Şimdi
de orucun, başka bir deyimle yeme-içme yasağının ışığı altında başka
tür
bir yeme yasağı ile, yani "başkalarının malını haksızlıkla
yeme" yasağı ile karşılaşıyoruz. Bu haksız mal yeme türü şöyle
oluyor: Bir adam düşünelim ki, aslında kendisinin hakkı olmayan bir mal
konusunda elindeki belgelerin ve ipuçlarının demagojik yorumuna, güzel konuşma
ve etkili savunma yeteneğine dayanarak dava açıyor. Hakim de önüne
getirilen sözde delilleri ve gerekçeleri gözönüne alarak haksız taraf
lehine karar veriyor. Oysa gerçek, kendisine gösterildiği gibi değildir.
Bu
uyarı, yüce Allah'ın "koyduğu sınırlar"a değinildikten ve takva
çağrısından hemen sonra geliyor. Böylece yüce Allah'ın yasaklarından alıkoyucu
olan korku havasının etkisi altında kalması sağlanıyor insanın.
188-
Birbirinizin mallarını haksız yollardan yemeyin. İnsanların bir kısım
mallarını günah olacak biçimde bile bile yemek için hakimlere peşkeş çekmeyin.
GASB
Ünlü
müfessir İbn-i Kesir, bu ayet hakkında şu açıklamayı yapıyor:
Ali
b. Talha şöyle diyor: "Abdullah b. Abbas'dan gelen bir rivayet de aynı
niteliktedir: Bu ayet, başkasının hakkı olan bir malı zimmetine geçiren
bir adam ile ilgilidir. Adam, bu mal konusunda aleyhinde delil olmadığı için
borcunu inkâr ediyor ve bu iddia ile mahkemeye başvuruyor. Oysa haksız olduğunu,
günahkâr olduğunu, yediği malın haram olduğunu biliyor."
Nitekim
Mücahid, Said b. Cubeyr, İkrime, Hasan, Katade, Sedi, Mukatil b. Hayyan,
Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'den rivayet edildiğine göre adı geçen zatlar bu
konuda "Haksız olduğunu bile bile dâva açma" demişlerdir. Öte
yandan Buharî ile Müslim'in, Umm-u Seleme'ye dayanarak naklettikleri bir
hadise göre Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
"Hiç
kuşkusuz ben de bir insanım. Zaman zaman bana da davacı başvurur. İçinizden
biri, bir başkasına göre davasını daha etkileyici bir dil ile savunabilir
ve ben de onun lehine hüküm verebilirim. Bu şekilde kimin lehine hüküm
verir de başkasının hakkını zimmetine geçirirsem bilsin ki, bu haksız
mal, bir ateş parçasıdır. Buna göre ister onu taşısın, isterse bıraksın."
Görülüyor
ki, Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) böylelerini içyüzünü
bildikleri davaları ile başbaşa bırakıyor. Zira hakimin kararı ne herhangi
bir haramı helâl ve ne de herhangi bir helâli haram haline getirebilir. O
sadece gözönündeki delillere göre bağlayıcılık ifade eder. Günahı,
sorumluluğu o konuda hile yapan, yanıltmaya başvuran tarafın omuzlarındadır.
Böylece
kısasta, vasiyyette ve oruçta olduğu gibi mahkeme önüne çıkmakta ve malda
da İslâm meseleyi takvaya, Allah korkusuna bağlıyor. Bunların tümü ilâhî
sistemin birbirini tamamlayan, uyumlu ve organik bölümleridir; hepsi de bu
sistemin bütün parçalarını birbirine bağlayan ilâhi kulpa, halkaya bağlıdırlar.
Böylece bu ilâhî sistem bölünmez, parçalanmaz bir bütün, organik bir ünite
oluşturur. Bu durumda bir tarafını bırakıp başka bir tarafını benimsemek
ve uygulamak, yüce Allah'ın kitabının bir kısmına inanıp bir kısmını
inkâr etmek anlamına gelir ki, böyle bir tutum, Allah korusun son çözümde
kâfirliktir.
Bir
önceki bölümde olduğu gibi bu bölümdeki ayetlerde de bu ümmete emredilen
farzların ve yükümlülüklerin, onun hayatını düzenleyen prensiplerin,
gerek kendi bireyleri arasındaki ve gerekse çevresindeki diğer milletler ile
olan ilişkilerini yönlendiren şeriat hükümlerinin, yasal esaslarının
anlatımına devam ediliyor.
Giriş
bölümünde hilaller (yani aylar) ile ilgili bir açıklama yeralıyor. Bunu,
cahiliyeden kalma bir adeti düzeltme amacı güden bir açıklama izliyor. söz
konusu cahiliye adetine göre belirli bir vesile ile herhangi bir eve girmek
gerektiğinde normal olan kapısından değil de arka tarafından giriliyordu.
Daha sonra genel olarak savaşla ilgili hükümler ve özel olarak haram aylarda
ve Mescid-i Haram sınırları içinde savaşmaya ilişkin esaslar anlatılıyor.
Bölümün sonunda ise İslâm'ın belirlediği, arındırdığı ve cahiliye düşünceleri
ile ilişkili tüm unsurlardan ayıkladığı şekliyle Hacc ve Umre
ibadetlerinin ayrıntıları açıklanıyor.
Yine
bu ayetler de -Daha önceki bölümde olduğu gibi-. bir yandan inanç ve düşünce
sistemine ilişkin hükümler, bir yandan ibadet amacı taşıyan davranışlara
ilişkin hükümler ve bir yandan da savaşa ilişkin hükümler karşımıza çıkıyor.
Bu hükümlerin hepsi aynı nokta etrafında bütünleşiyor, hepsinin sonu yüce
Allah'ı ve Allah korkusunu hatırlatan uyarılar ile noktalanıyor.
Meselâ
evlere arka taraflarından girme konusunu işleyen ayetin sonunda iyilik kavramına
doğru bir anlam kazandıran, iyiliğin görünürdeki davranışlarla değil,
takva derecesi ile ölçüleceğini vurgulayan bir uyarı ile karşılaşıyoruz:
"Evlere
arka taraflarından girmeniz iyiliğe uygun bir davranış değildir. İyiliğe
uygun davranış, kötülükten sakınarak, Allah'tan korkarak evlere kapılarından
girenlerin davranışıdır. Allah'tan korkun ki, kurtuluşa, umduğunuza
eresiniz." Genel anlamda savaş konusunda ise müslümanlar ölçüyü aşmamaya,
saldırgan olmamaya çağrılmakta ve bu mesele ile yüce Allah'ın sevgisi ve
nefreti arasında bağ kurulmaktadır:
"Çünkü
Allah ölçüyü elden bırakanları, saldırganları sevmez."
Haram
aylarda savaşmanın hükmünü açıklayan ayet de müslümanları Allah'tan
korkmaya çağıran şu uyarı ile sona eriyor:
"Allah'tan
korkun ve bilin ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir." Öte
yandan, Allah yolunda mal infak etmeyi emreden ayetin son cümleciğinde de yüce
Allah'ın iyilik yapanları sevdiği vurgulanmaktadır:
"İyilik
yapın hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları sever."
Bunların
yanısıra Hacc ibadetinin bazı hareketlerini anlatan ayet de şu yorum cümleciği
ile noktalanıyor:
"Allah'tan
korkun ve bilin ki, O'nun azabı ağırdır."
Aynı
şekilde Haccın ne zaman yapılacağını, Hacc sırasında kadına yaklaşmanın,
diğer hacı adayları ile küfürleşmenin ve kavga etmenin yasak olduğunu
belirten ayet de şu uyarı cümleciği ile bağlanıyor:
"Yanınıza
yolazığı alın. Hiç şüphesiz en hayırlı yolazığı takvadır; Allah
korkusudur. Ey akıl sahipleri benden korkun."
Hatta
müslümanları, Hacc ibadetinin bitiminden sonra yüce Allah'ın adını anmaya
çağıran ayetin sonunda bile yukarıdakiler ile aynı içeriği taşıyan şu
yorum cümleciği yeralıyor:
"Allah'tan
korkunuz ve biliniz ki, hepiniz O'nun huzurunda biraraya getirileceksiniz."
Böylece
bu değişik konuların birbirleriyle sıkı bir ilişki halinde ve birbirine
kenetlenmiş olduğunu görüyoruz. Bu sıkı ilişki, bu dinin karakterinden
kaynaklanır. Bu dinin karakterinde ibadet amaçlı hareketler, kalpteki
duygulardan ve bunların her ikisi sosyal hayata yön veren yasal düzenlemelerden
ayrılmaz. Bu din, ancak hem dünya işlerini hem Ahiret işlerini, hem kalple
ilgili gelişmeleri, hem sosyal ve devletlerarası ilişkileri hep birlikte
kapsadığı; hayatı tümü ile denetimi altına alarak onu, üniteleri
birbirini tamamlayan tek bir düşünce sistemi, uyumlu tek bir metod, yaygın
tek bir sosyal düzen ve tek bir araç uyarınca yönlendirdiği takdirde rayına
oturabilir. Burada sözü geçen tek uygulama aracı, hayatın bütün faaliyet
kesimlerinde yüce Allah'ın şeriatına dayanan kendine özgü, orjinal hayat
sistemidir.
Bu
surenin incelemekte olduğumuz bölümünden itibaren Kur'an-ı Kerim'in değişik
bir anlatım tarzı ile karşılaşıyoruz. Bu yeni anlatım tarzı, birtakım
merak edilen meselelere cevap biçiminde karşımıza çıkıyor. Müslümanlar
bu durumlarda Peygamberlerine (salât ve selâm üzerine olsun) çeşitli
meseleler hakkında sorular soruyorlardı. Sordukları bu meseleler hayatlarının
yeni döneminde karşılaştıkları problemlerle ilgiliydi. Bu meselelerde yeni
düşünce sistemleri, yeni yaşama düzenleri uyarınca nasıl hareket
edeceklerini öğrenmek istiyorlar; ayrıca içinde yaşadıkları evren karşısında
uyanıklık kazanan duyu organlarının dikkatini çeken bazı evrensel
realiteler de zaman zaman bu sorularının gündemini oluşturuyordu.
Meselâ
hilâller, yeni aylar hakkında soru soruyorlar. Acaba bunların mahiyeti nedir?
Ayın görüntüsü niçin önce hilâl biçiminde beliriyor, sonra gitgide büyüyerek
yuvarlak bir dolunay halini alıyor, arkasından da yavaş yavaş eksilerek yine
hilâl şekline giriyor; sonra da yeniden hilâl biçiminde ortaya çıkmak üzere
gözlerden kayboluyor?
Bir
başka zaman Allah yolunda nasıl harcama yapacaklarını, hangi tür mallardan
harcama yapacaklarını, sahip oldukları servetin ne kadarını ve ne orandaki
bölümünü vereceklerini soruyorlar.
Başka
bir zaman da haram aylarda ve Mescid-i Haram civarında savaşmanın hükmünü
soruyorlar: "Acaba bu savaş caiz midir, değil midir?" diyorlardı.
Bir başka gün, alkollü içkinin ve kumarın hükmünün ne olduğunu öğrenmek
istiyorlar. Bilindiği gibi cahiliye döneminde içki ve kumar Araplar arasında
çok yaygındı.
Bir
başka gün ise kadınların aybaşı kanamaları hakkında soru soruyorlar. Kadınların
bu dönemlerinde onlarla aralarındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğini öğrenmek
istiyorlar. Başka bir zaman da eşleri ile aralarındaki en mahrem meseleler
hakkında sorular soruyorlar. Kimi zaman da bu tür sorular kadınların
kendileri tarafından gündeme getiriliyordu.
Kur'an-ı
Kerim'in diğer surelerinde yeralan, çok daha değişik konularla ilgili
sorular da vardı bunların arasında.
