyalım:
"Kendi
dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır."
İşte
onları hoşnut edebilecek yegâne bedel. Bunun dışındaki herşeyi peşinen
reddederler, ellerinin tersi ile geri çevirirler.
Fakat
kesin emin ve doğru direktif hemen arkadan geliyor:
"De
ki; `Doğru yol, sadece Allah'ın gösterdiği yoldur."
İfade
son derece öz ve kısa! "Doğru yol, sadece Allah'ın gösterdiği
yoldur". Bu konuda taviz yok... Bundan vazgeçmek söz konusu değil.. Bu
hususta esneklik ve gevşeklik yok... Bu ilkenin zararına hiçbir uzlaşmaya
girişilemez... Onun küçük-büyük hiçbir kırıntısı bile pazarlık
konusu edilemez... İsteyen inansın, isteyen inkâr etsin...
Sakın
ha! Onları hidayete erdirmek, onların iman etmelerini sağlamak, onların
dostluğunu ve sevgisini kazanmak gibi endişe ve arzular seni bu ince yoldan
saptırmasın.
"Eğer
sana gelen bilgiden sonra onların arzularına, keyiflerine uyacak olursan,
andolsun ki, Allah tarafından ne bir dost ve ne de bir destekçi bulamazsın."
Bu
korkunç tehdit, bu kesin ifade ve bu ürkütücü azap uyarısı. Kime dönük?
Yüce Allah'ın Elçisine, Peygamberine ve keremli sevgilisine dönük! Bunlar
birtakım nefsi arzulardır. Eğer sen doğru yoldan, Allah'ın gösterdiği doğru
yoldan saparsan -ki ondan başka bir doğru yol yok-... İşte onları senin karşında
takındıkları olumsuz tutumu takınmaya sürükleyen faktör, onların bu
nefsi arzularıdır, yoksa senden kaynaklanan bir delil yetersizliği ya da
inandırma zayıflığı değildir.
Onların
arasında nefislerinin bu arzularından sıyrılabilenler ellerindeki kitabı
gereğince okurlar ve bunun sonucu olarak senin yanındaki gerçeğe inanırlar.
Bu gerçeği inkâr edenlere gelince, onlar hüsrana uğrayacaklardır. Sen ve müminler
değil!
"Kendilerine
verdiğimiz kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte onlar ona inananlardır.
Onu inkâr edenler ise hüsrana uğrayanlardır."
Yüce
Allah'ın şu dünyada insanlara bağışladığı nimetlerin en büyüğü olan
iman kaybından daha büyük bir kayıp, daha acı bir hüsran düşünülebilir
mi? Yukarda ki ayetlerde bu kesin ve tartışmaya meydan vermeyen yargı ortaya
konduktan sonra yeniden israiloğulları'na dönüp sesleniliyor. Okuduğumuz bu
uzun hesaplaşma ve tartışmanın, yahudiler ile Rabbleri ve peygamberleri arasındaki
ilişkileri gözler önüne seren tarihi açıklamanın arkasından gelen bu
sesleniş, sanki onlara yönelik derinliklerden kopup gelen son sesleniş
gibidir. Bunun arkasından Peygamberimize ve müslümanlara da bir uyarı yapıldıktan
sonra yahudilere son bir çağrı daha yapılıyor. Bu çağrı, artık
umursamazlık, gaflet ve yüce emaneti yüklenme şerefinden mahrum bırakılmış
bir halde kapı eşiğinde kararsız bir haldeyken belki kendilerini düzeltirler
diye yapılan son çağrıdır. Bu çağrı daha önce kendilerine ilahî
emanetin verileceği zaman yapılan ilk çağrıydı. Şimdi de bu emanetten yüz
çevirmeleri sebebiyle yapılan son çağrıdır bu. "Ey İsrailoğulları!.."
122-
Ey İsrailoğulları, size vermiş olduğum nimetleri ve sizi bir zamanlar bütün
alemlere üstün tutmuş olduğumu hatırlayın.
123-
Hiç kimsenin başkası adına birşey ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye
kabul edilmeyeceği, hiç kimseye şefaatin yarar sağlayamayacağı ve böylelerinin
hiçbir yerden yardım görmeyeceği günden korkun.
Bu
surenin daha önceki bölümlerinin içerdiği tartışma, Kitap Ehline dönüktü.
söz konusu tartışmanın eksenini yahudilerin tarihi; onların
peygamberlerine, şeriatlerine yüce Allah ile aralarındaki antlaşmalarına ve
taahhütlerine karşı takınmış oldukları olumsuz tutumlar oluşturuyordu.
Hz. Musa zamanından başlayarak Peygamberimin zamanına kadar süren bu dönemin
irdelenmesi sırasında çoğunlukla yahudilerden, bazan da hristiyanlardan söz
ediliyordu. Bu arada, Ehli Kitap ile uyuştukları ya da Ehli Kitab'ın
kendileri ile aynı görüşü paylaştıkları konular ortaya çıktıkça
zaman zaman müşriklere (putperestlere) de değinilmişti.