178-
Ey müminler, size, öldürülenler hakkında kısas farz kılındı. Hür
insana karşılık hür insan, köleye karşılık köle ve kadına karşılık
kadın. Ama eğer katil, öldürülenin kardeşi tarafından bağışlanmış
ise kendisine örfe uyarak bağışlayana güzellikle diyet ödemek düşer. Bu,
Rabbinizin bir ceza indirimi, bir merhametidir. Bundan sonra tecavüz eden
kimseyi acı bir azap beklemektedir.
179-
Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır. Bu sayede adam öldürmekten
sakınırsınız
İSLÂM'IN
KISAS ANLAYIŞI
Ayetin
başlangıcını oluşturan hitap "iman edenler"e yöneltilerek,
onlara, düşünce ve davranış kurallarını ilâhî kaynaktan almalarını
gerektiren sıfatları ile sesleniyor. Yani, "Kısas yasası konusunda
Allah'a inananlar". Yüce Allah, müminlere bu birinci ayetteki ayrıntıların
ışığı altında, adam öldürme olayları ile ilgili olarak kısas yasasını
farz kıldığını haber vermek için kendilerine sesleniyor. İkinci ayette
ise bu yasal düzenlemenin gerekçesini açıklıyor ve müslümanları bu gerekçe
üzerinde düşünmeye ve kafa yormaya çağırıyor. Ayrıca onların
kalplerinde takva bilincini harekete geçiriyor, ki bu duyarlılık adam öldürme
ve kısas alanında emniyet sübabı oluşturur.
Ayetin
açıkladığı bu hukukî düzenlemeye göre, kasıtlı olarak adam öldürme
olaylarında hür insana karşılık hür insan, köleye karşılık köle ve
kadına karşılık kadın öldürülerek kısas uygulanır. Yalnız:
"Eğer
katil, öldürülenin kardeşi tarafından bağışlanmış ise ona örfe uyarak
bağışlayana güzellikle diyet ödemek düşer."
Bu
bağışlama, öldürülenin velileri/temsilcileri katilin öldürülmesi yerine
diyet (kan bedeli) verilmesini kabul ederlerse mümkün olabilir. Ölünün
geride kalan yakını bunu gönüllü olarak kabul edince karşı taraftan
gelenekler uyarınca, hoşnutluk ve sevgi ile diyet istemesi, buna karşılık
katilin ya da temsilcisinin de bu diyeti güzellikle, gönül rızasıyla ve
eksiksiz olarak ödemesi gerekir. Ancak bu şekilde her iki tarafın kalpleri
huzura kavuşur, yüreklerindeki yaralar iyileşir ve geride kalanların arasındaki
kardeşlik bağları tekrar eski halindeki güçlülüğüne erişebilir.
Yüce
Allah bu diyet yasasını koymakla, bu düzenlemenin ceza indirimi ve merhamet içermesi
nedenlerinden ötürü mü'minlerin minnettarlığını gerektiren bir bağış
olduğunu vurguluyor:
"Bu,
Rabbinizin bir ceza indirimi, bir merhametidir."
Bu
hukukî düzenleme, Tevrat'ta yahudilere serbest kılınmamıştı. Uyuşma ve gönül
rahatlığının bulunması halinde insanların hayatını söndürmemek, yaşamalarının
devamını sağlamak amacıyla sadece müslüman ümmete tanınmış bir yasal
kolaylıktır bu. Fakat:
"Bundan
sonra tecavüz edeni (anlaşmayı çiğneyen tarafı) acı bir azap
beklemektedir."
Bu
durumda katilin Ahirette çarptırılacağı bildirilen azabın dışında, dünyada
bir ceza olarak idam edilmesi kesinlik kazanır, diyet vermesi kabul edilmez.
Çünkü karşılıklı uyuşma sağlanarak diyet alınması kabul edildikten
sonra yeni bir tecavüze girişmek; verilen sözden cayma, anlaşmayı çiğneme
ve durulan kalplerdeki kini tekrar alevlendirme anlamına gelir. Öldürülenin
velisi diyet almayı kabul ettikten sonra bu sözünden dönerek öç almaya,
karşı tarafa saldırmaya girişemez, böyle bir şeye kalkışması caiz değildir.
Bu
düzenleme sayesinde İslam'ın ufkunun ne kadar geniş olduğunu, yasa koyarken
insan psikolojisinin içgüdülerini ne kadar yakından tanıdığını, yapısında
varolan temel eğilimleri nasıl inceden inceye bildiğini somut bir biçimde
idrak ediyoruz. Neden derseniz, kan davası fıtrî ve doğal bir realitedir. İslâm
bunu kısas yasasını belirleyerek karşılıyor. Kesin adalet, nefislerin şirretçe
eğilimlerini kırar, gönüllerdeki kin alevini söndürür ve katili de
cinayet işlemeye devam etmekten alıkor.
Fakat
İslâm, bir yandan da affetmeyi sevdiriyor, ona kapı açıyor ve sınırlarını
çiziyor. Fakat kısas yasasını ortaya koyduktan sonra İslâm'ın affetmeye
çağırması, insan fıtratını baskı altına alıp ona kaldıramayacağı
bir şeyi yüklemek ve yükü taşımayı zorunlu tutmak biçiminde değil, gönüllülük
çerçevesi içinde haktan vazgeçmeye çağırma biçimindedir.
Bazı
rivayetlere göre bu ayetin hükmü yürürlükten kaldırılmış(neshedilmiş)tir.
söz konusu rivayetler, bu hükmün daha sonra inen ve kısasta mutlak olarak
"cana karşılık can" ilkesini getiren aşağıdaki ayet tarafından
yürürlükten kaldırıldığını ileri sürerler:
"Tevrat'ta
onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara
karşılık ödeşme yazdık. Kim hakkından vazgeçerse bu, onun günahlarına
keffaret olur. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta
kendileridirler."
Ünlü
müfessir İbn-i Kesir, tefsirinde bu konu ile ilgili olarak şöyle diyor:
"İmam Ebu Muhammed b. Hatem'in Yahya b. Abdullah b. Bukeyr'e, onun
da
Abdullah b. Luhaya'ya ve onun da Ata b. Dinar'a dayanarak anlattığına göre
bu ayetin iniş (nüzul) sebebi hakkında sahabilerden Saad b. Cubeyr (Allah
hepsinden razı olsun) şu bilgiyi veriyor:
"Ey
müminler, size öldürülenler hakkında kısas farz kılındı. (Yani kasıtlı
adam öldürme olaylarında) Hür insana karşılık hür insan, köleye karşılık
köle ve kadına karşılık kadın olarak..."
Bu
ayet şu olay üzerine indi. İki Arap kabilesi müslüman olmadan az önce
aralarında vuruşmuş, her iki taraf da birçok ölü ve yaralı vermişti. Köleleri
ve kadınları bile öldürmüşlerdi ve birbirinden öç almaya fırsat
bulamadan müslüman olmuşlardı. Fakat her iki kabile de birbirine karşı
savaş malzemesi ve mal stoku yaparak savaşa hazırlanıyordu. Bu arada karşılıklı
olarak, kendilerinden ölen her köleye karşılık hür bir insan ve her kadına
karşılık bir erkek öldürmedikçe aralarındaki vuruşmaya son
vermeyeceklerine dair yemin etmişlerdi. Bunun üzerine bu iki kabile hakkında
daha sonra "cana can" ilkesini getirmiş olan ayetle yürürlükten
kalkmış olan "Hür insana karşılık hür insan, köleye karşılık köle
ve kadına karşılık kadın..:' ayeti indi. Ayrıca Ebu Malik'ten de, bu
ayetin "cana can" ilkesini getiren ayetle yürürlükten kaldırıldığı
rivayet edilmiştir."
Fakat
benim anladığıma göre bu ayetin yeri ile "cana can" ilkesini
ortaya koyan ayetin yeri farklıdır, bu ayetlerin birbirininkinden ayrı
uygulama alanları vardır. "Cana can" ilkesini getiren ayetin
uygulama alanı, belirli bir kişiden yine belirli bir kişiye ya da belirli
birkaç kişiden belirli bir veya birkaç kişiye yöneltilmiş ferdî saldırılardır.
Bu durumlarda eğer cinayet kasıtlı biçimde işlenmiş ise katil sorumlu
tutularak cezalandırılır.
Fakat
bizim şu anda incelemekte olduğumuz ayetin uygulama alanı, tıpkı yukarda
anlatılan iki Arap kabîlesinin olayında olduğu gibi, toplu saldırılardır.
Bu tür olaylarda bir ailenin başka bir aileye, bir kabilenin başka bir
kabileye, bir toplumun başka bir topluma saldırarak karşı tarafın bir bölüm
hür insanını, kölesini ve kadınını öldürmesi ya da yaralaması sözkonusudur.
Bu durumlarda kısas ilkeli adalet terazisi ortaya konduğunda, bu tarafın hür
bir kişisi karşı tarafın hür bir kişisine, bu tarafın bir kölesi karşı
tarafın bir kölesine ve bu tarafın bir kadını karşı tarafın bir kadınına
denk tutulur. Aksi halde bir toplumun ortaklaşa olarak başka bir topluma saldırı
düzenlediği bu tür olaylarda kısas ilkesi nasıl uygulanabilir?
Eğer
bu görüş doğru ise o zaman ne bu incelediğimiz ayetin yürürlükten kalkmış
olması ve ne de kısas ayetleri arasında herhangi bir çelişkinin olması sözkonusudur.
Bir
sonraki ayette kısas hükmünün derin hikmeti ve uzun vadeli faydası amaçlanarak
bu konu noktalanıyor:
"Ey
akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır. Bu sayede adam öldürmekten
sakınırsınız."
Kısas,
ne intikam almak ve ne de kin duygularını tatmin etmek demektir. Kısas,
bunlardan daha yüce, daha üstün bir değerdir. O, hayat içindir, hayat uğrunadır,
hatta hayatın ta kendisidir. Sonra da bu farzın hikmetini düşünmeyi, üzerinde
kafa yormayı, kalpleri, Allah korkusu ile canlandırıp coşturmayı amaçlayan
bir hükümdür.