Bu
sorular çeşitli açılardan anlamlı, önemli birkaç realitenin somut göstergesidir:
1-
Bu sorular, herşeyden önce müslümanların yaşama tarzında ve sosyal ilişkilerinde
belirgin bir açılmanın, canlanmanın ve gelişmenin meydana geldiğini, yavaş
yavaş orjinal kişiliğini bulmaya başlayan İslâm toplumunda yeni toplumsal
şartlar belirdiğini, müslümanların bu topluma güçlü bağlarla bağlandıklarını,
artık onların eski başıboş fertler ya da dağınık kabileler olmadıklarını;
kendine özgü bir yapısı, bir düzeni, herkesin bağlı olduğu bir
fonksiyonu olan yeni bir ümmet haline geldiklerini gösterir. Bu ümmetin her
ferdi toplumdaki davranışlarının biçimi ve sosyal ilişkilerinin nasıl
olması gerektiği ile ciddi biçimde ilgileniyor. Bu durum İslâm düşünce
sisteminin, düzeninin ve yönetim mekanizmasının ortak katkısı ile meydana
getirdiği yeni bir durumdur. Genel anlamda sosyal, fikrî, duygusal ve insanî
düzeylerde beliren somut bir gelişme ile karsı karşıyayız.
2-
Bu soruların diğer bir anlamı, ikinci bir göstergesi de şudur: Bu ümmette
son derece uyanık bir dinî bilinç, güçlü ve vicdanlara egemen bir inanç
gelişmiştir. Bu yüzden herkes gündelik hayatında yeni inanç sisteminin görüşünün
ne olduğundan emin olmaksızın herhangi bir hareket yapmaktan çekiniyor. Artık
eski hayatlarından kalma ve böyle durumlarda başvurabilecekleri hükümler ve
bilgi birikimleri de yok. Çünkü bütün cahiliye dönemi alışkanlıklarını
kalplerinden söküp attılar, onlara güvenlerini yitirdiler ve bunun sonucu
olarak hayatlarının her alanında yeni direktifler beklemeye koyuldular. Bu
duygusal durum, gerçek imanın meydana getirdiği bir durumdur.
Böyle
bir durumda daha önce yürürlükte bulunan bütün hükümlerden, bütün geçmiş
alışkanlıklarından sıyrılır, cahiliye döneminde yaptığı eylem karşısında
çekingen bir tutum takınır; her konuda yeni inanç sistemi tarafından yönlendirilmeye
yatkın bir beklentiye girer; yeni hayatını geçmişin tüm gölgelendirici
etkisinden uzak kalarak bu yeni inanç sistemine uyarlama konusunda titiz bir çaba
gösterir. Bu arada eğer yeni inanç sisteminden, eski alışkanlıklarının
şu ya da bu ayrıntısını onaylayan bir direktif alırsa bunu yeni düşünce
sistemine bağlı, yepyeni bir unsur olarak algılar. Çünkü yeni düzenin,
eski düzenin bütün ayrıntılarını ortadan kaldırması gerekli ve kaçınılmaz
değildir. Fakat önemli olan, bu ayrıntıların, yeni düşüncenin özü ile
irtibatlandırılmasıdır. O zaman bu ayrıntılar, bu düşünce sisteminin
ayrılmaz parçası, yapısının öz unsurları ve diğer parçaları ile uyuşan
öğeleri olurlar. Tıpkı İslamın Hacc ibadeti içinde benimsediği eski
ziyaret gelenekleri gibi. Bu durumda bu gelenekler İslâm düşüncesinden
kaynaklanmış, onun ilkelerine dayalı, cahiliye düşüncesi ile hiçbir ilişkisi
kalmamış geleneklere ve hükümlere dönüşürler.
3-
Bu sorulardan çıkan üçüncü bir anlam da bu dönemin tarihinden kaynaklanıyor.
Bilindiği gibi bu dönemde Medine'li yahudiler ve Mekke'li müşrikler zaman
zaman İslâm'ın yeni düzenlemelerinin değeri konusunda zihinleri bulandırma
kampanyaları açıyor, kimi olaylar ve uygulamalar ile ilgili olarak yanıltma
kampanyaları başlatabilmek için önlerine çıkan her fırsattan yararlanıyorlardı.
Meselâ Abdurrahman b. Cahş'ın komutasındaki bir askeri müfrezenin haram
aylarda müşrikler ile çatışmaya girdiği biçimindeki söylentiler ve
dedikodular bu amaca yönelikti. Bu maksatlı kampanyalar zihinlerde şüphe
belirmesine yolaçıyor ve bu soruların cevaplandırılması gerekiyordu. Ancak
bu yolla bu zehirli kampanyaların önüne geçilebilir, müminlerin kalplerine
güven ve huzur aşılanabilirdi.
söz
konusu sorularından çıkarılacak önemli sonuç Kur'an-ı Kerim'in sürekli
bir savaşın ortasında olması idi. Bu savaş ister kalplerde yapılan
cahiliye düşünceleri ile İslâm düşüncesi arasındaki iç savaşta olsun,
ister müslüman cemaat ile çevresinde pusuya yatmış, fırsat kollayan düşmanları
arasında cereyan eden dış savaşta olsun, Kur'an-ı Kerim etkin bir faktör
olarak devrede idi.
Bu
savaşların her iki türü de hâlâ devam ediyor. Zira, insan nefsi, yine o
eski nefis olduğu gibi müslüman ümmetin düşmanları da yine o günkü düşmanlardır
ve Kur'an'da gözlerimizin önünde, elimizin altındadır. İnsan vicdanının
ve müslüman ümmetin, bu Kur'an'ı savaşa sokmaktan, ona o ilk dönemde olduğu
gibi canlı ve tam tekmilli bir faktör olarak bu mücadeleye katılma fırsatı
vermekten başka hiçbir kurtuluş yolu yoktur. Müslümanlar bu gerçeğin
kesinlikle bilincine varmadıkça ne kendilerini kurtarabilirler ve ne de
herhangi bir başarı elde edebilirler.
Bu
gerçeğin insan vicdanında meydana getireceği asgari etki, Kur'an'a bu anlayışla,
bu idrakle ve bu düşünce ile yaklaşmak; onu hareketli, etkili, düşünce üretici,
cahiliye zihniyetine karşı direnen, bu ümmeti savunucu ve onu tökezlemelerden
koruyucu bir kaynak olarak algılamaktır; buna karşılık onu bu günkü
insanlar gibi sırf ahenkle okunacak tatlı nağmeler bütünü ve güzel sözler
serisi şeklinde algılayan ve onun fonksiyonunu bundan ibaret sanan düşünceden
uzak durmaktır.
Halbuki
yüce Allah Kur'an'ı bundan başka bir fonksiyon icra etmek için indirmiştir.
Yüce Allah Kur'an'ı eksiksiz bir hayat tarzı meydana getirmek ve bu hayat
tarzını harekete geçirerek dikenler, uçurumlarla dolu, çeşitli arzu ve
ihtirasların cirit attığı, her adım başında engellerin kol gezdiği sıkıntılarla
dolu yolda ilerlemeye çalışan insanlığı güvenli bir kapıya ulaştırmak
amacıyla indirmiştir.
Şimdi
bu bölümün ayetlerini ayrıntılı biçimde incelemeye geçelim:
189-
Ey Muhammed, sana hilâl aşamasındaki aylar hakkında soru soruyorlar. De ki;
"Onlar insanlar ve Hacc için zaman ölçüsüdürler." Evlere arka
taraflarından girmeniz iyiliğe uygun bir davranış değildir. İyiliğe uygun
davranış, kötülükten sakınarak evlere kapılarından girenlerin tutumudur.
Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa, umduğunuza eresiniz.
HİLÂLLER
Bazı
rivayetlere göre yukarda değindiğimiz gibi müslümanlar, Peygamberimize (salât
ve selâm üzerine olsun) hilâllerin belirme, gelişme ve tekrar eksilme
sebebinin ne olduğunu sormuşlardı. Diğer bazı rivayetlere göre müslümanlar,
Peygamberimize "Ya Resulallah, hilâller niçin yaratıldı?" sorusunu
sormuşlardı. Sorunun bu ikinci şekli, soruya verilen cevabın karakterine
daha uygun düşer. Çünkü yüce Allah Peygamberimize "De ki; onlar
insanlar ve Hacc için zaman ölçüsüdürler" buyurmuştur.
Evet,
hilâller, insanlar için gerek Hacc yolculuğuna çıkmaları ve ihrama
girmeleri, gerek oruca başlamaları ve oruç bozmaları, gerek evlenmeleri, boşanmaları
ve boşanma sonrasındaki bekleme süreleri, gerek alış-verişleri,
ticaretleri ve borç vadeleri, kısaca hem ibadet ve hem de diğer dünya işleri
konusunda birer zaman ölçüsüdürler.
Bu
cevap ister muhtemel sorunun birinci şekline ister ikinci biçimine karşılık
olsun her iki durumda da soyut teorik bilime değil, müslümanların gündelik
pratik hayatlarına yönelik bir açıklamadır. Bu açıklama, müslümanlara
hilâllerin pratik hayatlarındaki fonksiyonunu anlatıyor; onlara Ay'ın
astronomik rolünden ve bu rolünü nasıl yerine getirdiğinden sözetmiyor.
Oysa böyle bir açıklama "Ay, niçin hilâl biçiminde görünüyor?"
sorusunun kapsamına dahildir. Bunun yanısıra bu cevapta Ayın, güneş
sistemindeki fonksiyonunu ya da uzayda bulunan gezegenlerin hareket dengesi bakımından
yüklendiği rolü de anlatmıyor, ki, böyle bir açıklama "Yüce Allah
Ayı niçin yarattı?" sorusunun kapsamına girer. Peki, o halde cevap
verirken benimsenen bu doğrultunun ortaya koyduğu düşünce yaklaşımı
nedir?
Belirli
bir düşünce, belirli bir sosyal düzen, belirli bir toplum kurmayı amaçlayan
Kur'an-ı Kerim, yeryüzünde insanlığın önderliği hususunda özel bir rol
oynayacak olan yeni bir ümmet ortaya çıkarmak istiyordu. Bu ümmet, daha önceki
toplumlar arasında eşi bulunmayan orjinal bir örnek oluşturacak, daha önce
eşi görülmemiş, orjinal bir hayat yaşatacak, bu hayatın dünyada temel
kurallarını yerleştirecek ve insanlığı bu hayat tarzı doğrultusunda yönetecekti.
Bu
soruya "bilimsel" bir cevap verilmiş olsaydı soruyu soranlara
astronomi alanında teorik bir bilgi sağlayabilirdi. Yalnız bu da o günün
insanlarının bu daldaki bilgi birikimleri kıt olduğu için verilecek bilgiyi
kavrayabilmelerine bağlı idi. Öte yandan o günkü insanların böyle bir
bilgiyi kavrayabilecekleri çok şüpheliydi. Çünkü bu türden bir teorik
bilgi uzun ön açıklamalar gerektirirdi ki, bunlar o çağın mantık düzeyine
göre hayli karmaşık sayılırdı.
Bundan
dolayı Kur'an-ı Kerim, insanlığın henüz algılamaya hazır olmadığı ve
birinci derecedeki fonksiyonu bakımından fazla bir fayda sağlamayacak olan böyle
bir cevap vermeyi uygun bulmadı. Zaten Kur'an, şartlar ne olursa olsun, hiçbir
zaman bu tür bir cevabın alanı değildir. Çünkü Kur'an, bu tür ayrıntılı
bilgilerden çok daha önemli bir görevi yerine getirmek için gelmiştir.
