HACC
ve UMRE
İncelemekte
olduğumuz ayetler demetinde bundan sonra Hacc ve Umre ibadetleri ile bu
ziyaretlerin nasıl yapılacağının ayrıntılı anlatımına geçiliyor. Bu bölümde
önce hilâllerden ve bunların vakit bildirme ve Hacc zamanını belirleme araçları
olduğundan sözediliyor, arkasından haram aylarda ve Kâbe civarında savaşmanın
hükmü anlatılıyor. Sonunda da Hacc ve Umre ibadetleri ile bu ibadetlerin yapılışı
hakkında bazı ayrıntılı bilgiler veriliyor. Bu konuların sıralanış biçimi,
çok net bir şekilde aralarındaki sıkı ilişkiye dikkatimizi yöneltiyor:
196-
Allah için Haccı ve Umreyi tam olarak yerine getirin. Eğer yoldan alıkonulursanız
kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı
traş etmeyin. Fakat içinizden kim hasta ya da başından rahatsız olur da bu
yüzden daha önce traş olursa fidye olarak ya oruç tutmak ya sadaka vermek
veya kurban kesmek zorundadır. Eğer güven içinde iseniz, Hacc zamanına
kadar Umreden yararlanmak isteyen kimse kolayına gelen kurbanı keser. Kesecek
kurban bulamayan kimse üç gün Haccda ve yedi gün de evinize döndüğünüz
zaman olmak üzere toplam on gün oruç tutar. Bu, ailesi Mescid-i Haram civarında
oturmayanlar için böyledir. Allah'tan korkun ve bilin ki, O'nun azabı ağırdır.
197-
Hacc; bilinen aylar(da)dır. Kim bu aylarda ihrama girerek Haccı kendine farz
hale getirirse bilsin ki, Haccda fuhuş söz söylemek, küfürleşmek-kavga
etmek ve her türlü günah işlemek yoktur. Ne iyilik işlerseniz Allah onu
bilir. Yanınıza yol azığı alın. Hiç şüphesiz en hayırlı azık takvadır,
Allah korkusudur. Ey akıl sahipleri benden korkun.
198-
Rabbinizin lütuf ve keremini istemenizin hiçbir sakıncası yoktur. Arafat'tan
aşağı inince Meşar-ı Haram'da Allah'ı anın. O sizi nasıl doğru yola
iletti ise siz de O'nu anın. Zira O'nun yol göstermesinden önce, kuşkusuz,
sapıklardan idiniz.
199-
Sonra insanların dağıldığı yerden siz de dağılın ve Allah'tan bağışlama
dileyin. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.
200-
Hacc ibadetini bitirdiğinizde atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan
daha ısrarlı bir şekilde Allah'ı anın. Kimi insanlar `Ey Rabbimiz, bize dünyada
güzellik ver' derler. Böylesinin Ahirette hiçbir pay olmaz.
201-
Kimi insanlar da `Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, Ahirette de güzellik
ver ve bizi Cehennem ateşinin azabından koru' derler.
202-
İşte onların kazandıklarından payları vardır. Allah'ın hesaplaşması çok
hızlıdır.
203-
Sayılı günlerde Allah'ın adını anın. Kim hemen iki gün içinde dönerse
bir günahı yoktur. Kim geri kalırsa da, günahtan korunanlar için, günahı
yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki, hepiniz O'nun huzurunda biraraya
getirileceksiniz.
