KIBLENİN
DEĞİŞTİRİLMESİNİN NEDENLERİ
Okuyacağımız
ayetler demetinde hemen hemen sadece kıble değişimi olayından, bu olayın
yolaçtığı gelişmelerden, bu olayı fırsat bilen yahudilerin müslüman
birliğini sarsmayı hedef alan oyunlarından, bu konuda ortaya attıkları asılsız
iddialardan, bu iddiaların bazı müslümanların vicdanlarında ve genel
olarak müslüman cemaatin saflarında açtığı yaraları sarma girişimlerinden
sözediliyor.
Bu
olay hakkında kesin bir rivayete rastlanmıyor. Kur'an'da da olayın tarihi ile
ilgili ayrıntılı bir bilgi verilmiyor. Bu olayla ilgili yukardaki ayetler
sadece kıble yönünün Beytülmukaddes'ten Kâbe'ye çevrilişini ele alıyor.
Olay, Hicret'ten onaltı ya da onyedi ay sonra Medine'de meydana geldi.
Bu
olayla ilgili rivayetlerïn toplamından çıkarabildiğimiz sonuç özet olarak
şudur: Müslümanlar Mekke döneminde namazın farz oluşundan itibaren Kâbe'ye
doğru dönerek namaz kılmışlardı. Yalnız bu konuda Kur'an kaynaklı bir
nass yoktu. Hicretten sonra yüce Allah'tan Peygamberimize gelen bir emirle
namazlar Beytülmukaddes'e doğru dönülerek kılınmaya başladı. Geçerli görüşe
göre bu emir de Kur'an'da yeralmış değildi. Sonra bu konuda Kur'an kaynaklı
olan şu emir gelerek daha önceki ilâhi emri yürürlükten kaldırdı (neshetti):
"Bundan
böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız olun, yüzlerinizi
o tarafa çevirin."
Olayın
gelişimi nasıl olursa olsun, müslümanların yüzlerini Beytülmukaddes'e doğru
çevirmeleri -ki Beytülmukaddes, yahudiler ile hıristiyanların kıblesi idi-
yahudilerin bu olayı, İslâm'a girmeyi burun kıvırarak reddetme bahanesi
olarak kullanmalarına yolaçtı. Nitekim o sırada Medine halkı arasında şöyle
konuştukları duyuluyordu. "Muhammed ile arkadaşlarının onların kıblesine
yönelişi, dinlerinin gerçek din, kıblelerinin asıl kıble ve kendilerinin
de örnek alınmada öncelikli olduklarını kanıtlardı. Buna göre yapılması
uygun olay şey, Muhammed'in, onları kendi dinine çağırması değil, tersine
kendisi ile arkadaşlarının onların dinine girmesiydi."
Bu
arada cahiliye döneminde saygı göstermeye alışmış, orayı geleneksel
ziyaret yerleri ve kıbleleri olarak algılaya gelmiş olan müslüman Araplara
bu durum ağır geliyordu. Üstelik bu yüzden yahudilerden kulaklarına gelen böbürlenici,
hava atıcı laflar ve bu olayı kendilerine karşı koz olarak kullanmaları sıkıntılarını
daha da arttırıyordu.
Bu
arada Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) sık sık yüzünü göğe
çevirerek Rabbine yöneliyor, fakat yüce Allah'a karşı duyduğu sonsuz saygının
gereği olarak ağzını açıp birşey demiyor, ama kendisini, hoşlanacağı
bir kıbleye döndürmesini sabırsızlıkla bekliyordu.
İşte
bir süre sonra inen şu ayet, Peygamberimizin bu derin özlemini olumlu olarak
cevaplandırıyordu:
"(Ey
Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe çevirdiğini görüyoruz. Seni hoşuna
gidecek bir kıbleye kesinlikle döndüreceğiz. Bundan böyle yüzünü Mescidi
Haram (Kâbe) tarafına çevir. Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin."
Çeşitli
rivayetlerde anlatıldığına göre bu olay, Hicretin onaltıncı ya da
onyedinci ayında meydana geldi. Bu arada kıblenin değiştiğini namaz kılarken
haber alan bazı müslümanlar, namazları içinde yüzlerini Kâbeye doğru çevirerek
namazlarının geride kalan kısmını yeni kıbleye doğru tamamlamışlardı.
Bunun
üzerine yahudiler yaygaraya başladılar. Peygamberimiz ile müslüman cemaatın
kıblelerini bırakıp başka tarafa dönmesi ve bunun sonucu olarak böbürlenmelerinde
ve müslümanların kalplerine dinlerinin değeri konusunda şüphe salma girişimlerinde
bel bağladıkları önemli kozlarını yitirmiş olmaları gerçekten ağırlarına
gitmişti. Bu hayal kırıklığının getirdiği pervasızlıkla müslümanların
arasına ve tek tek müslümanların kalplerine yüce liderlerine karşı
besledikleri güven ve inançlarının temeli hakkında şüphe tohumları
ekmeye koyuldular. Müslümanlara şöyle diyorlardı: "Eğer daha önceki
Beytülmukaddes'e yönelişiniz geçersiz ise bu dönem boyunca kıldığınız
namazlar boşa gitti. Yok, eğer o yönelişiniz haklı idiyse şimdiki Mescid-i
Haram'a dönüşünüz geçersizdir ve buraya doğru dönerek kıldığınız ve
kılacağınız bütün namazlar boşa gitmeye mahkumdur. Her iki durumda, bu
ayetlerin yürürlükten kàldırılması ve emirlerin değiştirilmesi işlemi,
Allah'tan kaynaklanmış olamaz. Bu da, Muhammed'e Allah'tan vahiy gelmediğini
kanıtlar."
Sözünü
ettiğimiz yıkıcı yahudi propagandası, gerek müslümanların vicdanlarında
ve gerekse İslâm cemaatinin saflarında son derece büyük bir etki meydana
getirmişti. Bu etkinin çapı, yüce Allah'ın "Biz bir ayeti yürürlükten
kaldırır ya da unutturursak mutlaka ondan daha hayırlısını veya benzerini
getiririz" mealindeki buyruğu ile başlayarak geçen Cüz'ün iki dersini
tümü ile kapsayan Kur'an ayetleri yanında bu Cüz'ün az sonra okuyacağımız
ayetleri ve bu ayetlerin açıklamaları sırasında ayrıntılı biçimde
inceleyeceğimiz vurgulamaları, izahları ve uyarıları gözden geçirirken açıklıkla
meydana çıkar.
Şimdi
kıblenin değiştirilmesi ve müslümanların sırf kendilerinin olan bir kıbleye
yöneltilmelerinin hikmeti konusu üzerinde biraz durmak istiyoruz. Bu olay İslâm
cemaatinin hayatını geniş çapta etkilemiş, çok önemli bir tarihi olaydır.
Başlangıçta
kıble yönünün Kâbe'den Mescid-i Aksa'ya döndürülmesi, bu dersin aşağıdaki
ayetinin işaret ettiği, eğitim amaçlı bir olaydı:
"Biz
sırf Peygambere uyanları O'na uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha
önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yaptık."
Bilindiği
gibi Araplar cahiliye dönemlerinde Kâbe'ye saygı beslerler, burayı milli
gururlarının somut bir sembolü sayarlardı. Oysa İslâm, kalplerin sırf
Allah'a bağlanmasını, yüce Allah dışında kalan her türlü bağımlılıktan
arındırılmasını, dolaysız biçimde Allah'la rabıta kurduran İslâm
metoduna yabancı olan her türlü yaygara ve taassuptan kurtarılmasını; her
türlü tarihî, ırkî ve coğrafi şartlanmalardan soyutlanmasını istiyordu.
İşte bu yüzden sürpriz bir kararla müslümanların Kâbe'ye yönelmelerine
son verilerek bir süre için Mescid-i Aksa'yı kıble edinmeleri uygun görülmüştü.
Böylece vicdanların cahiliye tortularından, cahiliye dönemini çağrıştıran
her şeyden tamamen arınması amaçlanmıştı. Ayrıca bu değişiklik dolayısıyla
Peygamber efendimize türlü yabancı duygunun etkisinden sıyrılarak güvenli,
gönüllü ve teslimiyetçi bir biçimde bağlı olanlar ile ırk, kavim, yurt
ve tarih çağrışımlarından kaynaklanan cahiliye yaygaralarının kof gururu
ile ya da kalplerin derinliklerinde halâ yaşayan komplekslerin dürtüsü ile
inancından dönen kimseler birbirlerinden ayrılabilecekti.
Bu
arada müslümanlar teslimiyetçiliklerini kanıtlayıp Peygamber efendimizin gösterdiği
kıbleye yönelince ve bunun yanında yahudiler bu durumu işlerine yarayacak
bir koz olarak kullanmaya başlayınca yüce Allah'ın Kâbe'ye doğru dönmekle
ilgili emri geliverdi. Fakat bu yeni emir, müslümanların kalpleri ile başka
bir gerçek arasında, İslâm'ın özü ile ilgili tarihi bir gerçek arasında
bağ kurdu. Bu gerçek şudur: Bu binayı, yani Kâbe'yi yapan Hz. İbrahim ile
Hz. İsmail (selâm üzerlerine olsun) onu sırf Allah'a adayarak, İslâm ümmetinin
bir inanç merkezi olsun diye inşa etmişlerdi. Bu İslâm ümmeti de, Hz. İbrahim'in
soyundan İslâm'ı yayacak, evlâtlarının ve torunlarının da bağlı
oldukları bu dinin etkinliğini devam ettirecek bir peygamberin gelmesini
dileyen duasının kabul belirtisi olarak doğup gelişmişti. "Hani Rabbi,
İbrahim'i birtakım emirler ile denemiş, o da bunları yerine getirmişti"
ayeti ile başlayan geçen derste bu konu ayrıntılı biçimde anlatılmıştı.