Kur'an-ı Kerim ne bazı saf bağlılarının sayfaları arasında aramaya kalkıştıkları
ve ne de onun pozitif bilimlere karşı olduğunu ileri süren bazı düşmanlarının,
ayetleri arasında maksatlı iddialarını belgeleyecek bir ipucu yakalamaya uğraştıkları
bir astronomi, bir kimya ya da bir tıp bilimi kitabı olsun diye gelmiş değildir.
Sözünü
ettiğimiz her iki zıt girişim de bu kutsal kitabın karakteri, görevi ve
bilgi alanı konusundaki bir yanlış anlamanın göstergesidir. Onun ilgi ve
bilgi alanı insan psikolojisi ve insan hayatıdır. Kur'an-ı Kerim'in görevi;
varlık alemi ve bu alemle yaratıcısı arasındaki ilişki hakkında, insanın
bu varlık alemi için : deki konumu ve yaratıcısı ile arasındaki ilişki
konusunda zihinlerde genel bir düşünce oluşturmak; bu düşünceye dayanan
ve insana akıl yeteneği dahil olmak üzere bütün yeteneklerini ve enerji
birikimlerini kullanma imkânı sağlayacak bir hayat düzeni kurmaktır.
Kurulan bu hayat düzeni doğrultusunda gelişme imkanı bulan insan akli,
insanoğluna bağışlanan imkânların sınırları içinde bilimsel araştırmalara,
deneylere ve uygulamalara girişmek üzere serbest bırakılacak, akıl da bu
yollardan giderek ulaşabileceği sonuçlara ulaşacak, fakat bu sonuçlar doğal
olarak ne nihaî ve ne de mutlak nitelikte olmayacaktır.
Kur'an-ı
Kerim'in çalışma konusu ve ilgi alanı insanın kendisidir; insanın düşüncesi,
inancı, duyguları, kavramları, davranışları, tutumları, ilişkileri ve bağlantılarıdır.
Maddi bilimlere, bütün araç ve bölümleri ile maddi alemde gerçekleştirilecek
bilimsel keşiflere ve icaplara gelince, bu görev; insan aklına, insan tecrübesine,
insan buluşuna, insanın varsayım ve teori geliştirme yeteneklerine havale
edilmiştir. Çünkü insanın yeryüzündeki halifeliğinin temeli bu olduğu
gibi yapısının karakteri de bu fonksiyona yatkındır.
Kur'an-ı
Kerim insanın fıtrî orjinalliğini sapmalar ve yozlaşmalar karşısında
korur, içinde yaşayacağı düzenin sağlıklı olmasını sağlar, böylece yüce
Allah'ın bağışladığı yetenekleri serbestçe kullanmasını mümkün hale
getirir; ona evrenin mahiyeti, yaratıcısı ile ilişkisi, yaratılışındaki
koordinasyon, oluşmasın-da kendisinin de katkısı olan çeşitli birimler
arasındaki ilişkinin mahiyeti hakkında genel bir düşünce edindirir. Arkasından
ayrıntıları anlamak ve hilâfet görevinde bunlardan yararlanmak üzere
yapacağı çalışmalarla kendisini başbaşa bırakır, ona tafsilâtla ilgili
bilgi vermez. Çünkü, tafsilat hakkında bilgi edinmek, insan çaba ve uğraşına
bağlanmış bir sonuçtur.
Ben,
Kur'an-ı Kerim'e, O'nun içinde bulunmayan bilgileri eklemeye koyulan,
fonksiyonu dışında işlevler gördürmeye kalkışan; tıp, kimya, astronomi
gibi bilim dalları ile diğer ilim dallarının birikimlerinden yola çıkarak
zoraki yorumlarla Kur'an'ın da bunları içerdiği şeklindeki iddiaları ileri
sürüp, güya bununla Kur'an'a saygınlık kazandırdıklarını sanan
budalalara hayret ediyorum.
Kur'ana
Kerim, konusunda eksiksiz tek kitaptır. Onun konusu bütün bu ilim dallarının
konularından daha önemli ve daha büyüktür. Çünkü bu konu, sözü edilen
bu bilgileri keşfeden ve onlarda-n yararlanan insanın kendisidir. Bilimsel araştırma,
deney ve uygulama yapmak insan aklının yeteneklerinden biridir. Kur'an ise işte
bu insanın psikolojik yapısını, kişiliğini, vicdanını, aklını ve düşüncesini
yapılandırmaya çalışır. Bunun yanısıra insanın bu potansiyel
yeteneklerini iyi bir şekilde kullanmasına uygun ortam sağlayacak olan sağlıklı
bir toplum yapısı oluşturmaya gayret eder. Düşünce ve duygu bakımından
sağlıklı insanlar ve bu insanlara çeşitli alanlarda atılım yapmaya elverişli
bir toplumsal ortam meydana geldikten sonra Kur'an-ı Kerim, insanı bilimsel
araştırma, bilimsel deney yapmak üzere serbest bırakır, onu bilimsel araştırma,
bilimsel deney ve bilimsel uygulama alanlarında yanılma ve gerçeği bulma
şıkları ile başbaşa bırakır. Çünkü insan düşünme, inceleme ve akıl
yürütmenin sağlıklı ölçüleri ile donatılmıştır.
Bir
de şu mesele var: Kur'an-ı Kerim, varlık aleminin karakteri, bu alemle yaratıcısı
arasındaki ilişki ve bu alemin birimleri arasındaki uyumun tabiatı konusunda
doğru düşünceyi geliştirmeye çalışırken zaman zaman evrenin bazı kesin
gerçeklerini anlatır. İşte Kur'an-ı Kerim'in anlattığı bu nihaî gerçekleri
insan aklının varsayımlarına, teorilerine ve bilimin kendi ölçüleri ile
kesin saydığı, deney metodu aracılığı ile elde ederek "bilimsel gerçekler"
diye adlandırdığı bulgulara bağlamak doğru değildir.
Kur'an'ın
anlattığı gerçekler nihaî, kesin ve mutlak gerçeklerdir. Oysa insan tarafından
gerçekleştirilen bilimsel araştırmaların bulguları, yararlandığı araştırma
araçları ne olursa olsun, nihaî ve kesin olmayan gerçeklerdir. Bu gerçekler,
araştırmacının yaptığı deneyler, bu deneylerin yapıldığı ortamın özel
şartları ve deneylerde kullanılan araçların imkânları ile sınırlıdır.
Buna göre, Kur'an-ı Kerim'in anlattığı nihaî gerçekleri, bu kesin olmayan
bilimsel verilere bağlamak, sözünü ettiğimiz insan kaynaklı bilim
metodunun kendisine göre, bir yöntem hatasıdır. Oysa insan bilgisinin bütün
elde edebildiği bilgi birikimi Kur'ani hakikatlerin çok az bir kısmını oluşturmaktadır.
Bizim
söylediğimiz, "bilimsel gerçekler" için sözkonusudur. Oysa
"bilimsel" diye nitelenen teoriler ve varsayımlar söz konusu olunca
yukardaki hükmümüz daha yüksek oranlı bir geçerlilik kazanır.
"Teoriler ve varsayımlar" derken evrenin oluşumu ile ilgili bütün
kozmik teorileri, insanın ortaya çıkışı ve evrim aşamaları ile ilgili bütün
teorileri, insan psikolojisini ve davranışlarını açıklamaya çalışan bütün
teorileri, bunların yanısıra insan toplumlarının doğuşunu ve gelişim aşamalarını
irdeleyen sosyolojik teorilerin tümünü bu kategori içinde değerlendiriyoruz.
Bunların
tümü insan kaynaklı bilimin ölçülerine göre bile "bilimsel gerçekler"
değil, sadece birtakım teoriler, varsayımlardır. Bütün bilimsel değerler
evrensel, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik olayların nisbeten daha büyük
bir kesimini yorumlamaya, açıklamaya elverişlidir. Bu elverişlilik avantajı,
daha büyük bir olaylar kesimini açıklayabilecek ya da problemlere daha ayrıntılı
açıklamalar getirebilecek başka ve daha yararlı hipotezler, varsayımlar
ortaya çıkana kadar geçerlidir. Bundan dolayı bu teoriler, bu varsayımlar
değişmeye, başkalaşmaya, iptale vé eklemelere açıktır. Hatta, eğer yeni
bir keşif ve icad aracı bulunur ya da eski bilgi birikimini yeni bir açıdan
yorumlayan değişik bir yaklaşım tarzı benimsenirse bu teori ve varsayımlar
alt-üst olmaya bile açıktır.
Kur'an'ın
genel işaretlerini, pozitif bilimlerin ortaya koyduğumuz her an değişebilecek
ya da az önce belirttiğimiz gibi bilimsel ölçütlerine göre bile mutlak
olmayan teorilerine, bağlamak isteyen her girişim, her şeyden önce bilimsel
metod açısından temel bir hatadır. Ayrıca böyle bir girişim, hiçbiri
Kur'an-ı Kerim'in kutsallığı ve saygınlığı ile bağdaşmayan üç değişik
anlam taşır:
1-
Bu düşünceyi benimseyen kişiler bilimsel verilerin gerçek doğrular olduğuna
inandıkları için Kur'an'ın ona bağımlı olduğu sonucuna varırlar ki
Kur'an'a inanan bu insanlar için yenilgiyi baştan kabullenmedir bu tavır. Bu
psikolojik bozgunun etkisinde kalan bazı kimseler Kur'an-ı Kerim'i pozitif
bilim aracılığı ile ispatlamaya, ona pozitif bilim kaynaklı kanıtlarla
destek sağlamaya kalkışırlar. Oysa Kur'an-ı Kerim, konusunda eksiksiz ve
gerçekleri kesin bir kitaptır. Pozitif bilim ise dün ispatladığını bugün
bozuyor. Elde ettiği hiçbir bulgu ne nihaidir ve ne de mutlaktır. Çünkü bu
bilimler insan aracılığı ile, insan aklı ve insan kaynaklı bilgi edinme
araçları ile, sınırlı ve kayıtladırlar. Bunların hiçbiri tek, nihaî
mutlak gerçeği sunacak nitelikte değildir.
2-
Bu anlamların ve sakıncaların ikincisi, Kur'an'ın niteliğine ve
fonksiyonuna ilişkin yanlış anlamadır. Bu niteliğe ve fonksiyona göre
Kur'an'ın hedefi; şu varlık bütününün karakteri ve ilâhî kanunlar
sistemi ile bağdaşacak yapıda bir insan yetiştirmektir. Yalnız bu çaba,
insanın mutlak olmayan, göreceli karakterinin elverdiği oranda sonuca
varabilir. Eğer varlık bütünü ile insan arasında böyle bir uyum sağlanabilirse,
insan çevresindeki evrenle çatışmaz, bilakis onunla dost olur ve bu dostluk
sayesinde onun bazı sırlarını öğrenir, yeryüzü halifeliği sırasında
kendisine gerekli olan kanunlarından; gözlem, araştırma, deney ve uygulama
yolları ile keşfedeceği bir kısım kanunlarından yararlanır. Bu yöntemleri
kullanarak gerçekleştireceği bilimsel buluşlar sırasındaki kılavuzu,
kendisine bağışlanan aklı olacaktır. Bu akıl, kendisine bilgi üretmek için
verilmiştir, yoksa bilimin verilerini önceden hazırlanmış olarak teslim alsın
diye verilmemiştir.
3-
Bu anlamların diğer bir sakıncası da Kur'an-ı Kerim'in ayetleri karşısında
takınılacak sürekli ve zorlamalı yorumlama çabası, böylece Kur'an-i
Kerim'i değişken, istikrarsız, hergüne başka bir yenilikle giren, varsayımların
ve teorilerin peşinden koşturma ve onlarla atbaşı gitmesini sağlamaya çalışma
girişimidir.