Yukarda
okuduğumuz Hacc ayetlerinin hangi tarihte indirildiğini kesin olarak
bilmiyoruz. Yalnız bir rivayete göre bu ayetlerden birinde yeralan "Eğer
yoldan alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin" cümlesi
Hicri altıncı yılda Hudeybiye'de inmiştir. Bunun yanısıra İslâm'da Haccın
ne zaman farz kılındığını belirten kesin bir tarih de elimizde yoktur. Bu
belirsizlik, Hacc ibadetinin "Allah için Haccı ve Umreyi tam olarak
yerine getirin" cümlesi ile başlâyan yukarda okuduğumuz ayetle farz kılındığını
ileri süren görüş için geçerli olduğu gibi Al-i İmran suresinde yeralan
"Kâbe'ye gitmeye imkânı olanlar, Allah için Beytullah'ı ziyaret
etmekle yükümlüdürler" ayeti ile farz kılındığını kabul eden görüş
için de geçerlidir.·(Al-i İmran Suresi, 97)· Bu ayetlerin her ikisinin de
ne zaman indiklerini kesinlikle belgeleyen bir rivayet elimizde yoktur.
Bu
arada İmam İbn-i Kayyum el-Cevzi "Zad-ül Mead" adlı eserinde Haccın
Hicri dokuzuncu ya da onuncu yılda farz olduğunu ileri sürüyor. İbn-i
Kayyum, bu görüşü ileri sürerken Peygamberimizin Hicri onuncu yılda Veda
Haccı'nı yaptığı gerçeğinden hareket ederek O'nun bu ziyareti Haccın
farzoluşunun arkasından yapmış olması gerektiğini, buna göre bu ibadetin
Hicri takvime göre ya dokuz ya da onuncu yılda farz kılınmış olduğunu söylüyor.
Fakat bu mantık delil olmaya elverişli değildir. Çünkü Peygamberimizin
Hacca gidişini Hicri onuncu yıla ertelemesine yolaçan başka sebepler bulunmuş
olabilir. Özellikle Peygamberimizin, Hicri dokuzuncu yılda Hz. Ebu Bekir'i
(Allah ondan razı olsun) Hacc kafilesi başkanı olarak görevlendirdiğini gözönüne
alırsak bazı sebeplerden dolayı Hacca gitmemiş olabileceği ihtimali güç
kazanır.
Nitekim
elimizdeki bazı bilgilere göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun)
Tebuk Seferi dönüşünde Hacca gitmeyi düşündü. Fakat Hacc mevsiminde
geleneksel olarak müşriklerin Kâbe'yi ziyaret ettiklerini ve bir kısmının
bu ziyareti çıplak olarak yaptığını hatırlayarak onların arasına karışmak
istemedi. Bir süre sonra Berae suresi inince Peygamberimiz, bu surenin baş
tarafındaki ayetleri halka duyurmak, bu ayetler gereğince müşrikler ile artık
antlaşma yapılmayacağını açıklamak ve Kurban bayramı gününü ilan
etmek üzere Hz. Ali'yi Hacca gönderdi. Hz. Ali tarafından Mina'da toplanan
kalabalık önünde okunan bildiri şu noktaları içeriyordu; "Kâfirler,
kesinlikle Cennet'e giremez. Bu yıldan sonra müşrikler Hacca gelemez ve
Beytullah'ı çıplak olarak tavaf edemezler. Peygamberimiz ile daha önce antlaşma
yapmış olanların antlaşmaları, süreleri sona erene kadar geçerlidir,
fakat bir daha yenilenmeyeceklerdir."
İşte
bundan dolayı Peygamberimiz, Kâbe müşriklerden ve çıplak ziyaretçilerden
temizleninceye kadar Hacca gitmemişti.
Yalnız
Hâcc ibadetinin ve bazı ayrıntılarının bundan daha önceki bir tarihte
belirlendiğini ileri süren başka bir görüş daha var. Biz bu görüşün hiç
de yabana atılmayacak bir ihtimal olduğunu düşünüyoruz. Nitekim bir
rivayete göre Hacc, Hicret olayından önce Mekke'de farz kılındı. Bu görüş,
güçlü bir delile dayanıyor olmayabilir. Ancak özellikle Mekke'de inmiş
olan Hacc suresinin ayetlerinde Hacc ibadetinin birçok ayrıntısı, yüce
Allah tarafından Hz. İbrahim'e (selâm üzerine olsun) emredilmiş ibadet amaçlı
hareketler olarak yeralmıştır. Hacc suresinin bu nitelikteki ayetlerini şöyle
sıralayabiliriz:
"Hani
İbrahim'e Beytullah'ın yerini gösterdik ye kendisine şöyle dedik; `Bana hiçbir
şeyi ortak koşma ve Evi tavaf edenler, ayakta duranlar, rukûa ve secdeye -
varanlar için temiz tut.