Aslında
Kabe'nin ilk temellerinin atılışından itibaren gelişen olaylar, özellikle
Hz. İbrahim, İsmail ve diğer oğulları, onların dini, kıblesi, Allah'a
verdikleri söz ve yapılan vasiyyetler hakkında müşrikler ve Ehli Kitap ile
müslümanlar arasında çıkan tartışmalar bu surenin daha önceki
ayetlerinde anlatıldığı için daha sonra Kıble'nin Mescid-i Aksa'dan
Kabe'ye döndürülmesi olayının anlatımına geçilmesi daha uygun oluyor.
Zira bütün o olaylarla kıblenin değiştirilmesi olayı arasında yakın bir
ilişki ve tarihî bir bağ vardır ve zihinler bu olayı algılamaya hazırdır.
Müslümanların kıblesinin, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in birlikte inşa
ettikleri Kabe'ye doğru çevrilmesi ve o sırada Hz. İbrahim'in yapmış olduğu
uzun dua, az sonra okuyacağımız ayetlerde müslümanların, Hz. İbrahim
dininin varisleri oluşları ve Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e dönük taahhüdü
birbirleri ile uyumlu, mantıklı ve tabii gelişmeler olarak ele alınır. Başka
bir deyimle bu somut kıble yönelişi ile söz konusu tarihten kaynaklanan şuur
yönelişi arasında koordinasyon ve doğrultu birliği vardır.
Yüce
Allah -c.c- Hz. İbrahim'den müslüman olması için taahhüt almıştı. Hz.
İbrahim de oğullarından, kendisinden sonra İslâm'a bağlı kalmaları taahhüdünü
almıştı. "İsrail" lâkabı ile anılan Hz. Yakub da evlâtlarından
aynı taahhüdü almıştı. Bu arada Hz. İbrahim zalimlerin, yüce Allah'ın
ahdine ve bağışına varis olamayacağını biliyordu.
Yüce
Allah Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'e, "Kâbe'nin temellerini yükseltmeyi",
yani bu yapıyı inşa etmelerini emretmişti. Bu yüzden Kâbe onlardan kalan
bir mirastır. Bu mirasa ancak yüce Allah'ın, bu ikisinden aldığı taahhüde
bağlı kalanlar mirasçı olabilirler. Müslüman ümmet, yüce Allah'ın, Hz.
İbrahim ile Hz. İsmail'den almış olduğu taahhüdün ve bu iki peygambere yönelik
ilâhi faziletin mirasçısıdır. Buna göre bu ümmeti~, Mekke'deki Beytullah'ın
varisi olması ve orayı kıble edinmesi son derece tabii ve mantıkî bir sonuçtur.
Gerçi
müslümanlar bir süre için, yahudilerin ve hıristiyanların kıblesi olan
Mescid-i Aksa'ya yönelmişlerdi. Fakat bu yöneliş, okuduğumuz ayetlerden
birinin işaret ettiği daha önce anlattığımız bir hikmete dayanıyordu. Şimdi
ise yüce Allah bu varisliği, müslüman ümmete yüklemeyi dilemişti. Ehl-i
Kitap, ataları Hz. İbrahim'in dinini, yani İslâm'ı kabul ederek bu mirasa
ortak olmayı reddetmişti.
Şimdi
kıble değişiminin tam zamanı gelmişti. Hz. İbrahim'in inşa ettiği ilk
Allah evine doğru yönelmenin tam sırası idi. Böylece müslümanlar bu
varisliğin somut ve soyut bütün özellikleriyle donatılmış; din varisliğinin,
kıble varisliğinin ve yüce Allah'ın bağışlama varisliğinin ayrıcalığına
sahip kılınmış olacaktı.
Kendine
özgü ve başkalarından farklı olma müslüman cemaat için kaçınılmaz iki
sıfattır. Düşünce ve inançta kendine özgü ve ayrıcalıklı olmak... Kıble
ve ibadet biçiminde de kendine özgü ve ayrıcalıklı olmak. Kendine özgülük
ve ayrıcalık bu alanların her ikisinde de aynı oranda gereklidir. Düşünce
ve inanç alanında kendine özgü (orjinal) ve farklı olmanın gereği kolayca
anlaşılabilir de bu gereklilik belki de kıble ve ibadet amaçlı davranışlar
konusunda o kadar kolay bir şekilde algılanmayabilir. Bu yüzden burada ibadet
şekillerinin değeri konusuna bir parça gözatmak istiyoruz.
Bu
ibadet şekillerine, onları manevi içeriklerinden soyutlayarak ve insan
psikolojisinin tabiatı ve onun etkilenme yollarına göz yumarak bakan kimse
bunlara titizlikle sarılmayı bir tür kör taassup ya da şekilperestlik
olarak görebilir. Fakat daha geniş bir bakış açısı, insan fıtratını
tanımayı amaçlayan daha derinlikli bir kavrama gayreti, son derece önemli başka
bir gerçeği keşfeder, ki o da şudur:
İnsanın
somut bir beden ile soyut bir ruhtan oluşmuş olmasının sonucu olarak, insan
psikolojisinde fıtrî olarak soyut karakterli iç duyguları somut karakterli görünür
şekiller aracılığı ile ifade etme eğilimi vardır. Bu soyut duygular, duyu
organları ile algılanabilir zahiri bir şekil bulmadıkça durulup istikrara
kavuşamazlar. Bu duygular ancak bu yolla ifade imkanı bulurlar. Böylece iç dünyamızdaki
gerçeklikler somut plâna da yansımış olur. Bu duygular ancak o zaman
durulup istikrara kavuşabilirler. Ancak o zaman duygusal gerilimin elektriksel
yükü tamamen boşalarak duygu dünyamız ile dış alemimiz arasında uyum
meydana gelebilir. Ancak o takdirde duyguların esrarlıya ve bilinmeze yönelik
ateşli arzusu ile somuta ve şekle dönük ateşli arzusu aynı anda rahatlatıcı
bir tatmine kavuşmuş olur.
İşte
İslâm, bütün ibadet amaçlı davranışlar sistemini, insan psikolojisinin
bu fıtrî temeli üzerine oturtmuştur. Bu yüzden bu ibadet amaçlı davranışlar
sadece niyetle, sırf ruhi yönelişle yerine getirilemez. Bu ruhî yönelişin,
somut bir şekil bulması aranır. Bu somut şekil namaz ibadetinde ayakta durma
(kıyam), kıbleye doğru durma, tekbir alma, Kur'an okuma, rükua varma ve
secdeye kapanmadır. Hacc'da ise belirli bir yerden sonra ihrama girip belirli
bir kılığa bürünme, sa'y etme, dua etme, telbiye getirme, kurban kesme ve
traş olmadır. Böylece her ibadetin ayrı bir bütünü olduğu gibi bu
hareketlerin her biri de ayrı bir ibadettir. Böylece, insan nefsinin dışı
ile içi arasında uyum kurulmuş, onun güç odakları arasında koordinasyon
meydana getirilmiş, insan fıtratının istekleri, yapısı ile bağdaşan bir
yoldan gidilerek tatmin edilmiş olur.
Hiç
kuşkusuz yüce Allah, sapıkları doğru yoldan çıkaran asıl sebebin, insanın
iç-güçlerinin somut ifade şekilleri arayan fıtrî özlem olduğunu biliyor.
Bunun sonucu olarak insanların önemli bir kesimi, duygu dünyalarının aradığı
büyük gücü taş, ağaç, çeşitli yıldızlar, güneş, ay, hayvan, kuş
gibi somut ve duyu organları aracılığı ile algılanabilir maddi varlıklarla
sembolize etmişlerdir. İnsanlar gizli güçlerin somut biçimde ifade
edilmesini düzenleyecek ve koordine edecek bir sistemin kılavuzluğundan
yoksun kaldıkları dönemlerde bu yanılgıya düşmüşlerdir.
İşte
bu yüzden İslâm, yüce Allah'ın zatını her türlü somutlaştırma düşüncesinden
ve varlığını herhangi bir yöne bağlama varsayımından uzak tutmakla
birlikte insan fıtratının sözünü ettiğimiz içgüdülerini, belirli
ibadet amaçlı davranışlar aracılığıyla tatmin etmelerini sağlayan
uygulamalar içerir. Bunun sonucunda insan kalbi, bedensel ve duygusal bütün
varlığıyla, Allah'a yöneldiği sırada, aynı anda Kabe'ye doğru da yöneliyor.
Böylece insan her ne kadar O'nun için yeryüzünün belirli bir yerini, kıble
edinmiş olsa da mekâna sığması asla söz konusu olmayan Allah'a yönelme
olayında insanın iç ve dış güçleri arasında uyum ve birlik sağlanmış
oluyor.
Bu
arada, müslümanın namazda ve diğer bazı ibadetler sırasında yöneleceği
yeri, müslüman olmayanların bu tür yerlerinden ayrı tutup sırf müslümana
özgü bir yer olmasını sağlamak gerekli idi. Çünkü bu durum onu düşünce
biçimi, hayat tarzı ve geleceğe dönük yönelişleri ile diğerlerinden ayrı
ve kendine özgü olmaya itecekti. Bunun sonucunda, bu kıble ayrıcalığı, müslümanda
varolan diğerlerinden ayrı ve farklı olma bilincini tatmin ediyordu. Ayrıca
bu somut ayrılık da kendi çapında, müslümanın benliğinde bir ayrılık
ve farklılık bilinci doğurur.