Bu
üç anlamın hiçbiri, daha önce belirttiğimiz gibi, Kur'an-ı Kerim'in
kutsallığı ve saygınlığı ile bağdaşmadığı gibi ayrıca birer
bilimsel metod hatası içerirler. Fakat bu demek değildir ki, Kur'an'ı
anlarken pozitif bilimlerin evren, hayat ve insan hakkında bulduğu teorilerden
ve bilimsel gerçeklerden yararlanmayacağız. Asla! Yaptığımız açıklamalardan
kasdettiğimiz şey bu değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kur'an'ın
gerçek olduğu onlar tarafından anlaşılıncaya kadar varlığımızın
belgelerini, ayetlerimizi onlara hem dış dünyada ve hem de kendi iç
alemlerinde göstereceğiz." (Fussilet Suresi, 53)
Pozitif
bilimlerin keşfettiği gerek dış dünya ve gerekse insanın kendisi ile
ilgili ilâhi gerçekler hakkında sürekli olarak kafa yormamız, pozitif
bilimin buluşları aracılığı ile Kur'an-ı Kerim'in anlattıkları
konusundaki ufkumuzun sınırlarını genişletmemiz, bu ayetteki işaretin bir
gereğidir.
Fakat
Kur'an ayetlerinin nihaî ve mutlak gerçeklerini, pozitif bilimlerin nihaî ve
kesin olmayan bulgularına bağlamadan bu işi nasıl yapacağız? Burada bir örnek
vermek yararlı olur.
Meselâ
Kur'an-ı Kerim şöyle diyor:
"O
ki, her şeyi yarattı ve belirli bir ölçüye göre düzenledi" (Furkan
Suresi, 2)
Bu
ayeti okuduktan sonra bir de pozitif bilimin bulgularına bakınca şu evrene
birtakım hassas dengelerin ve hemen dikkatimizi çeken bir uyumun egemen olduğunu
görüyoruz. Meselâ içinde yaşadığımız yerküreyi gözönüne aldığımızda;
kendi iç yapısı, güneş ve ay ile arasındaki mesafe, yine bu ikisine
nazaran büyüklüğü, kendi ekseniyle ekvator çizgisi arasındaki eğimi ve
nihayet dış yüzeyinin oluşum biçimi ile ve daha binlerce özelliği
sayesinde yerküremiz, hayat olayının doğuşuna ve uyumlu sürekliliğine
elverişli olmaktadır. Bu özelliklerden hiçbiri, değişmeye elverişli geçici
bir kural ya da amaçsız bir tesadüf değildir. İşte bu düşünceler az önce
okuduğumuz "O ki, her şeyi yarattı ve belirli bir ölçüye göre düzenledi"
ayetinin anlamını daha geniş biçimde anlamamıza, bu anlamın zihnimizde
daha derin bir biçimde yer etmesine yararlı olurlar. Buna göre, Kur'an
ayetlerinin anlamını genişletip derinleştirmeye yarayan bu tür düşünceleri
irdelemenin hiçbir sakıncası yoktur.
Bu
irdeleme ve pozitif bilimlerden yararlanma biçimi hem caizdir, hem de aranan
bir şeydir. Fakat bu konuda ne caiz ve ne de bilimsel bakımdan doğru olmayan
tutumu, şu örneklerle göstermeye çalışalım:
Kur'an-ı
Kerim "İnsanın süzme çamurdan yaratıldığım" söylüyor (Mü'minun
Suresi, 112) Buna karşın bir de A.R. Wallace ile C. Darwin tarafından geliştirilen
evrim teorisi ile karşılaşıyoruz. Bu teoriye göre hayat tek hücreden başlamış,
bu hücre suda oluşmuş ve bu hücrenin gelişiminin en son aşamasında insan
meydana gelmiş. Bu teoriyi okuduktan sonra Kur'an-ı Kerim'in yukardaki nassını
elimize alıyor ve bu teorinin peşinden koşarak "Kur'an-ı Kerim de bunu
demek istiyor" diyoruz.
Hayır,
işte bu olmaz. Her şeyden önce bu teori nihaî değildir. Çünkü bir yüzyıldan
daha kısa bir süre içinde neredeyse kökten değiştiğini söyletecek çapta
büyük değişikliklere uğradı. Özellikle her canlı türünün özelliklerini
koruyarak onun başka türlere dönüşmesine karşı duran genler ile ilgili
bilimsel gerçekler açıklandığında neredeyse geçersiz sayılmasına yolaçacak
derecede yetersiz olduğu belirlendi. Bu teori yarın da başka açılardan
yetersiz görülmeye, hatta geçersiz sayılmaya açıktır. Oysa Kur'an'ın
dile getirdiği gerçek nihaidir ve söz konusu teori ile aynı anlama gelmesi
de gerekli değildir. Kur'an-ı Kerim'in bu konudaki hükmü sadece insanın
meydana gelişinin aslını ortaya koyuyor, bu meydana gelişin ayrıntılı
anlatımına girmiyor. Bu açıklama, onun anlatmayı amaçladığı, insanın
meydana gelişinin hammaddesi bakımından nihaidir. O kadar, daha fazla bir şey
yok.
Yine
Kur'an-ı Kerim şöyle diyor:
"Güneş
de yörüngesinde akıyor (dönüyor)" (Yasin Suresi, 38)
Bu
ayet güneş ile ilgili nihaî, değişmez bir gerçeği belirliyor. Bu gerçek
güneşin döndüğüdür. Pozitif bilim de diyor ki; "Güneş, çevresinde
dönen gezegenlere oranla saniyede yaklaşık on iki millik bir hızla dönüyor.
Ayrıca kümesinde yeraldığı galaksinin diğer yıldızları ile birlikte
saniyede yaklaşık yüz yetmiş mil hızla dönüyor."
Fakat
astronomi biliminin bu bulguları, yukardaki Kur'an ayetinin anlamının aynısı
değildir. Astronominin bulguları bize nihaî olmayan, değişmeye ve geçersiz
sayılmaya açık, göreceli bir gerçek sunuyor. Oysa yukardaki Kur'an ayeti
bize sadece güneşin döndüğünden ibaret olan nihaî bir gerçeği haber
vermekle yetiniyor. Bu değişmez, mutlak gerçeği, o her an değişebilir, göreceli
gerçeğe asla bağlayamayız.
Kur'an-ı
Kerim, başka bir ayetinde de şöyle diyor:
"Kâfirler,
gökler ile yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları
sudan meydana getirdiğimizi görmüyorlar mı?" (Enbiya Suresi, 30)
Bu
ayeti okuduktan sonra, yerküremizin önceleri güneşin bir parçası iken
sonradan ondan ayrıldığını ileri süren kozmik bir teori akla geliyor.
Bunun üzerine yukardaki ayeti hemen kapıyor ve söz konusu ilmi teorinin peşinden
koşarak "işte Kur'an da bunu kasdediyor" diye bağırıyoruz.
Hayır,
öyle değil. Kur'an-ı Kerim'in kasdettiği bu değildir! Bu okuduğumuz şey,
nihaî olmayan, değişmeye açık bir teoridir. Yerkürenin meydana gelişi
konusunda kanıtlanmışlık düzeyi bunun kadar olan birkaç teori daha vardır.
Oysa Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği gerçek, nihaî, tek ve mutlaktır. Bu gerçek,
sadece yerküremizin gökten ayrıldığını belirtmekle yetiniyor. Ama nasıl?
Yerkürenin kendisinden kopmuş olduğu "gök" acaba nedir? Bu ayet bu
meseleye değinmiyor. Bundan dolayı bu konudaki bilimsel teorilerden herhangi
birine dayanarak "Bu açıklama, yukardaki ayetle uyumlu nihaî bir gerçektir"
demek doğru değildir.
Bu
münasebetle yaptığımız bu ara açıklama yeterlidir sanırım. Bu açıklama
aracılığı ile Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin anlamlarını genişletip
derinleştirme alanında bilimsel buluşlardan yararlanmanın sağlıklı
metodunun ne olduğunu anlatmak istedik. Yalnız bu yararı sağlarken Kur'an-ı
Kerim'in ayetlerini ne uyumluluk ve ne de onaylama anlamında belirli bir
teoriye ya da belirli bir bilimsel gerçeğe bağlamamalıyız. O başka bir şeydir,
bu başka bir şey.
GENEL
ANLAMDA BİRR (İYİLİK)
"Evlere
arka taraflarından girmeniz iyiliğe uygun bir davranış değildir. İyiliğe
uygun davranış kötülükten sakınarak evlere kapılarından girenlerin
davranışıdır. Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa, umduğunuza eresiniz."
Bu
ayetin iki bölümü arasında şöyle bir ilişkinin olduğu anlaşılıyor.
Ayetin birinci bölümünde hilâllerin, insanlar ve Hacc için zaman ölçüsü
birimleri olduğu belirtilirken, ikinci bölümünde Hacc ile ilgili bir
cahiliye adetine işaret ediliyor.
Nitekim
Buharî ile Müslim'de güvenilir rivayet zincirine dayanılarak kaydedildiğine
göre sahabilerden Berae b. Azib (Allah ondan razı olsun) Bu konuda şunları söylüyor:
"Ensar
(Medineli) müslümanları Hacc ibadetini yerine getirip döndüklerinde
evlerine kapılarından girmezlerdi. Fakat günlerden birgün onlardan biri Hacc
dönüşünde evine kapısından girdi. Ama bu hareketi yüzünden sanki kınamaya
uğramış gibi oldu. Bunun üzerine `Evlere arka taraflarından girmeniz iyiliğe
uygun bir davranış değildir. İyiliğe uygun davranış, kötülükten sakınarak
evlere kapılarından girenlerin davranışıdır. Allah'tan korkunuz ki,
kurtuluşa, umduğunuza eresiniz' ayeti indi."
Öte
yandan Ebu Davud'un Şabe'ye, onun da İshak'a dayanarak bildirdiğine göre
Berae b. Azib'in bu açıklaması şöyledir:
"Ensar
müslümanları herhangi bir yolculuktan döndüklerinde erkekler eve kapı
tarafından girmezlerdi. Bunun üzerine bu ayet indi."
İster
bu uygulama, Ensar müslümanlarının genel olarak her yolculukla ilgili bir
adetleri olsun, isterse ayetin akışına daha uygun düşen sırf Hacc dönüşü
ile ilgili bir gelenekleri olsun, onlar bu davranışın iyilik -yani hayır ya
da iman gereği olduğuna inanıyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim'in bu ayeti bu
asılsız düşünceyi, hiçbir temele dayanmayan ve hiçbir yarar sağlamayan
bu gereksiz, zoraki davranışı ortadan kaldırmak için geldi. Bunun yanısıra
iyilik (birr) ile ilgili imana dayalı düşünce tarzını düzeltmeyi de ihmal
etmedi. Buna göre iyilik; takva demekti; Allah'ın (c.c) varlığının
bilincinde olmak, gizli-açık her harekette O'nun gözetimini hissetmek
demekti. Yoksa iyilik; imanın özünden herhangi bir işaret taşımayan ve
herhangi bir cahiliye adeti olmak dışında bir anlamı olmayan, basit bir şekilcilik
değildi.
Ayrıca
müslümanlara evlere kapılarından girmeleri emrediliyor ve kurtuluş yolu
olarak takvaya bir kere daha işaret ediliyor:
"İyilik,
evlere kapılardan girenlerin davranışıdır. Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa,
umduğunuza eresiniz."
Böylece
kalpler, köklü bir iman göstergesi olan takvaya bu takva da mutlak anlamlı dünya
ve Ahiret kurtuluşu ümidine bağlanıyor; iman birikiminden yoksun bir
cahiliye adeti ortadan kaldırılıyor; Hacc zamanı ve insanlar için zaman ölçüsü
birimi kılınan hilaller ile ilgili ilahi nimeti kavramaları için müslümanların
dikkatleri çekiliyor. Bütün bunlar tek ve kısa bir ayetin içiné sığdırılmış
oluyor.