İnsanlara
Haccı ilân et. Gerek yaya ve gerekse uzak yollardan gelecek yorgun develer üzerinde
sana gelsinler.
Gelsinler
de çeşitli yararlarını gözleri ile görsünler ve Allah'ın kendilerine rızık
olarak verdiği hayvanları belirli günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar.
Bu hayvanların etinden kendiniz de yiyin, sıkıntı içinde bulunan yoksullara
da yedirin.
Sonra
kirlerini giderip temizlensinler, adaklarını yerine getirsinler ve Kâbe'yi
tavaf etsinler." (Hacc Suresi, 26-29)
"Bu
böyledir. Kim Allah'ın emrettiği ibadet biçimlerine saygı gösterirse; hiç
kuşkusuz bu saygı, kalplerdeki takvadan kaynaklanır. Kurbanlık hayvanlar
belirli bir süreye kadar size yararlı olurlar, sonra varacakları yer Kâbe'dir."
(Hacc Suresi, 32-33)
"Büyükbaş
hayvan kurban etmeyi de Allah'ın size emrettiği ibadet biçimlerinden saydık.
Onlar size çeşitli yararlar sağlarlar. Ön ayaklarını bağlayarak onları
boğazlarken üzerlerine Allah'ın adını anın. Yan üstü düşüp öldüklerinde
etlerinden hem kendiniz yiyin ve hem de isteyene de istemeyene de yedirin. Şükredesiniz
diye o hayvanları böylece buyruğunuza sunduk.
Bu
hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak
olan şey; sadece içinizdeki Allah saygısıdır, takvadır. Böylece onları
sizin buyruğunuza sundu ki, sizi doğru yola ilettiği için O'nun yüceliğini
dile getiresiniz. Ey Muhammed, iyilik işleyenleri müjdele" (Hacc Suresi,
36-37)
Görüldüğü
gibi bu ayetlerde Hacc ibadetinin temel unsurları olan kurban, kurban kesme,
tavaf, ihramdan çıkma ve Allah'ın adını anma (tekbir getirme) gibi ayrıntılara
ya açıkça ya işaret yolu ile yer verilmiştir. Bu ayetlerde müslüman ümmete
yöneltilen hitap, ataları Hz. İbrahim'in uygulamaları ile bağ kuruyor. Bu
da Hacc ibadetinin, müslümanların bağlı oldukları Hz. İbrahim'in bir
uygulaması olarak yukardaki görüşlerde ileri sürüldüğünden çok daha önce
farzedildiğini gösterir. Bu arada müslümanlar ile o günlerde Kâbe'nin
denetim ve bakımını ellerinde bulunduran Mekkeli müşrikler arasındaki çatışma
ve gerginlik, Hacc ibadetini bir süre için yapılamaz hale getiren engeller doğurmuştur.
Bunu da gözden kaçırmamak gerekir. Biz bu cüz'ün baş tarafında, Hicri
ikinci yılda gerçekleşen kıble yönünün değişimi olayından sonraki
oldukça erken bir tarihten itibaren bazı müslümanların fertler halinde Hacc
ibadetini yerine getirmeye haşladıkları görüşünde olduğumuzu belirtmiştik.