Kısas
hükmünün içerdiği hayat herşeyden önce canileri adam öldürmekten caydırmasından
kaynaklanır. Çünkü öldüreceği insanın hayatına karşılık kendi hayatından
olacağından kesinlikle emin olan kimse, elbette adam öldürmeye kalkışmadan
önce aklını başına alacak, düşünecek ve "Böyle bir işi yapayım mı,
yoksa yapmayayım mı?" diye tereddüt edecektir. Ayrıca fiilen işlenen
cinayetlerde öldürülenin ailesinin ve yakın akrabalarının gönül yaralarını
iyileştirmesi, bu gönüllerdeki kin ve intikam özlemini dindirmesi bakımından
"kısasta hayat vardır". O intikam özlemi ki, bir defa harekete geçti
mi, hiçbir noktada durmak bilmiyor. Tıpkı eski Arap kabilelerinde olduğu
gibi; Öyle ki, Araplar arasında dilden dile dolaşmış olan Besus savaşında
görüldüğü gibi bu öç alma duygusunun körüklediği savaşların aralıklı
olarak kırk yıla kadar sürdüğü oluyordu. Biz bu manzarayı günümüzün
pratik yaşantılarında da gözlüyoruz. Kuşaktan kuşağa aktarılarak sürdürülen
aileler arası kinler ve öç alma duyguları gözlerine kestirdikleri kurbanlarının
kanlarını sel gibi akıtıp duruyor ve hiç dinmek bilmiyorlar.
Ayrıca
daha kapsamlı ve daha genel anlamda da "Kısasta hayat vardır". Çünkü
bir ferdin yaşama hakkına karşı düzenlenen saldırı, aslında hayatın tümüne
karşı, öldürülen ile birlikte hayat sürecini paylaşan, hayattaki bütün
insanlara karşı girişilmiş bir saldırı olduğuna göre eğer kısas yasası,
caniyi bir tek cana kıymaktan caydırmış ya da alıkoymuş ise, aslında onu
hayatın bütününe saldırmaktan alıkoymuş, caydırmış demektir. Başka
bir deyimle bu caydırmada, bu alıkoymada mutlak anlamda hayatın kendisinin
kurtuluşu sözkonusudur. Sadece bir ferdin, sadece bir ailenin ya da sadece bir
toplumun hayatının değil, hayatın özünün kurtuluşu.
Bunların
da ötesinde hayatı koruyan en önemli ve en etkili faktör, yüce Allah'ın bu
yasağının ardında saklı olan hikmetini araştırma ve O'nun buyruklarına
karşı gelmekten sakınma bilincini harekete geçirmektir. Tekrar ediyoruz:
"Ola
ki, bu sayede adam öldürmekten sakınırsınız."
İşte
insan vicdanını saldırganlıktan, önce adam öldürme biçiminde ve sonra da
intikamcılık şeklindeki saldırganlıktan alıkoyan engel ve bağ budur;
takva, yani kalbin Allah korkusunun bilincine varması, bu yönde duyarlık
kazanması, O'nun öfkesinden çekinip hoşnutluğunu araması.
Bu
bağ, bu engel olmayınca hiçbir şeriat ayakta kalamaz, hiçbir kanun etkili
olamaz, hiçbir güvenlik önlemi yararlı olamaz; ruhtan, duyarlıktan, insanınkinden
daha büyük bir güç kaynağına bağlı korkudan ve beklentiden yoksun hiçbir
yasal düzenleme yeterli olamaz.
Gerek
Peygamberimiz zamanında gerekse Raşid Halifeler döneminde hadd cezasının
uygulanmasını gerektiren ağır suçların neden bu kadar az, hatta seyrek
olduğunu,biz ancak bu faktörün ışığı altında açıklayabiliriz. Üstelik
o iki dönemde işlenmiş olan bu tür tek-tük suçların çoğunluğu suçluların
gönüllü ve iradeli itirafı ile ortaya çıkmıştı. Çünkü o dönemlerde
takva, Allah korkusu vardı. Bu Allah korkusu vicdanların derinliklerinde ve
kalplerin en saklı köşelerinde uyanık bir bekçi gibi nöbet tutarak
vicdanları ve kalpleri ceza alanlarından uzak tutuyordu. Bunun yanısıra fıtrî
yapının gizli sırlarını ve kalplerin iç oluşumlarım gören, aydın şeriat
düzeni bütün etkinliği ile yürürlükte idi. Ayrıca, bir yandan sosyal
kurumlar ile yasal düzenlemeler, öbür yandan yönlendirici direktifler ile
ibadetler arasında birbirini tamamlayıcı bir koordinasyon vardı. Bu faktörlerin
tümü, ortak bir uyum içinde düşünce sistemi sağlıklı, duygu dünyası
sağlıklı, davranışları temiz, hareketleri temiz bir toplum oluşturmak için
işliyor, işbirliği halinde etkilerini gösteriyorlardı. Çünkü bu toplum
ilk mahkemesini, ilk yargılamasını vicdanların içinde gerçekleştiriyordu!
"Hatta
kimi zaman insandaki hayvanî yönün dizginden çıktığı ve bunun sonucu
olarak tökezlediği, yoldan çıktığı bir anda hiç kimsenin görmediği ve
kanun elinin uzanamadığı yerlerde suç işlendiği zaman, bu, iman sahibini kıyasıya
kınayan bir vicdana, yakıcı bir iç azabına ve korkutucu bir hayale dönüşürdü.
O durumda bu imanın sahibi suçunu kanun önünde itiraf ederek kendi kendini ağır
cezaya çarptırmadıkça ve bu ağır cezayı gönüllü olarak, güven içinde
yüce Allah'ın·gazabına uğramaktan ve Ahirette cezaya çarpılmaktan
kurtulmanın bir bedeli kabul ederek çekmedikçe durulamaz, huzur bulamazdı."
İşte
bu takvadır.. Takva işte budur..
Bunun
arkasından ölmek üzereyken vasiyyet yapma yasasına, bu yasa ile az önce
anlatılan kısas yasası arasındaki ortam ilişkisinin vurgulanmasına geçiliyor:
180-
İçinizden biri ölmek üzereyken eğer geride mal (hayır) bırakıyorsa
anaya, babaya ve yakın akrabalara geleneklere uygun biçimde vasiyyette
bulunması, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur.
181-
Kim bu vasiyyeti, işittikten sonra değiştirirse, günahı onu değiştirenin
boynunadır. Hiç şüphesiz; Allah işitendir, bilendir.
182-
Kim vasiyyet edenin yanılgıya düştüğünden ya da günaha gireceğinden
endişe ederek ilgililerin arasını bulursa bu yüzden günaha girmez. Hiç şüphesiz
Allah bağışlayıcı ve merhametlidir.
ÖLÜM
ÖNCESİ VASİYYETİN HÜKMÜ
Bu
da, yani ana-babaya ve yakın akrabalara vasiyyette bulunmak, tıpkı kısas
gibi, farzdır; eğer ölümün eşiğinde bulunan kişi geride "hayır"
bırakacaksa. "Hayır" kelimesinin, "Mal, servet" demek olduğunu
belirten bilginler, vasiyyet yapmayı gerektirecek mal miktarı hakkında farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. En çok destek gören görüşe göre bu
miktar, geleneklere göre belirlenebilecek değişken bir orandır. Bazı
bilginlere göre geride altmış dinar tutarından daha az mal bırakan kişi
"hayır" bırakmış sayılmaz. Kimi bilginlere göre ise bu miktar
seksen, kimine göre kırk ve kimine göre bin dinardır. Hiç kuşkusuz
"servet" sayılıp vasiyyet etmeyi gerektirecek olan malın miktarı dönemden
döneme ve toplumdan topluma değişme gösterir.
Okuduğumuz
bu vasiyyet ayetlerinden bir süre sonra miras ayetleri indi. bu ayetlerde mirasçılara
belirli paylar ayrıldı ve ana-babanın her türlü akraba kompozisyonu içinde
mutlaka mirasçı olacakları belirtildi. Bundan dolayı ana-baba vasiyyet
kapsamı dışına çıkarıldı. Çünkü mirasçıya vasiyyet yapılamazdı.
Zira, Peygamber efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştu:
"Allah,
her hak sahibine hakkını vermiştir. Buna göre mirasçı için vasiyyet yapılmaz."
·(Eshabu-s Sünen)
Akrabalara
gelince, bu ayet onlar hakkında genellik karakterini korudu. Yani hangi akraba
ilgili ayetlere göre mirasçı konumu kazanmış ise vasiyyet kapsamından çıkmış,
buna karşılık hangi akraba ilgili ayetlere göre mirasçı sayılmamış ise
okuduğumuz vasiyyet ayetinin kapsamı içinde kalmış olur.
Bu
görüş bazı sahabiler ile bazı tabiin'in (ikinci kuşağın) görüşüdür,
ki bizim de benimsediğimiz görüş budur.
Mirasçı
olmayan akrabalara dönük vasiyyetin hikmeti, akrabalık ilişkisi gerekçesi
ile yardım etmekle görevli olduğumuz bazı yakınlarımızın, daha yakın
bazı akrabalarımız önlerini kestikleri için miras ayetlerine göre mirasçımız
olamadıkları durumlarda açıkça ortaya çıkar. Vasiyyet, miras sınırları
dışında kalan genel bir aile-içi dayanışma türüdür. Bu yüzden
"geleneklere uygun" olmak ve "Allah korkusu (takva)" taşımak
kayıtlarına bağlanmıştır.
"...Geleneklere
uygun biçimde Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur." Demek oluyor ki,
vasiyyet yapılırken ne mirasçılara haksızlık edilir ve ne de mirasçı
olmayanlar ihmal edilir. Aksine, bu farz yerine getirilirken hakkaniyet ve
adalet ölçülerine bağlı kalınarak yardımseverlik ve özveri yaklaşımı
içinde takva şartı aranır. Bununla birlikte mirasçı olmayan akrabaların,
mirasçı akrabaları zarara uğratmalarını önlemek amacıyla Peygamberimiz (salât
ve selâm üzerine olsun) vasiyyete ayrılabilecek olan mal oranını üçte bir
ile sınırlamıştır. Vasiyyetlerin toplam dilimi, bu oranı aşmamalıdır:
Hatta bu oranın dörtte bir olması daha da iyidir. Görüldüğü gibi bu konu
hem yasal yaptırıma ve hem de takvaya (Allah korkusuna) dayandırılmıştır.