Daha
sonra genel anlamda savaş konusunun, özellikle de Mescid-i Haram çevresi ile
haram aylarda savaşma konusunun açıklamasına geçiliyor, bunun yanısıra
cihadla sıkı bir ilişkisi olan Allah yolunda mal harcama konusu ele alınıyor:
190-
Sizinle savaşanlar ile siz de Allah yolunda savaşın. Fakat ölçüyü kaçırmayın,
saldırgan olmayın. Çünkü Allah ölçüyü elden bırakan saldırganları
sevmez.
191-
Onları bulduğunuz yerde öldürün. Sizi çıkardıkları, sürdükleri yerden
siz de onları çıkarın. Kargaşa çıkarmak, adam öldürmekten daha ağır
bir suçtur. Mescid-i Haram çevresinde onlarla savaşmayın ki, onlar da orada
size karşı savaşmasınlar. Fakat eğer onlar size savaş açarlarsa onları
öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.
192-
Eğer onlar savaşmaya ve kâfirliğe son verirlerse Allah bağışlayıcıdır,
merhametlidir.
193-
Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini tam anlamı ile egemen oluncaya kadar
onlarla savaşın. Eğer yaptıklarına son verirlerse zalimlerden başkasına
asla saldırılmaz.
194-
Haram ay, haram aya karşılıktır. Yasaklar, dokunulmazlıklar karşılıklıdır.
Buna göre size saldırana, size saldırdığı kadar, siz de saldırın.
Allah'tan korkun ve iyi bilin ki, Allah kendisinden korkanlarla beraberdir. 195-
(Mallarınızın bir bölümünü) Allah yolunda harcayın. Sakın kendinizi,
kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanlarla
beraberdir.
195-
(Mallarınızın bir bölümünü) Allah yolunda harcayın. Sakın kendinizi,
kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları
sever.
İSLAM'DA
SAVAŞ
Bize
ulaşan bu rivayetlerin bildirdiklerine göre bu ayetler savaş hakkında inen
ilk ayetlerdir. Daha önce kâfirlerin saldırısına uğrayan müminlere, zulme
uğradıkları gerekçesiyle savaşma izni veren ayet inmişti. O zaman müslümanlar
bu iznin, cihadın üzerlerine farz kılınmasına zihinleri hazırlamayı amaçlayan
ve Hacc suresinin aşağıdaki ayetlerindeki ilâhi vaad uyarınca müslümanların
yeryüzünde egemen olmalarını sağlama gayesi güden bir başlangıç olduğunu
hissetmişlerdi:
"Haksızlığa
uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmalarına
izin verilmiştir. Hiç kuşkusuz Allah onlara yardım etmeye kadirdir. Onlar sırf
"Rabbimiz Allah'tır" dediler diye haksız yere yurtlarından çıkarıldılar.
Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir bölümü aracılığıyla
savmasaydı nice manastır, kilise, havra ve içlerinde Allah'ın adı çokça
anılan cami yıkılıp giderdi. Kim Allah'a yardım ederse bilsin ki, Allah da
mutlaka yardım edecektir. Hiç şüphesiz Allah kuvvetli ve üstün iradelidir.
Onlar
ki, eğer biz kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak namazı kılarlar, zekâtı
verirler, iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar. Her şeyin akıbeti
Allah'a aittir." (Hac Suresi, 39-41)
Bundan
dolayı müminler, kendilerine zulme uğramaları durumunda niçin savaşma izni
verildiğini biliyorlardı. Onlara uğradıkları zulmün intikamını alma işareti
veriliyordu. Oysa Mekke'deyken bu zulme karşı koymaktan alıkonulmuşlardı. O
zaman kendilerine şöyle buyurulmuştu:
"Kendilerine
"Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın zekâtı verin"
denilenleri görmedin mi?" (Nisa Suresi, 77)
Müslümanlar
Mekke'de Allah'ın (c.c) takdir ettiği hikmete bağlı olarak savaşmaktan alıkonulmuşlardı.
Biz bu hikmetin aslında hesapsız ve sayısız sebeplerinin bazılarını sınırlı
insani ölçülerimizle kavrayabiliyoruz.
Bu
alıkoymanın bizim görebildiğimiz ilk sebebi, müslümanları sabırlı
olmaya, emir dinlemeye, başa bağlılığa ve izin çıkmasını beklemeye alıştırma
amacı idi. Çünkü Araplar cahiliye dönemlerinde çok heyecanlı ve duygusal
insanlardı. İlk savaş çağrısına hemen karşılık verirler, haksızlığa
karşı hiç sabretmezlerdi. Oysa şimdi omuzlarına büyük bir görev yüklenecek
olan bir ümmet oluşturulmaya çalışılıyordu. Bu büyük görev söz konusu
psikolojik eğilimlerin denetim altına alınmasını; bu davranışların,
ilerisi için plânlar hazırlayan ve önlemler alan, plânlarına ve önlemlerine
uyulan bir liderlik mekanizmasına boyun eğmelerini; hatta bu plânlar ve önlemler,
yaygaralı bir savaş çağrısı karşısında hemen parlamaya, ateşlenmeye ve
heyecana kapılmaya alışkın olan sinir sisteminin eğilimlerine ters düşse
bile disipline uymalarını gerektiriyordu.
Nitekim
bu hazırlık eğitimi sayesinde Hz. Ömer gibi ateşli, Hz. Hamza b. Abdülmuttalib
gibi delikanlı ve bu ikisi gibi daha nice sert mizaçlı ilk müminler, küçücük
müslüman toplumun uğramış olduğu zulümler karşısında sabredebilmişler,
sinirlerine hakim olarak Peygamberimizden (salât ve selâm üzerine olsun) emir
beklemeyi içlerine sindirebilmişler ve kendilerine "Ellerinizi savaştan
çekiniz, namazı kılınız, oruç tutunuz" direktifini veren yüce
komutanlığın emrine uyabilmişlerdi. Böylece büyük bir misyonu üstlenmeye
hazırlanan bu insanların vicdanlarında çabuk parlama ile soğukkanlılık,
ateşli atılganlık ile tedbirlilik, gözü karalık ile itaatkârlık eğilimleri
arasında denge kurulmuş oluyordu.
Mekke
döneminde müslümanların savaştan alıkonulmalarına bizim gözlemlerimize göre
gerekçe olan ikinci sebep de şudur: Arap toplumu onurlu ve gururuna düşkün
bir toplum idi. Bundan dolayı aralarında uğradıkları baskılara kendilerine
yapılanın iki misliyle karşılık verebilecek kimseler olduğu halde, müslümanların
maruz kaldıkları eziyetlere karşı sabretmeleri, henüz müslüman olmamış
olan Arapların kalplerindeki onur ve haysiyet duygusunu uyandırıcı, onları
İslâm'a yaklaştırıcı bir faktör oluşturuyordu. Nitekim Kureyşliler
tarafından Haşimioğulları'nın Ebu Talip kolu hakkında, Peygamberimizi (salât
ve selâm üzerine olsun) korumaktan vazgeçsinler diye boykot kararı alındığında
bu faktör fiilen etkili oldu, Haşimoğulları'na uygulanan baskı ağırlaşınca
Arapların vicdanlarındaki onur ve zayıftan yana olma duygusu uyanıverdi.
Bunun üzerine boykot kararını öngören antlaşma belgesi yırtıldı ve sözünü
ettiğimiz duygunun etkisiyle Ebu Talip ile çevresine yönelik boykot eylemi
sona erdi. Zaten İslâm cemaatinin lider kadrosu uğranılan zulümlere karşı
koymaktan kaçınma plânı ile bu sonucu gözetiyordu. Bunun böyle olduğunu
İslâm tarihinin o dönemdeki olaylar zincirini hareketli bir sosyal akım
olarak incelediğimiz zaman anlayabiliriz.
Mekke
döneminde müslümanları savaştan sakındırmanın bir başka gerekçesi de
şudur: İslâm, her evi birer kanlı savaş alanına çevirmek istemiyordu.
Çünkü o günkü müslümanların herbiri Mekkeli müşrik ailelerin birer üyesiydi.
Müslüman olan çocuklarına eziyet edenler, onları dinlerinden döndürmeye
çalışanlar da içinde müslüman fertler bulunan müşrik ailelerdi. Henüz
ortada bu eziyetleri genel plânda koordine edecek ortak bir otorite yoktu. Buna
göre eğer o gün müslümanlara kendilerini savunma izni verilmiş olsàydı,
bu iznin anlamı her evin bir savaş alanına dönüşmesi, her ailede kan dökülmesi
demek olurdu. Bu da o günkü Arap toplumunun, İslâm'ı aileleri parçalayan
ve onları içinden kundaklayan bir çağrı olarak algılamalarına yolaçardı.
Hicretten sonrasına gelince müslüman cemaat bu dönemde Mekke'de kendisine
karşı ordu hazırlayıp saldırı düzenleyen başka bir otorite ile karşı
karşıya gelmiş bağımsız bir güç birimine dönüşmüştü. Bu da
Mekke'de geçerli olan her müslümanın ailesi içindeki bireysel konumundan
farklı bir konumdu.
İşte
Mekke döneminde müslümanları kendilerine yönelik eziyetlere ve baskılara
karşı koymaktan alıkoymanın hikmetinin ardında saklı duran ve ilk akla
gelen bazı sebepler bunlardı. Bir de şunu ekleyebiliriz: O zaman müslümanlar
zayıf bir azınlık olarak Mekke'de kuşatma altında yaşıyorlardı. Eğer
belli bir askeri karargâhın komutası altında toplu olarak müşriklerle savaşa
girselerdi, toplu kıyıma uğrayabilirlerdi. Bu yüzden yüce Allah onların çoğalmalarını
ve güvenli bir üsse yerleşmelerini sağladı ve kendilerine savaşma iznini
bundan sonra verdi.
Bu
sebeplerin hangisi geçerli ve ağırlıklı olursa olsun, savaş hükümleri, o
günden sonra İslâmî hareketin önce Arap yarımadasındaki şartları uyarınca,
daha sonra da yarımada dışındaki şartlara paralel olarak gitgide tırmanan
tedrici bir gelişim çizgisi izlemiştir. Okuduğumuz bu ilk inen ayetler, iki
ana kamp arasındaki, yani İslâm kampı ile müşrik kamp arasındaki çatışmanın
ilk günlerdeki durumuna uygun bazı hükümleri içeriyordu. Bu ayetler aynı
zamanda genel anlamda savaşla ilgili bazı değişmez hükümleri de yansıtıyordu.
Çünkü söz konusu hükümler ilke olarak sadece Berae suresinde bazı ufak değişikliklere
uğramışlardı.
Okuduğumuz
ayetlerin ayrıntılı incelemesine geçmeden önce gerek buradaki savaş
ayetlerinin ve gerekse Kur'an'ın başka yerlerindeki aynı tür ayetlerin
yorumuna esas olmaya elverişli kısa birkaç söz söylemeyi uygun görüyoruz:
Bilindiği
gibi bu inanç sistemi, ilk insandan günümüze kadar uzayan İslâm zincirinin
son halkasını oluşturur. Bu inanç sistemi, kendisinden sonraki insan hayatının
temeli, bütün insanlık için geçerli olacak ortak yaşam tarzı olmak üzere
geldi. İslâm ümmeti, bu hayat metodu uyarınca Allah yolunda tüm insanlığın
önderliğini üstlenmekle yükümlüdür. Bu hayat metodu, gerek varlık
aleminin ve gerekse insan varoluşunun amacını içeren yaygın ve eksiksiz düşünce
sisteminden kaynaklanmıştır. Bu amacı, yüce Allah tarafından indirilen
Kur'an-ı Kerim bize açıklıyor. Bu ümmet, insanlığı, bütün cahiliye
sistemlerinde eşi olmayan bir hayra doğru yöneltecek ancak bu sistemin
ışığı altında ulaşabileceği bir düzeye yükseltecek, onu başka eşi
olmayan böyle bir nimete erdirecektir. İnsanlık bu nimetten yoksun kalınca bütün
başarı ve kurtuluş umudunu kaybeder. Bu nimet kaynağına karşı saldırı düzenleyen
saldırganın eline bu hayır kaynağından yoksun kalmaktan, yüce Allah'ın bu
hayır kaynağı için dilediği yükselme, temizlik, mutluluk ve kemal ile
insanların arasına girmekten mahrum kalma dışında birşey geçmez.