Öteyandan,
müslüman olmayanların iç duygularım somut ifadeye kavuşturan kendilerine
özgü karakteristiklerine özenme yasağı da bu sebebe dayanır. Onlara özgü
hem duygusal hem de davranış plânındaki tutum ve gelenekleri taklit etmenin
aynı ölçüde yasak olması gibi. Bu yasak ne kör bir taassup ve ne de basit
bir şekil tutkunluğudur. Tam tersine şekilciliğin ötesini kavrayan derin
bir bakış açısıdır; somut şekillerin arkasında saklanan iç faktörlere
önem veren bir bakış açısıdır. Herhangi bir kavmi diğer bir kavimden,
herhangi bir zihniyeti diğer bir zihniyetten, herhangi bir düşünce tarzını
diğer düşünce tarzından, herhangi bir duygu bütününü diğer bir duygu bütününden,
herhangi bir ahlâkı başka bir ahlâktan ve herhangi bir yaşama anlayışını
diğer bir hayat anlayışından ayıran, farklı yapan şey işte bu temel iç
faktörlerdir.
Nitekim
Hz. Ebu Hureyre'den (Allah ondan razı olsun) bildirildiğine göre
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Yahudiler
ile hıristiyanlar (ağaran saçlarını ve sakallarını) boyamazlar. Siz onların
yaptıklarının tersini yapınız." (İmam-ı Malik, Buhari, Müslim, Ebu
Davud)
Yine
Peygamberimiz yanlarına vardığı bir grubun ayağa kalkmaları üzerine şöyle
buyurmuştur:
"Acemlerin
birbirlerine saygı göstermek amacı ile ayağa kalktıkları gibi siz de ayağa
kalkmayınız." (Ebu Davud, İbn-i Mace)
Peygamber
efendimizin bir başka hadisi de şöyledir:
"Hıristiyanların
Meryem oğlu İsa önünde eğildikleri gibi siz de benim önümde eğilmeyiniz.
Ben de bir kulum. Buna göre bana `Allah'ın kulu ve Resulü' deyiniz" (Buhari)
İslâm,
dış görünüş ve kıyafette başkalarına özenmeyi, hareketlerde ve davranışlarda
taklitçiliği, konuşmada ve edep kuralları alanında yabancılara benzemeye
kalkışmayı yasaklıyor. Çünkü bütün bu saydıklarımızın arkasında,
bir düşünce tarzını öbüründen, bir hayat biçimini diğer hayat biçiminden
ve bir toplumsal karakteristiği başka bir toplumsal karakteristikten ayıran o
deruni bilinç saklıdır.
Yine
İslâm, Allah'tan gelen ve bu ümmetin uygulamakla yükümlü olduğu ilahi
sistemin dışında bir başka kaynaktan düşünce ve sistem unsuru iktibas
etmeyi yasakladığı gibi; yeryüzünde yaşayan milletlerin ve toplumların
herhangi biri önünde psikolojik bozguna, iç yıkıma uğramayı da yasakladı.
Çünkü insanı belirli bir toplumu taklit etmeye sürükleyen faktör, o
toplum karşısında uğranılan psikolojik bozgun, ruhi çözülmedir. Müslüman
cemaat ise, insanlığın önderi konumunda bulunmak üzere ortaya çıktı.
Buna göre inanç sistemini olduğu gibi, gelenek ve göreneklerini de kendisini
liderliğe seçmiş olan kaynaktan almalıdır. Müslümanlar üstün insanlardır,
orta yolu izleyecek, insanların karşısına çıkarılmış en hayırlı ümmettirler.
Buna göre düşüncelerini ve sosyal düzenlerini hangi kaynağa dayandıracaklardır?
Geleneklerini ve toplumsal kurumlarını nereden alacaklardır? Eğer bunları yüce
Allah'tan almazlarsa düzeylerini yükseltmek için görevlendirildikleri,
kendilerinden aşağı konumda olan insanlardan ve toplumlardan almak durumunda
kalacaklardır!
İslâm,
insanlığa en yüce düşünce ufkunu ve sağlıklı sosyal düzeni garanti
etmiştir. Buna dayanarak bütün insanlığı kendini benimsemeye çağırıyor.
İslâm'ın başka bir temel üzerinde değil de kendi esasları üzerinde, başka
bir sosyal düzen etrafında değil de kendi sosyal düzeni etrafında, başka
bir bayrak altında değil de kendi sancağı altında tüm insanlığın birleşmesini
istemesi taassup değildir. İnsanlığı yüce Allah'a yönelmeye, en yüksek düşünce
ve en sağlıklı sosyal düzen etrafında birleşmeye çağıran, ilahi
nizamdan sapmış cahiliye bataklığında debelenmekte olan insanların oluşturacağı
bir birliğe karşı çıkan kişi ya da sistem taassupla suçlanamaz; mutaassıp
olarak görülse bile iyinin, doğrunun ve yararlının peşinde koşan bir
taassuptur bu.
Sırf
kendisine ait olan ayrı bir kıbleye yönelen müslüman cemaat, bu yönelişin
anlamını kavramak zorundadır. Kıble, bu cemaatin namaz kılarken tarafına döneceği
basit bir yön ya da basit bir mekân değildir. Çünkü bu mekân ya da bu yön
bir sembolden, bir simgeden başka birşey değildir; başkalarından ayrı ve
kendine özgü olmanın sembolünden... Düşüncede ayrılığın, kişilikte
ayrılığın, amaçta ayrılığın, endişe ve ideallerde ayrılığın ve yapıda
ayrılığın sembolü yani.
Günümüzün
İslâm ümmeti; yeryüzünün her yanını sarmış bulunan çeşitli cahiliye
ürünü zihniyet ve ideolojinin, cahili hedeflerin, insanlığın zihnini
bulandıran cahili ideal ve beklentilerin ve dalgalandırılan çeşitli
cahiliye bayraklarının arasında kendini korumaya çalışıyor, bocalıyor.
İşte bu ümmet, egemen cahiliye toplumlarından farklı bir kişilik
kazanmaya, cahiliye ideolojilerinden esinlenmemiş kendine özgü bir evren ve
sosyal hayat düşüncesi benimsemeye, bu düşünce doğrultusunda farklı
hedef ve idealler seçmeye, üzerinde yalnızca yüce Allah'ın adının yazılı
olduğu, kendine özgü bir sancak ayrıcalığı sağlamaya, yüce Allah tarafından
bu inanç emanetini ve mirasını taşımak üzere insanlığın önüne çıkarılmış,
orta yol yolcusu, örnek bir ümmet olduğunu bilmeye muhtaçtır.
Bu
inanç sistemi, eksiksiz ve kapsamlı bir hayat düzenidir. Bu inanç mirasının
varisi, yüce Allah'ın yeryüzündeki halifesi, insanların örneği ve bütün
insanlığı Allah'a ulaştıran yolda kılavuz olmanın yükümlüsü olan bu
ümmeti, diğerlerinden ayrı ve farklı yapacak olan şey bu hayat tarzıdır.
İslâm ümmetine kişilik, yapı, hedef, ideal, bayrak ve kimlik ayrıcalığı
sağlayacak olan, ona uğrunda yaratılarak insanlığın önüne çıkarıldığı
dünya liderliği konumunu kazandıracak olan faktör, bu ilâhi düzeni sosyal
hayatında gerçekleştirmek, uygulamaktır. Bu ümmet, bu sosyal düzeni pratik
hayata geçirmedikçe hangi yaldızlı kılığa bürünürse bürünsün, hangi
ideolojiye sarılırsa sarılsın, hangi bayrak peşinde koşarsa koşsun,
karanlıklar içinde kaybolmaya, özelliklerini belirsizleştirmeye ve
karakteristiklerini bilinmezliğin kucağına atmaya mahkûmdur!
Şimdi
Kıble değişimi olayının çağrıştırdığı bu ara açıklamayı burada
noktalayarak bu konudaki ayetleri ayrıntılı biçimde incelemeye geçelim:
142-
İnsanlardan bazı beyinsizler; "Onları daha önce yöneldikleri kıbleden
çeviren sebep nedir?" diyecekler. De ki; "Doğu da Batı da Allah'ındır.
O dilediğini doğru yola iletir. "
143-
Böylece sizi orta yolu benimseyen bir ümmet yaptık ki, siz insanlara örnek
olasınız ve peygamber de size örnek olsun. Biz sırf Peygambere uyanları, bağlı
kalanları O'na uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce yöneldiğin
kıbleyi tekrar kıble yaptık. Bu değişiklik, Allah'ın doğru yolu gösterdiği
kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı boşa çıkaracak
değildir. Hiç şüphesiz, Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
Gerek
ayetlerin akışından ve gerekse Medine'deki olayların gelişiminden açıkça
anlaşılıyor ki, buradaki "beyinsizler" deyimi ile yahudiler
kasdedilmiştir. Çünkü daha önce gördüğümüz gibi, kıble değiştirilmesi
olayı münasebetiyle estirilen yaygarayı onlar kopardıkları gibi, Mescid-i
Aksa'yı kasdederek "Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren
sebep nedir?" sorusunu ortalığa yayanlar da onlardı.