Zaten İslâm'ın uyumlu ve dengeli olarak gerçekleştirdiği diğer bütün
sosyal düzenlemelerin karakteri de aynıdır.
Vasiyyeti
işiten kimse eğer vasiyyeti bırakanın ölümünden sonra onu değiştirirse
sorumlu olur, günaha girer. Vasiyyet bırakan kimse, söz konusu değiştirmeden
dolayı sorumlu değildir. Okuyoruz:
"Kim
vasiyyeti işittikten sonra değiştirirse günahı onu değiştirenin boynunadır.
Hiç şüphesiz Allah işitendir, bilendir."
Kuşkusuz
yüce Allah işiten ve gören olarak en iyi şahittir. O, vasiyyeti bırakanın
da şahidi olduğu için onu ölümünden sonra yapılan haksız değişikliklerden
dolayı sorumlu tutmaz. O, aynı zamanda vasiyyeti değiştirenin de şahidi
olduğu için onu yaptığı değiştirme suçundan dolayı sorumlu tutar.
Yalnız
bu genel ilkenin bir istisnası var. O durumda vasiyyeti işiten kimse, ölen
kimsenin bırakmış olduğu vasiyyette değişiklik yapabilir. Bu istisnai
durum şudur: Eğer vasiyyeti uygulamayı üstlenen kişi, ölenin bıraktığı
vasiyyette birini kayırma ya da belirli bir mirasçıyı cezalandırma amacı güttüğünü
anlarsa, bu haksızlığı önleyecek, adaleti ve hakkaniyeti geri getirecek biçimde
vasiyyeti değiştirebilir, bu yüzden sorumlu tutulmaz:
"Kim
vasiyyet edenin yanılgıya düştüğünden ya da günaha gireceğinden endişe
ederek ilgili tarafların arasını bulursa bu yüzden günaha girmez."
Mesele
her iki durum ve konumda yüce Allah'ın bağışlamasına ve merhametine havale
edilmiş ve her durumda O'nun gözetimine bağlanmıştır. Adaletin ve
hakkaniyetin en son güvencesi budur.
Böylece
nasıl ki kısas hükmü takva neticesine bağlanmışsa aynı şekilde vasiyyet
işlemi de takva temeline oturtulmuştur. Zaten imana bağlı düşünce tarzında
ve İslam toplumunda her iş ve her eylem bu temele bina edilmiştir.
ORUÇ
İlahi
hayat düzenini yeryüzünde hakim kılmak, insanlığa önder ve örnek olmak
amacıyla kendisine Allah yolunda cihad etmesi farz kılınan bu ümmete, oruç
tutmanın da farz kılınması son derece doğaldı. Çünkü oruç, azimli ve
kesin iradeyi geliştirme alanı, insanın Allah (c.c) ile itaat ve boyun eğme
ilişkisi kurma ortamıdır. Bunların yanısıra oruç, bütün organik
zaruretlerin üzerine yükselme, yüce Allah katındaki hoşnutluğu ve
nimetleri tercih ederek bu organik zaruretlerin baskısına ve ağırlığına
dayanmak, katlanmak ortamıdır.
Çeşitli
engeller ve türlü türlü dikenlerle döşenmiş bir yolun meşakkatlerine göğüs
germeye hazırlanan vicdanlar için bütün bunlar gerekli unsurlardır. O
engelli ve dikenli yol ki, arzular ve istekler orasında-burasında pusuya yatmış
ve yolcusunun kulaklarında binlerce kışkırtıcı içgüdünün ayartıcı nağmeleri
çınlamaktadır!
Bu
söylediklerimizi değerlendirirken, uzun insanlık tarihi boyunca ortaya çıkarılmış
orucun olumlu organik ve fizyolojik sonuçlarını da gözönünde bulundurmalıyız.
Gerçi ben dinimin farzlarını ve özellikle ibadetler ile ilgili ilâhi
direktifleri gözle görülebilir, somut yararlara bağlama eğilimine aslında
karşıyım. Çünkü bu direktiflerin asıl hikmeti, temel gerekçesi insan
denen varlığı yeryüzünde oynayacağı role hazırlamak, unu Ahiret hayatında
kendisi için tasarlanan kemal derecesine doğru ilerletmektir..
Böyle
olmakla birlikte bu farzlar ve direktifler ile ilgili olarak bilimin ortaya
koyduğu ve insan düşüncesinin kabul ettiği faydaları da inkâr ettiğim
anlamına çekilmemeli bu. Genel olarak bütün farzlarda ve bütün yönlendirici
direktiflerde ilâhî tasarlayıcılığın (tedbirin) insanın varlığını
nasıl gözettiğini gözlediğim ve fark ettiğim için böyle düşünüyorum.
Fakat ilâhî yükümlülüklerin hikmetini, gerekçesini sadece insan
bilgisinin ortaya koyduğu somut yararlara bağlamaktan, bu yükümlülüklerin
gerçekleri sırf bu faydalarmış gibi bir saplantıya kapılmaktan kesinlikle
kaçınmak gerekir. Çünkü insan bilgisinin alanı dardır. Yüce Allah'ın
gerek insana ve doğallıkla şu evren bütününe yüklemiş olduğu bütün
fonksiyonların hikmetini kavrayacak kapasite ve düzeyde değildir insan aklı.
183-
Ey müminler,sizden önceki ümmetlere olduğu gibi, günahlardan arınasınız
diye, sayılı günler olarak oruç tutmak size de farz kılındı.
184-
İçinizden kim hasta ya da yolcu olursa tutmadığı günler sayısınca
sonraki günlerde oruç tutar. Oruca dayanamayanların bir yoksulu doyuracak
kadar fidye vermeleri gerekir. Kim gönüllü olarak bundan daha fazlasını
verirse, bu onun için daha hayırlıdır. Ayrıca, eğer bilirseniz, oruç
tutmanız sizin için daha hayırlıdır.
185-
Ramazan ayı ki, o ayda Kur'an, insanlara yol gösterici, doğru yola iletici, eğri
ile doğruyu birbirinden ayredici olarak indirildi. İçinizden kim bu aya yetişirse
onu oruçla geçirsin. Kim hasta ya da yolcu olursa tutmadığı günler sayısınca
sonraki günlerde oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk
istemez. Bu sayılı günleri tamamlamanızı ve size doğru yolu gösterdi diye
kendisini tekbir etmenizi (ululuğunu dile getirmenizi) ister, ola ki, O'na şükredersiniz.
Yüce
Allah her yükümlülüğün insan nefsi tarafından benimsenip yerine
getirilebilmesi için O'nun itici ve coşturucu desteğine gerek olduğunu, söz
konusu yükümlülük ne kadar hikmet ve yarar içerirse içersin onun insan
psikolojisi tarafından hoşnutlukla ve yüksünmesiz bir onayla karşılanabilmesi
için bu ilâhî özendirmenin ne kadar gerekli olduğunu kuşkusuz herkesten
iyi bilir.
Bundan
dolayı oruç yükümlülüğü konusuna müminlere yönelik bu sevimli
kendilerine aslî niteliklerini hatırlatıcı hitaplar giriyor. Bu müşfik
seslenişten sonra, Allah'ın indirdiği bütün eski dinlerde de orucun farz kılındığı,
bu farzın ilk ve asıl amacının mü'min kalpleri takvaya, duyarlılığa,
Allah'tan korkmaya ve arınmışlığa hazırlamak olduğu anlatılıyor:
"Ey
mümïnler,sizden önceki ümmetlere olduğu gibi, günahlardan arınasınız
diye, size de oruç tutmak farz kılındı."
Böylece
orucun asıl büyük gayesi meydana çıkmış oluyor. Bu büyük amaç takvadır.
Çünkü kalplerde uyanış rneydana getirerek Allah'a itaat etmek ve O'nun rızasına,
hoşnutluğuna öncelik tanımak üzere bu ibadetin yapılmasını sağlayan
faktör, takvadır. Ayrıca günahların, hatta insanın içinden hızla gelip
geçen kışkırtmalar biçimindeki günah meyilli duyguların, orucu bozmasını,
zedelemesini önlemek amacıyla bu kalplerin koruculuğunu üstlenen faktör de
takvadır. Bu ayetin seslendiği müminler, yüce Allah katında takvanın ne
kadar önemli olduğunu, O'nun terazisinde ne kadar. büyük bir ağırlığa
sahip olduğunu iyi bilirler. Bu yüzden takva, onların ruhlarının göz diktiği,
özlemle ulaşmak istediği bir amaçtır. İşte oruç, takva amacının bir
aracı ve ona götüren bir yoldur. Böylece olduğu içindir ki, bu ayet,
takvayı oruç yolu ile yönelebilecekleri aydınlık bir hedef halinde müminlerin
gözleri önüne sermektedir. Son cümleciği tekrarlıyoruz:
"Ola
ki, günahlardan arınırsınız (içinizdeki Allah korkusunu geliştirirsiniz.)"
Sonra
oruç yükümlülüğünün sayılı günler ile sınırlı olduğu, buna göre
ömür boyu sürecek bir farz ya da yılın bütün günlerini kapsayan
korkulacak bir yükümlülük olmadığı belirtiliyor. Bunun yanısıra,
hastalar iyileşinceye kadar ve yolcular evlerine dönünceye kadar oruç yükümlülüğünden
muaf tutulmuşlardır. Bu muafiyetin amacı insanlara kolaylık sağlamaktır.
"Oruç,
sayılı günler olarak farz kılındı. İçinizden kim hasta ya da yolculukta
olursa tutamadığı günler sayısınca sonraki günlerde oruç tutar."
Bu
ayetin hastalık ve yolculukla ilgili hükmü mutlaktır, sınırlandırılamaz.