Bu
görüşlerin hangisi doğru olursa olsun, Haccın farzoluş tarihi ile ilgili
bu açıklamayı burada noktalayarak Haccın ayrıntılarını ve bunlar arasında
yer verilen birçok direktifi içeren ayetlere dönüyoruz:
"Allah
için Haccı ve Umreyi tam olarak yerine getirin. Eğer yoldan alıkonulursanız,
kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı
traş etmeyin. Fakat içinizden kim hasta ya da başından rahatsız olur da bu
yüzden daha önce traş olursa fidye olarak ya oruç tutmak ya sadaka vermek
veya kurban kesmek zorundadır.
Eğer
güven içinde iseniz, Hacc zamanına kadar Umreden yararlanmak isteyen kimse
kolayına gelen kurbanı keser. Kesecek kurban bulamayan kimse üç gün Haccda
ve yedi gün de evinize döndüğünüz zaman olmak üzere toplam olarak on gün
oruç tutar. Bu hüküm, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar için böyledir.
Allah'tan korkun ve bilin ki, O'nun azabı ağırdır."
Bu
ayetin yapısında dikkatimizi çeken ilk özellik hüküm koyarken gözetilen
ifade titizliği, ayetin amaçladığı hükmü içerecek bağımsız fıkralara
ayrılması, her hükmün sonunun bir sonraki hükme uygun çağrışımları
ile bağlanması ve sonunda ayetteki bütün hükümlerin takvaya, Allah
korkusuna raptedilmesidir.
Ayetin
ilk fıkrası Telbiye getirerek Hacca ve Umreye ya da her ikisine birarada başlayan
kimsenin mutlak anlamda bu Haccı ve Umreyi tamamlaması emrini ve bu ibadetleri
sırf Allah'a yöneltmesi gerektiğini içerir:
"Allah
için Haccı ve Umreyi tamamlayın"
Bazı
tefsir alimleri bu emrin, Haccın farz oluşunu bildiren bir emir olduğunu söylerken
diğer bazıları ise başlanmış bir Hacc görevini tamamlamakla ilgili olduğunu
ileri sürerler. Bu ikinci yorum bizce daha yerindedir. Çünkü bütün
alimlerce kabul ediliyor ki Umre ibadetinin farz olmadığı halde burada tıpkı
Hacc ibadeti gibi bitirilmesi emrediliyor. Bu da gösterir ki, burada emrin amacı
"tamamlama" eylemidir, yoksa farz oluşu ilân etmek değildir. Ayrıca
bu emirden anlaşılıyor ki, Umre ibadeti, başlangıçta farz olmamakla
birlikte, bir defa Telbiye getirilerek bu ibadete başlanınca artık
tamamlanması farz haline gelir.
Umre,
ayrıntıları bakımından Hacc gibidir. Yalnız bunun için Arafat'ta Vakfeye
durulmaz. Ayrıca en geçerli görüşe göre bu ibadet bütün yıl boyunca
yerine getirilebilir, Hacc gibi belirli aylarla sınırlı değildir:
Bu
genel emirden anlaşıldığına göre Hacc ve Umre ibadetlerinin "yoldan
alıkonulma" durumunda tamamlanması zorunludur. Bu "yoldan alıkonulma"
Hacc ve Umre ibadetlerine başlayan kimseyi bu ibadetin görevlerini yapmaktan
alıkoyan bir düşmandan kaynaklanabileceği gibi hastalık gibi görevi
tamamlamayı önleyen şahsi mazeretlerden de kaynaklanabilir. Düşman kaynaklı
engellemelerin "yoldan alıkonulma" sayılmasında alimler arasında görüş
birliği vardır. Yalnız hastalık kaynaklı engellemenin "yoldan alıkonulma"
sayılıp sayılmayacağı tartışmalıdır. Fakat böyle sayılması gerektiği
görüşü daha ağır basmaktadır.
"Eğer
yoldan alıkonulursanız kolayınıza gelen kurbanı kesin"
Bu
durumda Hacca ya da Umreye başlamış olan kimse kolayına gelen kurbanı
keserek varabildiği yerde ihramdan çıkar. İsterse henüz Mescid-i Haram'a (Kâbe'ye)
varamamış ve Hacc ile Umre ibadetinin gereklerinden sadece Mikat'ta ihrama
girmeyi gerçekleştirmiş olsun.