Nitekim
sahabilerden Berae b. Azib (Allah ondan razı olsun) Peygamberimizin (salât ve
selâm üzerine olsun) Medine'ye geldiği ilk günlerde Ensar'dan olan
dedelerinin -ya da dayılarının- yanında misafir kaldığını belirttikten
sonra sözlerine şöyle devam ediyor; "Peygamberimiz, onaltı ay ya da
onyedi ay kadar Beytulmukaddes'e doğru namaz kıldı. Fakat kıblesinin
Beytullah'a doğru olmasını çok istiyordu. Beytullah'a dönerek kıldığı
ilk namaz bir ikindi namazı idi. Bu namazda onunla birlikte birkaç kişi daha
vardı. Onun yanında bu namazı kılanlardan biri oradan ayrıldıktan sonra
yolda bir mescit halkı ile karşılaştı. Cemaat o sırada ruküa varmıştı.
Adam
`Allah adına şehadet ederim ki, ben Peygamberimiz ile birlikte Kâbe'ye doğru
namaz kıldım' dedi. Bunun üzerine o mescidde namaz kılanlar oldukları gibi
(namazlarını bozmadan, derhal) Kâbe'ye doğru döndüler.
Peygamberimiz
Beytülmukaddes'e doğru namaz kılarken bu durum yahudilérin hoşuna
gidiyordu. Fakat yüzünü Beytullah'a döndürünce buna canları sıkıldı.
Bunun üzerine `(Ey Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe çevirdiğini görüyoruz..:
diye başlayan ayet indi. Bu sırada beyinsizler -ki onlar yahudilerdi`Müslümanları
daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?' dediler."(İmam-ı
Malik Buhari, Müslim, Tirmizi)
Daha
sonra inceleyeceğimiz üzere gerek yahudiler tarafından halk arasına yayılan
bu soruya ve gerekse bu fitneye karşı Kur'an-ı Kerim'in takınmış olduğu
tavır, söz konusu propaganda kampanyasının o günlerde müslümanların
vicdanlarında ve müslüman safları arasında meydana getirdiği yıkıcı
etkinin ne kadar büyük olduğunu ima eder niteliktedir.
Bu
ayetlerin baş tarafını bir daha okuyalım:
"İnsanlardan
bazı beyinsizler `Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep
nedir?' diyecekler."
Bu
cümlede kullanılan zaman kipinden şu nokta anlaşılabilir: Bu cümle birkaç
ayet sonra ilân edilecek olan kıble değiştirme olayına zihinleri hazırlayıcı
bir giriş ve yüce Allah'ın "beyinsizler" tarafından ortaya atılacaklarını
önceden bildiği söylentilerin ve soruların daha baştan yolunu kesme girişimidir.
Diğer bir ihtimale göre bu ayet, az önce okuduğumuz hadiste belirtilen bu söylenti
ve sorulara, bunlar ortaya atıldıktan sonra verilen cevap olabilir. O zaman da
söz konusu beyinsizler tarafından söylentiler yayılacağının daha önceden
takdir edildiğini, bu plânın önceden bilindiğini ve cevabının peşin
olarak hazırlandığını düşündürmek için gelecek zaman kipi kullanılmış
olur ki, bu normalinden daha etkili bir cevap verme yoludur.
Bu
ayette söz konusu söylenti ve soruların etkileri giderilmeye çalışılmakta,
Peygamberimize yaygaracılara nasıl karşılık vereceği ve gerçeği bütün
boyutları ile nasıl belirleyeceği telkin edilmekte, aynı zamanda bu konudaki
yaygın düşüncenin yanılgıları düzeltilmektedir:
"De
ki; Doğu da Batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir"
Evet,
Doğu da Batı da Allah'a aittir. Buna göre ne tarafa dönülmüş olursa
olsun, gerçekte O'na dönülüyor. Aslında yönlerin ve mekânların kendileri
hiçbir üstünlük taşımazlar. Onları üstün yapan, onlara özellik kazandıran
faktör, yüce Allah'ın onları seçmesi ve insanları onlara doğru yöneltmesidir.
Allah dilediğini doğru yola iletir. Yüce Allah herhangi bir yönü kulları için
seçip kıble olarak belirleyince o yön o zaman seçkinlik kazanır ve kullar
ancak o yöne dönerek doğru yola varabilirler.
Böylece
yüce Allah mekânlar ve yönler ile ilgili doğru düşünceyi, insanların
direktiflerini hangi kaynaktan alması gerektiğini ve her durumda yüce Allah'a
yönelmekten ibaret olan doğru yönelişin mahiyetini belirlemiş oluyor.
Ayetlerin
devamında, bu ümmete evrendeki son derece önemli konumu ve yeryüzündeki
halifelik görevinden dolayı özel bir kıblesi ve kendine özgü bir kişiliği
olması telkin edilirken kendisini bu göreve layık gören Rabbi dışında hiç
kimsenin sözünü dinlememesini gerektiren insanlığın tümüne yönelik
temel fonksiyonu hatırlatılıyor:
"Böylece
sizi orta yolu benimseyen bir ümmet yaptık ki, siz insanlara örnek olasınız
ve Peygamberde size örnek olsun."
Bu
ümmet, bütün insanlığa örnek olan orta yolu benimsemiş bir ümmettir.
Buna göre, insanlar arasında adaleti ve hakkaniyeti egemen kılar, onların
benimseyecekleri kriterleri ve değer hükümlerini ortaya koyar, onlar arasında
görüşünü açıklayınca esas alınan görüş bu olur, insanların değer
yargılarını, düşüncelerini, geleneklerini ve sloganlarını ölçüye
vurur ve bunlar hakkında "Bu doğrudur, bu yanlıştır" diyerek son
ve kesin sözü söyler. Yoksa bu ümmet, insanların tümüne örnek olması,
onlar arasında adaleti hakim kılması gerekirken düşüncelerini, değer yargılarını
ve kriterlerini yönlendirmekle yükümlü olduğu diğer insanlardan biri
olamaz
Bu
ümmet böylece bütün insanlığa örnek olurken kendi örneği de Allah Resulü
olacaktır. Buna göre Peygamber, onun kriterlerini, değer yargılarını
belirleyecek, davranışlarını ve geleneklerini hükme bağlayacak, yaptığı
her işi tartıya vurarak onun hakkında son sözü söyleyecektir. Bu ayet bu
ümmetin mahiyetini ve görevini böylece belirliyor ve kendisine görevini ve
konumunu tanımayı, büyüklüğünün bilincine varmayı, rolünü gerçek
boyutları ile değerlendirmeyi ve bu rolü oynamaya yaraşır biçimde hazırlıklı
olmayı öneriyor.
Bir
de bu ümmet "vasat (orta yol)" bir ümmettir, hem de kelimenin tam
anlamıyla "vasat" bir ümmet. Bu kelime ister "iyilik, üstünlük"
anlamlarına gelen "vesadet" kökünden türemiş sayılsın, ister
"itidal ve orta yolculuk" anlamına alınsın ve isterse bu kelimenin
maddi ve somut anlamı kastedilmiş olsun.
Düşünce
ve inanç alanlarında "vasat (orta yolu benimseyen)" bir ümmet. Yani
ne maddeden soyutlanmış bir maneviyatçılık ne de maddeyi tek gerçek olarak
gören materyalizm gibi dengesiz bir aşırılığa girmez. Bunun yerine
"ruha sarılmış ceset" ya da "cesede yapışmış ruh"
esprisinde sembolleşen fıtri dengeye bağlı kalır. Enerji odakları çift
kutuplu yapıya her çeşitten gıdasını tam olarak verir. Bir yandan hayatı
koruyup devam ettirmeye çalışırken aynı zamanda ruhen geliştirip düzeyini
yükseltmeye çabalar. Arzular ve eğilimler dünyasındaki her gelişmeyi
ifrata ve tefrite (başıboşluğa ve aşırı baskıya) kaçmadan ölçülü,
uyumlu ve dengeli bir biçimde serbest bırakır.
Sosyal
düzenleme ve koordinasyon alanında "vasat (orta yolu benimsemiş) bir ümmet.
Yani, hayatı tümü ile ne duygulara ve içgüdülere ve ne de kanunlara ve
cezalara bırakır. Bunun yerine bir yandan eğitim ve yönlendirme yolu ile
insan duygularının düzeyini yükseltirken öte yandan da kanunlar ve cezalar
aracılığı ile toplum düzenini güvenceye bağlar. İnsanlar arasında bir
denge kurar. Bunun sonucu olarak insanları ne sultanın, diktatörün kamçısına
ve ne de vicdanlarının başıboş sesine teslim eder, bunun yerine bu ikisi
arasında uyumlu bir sentez kurar.
İnsanlararası
ilişkiler ve karşılıklı bağlar alanında "vasat (orta yolu benimsemiş)
bir ümmet". Yani ne ferdin kişiliğini ve bu kişiliğin dayanaklarını
ortadan kaldırarak onun benliğini toplumun ya da devletin kişiliğinde eritir
ve ne de ferde kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, bencil ve muhteris
bir kişi olma serbestliği tanır. Bunun yerine, toplumda hareketliliği ve
gelişmeyi sağlayan bireysel enerjileri ve iç dürtüleri, aynı zamanda
ferdin kişiliğini ve kendine özgü yapısını gerçekleştirmeye yarayan içgüdüleri
ve yetenekleri serbest bırakır. Sonra da aşırılıklara, set çeken
tedbirlerini yürürlüğe koyar. Fertte topluma hizmet etme arzusu uyandıran iç
özlemleri teşvik eder; hatta ferde, topluma hizmet etmeye zorlayan yükümlülükler
ve görevler belirler. Kısacası bu ümmetin oluşturduğu toplum uyum ve
koordinasyon halinde ferde güvence sağlar.