Bundan
dolayı bu cihanşümul ilâhi sistemin çağrısının kendisine ulaşması, bu
çağrının önüne şu ya da bu şekilde hiçbir engelin, hiçbir otoritenin
dikilmemesi insanlığın ortak hakkıdır.
Bunun
ötesinde bu çağrıyı alan insanların bu dini serbestçe seçmeye de hakları
vardır. Hiçbir engel ya da hiçbir otorite onları bu dini seçmekten alıkoymaya
kalkışmamalıdır. Eğer birkısım insan, bu dinin çağrısını dinledikten
sonra onu benimsemek istemezse bu çağrıyı yoluna devam etmekten alıkoymaya
da hakkı yoktur. Böyle bir durumda bu kişilerin, insanlara yapılan İslâm
çağrısının önüne dikilmeyecekleri, güvenliğine zarar vermeyecekleri ve
müslümanlar bu dini insanlara ulaştırırken onlara hiçbir engellemede
bulunmayacaklarına dair söz vermeleri gerekir.
Yüce
Allah'ın hidayeti ile bu dini seçecek olanların ne işkence ne ayartına ve
ne de başka bir baskı yolu ile bu dini bırakmaya zorlanmamaya hakları vardır.
Bunların yanısıra İslâm'ı benimsemeyen bu kişilere, diğer insanları
Allah'ın hidayetinden ve bu dini kabul etmekten alıkoyacak sosyal ortam hazırlayacak
imkanlar da verilemez. Müslüman toplum, bu yolda işkenceye ve baskıya uğrayan
insanları kuvvet kullanarak savunmakla yükümlüdür. Böylece inanç özgürlüğü
sağlanan toplumda yüce Allah'ın hidayet sunduğu insanlara güvenli bir ortam
sunularak ilâhi sistemin sosyal hayatta uygulanmasının yolu açık tutulmuş,
insanlığın bu büyük hayır kaynağından yoksun kalması tehlikesi önlenmiş
olur.
Bu
üç hakka (çağrıya muhatap olma, çağrıyı serbestçe benimseme ve çağrıyı
benimseyecek olanlara engel olmama haklarına) bağlı olarak müslüman
cemaatin omuzlarına başka bir görev biner. Bu görev; bu çağrının yoluna
dikilerek onun serbestçe insanlara ulaştırılmasına engel olan ya da bu
inancı benimseme özgürlüğünü tehdit ederek insanlara bu dini seçtiler
diye baskı yapan her gücü ortadan kaldırmak, böylece hiçbir yeryüzü
kuvvetinin, müminleri baskı altına almaması uğrunda sürekli mücadele
vererek Allah'ın dinini kesinlikle egemen kılma görevidir. Bu görev insanları
zorla iman ettirme anlamına gelmez. Onun anlamı; Allah'ın dinini yeryüzünde
üstün bir güç haline getirmektir. Öyle ki, bu dine girmek isteyen hiç
kimse ona girmekten korkmamalı, bu dinin çağrısını duyurmak isteyen hiç
kimse bu misyonunu yerine getirirken hiçbir beşeri iktidardan çekinmemeli, bu
çağrıyı benimseyecek veya bu dine bağlılığını sürdürecek hiç
kimsenin, herhangi bir güç odağından korkusu olmamalı; isteyenleri Allah'ın
nurundan, hidayetinden alıkoyarak Allah'ın yolundan saptıran hiçbir sosyal düzen,
hiçbir fiili durum yeryüzünde egemen olmamalı, bu olumsuzlukların hiçbir
aracı ve hiçbir metodu etkili olmamalıdır.
İşte
İslâm'da cihad bu genel ilkelerin sınırları içinde vardır, sırf bu yüce
amaçlara dönüktür, başka bir hedefle ya da başka bir sloganla, yafta ile
karıştırılamaz. Cihad, inanç içindir, bu inancı kuşatma altına
girmekten, ablukaya düşmekten
korumak,
baskıya uğramaktan korumak içindir. Bu inancın sistemini ve pratik hayatı düzenleyen
şeriatını savunmak içindir. Bu inancın sancağını, ona karşı saldırı
düzenlemeyi düşünenleri saldırıya geçmeden önce caydıracak, onun altına
sığınmak isteyenleri hiçbir engelleyici, önleyici ve baskıcı yabancı güçten
çekinmeksizin himayesine koşacak biçimde yeryüzünde dalgalandırmak içindir.
İşte
İslâm'ın emrettiği, onayladığı, ödüllendirdiği, uğrunda öldürülenleri
şehit saydığı ve külfetini omuzlayanlarını dost saydığı yegâne cihad
budur.
Bakara
suresinin bu bölümündeki ayetler, Medine'deki müslüman cemaatle, müminleri
yurtlarından çıkarmış, onlara dinleri yüzünden işkence yapmış, inançları
sebebiyle kendilerine baskı uygulamış olan Mekke müşrikleri arasındaki
duruma açıklık getiriyor. Bunun yanısıra İslâm'da cihadın temel hükümlerini
ihtiva eden ayetler de bu bölümde yeralıyor.
Bu
ayetler, kendilerine karşı savaş açmış olan ve açtıkları savaşı sürdüren
bu müşrikler ile savaşmayı, her zaman ve her yerde kendilerine savaş açanlara
savaşla karşılık vermeyi, fakat hiçbir zaman saldırgan taraf olmamayı
emrederek söze giriyor:
"Sizinle
savaşanlar ile siz de Allah yolunda savaşın. Fakat ölçüyü kaçırmayın,
saldırgan olmayın; çünkü Allah ölçüyü elden bırakan saldırganları
sevmez."
Görüldüğü
gibi daha ilk ayeti kerimede savaşın hedefini sınırlayan kesin ölçüyü ve
uğrunda savaşa girilecek olan sancağın ne olacağını açık-seçik biçimde
buluyoruz."
"Sizinle
savaşanlar ile siz de Allah yolunda savaşın."
Savaş
"Allah için" olacak; yoksa insanlığın uzun savaş tarihi boyunca
tanımış olduğu başka bir hedef uğrunda yapılmayacaktır. Savaş
"Allah için" olacak; yoksa ne ganimet ve maddî kazanç elde etme uğruna
ne pazar ve hammadde ele geçirme uğruna ne sosyal bir sınıfı diğer bir
sosyal sınıfın ya da bir milleti diğer bir milletin boyunduruğu altına
sokma uğruna yapılmayacaktır. Bu savaş, İslâm'ın uğrunda cihadı yasallaştırdığı
belirli amaçları gerçekleştirmek için verilecektir. Bu savaş, yeryüzünde
yüce Allah'ın söz üstünlüğünü (ilâh-i kelimetullah'ı) sağlamak,
O'nun sistemini hayata geçirmek, müslümanların dinleri yüzünden baskı altına
alınmalarını ya da sapıklığa ve yozlaşmaya sürüklenmelerini önlemek için
verilmelidir. Bunun dışında kalan savaşlar, İslâm'ın hükmüne göre
gayrimeşru, şeriatle çelişen savaşlardır. Bu tür savaşlara girenler yüce
Allah katında hiçbir sevap, hiçbir derece kazanamazlar.
Bu
savaşın amacı sınırlı olduğu gibi çerçevesi ve çapı da sınırlıdır:
"Fakat
ölçüyü kaçırmayın, saldırgan olmayın; çünkü Allah, ölçüyü elden
bırakan saldırganları sevmez."
Saldırganlık;
bilfiil savaşa katılmayan ve ne İslâm davetine ve ne de İslâm cemaatine
karşı tehlike oluşturmayan kadın, çocuk, yaşlı ve her milletten, her
dinden kendini ibadete adamış kimseler gibi zararsız ve güvenli insanların
askerler tarafından hedef alınması biçiminde görüleceği gibi İslâm
tarafından yasallaştırılmış savaş kurallarını çiğnemek şeklinde de
olabilir. Oysa İslâm, gerek eski ve gerekse çağdaş cahiliye savaşlarının
ortaya koyduğu tüyler ürpertici cinayetleri en aza indirmek, hatta bunlara
son verebilmek için söz konusu savaş kurallarını yasallaştırmıştır. O
tüyler ürpertici cinayetler ki, İslâmi duyarlılık onlardan nefret etmekte,
İslâmi takva onlardan tiksinmektedir.
Peygamber
efendimizin sözlerinden seçtiğimiz birkaç hadis-i şerif ve sahabilerin yaptığı
birkaç öğüt, insanlığın ilk defa İslâm sayesinde tanıdığı söz
konusu savaş kurallarının neler olduğunu gözler önüne sermektedir:
Abdullah
b. Ömer diyor ki:
"Peygamberimizin
katıldığı savaşların biri sırasında öldürülmüş bir kadın cesedi
bulunmuştu. Bunu gören Peygamberimiz, savaşta kadınların ve çocukların öldürülmesini
yasakladı." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İmam-ı Malik)
Sahabilerden
Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Herhangi
biriniz savaşırken yüzü hedef almaktan sakınsın." (Buhari, Müslim)
Yine
sahabilerden Hz. Ebu Hureyre şöyle diyor:
"Bir
defasında Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bizi bir göreve gönderirken
-iki Kureyşli müşriği kasdederek- `Eğer falanca ile filâncayı bulursanız
onları yakın' buyurdu. Fakat biz yola çıkmak üzereyken şöyle buyurdu:
`Az
önce size falanca ile filâncayı yakmanızı emretmiştim. Oysa ateş, sırf
Allah'a mahsus bir azap aracıdır. Bu yüzden eğer onları bulursanız silâhla
öldürün." (Buhari, Ebu Davud, Tirmizi)
Sahabilerden
Abdullah b. Mesud'un bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Adam
öldürmekten en çok sakınan insanlar, müminlerdir." (Ebu Davud)
Sahabilerden
Abdullah b. Yezid el-Ensari diyor ki:
"Peygamberimiz
savaşta yağmacılığı ve işkence ederek adam öldürmeyi yasakladı."
(Buhari)
Öte
yandan İbn-i Ya'lâ diyor ki:
"Halid
b. Velid'in oğlu Abdurrahman ile birlikte bir savaşa katılmıştık. Bir ara
önüne dört azılı düşman askeri getirdiler. Verdiği emir üzerine bunlar
okun kör tarafı ile işkence edilerek öldürüldü. Bir süre sonra bunu
haber alan Hz. Ebu Eyyüb el-Ensarî şöyle dedi."
`Ben
Peygamberimizin savaşta kılıç sırtı ile adam öldürmeyi yasakladığını
kulaklarımla işitmiştim.(Metinde kullanılan deyim "Katl-üs Sabr (yani
kılıç sırtı ile öldürmek)tir. Bu tür öldürme insana oldukça uzun bir
can çekişme dönemi yaşattığı için bir tür işkencedir. Metinde Halid b.