Buna göre her tür hastalık ve her tür yolculuk oruç tutmamaya gerekçe
olabilir. Yalnız hasta iyileşince ve yolcu evine dönünce tutamadığı günler
yerine oruç tutmalıdır. Bu yorum hem bu mutlak ifadeli ayete uygun düşer ve
hem de zorluğu ortadan kaldıran, zarara meydan vermeyen genel İslâmi yaklaşımla
bağdaşır. Ayetin hükmü hastalığın ağırlığına ya da yolculuğun sıkıntısına
bağlanmamıştır, mutlak anlamda hastalıktan ve yolculuktan sözedilmiş ve
insanlar için zorluk değil, kolaylık istendiği gerekçesi vurgulanmıştır.
Biz,
yüce Allah'ın, oruç tutmama muafiyetini mutlak anlamda hastalığa ve yolculuğa
bağlamasının bütün hikmetlerini bilemeyiz. Yolculukta ve hastalıkta sırf
yüce Allah'ın bildiği ve insanların bilmediği, dikkate alınması gereken
daha başka özellikler bulunabilir. Belki bu durumlarda hemen ortaya çıkmayan
veya insanın dikkati dışında kalan başka sıkıntılar, zorluklar vardır.
Eğer yüce Allah belirli bir hükmün gerekçesini açıklamadı ise biz ona
aklımız sıra bazı sebepler yakıştırarak yorum getiremeyiz. Bunun yerine,
hikmeti bizim için gizli kalsa da söz konusu hükme noktası noktasına uyarız.
Çünkü o hükmün arkasında mutlaka bir hikmet vardır. Bizim o hikmeti
mutlaka kavramamız şart değildir.
Geride
şu mesele kalıyor: Eğer muafiyetlerden noktası noktasına yararlanmayı
savunursak, bu durumun kolaylık ve ruhsat düşkünlerini aşırı derecede
kolaycılığa sürükleyeceği ve bunun sonucu olarak en ufak bir sebep yüzünden
ibadetleri ihmal etmeye yolaçacağı ileri sürülebilir. Nitekim bu ihtimal fıkıh
bilginlerini bu konuda işi sıkı tutmaya ve çeşitli şartlar ileri sürmeye
sevk etmiştir.
Fakat
şahsî inancıma göre bu ihtimal, Kur'an-ı Kerim'in sınırlandırmadığı
bir hükmü kayıtlara bağlamaya kalkışmayı haklı gösteremez. Çünkü
din, insanları Allah'a itaat ettirmek için zincirlerle bağlayıp sürüklemez;
benimsenen yol takvadır. Bu ibadetlerin amacı özellikle ve yalnızca takvadır,
Allah korkusudur. Buna göre dinin herhangi bir farzından, kolaylık ve ruhsat
ilkesi perdesi arkasında, kaytaran kimsede zaten başlangıçta hayır yok
demektir. Çünkü bu durumda farzı yerine getirmenin ilk amacı gerçekleşmez.
Ayrıca,
bu din yüce Allah'ın dinidir, insanların dini değil... Yüce Allah bu dinin
dengeli bir gelişimini sağlamak için nerede kolaylık tanıyıp hangi
durumlarda zora başvurması gerektiğini herkesten daha iyi bilir. Bu açıdan
bakıldığında, herhangi bir konuda kolaylık gösterilmişse, bu, kolaylık gösterilmeden
bazı faydaların sağlanamayacağından dolayıdır. Bundan dolayı
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) ashabına yüce Allah'ın
kendilerine tanımış olduğu kolaylıklardan yararlanmalarını emretmiştir.
Diyelim
ki, insanların herhangi bir kuşağı bozuldu, yoldan çıktı. Bu insanların
düzeltilmeleri, ıslâh edilmeleri, bazı dini hükümleri ağırlaştırarak
olmaz; bu ancak onları doğru bir eğitimden geçirmek suretiyle kalplerini düzelterek
ve ruhlarında takva duygusunu canlandırarak mümkün olabilir. Diyelim ki,
insanlararası ilişkileri düzenleyen hükümlerde (muamelâtta) sıkı bir
tutum benimsemek, insanların bozuk dönemlerinde, caydırıcı ve bahanelerin
yolunu tıkayıcı ve olumlu bir çözüm şeklidir. Fakat o alanda bu metod geçerli
olsa bile ibadet amaçlı hareketlerde durum farklıdır. Çünkü ibadet amaçlı
hareketler, hesabı Allah ile kul arasında kalan konulardır, bunlar
insanlararası ilişkileri düzenleyen meseleler gibi doğrudan doğruya kamu
yararını ilgilendirmezler. Kamu yararını yakından ilgilendiren hükümlerde
dış görünüş gözönüne alındığı halde, ibadetlerde, bunlar takva
temeline dayanmadıkça, dış görünüş hiçbir işe yaramaz. Kalplerde takva
bulununca hiçkimse yerine getirmesi gereken farzdan kaçmaz, kolaylık ilkesïni
sadece gönül huzuru duyduğu, daha yararlı olduğunu düşündüğü
durumlarda uygular, ancak bu yolla Allah'ın emrine uyacağı kanısına varırsa
karşılaştığı görevin muafiyetli şıkkından yararlanır.
Buna
karşılık ibadetler ile ilgili hükümlerde genel olarak ağırlaştırıcı
bir tutum benimsemek ya da Kur'an-ı Kerim'in tanıdığı kolaylıklardan bazı
kısıntılar yapma eğilimine yönelmek, zaten dini görevlerini zora koşmaya
meraklı olanlara yeni birtakım zorluklar getirebilir, fakat kaytarıcıları
yola getirme konusunda önemli bir fayda sağlamaz.
Durum
ne olursa olsun, işin en doğrusu her konuyu, her meseleyi yüce Allah'ın
iste:ine uygun olarak ele almamız, onu Allah'ın murad ettiği şekilde
benimsememizdir. Çünkü O, gerek kolaylıkların gerekse zorlamaların arkasında
bulunan kısa ve uzun vadeli yararları bizden daha iyi bilir ve daha isabetli
biçimde belirler. Bu alandaki sözlerin özü budur.
Şimdi
de yolculuk durumu konusundaki değişik örnekler ile ilgili birkaç hadisi ve
Peygamberimizin uygulamasını gösteren bazı belgeleri inceleyelim. Bu
durumların bazılarında Peygamberimizin, müslümanları oruç tutmamaya özendirdiğini,
yönlendirdiğini, bazılarında da oruç tutmaya herhangi bir yasak getirmediğini
göreceğiz. Bu örnekler, bir bütün halinde incelendiği takdirde,ilk müslümanların
bu meseleyi nasıl algılamış olduklarını anlamamıza, son dönem fıkıh
bilginlerinin elinde dini hükümler karmaşık bir niteliğe bürünmeden önce
onların bu meseleye nasıl baktıklarını belirlememize yardım edecek özelliktedirler.
Kuşkusuz, sözünü ettiğimiz ilk müslümanların uygulaması daha canlı, fıkıh
araştırmalarına göre İslâm'ın özüne ve karakterine daha bağlı ve
uyumludur. Bu inanç sistemi ve onun karakteri ile ne oranda iç içe yaşanır,
onların havası ne kadar çok teneffüs edilirse kalplerimizde daha canlı bir
haz duygusu meydana getirecekleri kuşkusuzdur:
1-
Sahabilerden Cabir'in (Allah ondan razı olsun) bildirdiğine göre
"Peygamber efendimiz Fetih yılının Ramazan ayında Mekke seferine çıkmıştı.
`Kura-ı Ğanim' denilen yere kadar oruç tutmuştu, yanındakiler de oruçluydular.
Burada bir maşraba su istedi ve su dolu maşrabayı herkesin göreceği biçimde
havaya kaldırdıktan sonra içti. Bir süre sonra kendisine `Bazıları yine de
oruç tutmaya devam ettiler' denildi. Bunun üzerine Peygamberimiz; `Onlar
asidirler, onlar asidirler' buyurdu." (Müslim, Tirmizi59)
2-
Sahabilerden Hz. Enes (Allah ondan razı olsun) diyor ki:
"Bir
defasında Peygamber efendimiz ile birlikte yolculuk yapıyorduk. Kimimiz oruçlu,
kimimiz oruçsuz idi. Sıcak bir günde bir yerde konaklamıştık. Gölgeden en
çok faydalanan, yanında cübbesi olanlarımızdı. Kimimiz de ellerimizi siper
ederek güneşten korunuyorduk. Oruçlular halsiz düşmüştü. Bu yüzden bir
süre sonra oruçsuzlar kalktılar, çadırları kurdular ve binek hayvanlarına
su verdiler. Bunun üzerine Peygamberimiz; `Bugün sevabı, oruçsuzlar götürdü'
buyurdu." (Buhari, Müslim, Nesei)
3-
Sahabilerden Hz. Cabir (Allah ondan razı olsun) diyor ki:
"Bir
defasında Peygamber efendimiz bir yolculukta idi. Bir ara yol arkadaşlarından
birinin etrafında diğerlerinin toplandığını ve kendisini gölge altına
aldıklarını gördü. Peygamberimiz; `Nesi var?' diye sorunca arkadaşları
`Adam oruçlu' diye cevap verdiler. Bunun üzérine;
`Yolculukta
oruç tutmak, birr'in (iyi müslüman olmanın) ve ihsanın gereklerinden değildir.'
dedi." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesei, Malik)
4-
Sahabilerden Amr b. Umeyye Damerî (Allah ondan razı olsun) diyor ki:
"Bir
yolculuk sonrasında Peygamberimizin yanma gitmiştim. Bana `Ya Ebu Umeyye, yemeğe
kal' dedi. Ben de kendisine `Ya Resulallah, ben oruçluyum' diye cevap verdim.
Bunun üzerine bana;
`O
halde sana yolcunun durumu hakkında bilgi vereyim. Yüce Allah, yolcuyu oruç
tutmaktan ve namazın yarısından muaf tutmuştur: şeklinde buyurdu." (Nesei)
5-
Abdullah b. Kaab b. Malık oğullarından sahabî Enes b. Malik'in (Allah ondan
razı olsun) bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Yüce
Allah, yolcudan namazın yarısını düşürdü, onu oruç tutmaktan da muaf
tuttu. Ayrıca çocuklarına zarar geleceğinden korkan emzikli ve hamile kadınları
da oruçtan muaf tuttu." (Eshabu-s Sünen)
6-
Peygamberimizin eşi Hz. Aişe (Allah ondan razı olsun) diyor ki: "Çok
oruç tutmakla tanınan (başka bir rivayete göre oruç tutmaya dayanıklı bir
kimse olan) Hamza b. Amr Eslemî bir defasında Peygamberimize (salât ve selâm
üzerine olsun) yolculuk sırasında oruç tutulup tutulmayacağını sordu.