Dünyada,
yeryüzünün göbeğinde ve yerkürenin orta kuşağındaki fonksiyonu
itibariyle "vasat (orta yolu benimseyen) bir ümmet"!. Toprakları üzerinde
İslâm'ın egemen olduğu bu ümmet, uzun yüzyıllardan beri şu ana kadar
yeryüzünün Doğusu ile Batısı, Güneyi ile Kuzeyi arasında bir köprü
durumundadır. Yüzyıllardan beri elinde bulundurduğu bu konumu ile tüm
insanlığı gözlemekte, bütün insanlara örnek olmaktadır. Elinde olan her
şeyi bütün yeryüzü halkı ile paylaşmakta; tabiî, ruhî ve manevî ürünler,
hudutlarından geçerek dünyanın şurasına-burasına dağılmakta ve bu ümmet
sözünü ettiğimiz maddî ve manevî trafiğe hakemlik etmekte, onun düzgün
işlemesini sağlamaktadır.
Zaman
perspektifi konusunda "vasat (orta yolu benimsemiş) bir ümmet"!. İnsanlığın,
kendisinden önceki çocukluk dönemini noktalayarak, kendisinden sonraki aklî
gelişme çağına bekçilik ve koruculuk yapmaktadır. İnsanlığın bu iki dönemi
arasında durarak bir yandan insanın gelişmesine ayak bağı olan çocukluk döneminden
kalma saplantıları ve hurafeleri silkeleyip atarken, öteyandan insanlığı
aklın ve nefsini arzuların fitnesinden uzak tutmaya çalışmaktadır.
Peygamberler döneminden kalma ortak manevi miras ile sürekli gelişen aklın
birikimi arasında sentez kurmakta, bu ikisini uyumlu bir şekilde bağdaştırmakta,
insanlığı bu iki uygarlık kaynağı arasında yeralan doğru yolda yürütmeye
çabalamaktadır.
Bu
ümmetin, kendisine yüce Allah tarafından bağışlanmış olan bu konumunu günümüzde
de sürdürmesinin önüne dikilen tek engel, yüce Allah'ın kendisi için seçmiş
olduğu hayat tarzını bir yana bırakarak, yüce Allah'ın seçtiği ile hiç
ilgisi olmayan çeşitli yaşama biçimlerini benimsemiş olması; yüce Allah,
onun sırf kendi rengine boyanmasını istemesine rağmen, aralarında ilâhi
rengin daha işin başında dışlandığı birçok renklerle boyanmış olmasıdır.
Böyle
bir görevi ve rolü omuzlarında taşıyan bir ümmetin birtakım sıkıntılara
katlanması, birtakım fedakârlıklarda bulunması son derece normaldir. Çünkü
önderliğin kendine özgü yükümlülükleri, öncülüğün kaçınılmaz sıkıntıları
vardır. Onun için bu ümmetin, yüce Allah'a içten bağlılığın ve ilâhi
önderliğe kayıtsız şartsız itaatkar olmaya hazır olduğunun kesinlikle
kanıtlanması için görevine atılmadan önce sınavdan geçirilerek denenmesi
gerekir.
Bunun
sonucu olarak yukardaki ayetin devamında yüce Allah müslümanlara şimdiki kıble
değişimi olayı vesilesi ile kendileri için neden daha önceki kıblelerini
tekrar seçmiş olduğunu şöyle anlatıyor:
"Biz
sırf peygambere uyanları (bağlı kalanları) O'na uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim
diye daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yaptık."
Yüce
Allah'ın doğru inancın varisi ve bu inanç bayrağını dalgalandıracak olan
O'nun yeryüzündeki halifesi olmasını istediği bu genç ümmete uyguladığı
eğitim metodu bu ayetten açıkça anlaşılıyor. Yüce Allah bu ümmetin sırf
kendisine bağlanmasını, cahiliye döneminin bütün ilişkilerinden ve kalıntılarından
kurtulmasını, bütün eski özelliklerinden ve bütün maziye gömülmüş
arzularından arınmasını; cahiliye döneminde giydiği bütün şatafatlı kılıklardan,
o günlerde taşıdığı bütün ideallerden sıyrılarak içinde sadece İslâm
idealinin kalmasını, bu ideale başka herhangi bir idealin karışmamasını,
bilgi kaynağının teke inmesini ve bu kaynağa başka hiçbir kaynağın ortak
olmamasını istiyor.
Oysa
Beytulharam'a dönmek, Arapların vicdanlarında inanç endişesinden başka bir
endişe ile karışık hale gelmiş, ataları Hz. İbrahim'in inanç sistemine müşriklik
ve ırk taassubu lekeleri bulaşmıştı. Çünkü Beytullah, o günlerde
Araplara ait bir utsal merkez sayılıyordu. Oysa Allah, oranın sadece kutsal
bir "Allah evi" olmasını diliyor, bu ünvanına başka bir ünvanın
eklenmesini, bu niteliğine başka bir niteliğin karıştırılmamasını
istiyordu.
Fakat
Beytullah'a doğru dönme eylemine, Araplar tarafından sözünü ettiğimiz başka
nitelikler eklenince, yüce Allah müslümanları bu kıbleden ayırarak Beytülmukaddes'
e doğru yöneltti. Böylece birinci derecede, müslümanların duygularını geçmiş
dönemlerinin çağrışımlarından arındırmayı ve ikinci derecede de,
Peygambere teslimiyet ve itaat derecelerini deneyden geçirmeyi amaç edinmişti.
Başka bir deyimle, acaba kimler O'na Allah'ın Resulü olduğu için uyuyor ve
kimler Beytülharam'ın kıble olma niteliğini sürdürdüğü ve böylece ırk,
kavim, eski mukaddesat bilincinin etkisi altında bulunanların vicdanlarını
rahatlattı diye peşinden gidiyor? Allah, bu iki zümreyi birbirinden ayırd
etmeyi dilemişti.
Üzerinde
durduğumuz bu nokta son derece ince ve duyarlı bir noktadır. İslâm inancı,
kalpde herhangi bir ortağın varlığına katlanamaz; kendi tek ve belirgin
idealinden başka hiçbir ideali kabul etmez; ne şekilde olursa olsun, cahiliye
döneminin, büyük-küçük, herhangi bir kalıntısı, kırıntısı ile
birarada bulunmaya razı olmaz. İşte bu ayette yeralan "Biz sırf
Peygamber'e uyanları (bağlı kalanları) O'na uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim
diye daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yaptık." cümlesinin
bize düşündürmek istediği gerçek budur.
Hiç
kuşkusuz yüce Allah bütün olup bitenleri daha olmadan önce bilir. Fakat
insanların yaptıklarının ortaya çıkmasını ve buna dayanarak onları
hesaba çekip sorumlu tutmayı diler. O, insanlara karşı merhametli olduğu için,
yapacaklarını önceden bildiği eylemlerinden dolayı onları hesaba çekmiyor,
sadece bilfiil işledikleri eylemlerden ve sadece ortaya koydukları
uygulamalardan dolayı kendilerini hesaba çekiyor.
Ayrıca
yüce Allah duygusal kalıntılardan sıyrılmanın, insan nefsi ile bağı
bulunan her türlü özellikten ve idealden arınmanın son derece zor bir iş,
ağır bir girişim olduğunu, bunu yapabilmek için imanın kalbi kayıtsız-şartsız
egemenlik altına alması gerektiğini ve bunlara ek olarak bizzat kendisinin,
bu girişiminde kalbe yardım ederek onu bu hedefe iletmesinin, bu başarıya
ulaştırmasının şart olduğunu, kuşkusuz bilmektedir.
"Bu
durum, Allah'ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır
gelir."
Fakat,
yüce Allah yol gösterince, insan nefsinin söz konusu ideallerden sıyrılması,
o kalıntıları ve tortuları içinden söküp atması, sırf Allah'a yönelerek
sadece O'nun sözünü dinleyip sadece O'na itaat etmesi, kendisine hangi yönü
gösterirse o tarafa dönmesi ve Allah'ın Resulü nereye iletirse peşinden
gitmesi, zor ve sıkıntılı bir iş olmaktan çıkar.
Bu
ayetin daha sonraki cümlesinde yüce Allah müslümanları, imanları ve o güne
kadarki namazları hususunda gönül rahatlığına kavuşturuyor. Onlar sapık
yolda değillerdi ve namazları da boşa gitmiş değildi. Çünkü yüce Allah
kullarını zora koşmaz, kendisine yöneltmiş oldukları ibadeti boşa çıkarmaz,
imanını katmerlendirip arttırdığı güçlerini aşacak bir yükümlülükle
kendilerini sıkıntıya sokmaz.
"Allah
sizin imanınızı boşa çıkaracak değildir. Hiç şüphesiz, Allah insanlara
karşı şefkatli ve merhametlidir."
Allah,
kullarının sınırlı olan güçlerinin kapasitesini bilir ve onlara güçlerinin
kapasitesi dışında bir yükümlülük bindirmez. Müminler, samimi niyetli ve
doğru kararlı olunca yüce Allah onları doğru yola iletir ve karşılarına
çıkan imtihanı başarı ile aşmalarına, kendi desteğini göndererek yardımcı
olur. Sıkıntı ve imtihan O'nun hikmetinin göstergesi olduğuna göre, bu sıkıntıyı
ve imtihan engelini aşmak da O'nun rahmetinden kaynaklanan bir bağışıdır.