Mikat;
Hacc ya da Umre ibadeti yapmak isteyen kimsenin Hacc ve Umre için ya da her
ikisini birlikte yerine getirmek amacı ile Tehlil getirdiği, dikişli elbise
giymeye son verdiği yerdir. Bu noktadan itibaren hacı adayının başını traş
etmesi, saçlarını kısaltması, tırnaklarını kesmesi, kara hayvanı
avlaması ve bu av hayvanlarının etinden yemesi yasaktır.
İşte
Hicri altıncı yılda Mekkeli müşrikler Hudeybiye'de Peygamberimiz (salât ve
selâm üzerine olsun) ile beraberindeki müslümanların yolunu kestikleri ve
kendisi ile ancak bir sonraki yıl Umre yapmasına imkân veren Hudeybiye antlaşmasını
imzaladıklarında bu olay fiilen yaşanmıştı. Hatta elimizdeki bazı
bilgilere göre Peygamberimiz, müşrikler tarafından yolu kesilince yanındaki
müslümanlara ulaşabildikleri bu son noktada kurbanlarını keserek ihramdan
çıkmalarını ve daha sonra ne yapacakla: ı hususunda emir beklemelerini
buyurdu. Fakat kurbanlık hayvanları normal kesim yerlerine varmadan önce
ihramdan çıkmak müslümanların ağırına gitmiş, onları tereddüde düşürmüştü.
Bunun üzerine Peygamberimiz arkadaşlarının gözleri önünde kurbanını
keserek ihramdan çıktı. Arkasından da müslümanlar aynı şeyi yaptılar.
İşte bunun üzerine yukardaki ayet indi. (Daha ayrıntılı bilgi için onbeş
ve onaltıncı cüzlerde yeralan Feth Suresinin tefsirine başvurulabilir.)·
"Hedy",
yani "kurbanlık" deve, sığır, koyun, keçi gibi büyük ya da küçük
baş hayvanlara denir. Birkaç hacı adayı biraraya gelerek bir deve ya da bir
sığır kesebilirler. Nitekim Hudeybiye Umresi sırasında müslümanlar yedişer
kişilik gruplar halinde biraraya gelerek birer büyükbaş hayvan kesmişlerdi.
O zaman bu "kolaya gelen" kurban olur. Bunun yanında her hacı adayı
ayrı ayrı birer koyun veya keçi de kesebilir.
Hudeybiye
yılında olduğu gibi düşman tarafından ya da hastalık aracılığı ile
"yoldan alıkonulma" durumunda önerilen bu telâfi etme yolunun
hikmeti; kolaylıktır. Zira Haccın rükünlerinin birinci derecedeki amacı
takva duygularını coşturmak, yüce Allah'a yaklaşmak ve farz kılınan
ibadetleri yerine getirmeye çalışmaktır. Eğer bu amaç gerçekleşir de
arkasından ya düşman ya hastalık veya bunlara benzer bir başka engel hacı
adayının yoluna dikilirse bu kimse Hacc ya da Umre sevabından mahrum kalmaz.
Tersine Hacc ya da Umre ibadetini tamamlamış sayılarak yanında bulunan
kurbanlık hayvanı kesmekle ihramdan çıkar. Bu kolaylık İslâm'ın özü
ile, Haccdaki hareketlerin amacı ve genel anlamda ibadetin fonksiyonu ile
uyumlu bir hükümdür.
İlk
ve genel emre getirilen bu telâfi edici kolaylıktan sonra ayetlerin devamında
Hacc ve Umre ile ilgili yeni bir genel hüküm ortaya konuluyor:
"Kurban
yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin"
Bu
hüküm yolda herhangi bir engelleme ile karşılaşmaksızın Hacc görevini
tamamlama durumunda geçerlidir. Bu durumda Arafat vakfesini yerine getirip
oradan ayrıldıktan sonra kurbanlık hayvan yerine varmadıkça başı traş
etmek caiz değildir. Çünkü traş olmak, Hacc ya da Umre için yahut her
ikisine birlikte niyetlenerek giyilen ihramdan çıkmanın işareti, göstergesidir.