Peygamberimiz kendisine; `İstersen tut istersen tutma' diye cevap verdi."(Buhari,
Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, Malik)
7-
Sahabilerden Enes b. Malık (Allah ondan razı olsun) diyor ki:
"Bir
defasında Peygamberimiz ile birlikte (yolculukta) idik. Kimimiz oruçlu,kimimiz
ise oruçsuzduk. Ne oruçlular oruçsuzları ayıplıyor ve ne de oruçsuzlar
oruçluları ayıplıyordu." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Malik)
8-
Sahabilerden Ebu Derda (Allah ondan razı olsun) diyor ki:
"Bir
defasında Ramazan ayının çok sıcak bir günü Peygamberimiz ile birlikte
yolculuğa çıkmıştık. Öyle sıcak var ki, her birimiz sıcaktan korunmak için
elini başına kapatıyordu. Aramızda Peygamberimiz ile Abdullah b. Revaha'dan
başka hiç oruçlu yoktu." (Buhari, Müslim, Ebu Davud)
9-
Muhammed b. Kaab diyor ki:
"Bir
Ramazan ayında Enes b. Malik'i ziyaret etmeye gitmiştim. Bir yolculuğa çıkmak
üzereydi. Binek hayvanı hazırlanmış, kendisi de yolculuk kıyafetini giymişti.
Bu sırada yemek getirdi ve yedi. Kendisine; `Bu yaptığın sünnet midir?'
diye sordum. Bana; `Evet' cevabını verdi, arkasından binek hayvanının sırtına
atladı "·(Tirmizi)
10-
Ubeyd b. Cubeyr diyor ki:
"Bir
defasında Ramazan'da Peygamberimizin sahabilerinden Ebu Basra Gıfarî ile
birlikte Fustad limanında demirlemiş bir gemide bulunuyorduk. Bir arayanımdan
ayrıldı, az sonra önüne yemeğini getirdiler. Bana da; `yaklaş (buyur)'
dedi. Kendisine (mutfaklarında yemek pişirilmediği için bacaları tütmeyen)
`evleri görmüyor musun?' dedim. Bana; `Yoksa sen Peygamberimizin sünnetine
yan mı çiziyorsun?' diye cevap verdi. Arkasından yemek yemeye başladı, ben
de onunla birlikte yedim." (Ebu Davud)
11-
Mansur-ı Kelbî diyor ki:
"Bir
Ramazan ayında sahabilerden Dıhye b. Halife Dımeşk'e bağlı bir köyden
Fustad'a bağlı Akabe köyü ile aynı uzaklıkta, yani üç mil mesafede
bulunan bir köye doğru yola çıkmıştı. Yolda orucunu bozdu, kendisi ile
birlikte bir çok yol arkadaşı da oruçlarını bozdu, fakat geride kalanlar
bozmak istemediler. Dıhye, köyüne dönünce;
"Vallahi,
bugün öyle bir olay gördüm ki, öyle bir şey göreceğimi hiç sanmazdım.
Bazı adamlar Peygamberimizin ve O'nun sahabilerinin yolundan saptılar. Ya
Rabbi, artık canımı al da huzuruna geleyim diye dua etti."
Okuduğumuz
bu hadisler tümü ile yolculukta hoşgörü ve kolaylık içinde oruç tutmama
muafiyetinin benimsendiğine, bu muafiyete uymanın tercih edildiğine, özellikle
son iki hadisin gösterdiği gibi bu kolaylıktan yararlanmak için yolculuğun
sıkıntılı olmasının şart koşulmadığına işâret ediyorlar. Bu arada
bu hadislerin sekizincisi, bir defasında sıkıntılı bir yolculukta sadece
Peygamberimiz ile Abdullah b. Revaha'nın oruçlu olduklarını kanıtlıyor.
Çünkü Peygamberimiz, zaman zaman bazı kendine özgü ibadetler yapardı ve
bunlardan sahabileri muaf tutardı. Meselâ sürekli oruç tutmayı sahabilere
yasakladığı halde kendisinin arasıra aralıksız oruç tuttuğu olmuştu.
Sahabiler kendisine bunun sebebini sorduklarında şöyle buyurdu:
"Ben
sizin gibi değilim. Ben sürekli oruçlu kalıyorum, ama Rabbim beni doyuruyor
ve içiriyor." (Buhari, Müslim)
Bu
hadislerin birincisi, Peygamberimizin yolculukta orucunu bozduğunu ve oruçlarını
bozmayan yol arkadaşlarından "Onlar asidirler, onlar asidirler" diye
sözettiğini belgeliyor. Bu hadisin tarihi öbürlerinden daha sonradır,
Mekke'nin fethedildiği yıl ile eş zamanlıdır. Buna göre bu hadis, öbürlerinden
daha yeni olduğu gibi tercih edilen istikameti daha açık biçimde göstermektedir.
Bu
değişik durumlar toplu olarak değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuç şudur:
Burada, herbiri belirli bir yönlendirme gerektiren değişik pratik durumlar gözönüne
alınıyor. Tek bir genel konu ile ilgili oldukları halde farklı yönlendirmeler
içerdiklerini gördüğümüz her hadiste bu kural geçerlidir. Demek ki,
Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) müslümanları eğitiyor,
olayların gelişimine göre tavır belirliyor ve hiçbir zaman donmuş kalıplara
hapsolmuyordu.
Yolculuk
sırasındaki oruç meselesinde zihnimizde beliren nihâi eğilim bu durumda oruç
tutmamanın daha uygun olduğu ve bu muafiyetin yolculuğun fiilen sıkıntılı
olması şartı ile sınırlı olmadığı şeklindedir. Hastalık durumunda oruç
tutmama meselesine gelince, bu konuda fıkıh alimlerinin görüşlerinin dışında
bir delile rastlamadım. Öyle anlaşılıyor ki, bu hüküm hastalık niteliğini
taşıyan bütün durumlar için mutlak olarak geçerlidir; hastalığın türü,
derecesi ve ağırlaşma tehlikesinin bulunup bulunmaması bu hükmü sınırlamaz.
Yalnız, gerek yolculukta ve gerekse hastalık sırasında oruçsuz geçirilecek
günlerin, daha sonra gününe gün kaza edilmeleri gerekir. İslâm alimleri
arasında geçerli sayılan görüşe göre bu kaza oruçları kesintisiz olmak
zorunda değildir, aralıklı olarak da tutulabilir.
Bu
açıklamayı fıkıh tartışmalarının ayrıntılarına dalmak için yapmış
değilim. Maksadım, ibadet amaçlı davranışlara yönelik bakış tarzı ile
ilgili temel kuralı yerine oturtmak, bu davranışlar ile onlar tarafından
uyandırılması gereken belirli bilinç hali arasındaki sıkı ilişkiyi
vurgulamaktır. İbadet amaçlı davranışların başta gelen amacı, bu bilinç
hali olduğu gibi, ibadeti yapan kimsenin davranışını yönlendirecek olan,
onun duygu ve vicdanının eğitiminde, ibadeti iyi bir şekilde yapmasında ve
pratik hayattaki davranışlarının arzu edilen niteliği taşımasında
birinci dereceli dayanak noktası da bu bilinç halidir.
Bunun
yanısıra diğer bir amaç da şudur: Bizim bu dini yüce Allah'ın iradesi doğrultusunda
tam bir teslimiyet ve takva duygusu içinde hareket ederek, hükümlerin katî
ya da ruhsatlı olup olmadığına bakmaksızın Allah'ın hikmetinden emin olmuş
bir ruh hali ve sağlam bir bilincin kontrolünde benimsememiz gerektiğini
vurgulamak istiyorum.
Şimdi
yukardaki ayetin devamını okuyalım:
"Oruca
dayanamayanların (ancak zorlukla oruç tutabilenlerin) bir yoksulu doyuracak
kadar fidye vermeleri gerekir. Kim gönüllü olarak fazlasını verirse bu onun
için daha bayırlıdır. Ayrıca eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için
daha hayırlıdır."
Başlangıçta
oruç tutma yükümlülüğü müslümanlara zor gelmişti. Oruç, Hicretin
ikinci yılında ve cihadın farz kılınışından az önce farz kılınmıştı.
Bunun için yüce Allah oruç tutamayanlara, ayetin ifadesi ile "ancak
zorlukla oruç tutabilenlere" bu konuda kolaylık (ruhsat) tanımıştır.
Bu kolaylık, tutamadığı günlere bedel olarak bir yoksulu doyurmak şartıyla
tanınmıştır.
Arkasından
böylelerini, yoksullara yemek verme konusunda bu zorunlu miktardan daha fazlasını
yapmaya mutlak anlamlı bir ifade ile teşvik etmiştir. Yani bu fazladan yemek
verme, hem fidye dışında tutulan bir bağış olarak hem de verilecek
fidyenin miktarını fazla tutarak olabilir. Meselâ oruç tutulmayan her
Ramazan günü karşılığında bir yoksul yerine iki, üç ya da daha çok sayıda
yoksula yemek verilebilir. Ayetin o cümleciğini tekrarlıyoruz:
"Kim
gönüllü olarak bundan daha fazlasını verirse bu onun için daha hayırlıdır."
Daha
sonra yolculuk ve hastalık dışında kalan bu muafiyetli durumlarda sıkıntılarına
rağmen oruç tutmanın tercih edilmesi özendirilmiştir. Ayetin o cümleciğini
de tekrarlayalım:
"Ayrıca
eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır."
Yani,
"Eğer bu durumda oruç tutmanın içerdiği hayrı, yararı bilirseniz,
takdir edebilirsiniz..."