Çünkü "Hiç şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatli ve
merhametlidir."
Böylece
müslümanların kalplerine ferahlık serpiliyor, gönüllerindeki endişe
gideriliyor ve yerine hoşnutluk, güven duygusu ve kesinlik aşılanıyor.
Ayetlerin bundan sonraki akışı içinde Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine
olsun) kıble konusundaki isteğinin yüce Allah tarafından kabul edildiği açıklanarak
bu yeni kıblenin yönü ilân ediliyor. Bunun hemen arkasından müslümanlar,
yahudi fitnesi karşısında uyarılıyor, onların saldırı ve komplolarının
arkasında yatan gizli ve gerçek faktörler açığa çıkarılıyor. Yüce
Allah bu açığa vurmayı, bu müslüman cemaati geleceğe hazırlamak, onu
yahudinin fitne ve yıkımından korumak için ne kadar büyük bir gayret
harcandığını vurgulayan bir üslup ile yapıyor:
144-
(Ey Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe çevirdiğini görüyoruz. Seni hoşuna
gidecek bir kıbleye kesinlikle döndüreceğiz. Bundan böyle yüzünü Mescid-i
Haram tarafına çevir. Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin.
Hiç şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bu kıble değişiminin
Rabblerinin buyruğuna dayanan bir gerçek olduğunu biliyorlar. Allah onların
neler yaptıklarından habersiz değildir.
145-
Kendilerine kitap verilenlere sen her türlü ayeti (delili) göstersen bile
onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin.
Onlar birbirlerinin kıblelerine de uymazlar. Sana gelen bilgiden sonra eğer
onların keyiflerine, arzularına uyacak olursan, o zaman, kesinlikle
zalimlerden olursun.
146-
Kendilerine kitap verdiklerimiz O'nu (Muhammed'i) oğullarını tanıdıkları
gibi tanırlar. Fakat onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.
147-
Bu, Rabbinden gelen bir gerçektir. Bu konuda sakın kuşkuya kapılanlardan
olma.
148-
Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Buna göre, hayırlı işlerde
birbirinizle yarışa girin. Nerede olursanız olun, Allah sizi bir yere
getirecek (toplayacak)tır. Hiç şüphesiz, Allah herşeye kadirdir.
149-
Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram`a doğru çevir. Bu
kesinlikle Rabbinden gelen bir gerçektir. Hiç şüphesiz, Allah neler yaptığınızdan
habersiz değildir.
150-
Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram`a doğru çevir.
Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çevirin ki, insanların elinde
aleyhinizde kullanacakları bir bahane bulunmasın. Yalnız, zalimler başka.
Onlardan da korkmayın, benden korkun. O tarafa dönün ki, size vereceğim
nimeti tamama erdireyim ve böylece doğru yolu bulasınız.
Bu
ayetlerin girişinde, Peygamberimizin içinde bulunduğu durumu son derece canlı
bir biçimde tasvir eden bir ifade ile karşılaşıyoruz. İlk cümleyi tekrar
okuyalım:
"(Ey
Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe çevirdiğini görüyorum."
Yahudilerin yoğun saldırıları ve müslümanların kendi kıblelerine yönelmelerini,
onların yanıltma, yaygara ve şaşırtma kampanyalarının vesilesi olarak
kullanmaları üzerine Peygamberimizde uyanan, o güne kadar yöneldiği kıblenin
yüce Allah tarafından değiştirilmesi ile ilgili güçlü arzuyu, bu ifade
son derece çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Peygamberimiz o günlerde ısrarla
bayı göğe doğru çeviriyor, fakat Rabb'ine karşı saygısızlık olur, O'na
birşey önermek, huzuruna bir teklif sunmak gibi bir yersizlik olur diye çekinerek
bu konuda açıkça dua etmekten kaçınıyordu.
Fakat
yüce Allah O'nun sessiz dileğini hoşuna gidecek şekilde cevaplandırmakta
gecikmedi. O'nun dileğinin kabul edildiğini belirten ilahi ifade, Allah ile
arasındaki merhamet yüklü, cana yakın ve sevgi dolu ilişkiyi çarpıcı biçimde
açığa vurur niteliktedir:
"Seni
hoşuna gidecek bir kıbleye kesinlikle döndüreceğiz"
Yüce
Allah bu cümlenin hemen arkasından Peygamberimizi hoşnut edeceğini bildiği
kıbleyi belirliyor:
"Bundan
böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir."
O'nun
ve ümmetinin kıblesi olacak burası... O anda çevresinde bulunan sahabilerin,
onlardan sonra gelecek olanların; kısaca yeryüzünde Allah'ın tek başına
kalacağı güne kadar yeryüzünde gelip geçecek olan bütün müslüman kuşakların
ortak kıblesi olacak burası. Devam ediyoruz:
"Nerede
olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin."
Yani;
"Yeryüzünün neresinde bulunursanız bulunun Kabe'ye çevirin yüzünüzü."
Yurtlarının farklılığına, yönlerinin değişikliğine; ırklarının,
dillerinin ve deri renklerinin başkalığına rağmen, bu ümmeti aynı noktada
toplayıp birleştiren tek bir kıble. Doğusundan Batısına kadar yeryüzünün
her tarafına yayılmış tek bir ümmetin yöneldiği, bunun sonucu olarak
kendisini aynı hedefe yönelmiş, aynı yaşama düzeninin egemenliğini gerçekleştirmeye
çalışan bir tek organizma ve bir tek varlık olarak hissetmesini sağlayan
tek bir kıble. Gerçekleştirilmesine çalışılan bu hayat düzeni; bu ümmetin
tümü ile tek bir İlâha kulluk etmesinin, tek bir peygambere inanmasının ve
tek bir kıbleye yönelmesinin ürünüdür.
İşte
yüce Allah bu ümmeti bu şekildeki bağlarla birleştirdi. Onu İlâhında,
peygamberinde, dininde ve kıblesinde birleştirdi. Yurt, ırk, deri rengi ve
dil farklılıklarına rağmen bu birliği meydana getirdi. O, bu ümmetin birliğini,
son olarak saydığımız bu sosyal etmenlerden hiçbiri üzerine oturtmadı;
tersine bu birliği inanç sistemi ve kıble ortaklığı üzerine oturttu;
yurt, ırk, deri rengi ve dil farklılığını bu birliğe engel saymadı. İnsanoğluna
yaraşan birlik budur. İnsanlar kalplerindeki inancın ürünü olan ibadetleri
sırasında yöneldikleri kıble üzerinde birleşirler. Oysa hayvanlar merada,
çayırda ağıllarda ve ahırda biraraya gelirler!
Sonra...
Acaba Kitap Ehlinin bu yeni kıble ile ilgili durumu nedir?
"Hiç
şüphesiz, kendilerine kitap verilenler bu kıble değişiminin Rabblerinin
buyruğuna dayanan bir gerçek olduğunu bilirler."
Onlar
Kâbe'nin, hem bu doğru yol mirasçısı ümmetin ve hem de tüm müslümanların
ortak atası olan Hz. İbrahim tarafından yapılmış ilk Allah evi olduğunu
ve buraya yönelmenin yüce Allah'ın emrine dayalı, tartışma götürmez
kesin bir gerçek olduğunu kesinlikle biliyorlar.
Fakat
onlara bu kesin bilgilerine rağmen, bu bilgilerinin gereği ile bağdaşmayan yıkıcı
girişimlere kalkışacaklardır. Ama müslümanlara zarar dokunduramayacaklardır.
Çünkü yüce Allah müslümanların vekilidir, onların oyunlarını ve
tuzaklarını boşa çıkarmayı bizzat üstlenmiştir.
"Allah
onların neler yaptıklarından habersiz değildir"
Onlar
hiçbir delil ile ikna olmazlar. Çünkü onların yoksunu oldukları şey delil
değil samimiyet, nefsin arzularından arınmışlık ve öğrenecekleri gerçeğe
teslim olma yeteneğidir.
"Kendilerine
kitap verilenlere sen her türlü ayeti (delili) göstersen de onlar yine senin
kıblene uymazlar."
Yani
onlar, nefsin arzularının yönlendirdiği, menfaatlerinin körüklediği ve
kinlerinin bilediği kör bir inatçılığın tutsağıdırlar. Çoğu saf
kimseler, yahudiler ile hıristiyanların, İslâm'ı bilmedikleri ya da bu din
onlara inandırıcı bir biçimde sunulmadığı için ona inanmadıklarını
sanırlar. Bu asılsız bir vehimdir. Tersine onlar İslâm'ı bildikleri için
onu istemiyorlar. İyi bildikleri bu dinin, onların rnenfaatlerine ve
saltanatlarına dokunacağından korktukları için ona karşıdırlar. İslâm'a
karşı bunca ardı-arkası gelmez, sürekli oyunlar ve komplolar düzenlemeleri,
bunun için değişik yollar ve usuller denemekten geri durmayışları, kimi
zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı yollardan giderek bu kirli oyunlarını
ve düşmanlıklarını sürdürmelerinin nedeni budur. Bu yüzden de İslâm
ile yaptıkları savaşı bazen karşı karşıya gelerek bazan da perde arkasından
sürdürüyorlar. Kimi zaman bizzat kendileri savaşa giriyorlar, kimi zaman da
herhangi bir bahane ile İslâm'a karşı savaşa girişerek kendilerine uşaklık
eden sözde müslümanları piyon olarak kullanıyorlar. Onların tüm saldırıları
her zaman ve her yerde yüce Allah'ın Peygamber efendimize yönelik şu uyarısının
işaret ettiği nokta doğrultusundadır:
"Kendilerine
kitap verilenlere sen her türlü ayeti (delili) göstersen de onlar yine senin
kıblene uymazlar."