Velid'in oğlu Abdurrahman'ın bu olay üzerine dört köle azad ettiği
bildiriliyor. Bu köleler keffaret maksadı ile azad edilmiştir.) Nefsimi
kudret elinde tutan Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, önüme bir tavuk
bile gelse onu bıçağın sırtı ile (işkence çektirerek) öldürmezdim '
Bu
sözler Abdurrahman'ın kulağına gidince (kefaret olarak) dört köle azad
etti. (Ebu Davud)
Haris
b. Müslim b. Haris'in bildirdiğine göre bir sahabi olan babası şöyle
diyor:
"Peygamberimiz
(salât ve selâm üzerine olsun) bir defasında bizi bir müfreze içinde savaşa
göndermişti. Saldırı düzenleyeceğimiz yere varınca atımı koşturarak
arkadaşlarımı geride bıraktım. Üzerine yürüdüğüm yörenin halkı beni
çığlıklarla karşıladı. Bunun üzerine onlara `Lailâheillallah (Allah'tan
başka ilâh yoktur)" deyin de canınızı kurtarın' dedim. Onlar da bunu
söylediler. Bunun üzerine arkadaşlarım beni kınayarak `Bizi alacağımız
ganimetten mahrum ettin' dediler.
Peygamberimizin
yanına dönünce yaptığımı O'na anlattılar. Bunun üzerine Peygamberimiz
beni yanına çağırarak yaptığımı beğendiğini belirtti. Arkasından bana
`Allah o insanların her biri karşılığında sana şu kadar sevap yazdı'
buyurdu (Ebu Davud)"
Öte
yandan Hz. Bureyde şöyle buyuruyor:
"Peygamberimiz,
bir ordu ya da bir gerillâ müfrezesinin başına bir komutan atadığı zaman
yakın arkadaşlarının yanında ona takvalı olmayı ve birlikte savaşacağı
müslümanlara iyi davranmasını tavsiye eder, sonra kendisine şu direktifi
verirdi:
`Allah
adına, Allah yolunda savaşın. Allah'ı inkâr edenleri öldürün. Savaşın,
fakat gaddar olmayın, işkence ile adam öldürmeyin, küçük çocukları öldürmeyin`
(Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)"
Bu
arada İmam-ı Malik'in bildirdiğine göre Hz. Ebu Bekir (Allah ondan razı
olsun) askerlerine verdiği talimatlarının bir yerinde şöyle demişti:
"Savaş
sırasında kendilerini Allah'a adadıklarını sanan birtakım insanlarla karşılaşacaksınız.
Onları uğruna kendilerini adadıkları meşguliyetle başbaşa bırakın. Sakın
kadınları, çocukları ve yaşlıları öldürmeyin." (İmam-ı Malik)
İşte
İslâm'ın verdiği savaşlar, işte bu savaşlarda gözettiği kurallar ve işte
bu savaşlarda ulaşmak istediği hedefler. Bunların tümü yukardaki okuduğumuz
ilâhi direktiften türemiştir. Bu direktifi bir daha okuyalım:
"Sizinle
savaşanlar ile siz de Allah yolunda savaşın. Fakat sakın ölçüyü kaçırmayın,
saldırgan olmayın; çünkü Allah ölçüyü elden bırakan saldırganları
sevmez."
Müslümanlar
sayılarının çokluğu ile zafer kazanmadıklarını biliyorlardı. Çünkü
sayıları azdı. Ayrıca silâh ve teçhizat üstünlükleri sayesinde de zafer
kazanmıyorlardı. Çünkü onların silâh ve teçhizatları düşmanlarınkinden
azdı. Onlar sadece imanları, Allah'a bağlılıkları ve Allah'ın kendilerine
yönelik yardımı sayesinde zafere ulaşıyorlardı. Buna göre yüce Allah'ın
ve Peygamberimizin direktiflerine aykırı hareket etmiş olsalardı, bel bağladıkları
biricik zafer sebeplerinden kendi elleriyle yoksun kalmış olurlardı. Bundan
dolayı sözünü ettiğimiz savaş kurallarına, kendilerini baskı altında
inletmiş ve bazı arkadaşlarını en tüyler ürpertici işkenceler ile öldürmüş
olan düşmanları karşısında bile uyuyorlardı. Nitekim Peygamberimiz (salât
ve selâm üzerine olsun) öfkeye kapılınca Kureyşli iki müşrik olan
"falanca ile filânca"nın ateşte yakılarak öldürülmesini
emrediyor, fakat hemen arkasından söz konusu kimselerin yakılarak öldürülmesi
emrini geri alıyor. Çünkü ateşte yakarak cezalandırmak sadece yüce
Allah'a mahsustur.
Daha
sonra müslümanlara savaş açan, onlara dini inançları yüzünden baskı
yapan, onları yurtlarından çıkaran kimseler ile savaşılması, onlara
nerede ve hangi şartlarda rastlanırsa öldürülmeleri emri vurgulanıyor.
Yalnız Mescid-i Haram, (Kâbe) civarında rastlanan düşmana ilişmemek
gerekir. Fakat eğer kâfirler burada saldırıyı başlatan taraf olurlarsa artık
onlar için Kâbe çevresinin dokunulmazlık ilkesi geçerli değildir. Bir de eğer
söz konusu kâfirler yüce Allah'ın dinine girerlerse o zaman da müslümanların
ellerinden kurtulacaklar, daha önce müslümanlara ne kadar eziyet etmiş,
onlara ne kadar ağır baskılar uygulamış ve ne kadar savaş yapmış
olurlarsa olsunlar, artık eski hesapları kapanacaktır:
"Onları
bulduğunuz yerde öldürün. sizi çıkardıkları, sürdükleri yerden siz de
onları çıkarın. Kargaşa çıkarmak, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur.
Mescid-i Haram çevresinde onlar ile savaşmayın ki, onlar da orada size karşı
savaşmasınlar. Fakat eğer onlar size savaş açarlarsa onları öldürün. Kâfirlerin
cezası böyledir.
Eğer
onlar savaşa ve kâfirliğe son verirlerse Allah bağışlayıcıdır,
merhametlidir."
Baskı
ya da ayartma yolu ile müslümanı dininden uzaklaştırmaya kalkışmak, insan
hayatının en kutsal değerine karşı saldırıya geçmek demektir. Bundan
dolayı bu saldırı, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur; insanı öldürmekten,
canını almaktan ve hayatını yok etmekten daha ağır bir cürümdür. söz
konusu fitne ister tehdit, yıldırma ve fiili işkence yolu ile olsun; ister
insanları saptıracak, yozlaştıracak, yüce Allah'ın sisteminden uzaklaştıracak,
soğutacak, Allah'ın sistemine yan çizmeyi kendilerine sempatik saydıracak
toplumsal ve politik şartlar oluşturma yoluyla olsun farketmez.
Bu
ikinci fitne yolunun en yakın ve en tipik örneği Komünizmdir. Bilindiği
gibi bu ideoloji, bu politik rejim dini afyon sayıp yasaklıyor, Allahsızlık
(ateizm) propagandasını serbest bırakıyor, zina ve alkollü içki gibi İslami
yasakları mübah sayan kanunî düzenlemeler getiriyor, yoğun propaganda
kampanyaları ile bu yasakları insanlara sempatik gösteriyor, buna karşılık
yüce Allah'ın sisteminde meşru sayılan erdemlerin, faziletlerin bağlılarını
kamuoyu karşısında antipatik gösteriyor; bu sosyal ve hukukî şartları,
insanların baskısından kurtulamayacakları zorlamalara, dayatmalara ve
oldu-bittilere dönüştürüyor.
İslâm'ın
inanç özgürlüğü ile ilgili bu görüşü ve insan hayatında bu özgürlüğe
vermiş olduğu son derece büyük değer İslâm'ın karakteri ve insanın
varoluş amacına ilişkin bakış açısı ile bağdaşan, bütünleşen bir görüştür.
Zira insanın varoluş amacı, ibadettir. Bu kavram, Allah'a yönelik her iyi ve
yararlı faaliyeti içine alır. İnsanın en değerli, en üstün varlığı
inanç özgürlüğüdür. Buna göre kim onun elinden bu üstün varlığı
almaya kalkışır, doğrudan doğruya ya da dolaylı biçimde onu dininden
koparmaya girişirse, canlı bir varlığı öldürenden daha ağır cürüm işlemiş
olur. Bundan dolayı mümin, bu inanç özgürlüğünü, onun düşmanını öldürerek
savunur. Böyle olduğu için ayetin bu cümleciğinde "onlarla savaşın"
denilmiyor, "onları öldürün, onları bulduğunuz yerde öldürün"
deniliyor. "Ne durumda olurlarsa olsunlar ve elinizdeki öldürme aracı ne
olursa olsun onları öldürün" demektir bu. Tabii ki, bu durumlarda da işkence
ederek ve ateşte yakarak öldürmeyi yasaklayan İslâmi savaş kurallarına
uyulacaktır.
Bunun
yanısıra Mescid-i Haram (Kâbe) civarında savaşmak yasaktır. Allah (c.c)
burayı güven bölgesi olarak belirledi, dostu Hz. İbrahim'in (selâm üzerine
olsun) duasını kabul ederek oranın çevresini de güvenlik kuşağı olarak
ilân etti. Burayı dünyanın her yanından akın akın gelecek olan insanların
güven, dokunulmazlık ve barış içinde toplanacakları bir yer kıldı.
Mescid-i
Haram'ın civarında savaş olmaz. Orada, yalnız bu yerin dokunulmazlığını
çiğneyerek müslümanlara saldırı başlatan kâfirlere karşı savaşılır.
O zaman müslümanlar onlara kuvvetle karşı koyarlar ve bu saldırganları öldürmedikçe
vuruşmaya son vermezler. İşte insanlara dinî inançları yüzünden baskı
yapan ve çevresinde güven içinde yaşamış oldukları Mescid-i Haram'ın
dokunulmazlığını çiğneyen kâfirlere yaraşan ceza budur. Fakat:
"Eğer
onlar savaşa ve kâfirliğe son verirlerse Allah bağışlayıcıdır,
merhametlidir."
Onları
yüce Allah'ın bağışına ve merhametine lâyık hale getirecek olan
"son verme" kâfirliğe son vermektir, yoksa sadece müslümanlara karşı
savaşmaya, onlara dini inançları gerekçesi ile baskı yapmaya son vermek değildir.
Çünkü müslümanlar ile savaşmaya ve onlara dini inançları yüzünden baskı
yapmaya son vermelerinin onlara sağlayacağı azami kazanç müslümanların
kendileri ile barış antlaşması yapmaları olabilir. Fakat onları yüce
Allah'ın bağış ve merhametine lâyık hale getirmez. Bu ayette bağışa ve
merhamete işaret edilmesinden güdülen amaç, kâfirleri iman etmeye özendirmek,
kâfirlikten ve saldırganlıktan sonra içlerinde yüce Allah'ın bağışına
ve merhametine kavuşma ümidini uyandırmaktır.
İslâm'da
savaşın amacı, insanların dinleri yüzünden baskı görmelerini önlemek,
kaba kuvvetle ya da bu anlama gelebilecek sosyal şartlarla olup-bittiler
meydana getirerek müslümanların dinlerinden vazgeçirilmemelerini güvenceye
almak, müslümanların başına ayartıcı, saptırıcı ve yozlaştırıcı
faktörlerin musallat edilmesine engel olmaktır. Bu da Allah'ın dininin üstünlüğünü
sağlayarak, taraftarlarını güçlendirerek ve düşmanların gözünü yıldırarak
gerçekleştirilebilir. O zaman İslâm düşmanları müslümanlara işkence
etmeye, dinleri yüzünden baskı yapmaya cesaret edemezler. İslâm'a girmek
isteyen hiç kimse kendisini bu kararından alıkoyacak ya da bu kararı yüzünden
kendisine işkence ve baskı uygulayacak hiçbir güçten korkmaz. Buna göre müslüman
cemaat, söz konusu saldırgan ve zalim güçleri ortadan kaldırıncaya, yüce
Allah'ın dini kesin bir galibiyet ve üstünlük elde edinceye kadar sürekli
biçimde onlarla savaşmakla yükümlüdür:
"Fitne
ortadan kalkıp Allah'ın dini tam anlamı ile egemen oluncaya kadar onlarla
savaşın. Eğer yaptıklarına son verirlerse zalimlerden başkasına saldırılmaz."