Bu
özendirici ifade orucun irade eğitimini sağlayıcı, dayanma gücünü geliştirici
ve yüce Allah'a ibadet etmeyi şahsî rahata tercih ettirici fonksiyonuna
dikkatimizi çekiyor ki, bunların hepsi İslâmî eğitimin müslümanlara
kazandırmak istediği unsurlardır. Yine bu orucun, hastalar dışında kalan
kimseler için taşıdığı sağlıkla ilgili avantajların oruç tutarken
zorluk duyanlar için bile geçerli olduğuna da dikkatlerimizi çekmektedir.
Yorumu
nasıl yapılırsa yapılsın, bu ilâhî direktif, sağlığı yerinde ve yolcu
olmayan müslümanlardan oruç tutmayıp karşılığında fidye verme kolaylığının
kaldırılmasına hazırlık ve mutlak anlamda oruç tutmanın farz olduğunu
vurgulama özelliği taşır. Nitekim daha sonraki ayette bu husus belirtiliyor.
Bu kolaylık hükmü, sadece orucun bitkin düşüreceği ve tutamadığı günleri
ilerde kaza edebilecek bir duruma geleceği beklenmeyen aşırı yaşlılar için
geçerli kalmıştır.
Nitekim
İmam-ı Malik'in bildirdiğine göre sahabilerden Hz. Enes oruç tutamayacak
derecede yaşlanınca oruç tutmayarak yerine fidye vermişti. Sahabilerden
Abdullah b. Abbas (Allah onlardan razı olsun) bu konuda "Bu hüküm, yürürlükten
kaldırılmadı (neshedilmedi). Oruç tutamayacak derecede yaşlanmış erkek ve
kadınlar hakkında geçerlidir, böyleleri oruçsuz geçirdikleri her Ramazan günü
yerine bir yoksulu doyururlar" diyor. İbn-i Ebu Leylâ da; "Bir
Ramazan günü Ata'yı ziyaret ettim, yanına girdiğimde yemek yiyordu"
dedikten sonra sözlerine şunları ekliyor; "Abdullah b. Abbas, bir
sonraki ayetin, bu ayetin hükmünü yürürlükten kaldırdığını, bu
durumda bu kolaylığın sadece aşırı yaşlılar için geçerliliğini sürdürdüğünü,
bu tür yaşlıların istedikleri takdirde oruçsuz geçecek her günleri için
bir yoksul doyurarak farz orucu tutmayabileceklerini söylemişti". Şurası
açıktır ki, "İçinizden kim o aya erişirse onu oruçla geçirsin"
şeklindeki bir sonraki ayet, sağlığı yerinde ve yolcu olmayan kimseler için
kolaylık hükmünün yürürlükte olmadığını kanıtlamaktadır.
Sağlığı
yerinde ve yolcu olmayan kimseleri, bu farzı yerine getirmeye özendiren bir başka
gerekçe de şudur: Bu oruç, içinde Kur'an-ı Kerim'in indirildiği ay olan
Ramazan ayında tutulacaktır. Kur'an-ı Kerim'in Ramazan ayında indirilmesi de
ya bu kitabın bu ayda inmeye başlaması veya büyük bir çoğunluğunun bu
ayda inmiş olması anlamındadır. Oysa Kur'an, bu ölümsüz ümmeti karanlıktan
aydınlığa çıkaran, ona bu orjinal yapısını kazandırmış,olan, onun
endişe dolu hayatını güvene dönüştüren, yeryüzüne egemen olmasını sağlayan,
daha önce bir hiç olduğu halde kendisine ümmet olmanın temel dayanaklarını
bağışlayan bir kitaptır. O temel dayanaklar ki, eğer ortadan kalkarlarsa bu
ümmet ne ümmet olarak kalabilir, ne yeryüzünde yeri olabilir ve ne de göklerde
adı geçebilir. Kur'an-ı Kerim'in sağladığı bu nimetin gerektirdiği şükrün
asgarî derecesi, bu kitabın indiği ayda oruç tutmaktır:
"Ramazan
ayı ki, o ayda Kur'an, insanlara yol gösterici, doğru yolu belirtici, eğri
ile doğruyu birbirinden ayırdedici olarak indirildi. İçinizden kim bu aya
erişirse onu oruçla geçirsin. Kim hasta ya da yolcu olursa tutmadığı günler
sayısınca sonraki günlerde oruç tutsun."
Az
önce değindiğimiz gibi, aşırı yaşlı erkek ve kadınlar dışında kalan
sağlıklı ve yolcu olmayan kimseler hakkında fidye vererek oruç tutmama
kolaylığını yürürlükten kaldıran, emredici ayet, bu ayettir. Ayetin
ilgili cümlesini tekrarlayalım:
"Kim
bu aya erişirse onu oruçla geçirsin."
Yani,
"Kim yolcu olmayarak bu aya erişirse..." ya da "Kim bu ayın Hilâl'ini
görürse..." Ramazan Hilâl'inin görüldüğünden başka bir yolla emin
olan kimse Ramazan süresince oruç tutma zorunluluğu açısından tıpkı bu
Hilâl'i gözüyle görmüş kimse gibidir.
Bu
hüküm genel olduğu için, arkadan gelen cümlede hasta ve yolcu olanların bu
hükmün dışında tutulacağı, bu genel hükümden müstesna oldukları
belirtiliyor:
"Kim
hasta ya da yolcu olursa tutmadığı günler sayısınca sonraki günlerde oruç
tutsun."
Ayetin
devamında oruç farzını teşvik eden üçüncü bir gerekçe sunulmakta;
bunun yansıra hem yükümlülüklerde ve hem de kolaylıklarda beliren ilâhî
merhamet vurgulanmaktadır:
"Allah
sizin için kolaylık ister, zorluk istemez."
Bu
ilke, bu inanç sisteminin bütün yükümlülükleri için geçerli olan büyük
bir kuraldır. Bu yükümlülükler kolaylık amacını gözetirler, zorluk taşımazlar.
Bu inanç sistemi, kendisinden haz duyan kalplere hayatın tüm yönlerini kolay
ve yumuşak tarafından almayı aşılar, müslümanın vicdanına zorlamaya ve
karmaşıklığa yer vermeyen, kendine has bir sadelik, müsamahakârlık damgası
basar. Bu sadelik ve kolaylık eşliğinde bütün yükümlülükler, bütün
farzlar ve hayatın bütün yorucu faaliyetleri suyun akışı, ağaç fidanının
büyümesi gibi rahatlık, güven ve hoşnutluk içinde yerine getirilir. Yine
bu sadelik ve zorlamasızlık duygusu müslümanda, yüce Allah'ın rahmeti ve mümin
kulları için zorluk değil, kolaylık dilediği gerçeği üzerine sürekli
bir bilinç geliştirir.
Yolcuya
ve hastaya Ramazan'dan sonraki günlerde eksik kalan günlerin orucunu tutma
imkanı tanındı. Böylece zor duruma düşen bu kimselere Ramazan günlerini
tamamlama fırsatı verilmiş oldu. Bu durumda onlar için sevap kaybı da söz
konusu değildir.
`Bu
sayılı günleri tamamlayasınız diye..'
Bu
şekildeki oruç, yüce Allah'ı tekbir etmeyi (O'nun ululuğunu dile getirmeyi)
ve şükretmeyi gerektiren bir nimettir.
"Sizi
doğru yola ilettiğinden dolayı kendisini tekbir etmenizi (ululuğunu dile
getirmenizi) ister. Ola ki, O'na şükredersiniz."
Bu
farzın gayelerinden biri de budur. Yani müminlerin, yüce Allah tarafından
kendilerine bağışlanmış olan hidayetin (doğru yol bilincinin) değerini
takdir etmeleri, bilmeleri. Müminler kalplerinin günah işleme düşüncesinden
ve organlarının bu günahları işlemekten uzak tutulduğu, aynı zamanda
somut, gözle görülür derecede hidayet bilinci ile donanmış bulundukları
oruç döneminde, diğer herhangi bir dönemden daha güçlü bir şekilde bu
duyguyu içlerinde hissederek bu hidayet bağışına karşılık Allah'ın
ululuğunu dile getirme, O'nun bu nimetine karşılık şükretme, bu ibadet
yolu ile kalplerini O'nun dergâhına sığındırma ihtiyacını duyarlar. Oruçtan
bahseden daha önceki ayetin sonunda buyurulduğu gibi, "Ola ki, Allah'tan
sakınırlar, takva sahibi olurlar."
İşte
bedenlere ve ruhlara zor gibi gelen bu yükümlülüğün yansıttığı ilâhi
nimet böylece meydana çıkıyor, onunla güdülen eğiticilik amacı, bu ümmetin
gerçekleştirmek üzere ortaya çıkarıldığı büyük role hazırlama gayesi
belirginleşiyor, bu büyük rolün takva güvencesi, ilâhî koruma ve vicdan
duyarlılığı içinde yerine getirilmesinin yolu açılıyor.
Bu
ayetler demetinin akışı içinde orucun süresi, yiyip içme ile yemekten ve içmekten
kesilmenin başlangıç ve sonu ile ilgili hükümlerin ayrıntılarına geçilmeden
önce insan psikolojisinin derinliklerine ve duygular aleminin gizliliklerine şaşırtıcı
bir projektör yansıtıldığını görüyoruz. Oruç tutarken çekilen sıkıntının
özlenen, sevimli ve eksiksiz karşılığını, yüce Allah tarafından hüsnü-kabul
görmenin göstergesi olarak bekletilmeden gelen ödül ile karşılaşıyoruz.
söz konusu karşılığı ve ödülü yüce Allah'ın yakınlığını
kazanmakta, O'nun kulun duasını kabul edişinde buluyoruz. Bu karşılığın
ve bu ödülün müjdesini aşağıdaki nerdeyse ışık saçacak derecede parıltılı
ve müşfik kelimeler tasvir ediyor:
186-
Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım,
bana dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma
olumlu karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.
"Ben
onlara yakınım", "Bana dua edenin duasını, dua edince kabul
ederim."
Ne
büyük bir incelik, ne güçlü bir şefkat, ne büyük bir muhabbet ve ne şaşırtıcı
bir canayakınlık, değil mi? Gerek orucun ve gerekse diğer herhangi bir dini
yükümlülüğün meşakkati bu sevginin, bu yakınlığın ve sevecenliğin gölgesi
altında nerede kalır, ne anlam taşır?!