Yahudiler
ile hıristiyanların İslâm'ın önerdiği hayat tarzını ve bu hayat düzenini
sembolize eden İslâm kıblesini böylesine ısrarla reddetmeleri karşısında,
yüce Allah Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) normal olarak takınması
gereken tutumu ve tavrını şu şekilde belirliyor:
"Sen
de onların kıblelerine uyacak değilsin."
Sen
asla onların kıblesine uyacak durumda ve konumda değilsin. Burada olumsuz bir
isim cümlesinin kullanılmış olması, bu konudaki Peygamberimizin değişmesi
söz konusu olmayan sürekli tutumunu daha etkili şekilde belirtir ve O'nu
izleyen müslüman cemaate dönük telkine daha güçlü bir vurgu katar
niteliktedir. Buna göre bu ümmet, yüce Allah tarafından sevgili Peygamberi için
seçilen, O'nu hoşnut etmek için beğenilen kıbleden başka bir kıbleye asla
yönelmeyecektir; kendisini yüce Allah'a bağlayan sancağı dışında başka
hiçbir bayrak taşımayacak, dalgalandırmayacaktır; Allah tarafından
belirlenen bu kıblesinin sembolize ettiği ilâhi düzenden başka hiçbir düzenin
peşinden gitmeyecektir. Müslüman kaldıkça takınabileceği tutum budur. Eğer
böyle yapmazsa İslâm ile hiçbir ilgisi kalmaz; o zaman "müslümanı
m" demesi kuru bir iddiadan ibaret kalır.
Bu
ayetin devamında kitap ehlini oluşturan grupların birbirlerine karşı olan
tutumları açıklanıyor. Bu gruplar arasında uyum ve dirlik yoktur. Çünkü
nefislerinin arzuları ve ihtirasları onları birbirinden ayrı düşürür.
İşte ayet:
"Onlar
birbirlerinin kıblelerine de uymazlar."
Gerek
yahudiler ile hıristiyanlar arasında, gerek yahudilerin değişik mezhepleri
arasında ve gerekse farklı hıristiyan mezhepleri arasında son derece amansız
bir düşmanlık hüküm sürer.
Peygamberimizin
durumu bu, Kitap Ehlinin durumu da böyleyken ve bu konuda doğrunun ne olduğunu
öğrenmişken, Peygamberimizin kendisine gelen bu bilgiden sonra Kitap Ehlinin
arzu ve ihtiraslarına uyması düşünülemezdi.
"Sana
gelen bu bilgiden sonra eğer onların keyiflerine, arzularına uyacak olursan,
o zaman, kesinlikle zalimlerden olursun."
Yüce
Allah'ın Peygamberimize yönelttiği az önceki yumuşak ve sevgi dolu sözlerin
hemen arkasından gelen yine O'na dönük bu sert ve kesin ilâhi ifade üzerinde
bir parça durmak gerekiyor.
Burada
söz konusu olan şey; 'yüce Allah'ın hidayetine ve yönlendirmesine bağlı
kalmak, başkalarından farklı olmak, Allah'a itaatten ve O'nun önerdiği yaşama
düzeninden başka her şeyden sıyrılmak, uzak kalmaktır. İlâhî hitabın
bu kadar kesin, sert, açık-seçik ve uyarıcı olması bundan dolayıdır.
"O
zaman kesinlikle zalimlerden olursun."
Gidilecek
olan yol gayet belirli ve dosdoğrudur. Ya yüce Allah'ın katından gelen
bilgiye ya da -kim olursa olsun- O'nun dışındakilerin arzu ve ihtiraslarına
uyulacak. Müslüman, Allah'tan başkasından direktif alamaz... Müslüman,
kesin bilgiyi bir yana bırakarak değişken arzu ve ihtiraslara uyamaz...
Allah'tan gelmeyen her direktif, hiç tereddütsüz, arzu ve ihtirastır.
Hiçbir
zaman unutmamamız gereken bu uyarının şiddeti bize aynı zamanda şunu da düşündürüyor:
Müslümanlar, yahudilerin yanıltıcı propaganda ve çeşitli sinsi oyunlarından
o derece etkilenmişlerdi ki yüce Allah bu derece sert bir uyarıda bulunma
gereği duydu.
Bu
kısa açıklamalardan sonra tekrar ayetlerin akışına döndüğümüzde gerek
bu konudaki ve gerekse diğer bütün konulardaki gerçeğin Kur'an-ı Kerim'de
belirtildiği ve Peygamberimizin emrettiği gibi olduğunu, yahudi ve hıristiyanların
gerçeği bilmelerine rağmen, içlerindeki arzu ve ihtirasların dürtüsü ile
bu gerçeği gizlediklerinin ifşa edilmesine devam edildiğini görüyoruz:
"Kendilerine
kitap verdiklerimiz O'nu (Muhammed'i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.
Fakat onlardan bir grup bile bile gerçeği gizler."
İnsanların
evlâtlarını tanımaları, tanıma kavramının doruğunu, son noktasını oluşturur.
Bu söz, Arap dilinde hiç kuşku kaldırmayan kesinlikleri ifade etmek için
kullanılan bir deyimdir.
Yahudiler
ile hıristiyanlar, Peygamberimizin getirdiği mesajların kesinlikle doğru
olduğunu, kıble değişimi ile ilgili mesajının da bu nitelikte olduğunu
bildiklerine, fakat onlardan bir grubun kesinlikle bildikleri bu gerçeği saklı
tuttuklarına göre, bu durum karşısında müslümanların tutacağı yol,
yahudiler ile hıristiyanların yaydıkları asılsız söylentilerin ve
yalanların etkisi altında kalmak değildir. Yine müslümanlar sadık ve güvenilir
Peygamberleri tarafından kendilerine tebliğ edilen dinlerinin herhangi bir
meselesinde ağızlarına bakacakları kişiler kesin olduğunu bildikleri gerçeği
gizleyen hıristiyan ve yahudiler olamaz!..
Yahudiler
ile hıristiyanların bu tutumu açıklandıktan sonra, yüce Allah
Peygamberimize dönerek O'na şöyle buyuruyor:
"Bu,
Rabbinden gelen bir gerçektir. O halde sakın kuşkuya kapılanlardan
olma."
Aslında
Peygamber efendimiz hiçbir gün ne kuşkulandı, ne şüpheye düştü. Nitekim
yüce Allah kendisine başka bir ayette "Eğer sana indirdiklerimiz hakkında
kuşkulu isen senden önce inen kitapları okuyanlara sor." buyurunca;
"Hayır, ne kuşkum var ve ne de sorarım." diye cevap vermişti.(Yunus
Suresi, 94)
Fakat
hitabın bu şekilde Peygamberimizin şahsına yöneltilmesi, O'nun arkasındaki
müslümanlara güçlü bir telkin, sert bir tenbih anlamı taşır. Hem
Peygamberimizin zamanındaki yahudi söylentilerinden ve kandırmacalarından
etkilenen müslümanlar ve hem de daha sonraki dönemlerde yaşayan ve kendi dönemlerinin
yahudi ya da diğer kâfirlerin asılsız propagandalarından etkilenen müslümanlar
bu kategoriye girer.
Bugün
herkesten çok bizler bu uyarıya kulak vermek mecburiyetindeyiz. Zira -eşine
rastlanmamış bir aptallıkla gidiyor, yahudi, hıristiyan veya komünist kâfirlerin
müsteşrik (Doğu bilimciler) denen İslâm düşmanlarından dinimizin
meseleleri hakkında fetva soruyor, tarihimizi öğreniyor, kültürümüz hakkında
söylediklerine inanıyoruz; gerek Kuran'ımız, gerek Peygamberimizin hadisleri
ve gerekse büyüklerimizin hayat hikâyeleri ile ilgili araştırmalarına sokuşturdukları
sinsi kuşkulara kulak veriyoruz; Onlara, İslâm bilimleri öğrenerek üniversitelerinden
mezun olduktan sonra kafaları ve kalpleri zehirlenmiş olarak tekrar bize dönsünler
diye grup grup öğrenci gönderiyoruz.
Bu
Kur'an, bizim Kur'an'ımızdır... İslâm ümmetinin Kur'anı! Yüce Allah bu
kitapta, bu ümmetin yapacağı ve sakınacağı şeyleri açıklıyor. Ehl-i
Kitap; aynı Ehl-i Kitap, kâfirler; aynı kâfir ve din de aynı dindir!
Tekrar
ayetlerin akışına dönüyor ve şunları görüyoruz: Kur'an-ı Kerim, müslümanları,
yahudiler ile hıristiyanların sözlerine kulak asmamaya, onların yönlendirme
girişimleri ile oyalanmamaya çağırıyor; onlara kendilerine özgü yolda
sebatla ilerlemeyi ve yöneldikleri kendilerine has yoldan geriye dönmemeyi,
her zümrenin seçtiği bir yön olduğuna göre hiç kimsenin oyalama
taktiklerine aldırmaksızın hayırlı işlerde birbirleriyle yarışmayı
telkin ediyor. Zira sonunda hepsi kendilerini biraraya toplayıp davranışlarının
karşılığını vermeye kadir olan yüce Allah'ın huzuruna varacaklardır.
"Herkesin
yöneldiği bir yön vardır. Buna göre hayırlı işlerde birbiriniz ile yarışa
girişin. Nerede olursanız olun, Allah sizi bir yere getirecektir. Hiç şüphesiz,
Allah herşeye kadirdir."