Bu
ayetin nüzul sebebine bakılarak her ne kadar o dönemin Arap yarımadasında
egemen olan, sultası altına aldığı insanları müslüman olmaktan alıkoyarak
Allah'ın dininin yayılmasını engelleyen müşrik düzenin hedef alındığı
sonucuna varılırsa da ayetin kapsamı evrenseldir, direktifi süreklidir. Başka
bir deyimle cihad, Kıyamet gününe kadar devam edecektir. Herhangi bir vakit
zalim bir güç insanları Allah'ın dininden alıkoyarsa, insanların yüce
Allah'ın çağrısını dinlemelerini ve haklılığına kanaat getirince bu çağrıyı
kabul etmelerini engellerse, müslüman cemaat her an için bu zalim gücü
ortadan kaldırarak insanları bunun baskısından kurtarmakla ve böylece özgür
bir ortamda çağrıyı dinleyip gönüllü tercihleri ile yüce Allah'ın
yolunu benimseyebilmelerini sağlamakla yükümlüdür.
Bu
bölümün bir önceki ayetinde fitne (maddî ve manevî dinî baskı) kınandıktan
ve adam öldürmekten daha ağır bir suç sayıldığı belirtildikten sonra,
bunun önlenmesi gerektiği bu ayette tekrar vurgulanıyor. Bu tekrar, bu
meselenin İslâmi açıdan taşıdığı önemi ortaya koyduğu gibi aslında
insanın İslâm'ın elinde ikinci kez doğuşu anlamına gelen büyük bir
prensibe parmak basıyor. Bu öyle bir yeniden doğuş ki, insanın değerini
inancının değerine bağlıyor, insanın tüm hayatını terazinin bir
kefesine ve inancını da öbür kefesine koyduktan sonra inanç kefesinin daha
ağır bastığını belirliyor. Ayrıca bu prensip "insan"ın düşmanlarının
kimler olduğunu da açıkça ortaya koyuyor. Bunlar maddî ya da manevî baskı
uygulayarak bir mümini dininden ayırmaya kalkışanlar, müslümana müslüman
olduğu için eziyet edenlerdir. Bunlar insanlığı, iyiliğin en büyük
unsurundan yoksun bırakanlar, insanlıkla yüce Allah'ın sistemi arasına
girenlerdir. İşte müslüman cemaat, bunlara karşı kesintisiz biçimde savaşmakla;
"Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini tam anlamı ile egemen oluncaya
kadar" bunları öldürmekle yükümlüdür.
Kur'an-ı
Kerim'in savaş ile ilgili inen bu ilk ayetlerinde ortaya konan bu büyük İslâm
ilkesi o gün olduğu gibi bugün de aynen geçerlidir. Bu inanç sistemi bugün
de kendine ve bağlılarına dönük türlü türlü saldırılar ile karşı
karşıyadır. Günümüzde de müminler bazan fertler halinde, kimi zaman
cemaatler halinde ve zaman zaman da tümü ile milletler düzeyinde eziyetlere
ve maddi-manevi baskılara maruz kalmaktadır. Kim dini yüzünden maddî-manevi
baskıya, inancı sebebiyle eziyete uğrarsa, uğradığı baskının ve
eziyetin biçimi ve türü ne olursa olsun, dinin ve inancının düşmanları
ile savaşıp onları öldürmesi ve bunun sonucu olarak insanın yeniden doğuşu
sayılan bu büyük İslâmi prensibi gerçekleştirmesi üzerine farzdır.
Eğer
zalimler, zalimliklerine son verir, insanlar ile Rabbleri arasına girmekten
vazgeçerlerse artık onlara saldırılmaz, el kaldırılmaz. Çünkü cihad,
zulme ve zalimlere yöneliktir:
"Eğer
yaptıklarına son verirlerse zalimlerden başkasına asla saldırılmaz."
(Bu ayetten bir süre sonra Berae Suresinde yeralan ve Arap yarımadasında yaşayan
müşriklerin tamamı "lailaheillallah (Allah'tan başka ilah yoktur)"
deyinceye kadar savaşılmasını emreden ayet indi. Bu ayetin getirdiği değişiklik
İslâm'ın ve müslüman cemaatin durumunda meydana gelen değişmenin
gerektirdiği bir düzenlemedir. Bu değişiklik ile yarımadanın katıksız
bir İslâm yurdu olması ve böylece yarımada dışından gelen Bizans ve Fars
saldırıları ile karşı karşıya gelirken arkasında iç düşman bırakmaması
amaçlanmıştı.)
Burada
zalimlere karşı koyma, onları geri püskürtme eylemine "saldırı"
denmesi, yüzeysel bir kelime benzerliğinden kaynaklanır. Yoksa bu eylem aslında
adalet, hakkaniyet ve zulme uğrayanlara yönelik "saldırı"yı
giderme hareketidir. Daha sonra haram aylarda savaşmanın hükmüne geçiliyor,
tıpkı daha önce Mescid-i Haram (Kâbe) civarında savaşmanın hükmünün açıklandığı
gibi:
"Haram
ay haram aya karışıktır. Yasaklar, dokunulmazlıklar karşılıklıdır.
Buna göre size saldırana, size saldırdığı kadar, siz de saldırın.
Allah'tan korkun ve iyi bilin ki, Allah kendisinden korkanlarla
beraberdir."
Görüldüğü
gibi, haram ayın dokunulmazlığını çiğneyen ve o ayda geçerli saldırı
yasağına uymayanın cezası bu haram ayın sağladığı güvencelerden yoksun
kalmaktır. Yüce Allah nasıl Kâbe'yi "güven ve barış yeri" yaptı
ise haram ayları da "güven ve barış zamanı" yapmıştır. Bu
aylarda canlara, dokunulmazlıklara ve mallara ilişilmez. Hiçbir canlıya kötü
niyetle el sürülmez. Kim bu yere sığınmaktan kaçınır, müslümanları bu
güvenlikten yoksun bırakmak isterse cezası, bu güvenlikten yoksun kalmaktır.
Kim başkalarının dokunulmaz haklarını çiğnerse kendi dokunulmazlıklarının
gözetilmesini beklememelidir. Yani dokunulmazlıklar karşılıklıdır.
Bununla
birlikte bu durumda müslümanlara tanınan karşılık verme serbestisi sınırlamalara
bağlanmıştır; bu sınırlamaları aşamazlar. Bu dokunulmazlıklar ancak
zaruri durumlarda dokunulmazlık niteliklerini yitirirler ve bu zararuretlerin
ölçüsü aşılmaz:
"Buna
göre size saldırana, size saldırdığı kadar, siz de saldırın."
Yani
bu konuda ölçüyü aşmak ve aşırılığa kaçmak yoktur. Bu konuda müslümanlar
takvaları ile başbaşa bırakılıyorlar. Çünkü yukarda belirttiğimiz gibi
onlar, sadece Allah'ın yardımı sayesinde zafer kazanabileceklerini zaten
biliyorlardı. Burada da kendilerine Allah'tan korkmaları emredildikten sonra
Allah'ın kendisinden korkanlar ile beraber olacağı hatırlatılıyor. İşte
bu, kelimenin tam anlamıyla sarsılmaz güvencedir.
Cihad
görevinin yerine gelebilmesi için insan gücüne ihtiyaç olduğu gibi; mala,
maddi imkânlara da ihtiyaç vardır. İlk müslümanlar döneminde, müslüman
mücahid, savaş techizatını, bineğini ve azığını kendi imkânları ile
hazırlardı. O zamanki komutanların ve askerlerin maaşı yoktu. O zaman gönüllü
beden ve mal fedakârlığı ilkesi geçerliydi. Bu fedakârlığı yaptıran
faktör, sosyal düzen kurma aşamasına varmış inanç sistemidir. Böyle
olunca bu inanç sisteminin, kendini gerek dostlarına ve gerekse düşmanlarına
karşı korumak için mali kaynağa ihtiyacı olmuyordu. Çünkü gerek
komutanlar gerekse askerler maddî ihtiyaçlarını özkaynaklarından gönüllü
olarak karşılıyorlardı.
Fakat
o günün İslâm toplumunda cihad etmeyi arzu eden, yüce Allah'ın sistemini
ve inancının sancağını savunmak isteyen çok sayıda fakir vardı. Bunlar
savaş için gerekli silâh ve. techizat masraflarını, binek hayvanı
giderlerini ve savaş sırasındaki zarurî masraflarını karşılayacak maddi
imkânlardan yoksundu. Bu yüzden Peygamberimize başvurarak yaya olarak
gidemeyecekleri uzaklıktaki savaş alanlarına ulaştırılmalarının sağlanmasını
istiyorlardı. Peygamberimiz bu isteklerini yerine getiremediği zaman da Kur'an-ı
Kerim'in ifadesi ile "Binek hayvanı vermen için sana geldiklerinde `Size
binek hayvanı bulamıyorum' dediğin zaman, harcayacak bir şeyleri olmadığı
için üzüntüden gözyaşı dökerek geri dönüyorlar"dı. (Tevbe
Suresi, 92)
İşte
bu gerekçe ile gerek Kur'an'ın ve gerekse Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine
olsun) Allah yolunda maddî yardımda bulunma, askerlerin savaş masraflarına
katkıda bulunma ile ilgili direktiflerinin zamanla arttığını görürüz.
Bunun sonucu olarak Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetlerinde cihad çağrısına,
savaş harcamalarına katılma çağrısı da ekleniyordu.
Nitekim
şu ayette savaş masraflarına katkıda bulunmaktan kaçınmak tehlike olarak
niteleniyor ve müslümanların bu tehlikeden sakınmaları öneriliyor:
"(Mallarınızın
bir bölümünü) Allah yolunda harcayın. Sakın kendinizi kendi ellerinizle
tehlikeye atmayın. İyilik yapın; hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları
sever."
Allah
yolunda mal harcamaktan kaçınmak hem insan nefsi hesabına cimrilik tehlikesi
taşır ve hem de müslüman cemaati zayıf düşme ve kendini savunamama
tehlikesi ile yüzyüze getirir. Özellikle İslâm gibi gönüllülük ilkesine
dayanan bir düzen için bu tehlike daha somut bir nitelik taşır.
Bu
ayetin sonunda cihad ve Allah yolunda mal harcama düzeyinden "ihsan
(iyilik)" mertebesine çıkılarak şöyle buyuruluyor:
"İyilik
yapın. Hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları sever."
"İhsan
(iyilik)" mertebesi, İslâm'da en yüksek mertebeyi oluşturur.
Peygamberimizin bir hadisine göre "ihsan"ın anlamı "Allah'a,
O'nu görüyormuşsun gibi, kulluk etmendir. Zira eğer sen O'nu görmüyorsan
da O, seni görüyor" (Buhari, Müslim) şeklindedir.
İnsan
nefsi bu düzeye erişince bütün ibadetleri yerine getirir, bütün günahlardan
sakınır; küçük-büyük, gizli-aşikâr her işte yüce Allah'ın rızasını
gözetir. Savaşa ve savaş masraflarına katılmayı emreden ayetler bu şekilde,
yani insan nefsini imanın en yüce aşaması olan "ihsan (iyilik)"
derecesiyle yüzyüze getirerek noktalanıyor.