Ayetin
her sözcüğünün anlatımına bu sevecen özveri egemendir:
"Eğer
kullarım sana benden sorarlarsa onlara deki; ben kendilerine yakınım, bana
dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim"
Yüce
Allah "Kullarım" diyerek onları kendine izafe ediyor. Ayrıca
sorularına aracısız biçimde doğrudan doğruya kendisi cevap veriyor. Yani
"onlara deki; Ben kendilerine yakınım" demiyor. Bunun yerine soru
gelir gelmez, ona cevap vermeyi bizzat üstleniyor ve "yakınım"
buyuruyor. Bunların yanısıra "Onların duasını işitirim"
demiyor, bunun yerine "Bana dua edenin duasını dua edince, kabul
ederim" diyerek duanın kabul edilmesi işlemini önplâna geçiriyor.
Bu
ayet, müminin kalbini tatlı bir özveri, cana yakın bir sevgi, huzur verici
bir hoşnutluk ve kesin bir güvenle dolduran şaşırtıcı bir ayettir. Mümin,
bu duyguların etkisiyle hoşnutluğun yüceliğinde, özverili bir yakınlığın
kucağında, güvenli bir sığınakta ve sarsılmaz bir huzur içinde yaşar.
Bu
sevecen dirliğin, bu sevgi dolu yakınlığın ve heyecan uyandırıcı hüsnü
kabulün gölgesi altında yüce Allah kullarını kendi çağrısına olumlu
cevap vererek O'na iman etmeye çağırıyor. Ola ki, bu olumlu cevap ve bu
iman, onları doğru yola, hidayete ve iyiliğe iletir.
"O
halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık vererek bana iman etsinler
ki, doğru yolu bulsunlar.."
Demek
ki, yüce Allah'ın çağrısına olumlu karşılık vermenin ve iman etmenin
nihaî meyvesi de yine kullara aittir. Bu nihaî meyve; doğru yola, hidayete ve
iyiliğe ermektir. Yoksa yüce Allah'ın alemdeki hiçbir varlığa ihtiyacı
yoktur, bunların tümünden müstağnidir.
Gerçek
hidayete erme ve olgunluk ancak yüce Allah'ın çağrısına uymakla ve ona
iman etmekle mümkün olur. Yüce Allah'ın insanlar için seçtiği hayat tarzı,
onları kurtaracak yegane mükemmel hayat tarzıdır. Bunun dışındaki bütün
yaşama tarzları, hiçbir olgun vicdanın hoşlanmayacağı ve hiçbir doğru
yol yolcusunun yanına yanaşmayacağı bir cahiliye düzeni, birer akıl
fukaralığıdır. Kullar Allah'ın çağrısına olumlu karşılık verince ve
doğru yola kavuşunca, yüce Allah'ın dualarını kabul etmesini beklemeye hak
kazanırlar. Allah'a dua etmeliler, ama dualarının hemencecik kabul edilmesini
beklemeleri, bu konuda aceleci davranmaları da doğru değildir. Herşeyi en
ince ayrıntısına kadar karara bağlamış olan Allah onların dualarını
kabul edeceği en uygun zamanı kendilerinden daha iyi bilir.
Nitekim
İbn-i Meymun'un sahabilerden Hz. Selman-ı Farisî'ye (Allah onlardan razı
olsun) dayanarak bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Kul,
iki elini açarak Allah'tan hayırlı bir şey dileyince yüce Allah bu iki açık
eli boş olarak geri çevirmekten haya eder." (Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i
Mace)'
Abdullah
b. Abdurrahman Daremî'nin sahabilerden Hz. Sevban'a, ve İmam-ı Ahmed
Hanbel'in yine sahabilerden Ubbade b. Samit'e (Allah hepsinden razı olsun)
dayanarak bildirdiğine göre Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine
olsun) şöyle buyuruyor:
"Yeryüzünde
hiçbir müslüman kişi yoktur ki, yüce Allah'tan birşey istesin de Allah
onun isteğini karşılamasın, ya da onu dileği kadar olan bir kötülükten,
terslikten uzak tutmasın. Yalnız bu duanın günah ya da akrabalık ilişkisini
kesme anlamına gelmemesi gerekir." (Tirmizi)
Öte
yandan yine Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"İçinizden
biri `Dua ettim, fakat kabul olmadı' diyerek acele etmediği sürece yaptığı
dua mutlaka kabul edilir." (Buhari, Müslim)
Yine
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Kul,
günah ya da akrabalık ilişkisini kesme anlamına gelen bir dilekte bulunmadıkça
ve acele etmedikçe mutlaka duası kabul edilir."
Sahabilerden
birinin; "Ya Resulallah, dua edenin acele etmesi ne demektir?" diye
sorması üzerine de Peygamberimiz sözlerini şöyle bağladı:
"Adam
`Dua ettim, dua ettim, fakat ettiğim duaların kabul edildiğini görmedim' der
ve bu durum karşısında hayal kırıklığına düşerek dua etmeyi bırakır."
(Müslim)
Öte
yandan oruçlunun duası, kabul edilme ihtimali en yüksek dualar arasındadır.
Nitekim
İmam Ebu Davud Tayalisî'nin "Müsned" adlı hadis derlemesinde
yeraldığına göre, sahabilerden Hz. Abdullah b. Ömer (Allah her ikisinden de
razı olsun) Peygamberimiz; "Oruçlunun iftar açarken yaptığı dua
kesinlikle kabul edilir, buyurdu" demiştir. Zaten Abdullah b. Ömer iftar
ederken ailesini ve çocuklarını yanına çağırır ve onlar ile birlikte dua
ederdi.
Öte
yandan İbn-i Mace'nin "Sünen" adlı adlı hadis kitabında yine
Abdullah b. Ömer'e dayanarak naklettiğine göre Peygamberimiz, şöyle
buyuruyor:
"Oruçlunun
iftar açarken yapacağı dua asla reddedilmez."
Bunların
yanısıra sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin (Allah ondan razı olsun) bildirdiğine
göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Şu
üç grup kimsenin duası asla reddedilmez:
1-
Adaletli hükümdar (imam)
2-
Oruçlu kimse, iftar edinceye kadar
3-
Mazlumun, haksızlığa uğrayanın bedduası. Yüce Allah Kıyamet günü bu
bedduayı bulutların üzerinden aşırarak ona bütün gök kapılarını açar,
ayrıca zulme uğrayana `ululuğum hakkı için bir süre sonra olsa da sana
kesinlikle yardım edeceğim' diye buyuruyor."
İşte
bundan dolayıdır ki, oruçtan söz eden ayetlerin arasında dua konusuna yer
verilmektedir.
Okuyacağımız
bu bölümde müslümanlara orucun bazı hükümleri hakkında bilgi veriliyor,
onlara güneş batımı ile tanyerinin ağarması (fecr) arasında eşlerine
yanaşmanın helâl olduğu, bu süre içinde yemelerinin ve içmelerinin de
serbest olduğu anlatılıyor. Bunun yanısıra gündelik oruç süresinin
tanyerinin ağardığı andan başlayıp güneşin batması ile bittiği, ayrıca
mescidlerde geçirecekleri itikâf döneminde kadınlara yanaşmanın hükmü
anlatılıyor:
187-
Oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde eşlerinize yaklaşmak size helâl kılındı.
Onlar sizin, siz de onların örtüsü, elbisesisiniz. Allah sizin nefisleriniz
tarafından aldatıldığınızı biliyordu, bunun için tevbelerinizi kabul,
sizleri de affetti. Şimdi artık eşlerinize serbestçe yaklaşın ve Allah'ın
size yazmış olduğunu arayın, isteyin.
Tanyeri
ağarıp siyah ipliği beyaz iplikten ayırdedinceye kadar yiyin, için. Sonra
orucu geceye kadar sürdürün. Mescidlerde itikâfa girdiğinizde eşlerinize
yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın çizdiği sınırlardır, onlara yaklaşmayın.
Allah, ayetlerini insanlara böyle açık açık anlatıyor ki, yasaklardan sakınabilsinler.
Orucun
farz olduğu ilk yıllarda iftardan sonra uyuyunca artık kadına yanaşma, yeme
ve içme yasağı başlardı. Bu durum eğer oruç tutmuş olan kimse bir süre
sonra uyansa -Bu uyanışı tanyeri ağarmadan önce bile olsa- ne eşine yanaşabiliyor,
ne yiyip içebiliyordu. Kimi zaman öyle oluyordu ki, adam iftar vaktinde
yiyecek birşey bulamıyor, bu arada uykuya dalıveriyordu. Sonra uyanıyor,
fakat yiyip içmesi helâl olmadığı için hiçbir şey yiyip içmeden oruca
devanı ediyor, ama ertesi günü bitkin düşüyordu. Bu durum Peygamberimizin
kulağına gitmişti.
Kimi
zaman da öyle oluyordu ki, iftardan sonra kadın ya da erkekten biri uyuyordu;
fakat bir süre sonra uyandıklarında eşlerden birinin canı karşı tarafa
yanaşmayı istiyor ve bu arzusunu gerçekleştiriyordu. Böyle durumlar da
Peygamberimizin kulağına varmıştı. Böyle olunca oruç yükümlülüğünü
yeriné getirmek müslümanlara zor gelmeye başladı. Bunun üzerine yüce
Allah bu zorluğu kolaylaştırdı, onlara kendi nefisleri üzerinde somut bir
deney yaptırarak kolaylığın değerini, yüce Allah'ın rahmetinin ve duaları
kabul ediciliğinin derecesini anlamalarını sağladı. Arkasından bu ayet
inerek oruç tutanlara akşam ile tanyeri ağarması arasında kalan sürede eşlerine
yanaşmayı, cinsel ilişkide bulunmayı helâl kıldı:
"Oruç
tuttuğunuz günlerin gecelerinde eşlerinize yaklaşmak size helâl kılındı."