Böylece
bu ayet, müslümanları, yahudiler ile hıristiyanların körükledikleri
fitnelerle, oyunlarla, yanıltıcı yorumlar ve asılsız söylentilerle
oyalanmaktan men ediyor; bunun yerine kendilerini çalışmaya ve hayırlı işlerde
birbirleri ile yarışmaya yöneltiyor. Bu arada onlara varacakları son yerin yüce
Allah'ın huzuru olduğunu, O'nun her şeyi yapmaya gücünün yettiğini, hiçbir
şeyin O'nu aciz düşüremeyeceğini ve hiçbir şeyin bilgisi dışında
kalamayacağını hatırlatıyor.
Bu
ciddi realite karşısında bütün kof iddialar, bütün yanıltma amaçlı
yorumlar küçük kalır.
Daha
sonra yeni seçilmiş kıbleye yönelme emri, devamını oluşturan
yukardakinden farklı açıklamaların eşliğinde tekrar vurgulanıyor:
"Nereden
yola çıkmış olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu
kesinlikle Rabbinden gelen bir gerçektir. Hiç şüphesiz, Allah neler yaptığınızdan
habersiz değildir."
Bu
defaki yeni kıbleye yönelme emrinde yahudiler ile hıristiyanlardan ve onların
tutumlarından sözedilmiyor. Bunun yerine hitap, Peygamberimizin nereden yola
çıkmış olursa olsun ve nerede bulunursa bulunsun Kâbe'ye yönelmesini içeriyor.
Ayrıca bu kıble değişiminin yüce Allah'dan gelen bir gerçek olduğu
vurgulanarak bu gerçeğe kesinlikle uyulması konusunda gizli bir uyarıya yer
veriliyor. "Hiç şüphesiz, Allah neler yaptığınızdan habersiz değildir."
cümlesinin içerdiği bu gizli uyarıdan, Peygamberimizin yanındaki bazı müslümanların
kalplerinde bu vurgulamayı ve bu ağır uyarıyı gerektiren bir durum olduğunu
seziyoruz.
Arkasından
aynı emir başka ve yeni bir maksatla bir kere daha vurgulanıyor. Buna göre;
yahudiler müslümanların kendileriyle aynı kıbleye yöneldiklerini görünce
kendi dinlerinin bu yeni dinden daha üstün ve gerçek kıblenin kendi kıbleleri
olduğunu ayrıca bunun sonucu olarak da hayat düzenlerinin daha üstün olduğunu
iddia etmeye başladılar. Buna ek olarak, Kabe'yi öteden beri kutsal bir dini
merkez olarak kabul eden Araplar, müslümanların bir süre Yahudilerin kıblesi
olan Mescid-i Aksa'yı kıble olarak benimsemelerini fırsat bilerek yandaşlarını
etkilemek, onların müslüman olmasını engellemek için müslümanların
Kabe'ye yönelmemelerini öne sürerek bu olayı koz olarak kullanıyorlardı.
Bu ayetler hem yahudilerin propagandasının önünü alıyor hem de müşrik
Arapların kozlarını etkisiz hale getiriyor.
"Nereden
yola çıkmış olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram'a çevir. Nerede olursanız
olun, yüzünüzü o tarafa çevirin ki, insanların elinde aleyhinizde
kullanacakları bir bahane bulunmasın."
Bu
ayette Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) nereden yola çıkmış
olursa olsun, yüzünü Kâbe'ye doğru döndürmesi ve bütün müslümanlara,
nerede bulunurlarsa bulunsunlar, oraya yönelmeleri emredildikten sonra bu yeni
yönelişin gerekçesi, "İnsanların elinde aleyhinizde kullanacakları
bir bahane bulunmasın" cümleciği ile açıklanıyor.
Ayetin
bundan sonraki bölümünde delil ve mantık önünde eğilmeyerek, kör inatlarının
ve bağnazlıklarının peşinden sürüklenmeyi tercih eden
"zalimler."in iddiaları küçümseniyor. Böylelerini susturmanın hiçbir
yolu yoktur. Onlar bağnazlıklarını sürdüreceklerdir. Fakat müslümanlara
zarar dokundurmaları söz konusu değildir.
"Onlardan
korkmayınız, benden korkunuz."
Yani
"Ey müslümanlar, böylelerinin üzerinizde hiçbir egemenlikleri yoktur;
size hiç bir şey yapamazlar. Buna göre onların sözlerini kafanıza takarak
benim size gönderdiğim talimatlardan sapmaya kalkışmamalısınız; çünkü
dünya ve Ahiretinize yön vermek benim elimde olduğu için benden korkmanız
gerekir, başkalarından değil." Ayetin bu bölümünde "zalimler"in
konumu hafife alındıktan ve yüce Allah'ın azabı konusunda uyarı yapıldıktan
sonra O'nun nimetleri hatırlatılmakta ve ilâhi çağrıya olumlu cevap verip
bu yolda sebat ettiği takdirde, müslüman ümmete, bu nimetlerin arttırılarak
devam ettirileceği ümidi aşılanmaktadır:
"O
tarafa yönelin ki, size vermiş olduğum nimeti tamama erdireyim ve böylece doğru
yolu bulasınız."
Bu
ifade hayal gücünü kamçılayıcı bir hatırlatma, atılımcı bir ümitlendirme,
büyük bir bağışın ardından gelen yeni bir büyük bağışın haberci pırıltısıdır.
Yüce Allah'ın müslümanlara hatırlattığı nimet somut biçimde karşılarında
duruyordu.
Onu kendi üzerlerinde algılayabiliyor, pratik hayatlarında algılayabiliyor,
toplum yapılarında algılayabiliyor, yeryüzündeki durumlarında algılayabiliyor
ve evrendeki konumlarında algılayabiliyorlardı.
Çünkü
onlar, karanlığı, iğrençliği ve cehaleti ile daha önceki cahiliye dönemini
kendileri yaşamışlar, arkasından imanın aydınlığına, temizliğine ve
bilgisine geçmişlerdi. Bu yüzden bu yeni nimetin üzerlerindeki etkisini,
belirgin ve köklü biçimde görüyorlardı.
Onlar
cahiliye döneminde birbirinin kanına susamış, bölük-pörçük kabileler
halinde yaşıyorlardı. Hedefleri basit, idealleri sınırlı idi. Sonra bu
inanç sisteminin sancağı altında birliğe, güçlülüğe, Sarsılmazlığa,
yüce amaçlara, rakip kabileden öç almaya değil, bütün insanlığın
geleceği ile ilgili büyük ideallere geçtiler. Buna göre, Allah'ın bağışladığı
nimetin izlerini, etkisini kendi üzerlerinde olduğu kadar çevrelerinde de görüyorlardı.
Onlar
cahiliye döneminde yıkılış halinde, kirli, düşünceleri karma-karışık
ve değer yargıları sarsılmış bir toplumda yaşamış kimselerdi. Sonra
temiz, yüce, düşünce ve inançları belirgin, değer yargıları ve
kriterleri oturmuş İslâm toplumuna geçtiler. Bu yüzden söz konusu nimetin
izlerini, etkisini kalplerinde ve komşuları olan milletler arasındaki yeni
konumlarında olduğu kadar, sosyal hayatlarında da görüyorlardı.
Bu
yüzden yüce Allah müslümanlara "Size vermiş olduğum nimeti tamama
erdireyim" buyururken, onlara hayal gücünü kamçılayıcı bir hatırlatma,
atılımcı bir ümitlendirme ve büyük bir bağışın arkasından gelen yeni
bir büyük bağışın haberci pırıltısını sunmaktadır.
Kıble
ile ilgili emrin bu ayetlerdeki her tekrarlanışında yeni bir mana ile karşılaşıyoruz.
Mescid-i Haram'a doğru dönmeyi buyuran ilk emir, bakışlarını ısrarla göğe
çevirme ve Rabbine sessizce yakarma döneminin arkasından Peygamberimizin
arzusunun yerine getirilmesi anlamı taşırken, bu emrin ikinci kez tekrarlanışı,
bu kıble değişikliğinin O'nun arzu ve yakarışı ile uyumlu, Rabbinden
kaynaklanan bir gerçek olduğu anlamına geliyor. Bu emrin üçüncü kez
tekrarlanışının altında ise müslüman olmayanların olumsuz propaganda
gerekçelerini ortadan kaldırma, gerçek ile delil önünde durmayan pervasızların
tutumunu kınama amacı yatmaktadır.
Ayrıca
biz bu emir tekrarının arkasında şöyle bir amacın da güdüldüğünü
seziyoruz: Anlaşılan müslümanların içine düştükleri psikolojik durum bu
tekrarlamayı, bu vurgulamayı, bu açıklama girişimini ve bu gerekçelendirmeyi
gerektirir nitelikteydi. Bu da kafaları karıştırıcı söylenti ve asılsız
iddia kampanyasının büyük çapta olduğunu ve bir kısım müslümanların
vicdanları ile kalplerini etkilediğini kanıtlar. İşte Kur'an-ı Kerim o günlerde
bu etkiyi silmeye çalışıyordu. Nitekim, daha sonra günümüze kadar uzanan
zaman boyunca durulma, yumuşama ve gevşeme nedir bilmeksizin devam eden bu
amansız savaşta müslümanların içine düştükleri benzer psikolojik sarsıntıların
tedavisini de sürekli olarak elimizdeki aynı Kur'an ayetleri üstlenmiş, gerçekleştirmiştir.