Ayette
kullanılan "Refs" sözcüğü hem cinsel ilişki öncesi oynaşmalar
ve hem de bizzat cinsel ilişki anlamlarına gelir. Burada bu anlamların her
ikisi de kasdedilmiş ve serbest bırakılmıştır. Fakat Kur'an-ı Kerim, eşler
arasındaki cinsel ilişki konusunu her zaman yumuşak ve nazik bir üslup ile
alır, böylece karı-koca ilişkisine incelik, pırıltı ve canayakınlık
yansıtır; bu ilişkiyi hayvanlara özgü kabalığından ve arsızlığından
uzaklaştırır; aynı zamanda bu ilişkilerin sağlıklı yürümesi açısından
gizliliğin ve örtülmüşlüğün taşıdığı önemi vurgular:
"Onlar
size örtüdür, elbisedir; siz de onlara örtü, elbisesiniz."
Elbise,
örtünme ve korunma aracıdır. Karı-koca arasındaki ilişki de tıpkı böyledir.
Herbiri, karşı tarafın üzerine örtü çeker, onu korur. İslâm, insan
denen şu varlığı bütünü ile ve olduğu gibi ele alır, onun yapısını
ve fıtri karakterini aslına uygun biçimde kabul eder ve bu realist yaklaşım
içinde elinden tutarak onu bütünü ile yüceliklerin zirvesine tırmandırmaya
çalışır. İşte bu bakış açısı ile insana yaklaşan İslâm, kanın ve
etin atılımını anlayışla karşılayarak üzerine bu tatlı soluğu üfler
ve bu nazik örtüyü örter.
Ayetin
devamında, müslümanların içlerinde gizledikleri duyguları bildiği için yüce
Allah'ın kendilerine yönelik rahmetinin sonucu olarak fıtrî içgüdülerinin
arzularını tatmin etmelerine izin verdiği belirtiliyor:
"Allah,
sizin nefisleriniz tarafından aldatıldığınızı biliyordu, bunun için
tevbelerinizi kabul ederek sizleri affetti."
Burada
sözü geçen müslümanların nefislerine karşı işledikleri hıyanet, gizli
duygular ve bastırılmış arzular biçiminde olabileceği gibi doğrudan doğruya
cinsel ilişki eylemi biçiminde gerçekleşmiş olabilir. Zaten bazılarının
bu eylemi gerçekleştirdiklerini yansıtan rivayetlere rastlanmaktadır. Her
iki durumda da müslümanların zayıflığı ortaya çıkınca yüce Allah
onların tevbelerini kabul ederek günahlarını bağışladı ve kendi
kendilerine ihanet etmiş oldukları konuda onlara hareket serbestliği tanıdı:
"Şimdi
artık eşlerinize serbestçe yaklaşın"
Fakat
bu serbestlik, bu sakıncasızlık; yüce Allah'a bağlılık tazelenmeden, bu
eylemde de vicdanları yüce Allah'a yöneltmeden yürürlüğe girmiyor:
"Allah'ın
size yazmış olduğunu arayın, kovalayın:'
Yani
"Yüce Allah'ın size yazmış olduğu kadından yararlanmayı, çoluk-çocuk
edinerek soyunuzu sürdürme nimetini, cinsel ilişkinin bu ürününü arayın,
kovalayın. Bunların her ikisi de yüce Allah'ın buyrukları arasındadır,
O'nun tarafından size bağışlanmış olan nimetlerdendir. O, bunları size mübah
kıldığı, size sunduğu için onları aramak ve kovalamak sizin için mubahtır.
Fakat bilmelisiniz ki, bu nimet ile yüce Allah arasında sıkı bir bağ vardır,
onu bağışlayan O'dur ve arkasında bir hikmet vardır, O'nun hesabına göre
bu nimetin bir amacı vardır. Buna göre bu eylem, her faaliyetin yönelik olduğu
o yüce ufuktan kopuk, ona yabancı, sırf organizmaya yapışık bir hayvanî
boşalmadan ibaret bir içgüdüsel faaliyet değildir."
Bu
anlayış sayesinde karı-koca arasındaki cinsel ilişki, bu ilişkiden daha büyük,
toprak düzeyinden ve ilişki anının sağladığı hazdan daha yüksek olan
bir amaca bağlanır. Yine bu anlayış sayesinde bu ilişki, arınmışlık,
incelik ve yücelik kazanır. Gerek Kur'an'ın yönlendirme sürecinde ve
gerekse İslâmî düşünce sisteminde yeralan bu tür telkinleri gözden geçirdikçe
şu insanlığın, fıtratının, yeteneklerinin ve yapısal karakterinin sınırları
içinde ilerleyip gelişmesi için İslâm tarafından harcanan hikmetli ve
verimli çabaların değerini daha iyi anlıyoruz. İşte Allah'ın insanlığa
sunduğu İslam'ın eğitim, yüceltme ve geliştirme metodu. O Allah ki, yarattıklarını
herkesten iyi tanır; O, kullarına karşı engin bir lütuf sahibidir ve herşeyin
içyüzünden haberdardır.
Yüce
Allah Ramazan gecelerinin söz konusu süresi zarfında cinsel ilişkiyi mubah kıldığı
gibi yemeyi ve içmeyi de mubah kılmıştır.
"Tanyeri
ağarıp siyah ipliği beyaz iplikten ayırdedinceye dek yiyin, için."
Yani
"Ufukta ve dağ doruklarında aydınlık belirinceye kadar..." Bu aydınlıktan
kasdedilen şey, "yalancı şafak (fecr-i kâzib)" diye anılan gökte
beyaz ipliğin belirmesi durumu değildir. İmsak vaktinin belirlenmesi ile
ilgili bize ulaşan rivayetlere dayanarak diyebiliriz ki, imsak vakti güneşin
doğuşundan az önceki vakittir. Biz şimdi, ülkemizdeki geleneksel ibadet
takvimi uyarınca şer'i vaktinden biraz daha önce imsaka giriyoruz. Bu durum,
belki de daha ihtiyatlı olma endişesinden kaynaklanıyor.
Nitekim
İbn-i Cerir'in sahabilerden Semure b. Cündüb'a (Allah onlardan razı olsun)
dayanarak bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz bu konuda şöyle buyuruyor:
"Tanyeri
ağarıncaya (ya da fecir doğuncaya) kadar ne Bilâl'in ezan sesi ve ne de şu
ufukta beliren beyazlık sizi aldatmasın."
Yine
İbn-i Cerir'in, Sevad b. Hanzele yolu ile yine Semure b. Cündüb'e (Allah
onlardan razı olsun) dayandırarak bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle
buyuruyor:
"Ne
Bilâl'in ezanı ve ne de şerit biçimindeki tanyeri ağarması, sizi sahur
yemeği yemekten alıkoymasın. Sahur yasağı, ufukta belirecek yuvarlak ağartı
ile başlar."
Peygamberimizin
(salât ve selâm üzerine olsun) burada sözünü ettiği "Ufukta beliren
yuvarlak ağartı" güneşin doğuşundan az önceki bir vakti gösterir.
Hz. Bilâl, uyuyan sahabileri uyarmak için sabah ezanını vaktinden önce
okurdu. oysa Peygamberimizin bir başka müezzini olan İbn-i Umm-ı Mektûm
(Allah her ikisinden de razı olsun) bu ezanı imsak vaktinden sonra okurdu.
Peygamberimiz bu yüzden Hz. Bilâl'in ezanına işaret ediyor.
Daha
sonra mescidlerde (camilerde) girilecek itikâf; yüce Allah ile başbaşa
kalmak üzere camilere kapanmak ve abdest bozma, yeme, içme gereği olmadıkça
eve girmemek demektir. Ramazan'ın son günlerinde müstehaptır. Peygamberimiz,
Ramazan'ın son on günü itikâfa girerdi. İtikâf, dünyadan koparak sırf yüce
Allah ile başbaşa kalma dönemidir. Bundan dolayı duygu dünyasının her şeyden
sıyrılmasını ve kalbin her türlü dünya meşguliyetinden uzak kalmasını
sağlayacak bu eksiksiz Allah'a yönelmeyi, sırf O' nunla başbaşa kalma amacını
gerçekleştirebilmek için bu süre içinde cinsel ilişki yasağı getirilmiştir.
"Mescidlerde
itikâfa girdiğinizde eşlerinize yaklaşmayın."
İtikâf
dönemindeki cinsel ilişki yasağı, günün hem oruçla geçirilmesi gereken dönemi
ve hem de oruçsuz kalınacak devresi için geçerlidir.
Bu
ayetin sonunda bütün faaliyetlerin, bütün yasakların, bütün emirlerin, bütün
sakındırmaların, bütün hareketlerin ve durgunluğun Kur'anî metod gereği
yüce Allah'a yöneltilmesi onun adına yapılması gerektiği vurgulanıyor:
"Bunlar,
Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın onlara yaklaşmayın."
Burada
sınırlara ``yaklaşmak" yasaklanıyor ve böylece helâller alanı ile
yasaklar alanı arasında bir güvenlik kuşağı oluşturuluyor. Çünkü yasak
bölge çevresinde dolaşan kimse her an bu bölgeye girme tehlikesi ile karşı
karşıyadır. İnsan her zaman nefsine hakim olamaz. Bu yüzden nefsinin
arzuladığı yasaklara yaklaşarak iradesini sınava sokmaktan kaçınması,
yasaklara dalmak üzere olan nefsine engel olabileceğine fazla güven bağlamaması
daha tedbirli ve yerinde bir tutumdur. Ayrıca burada söz konusu olan alan,
cinsel hazların ve şehevi isteklerin sınırlarının alanı olduğu için
ayetteki yasak "yaklaşmayın" biçiminde karşımıza çıkıyor. Gerçi
maksat yasağa yaklaşmak değil, bilfiil yasağa dalmaktır. Fakat bu şekilde
dile getirilen bu uyarı, daha sakındırıcı ve takvaya yöneltici bir telkin
içeriyor. Şimdi de ayetin son cümlesini okuyalım:
"Allah
ayetlerini insanlara böyle açıklıyor ki, yasaklardan sakınabilsinler."
Görüldüğü gibi takva, yüce Allah'ın ayetlerini insanlara açıklamasının
gayesi olarak karşımıza dikiliyor. Zaten takva, bu Kur'an-ı Kerim'in her dönemdeki
değişmez muhatapları olan mü'minlerin değerini takdir etmekte
gecikmeyecekleri en büyük amaçtır.