Kurban, Zilhicce ayının onuncu günü Mina'da kesilir. O zaman Hacc görevi
sona ermiş olur ve hacı ihramdan çıkar. Fakat kurbanlık hayvan yerine
varmadan önce ne traş olunabilir ne saçlar kısaltılabilir ve ne de ihramdan
çıkılabilir.
Fakat
bu genel hükme istisna olarak şöyle bir telâfi edici sınırlama
getiriliyor:
"Fakat
içinizden kim hasta ya da başından rahatsız olur da bu yüzden daha önce
traş olursa fidye olarak ya oruç tutmak ya sadaka vermek veya kurban kesmek
zorundadır."
Hacı
adayı, başını traş etmeyi gerektiren bir hastalığa yakalanabilir ya da saçlarının
uzamasından ve taranamamaktan dolayı başında birtakım pis böcekler
yuvalanabilir. Aslında kolaylık ve pratiklik dini olan İslâm, böylesi
durumlarda hacı adayının ihramlı iken kesim yerine göndermiş olduğu
kurbanlık hayvan boğazlanacağı yere varmadan ve Hacc görevlerini
tamamlamadan önce traş olmasını mübah saymıştır. Buna karşılık hacı
adayı fidye olarak ya üç gün oruç tutar ya sadaka olarak altmış yoksulun
karnını doyurur ya bir koyun keserek etini dağıtır. Bu fidye ile ilgili sınırlama
Peygamberimizin şu hadisine dayanıyor. Sahabilerden Kâ'b b. Ucre diyor ki:
"Bir
defasında beni Peygamberimizin yanına taşıdılar. Bitler yüzümde
geziniyordu. Peygamberimiz bana `Seni hiç böyle bitkin görmemiştim. Kesecek
bir koyun bulamıyor musun?' buyurdu. `Hayır, yok' dedim. Bunun üzerine bana
şöyle dedi; `Ya üç gün oruç tut ya da her yoksul başına altmış sa' ağırlığında
yiyecek ayırarak altmış yoksulun karnını doyur da başını traş et,"
(Buhari)"
Arkasından
yine Hacc ve Umre ile ilgili yeni bir genel hüküm geliyor:
"Eğer
güven içinde iseniz, Hacc zamanına kadar Umreden yararlanmak isteyen kimse
kolayına gelen kurbanı keser."
Yâni
"Eğer yolda engelleme ile karşılaşmaz ve ziyaret görevlerini rahat
rahat yapma imkânı bulursanız, bu durumda Umreyi de içeren Temettü Haccı
yapmak isteyen kimse kolayına gelen kurbanı kessin."
Bu
hükmün ayrıntılı açıklaması şöyledir: Müslüman, önce Umreye çıkabilir.
Bunun için Mikat'ta Tehlil getirerek ihrama girer. Beytullah'ı tavaf ederek ve
Safa ile Merve arasında say yaparak Umre görevini tamamladıktan sonra Mikat'a
dönerek Hacc için ihrama girer ve bu görevin günlerinin gelmesini bekle-meye
koyulur. Bu durum Hacc ayları sırasında geçerlidir. Hacc ayları Şevval,
Zilkade ayları ile Zilhicce ayının ilk on gününden oluşur.
Bu
anlattığımız şekil, Temettü Haccının birinci usulüdür. ikinci usulü
de şöyledir: Mikat'ta hem Hacc ve hem de Umre için birlikte ihrama girilir.
Umre görevleri yapıldıktan sonra Hacc zamanı gelinceye kadar beklemeye geçilir.
İşte Temettü Haccının ikinci yolu böyledir.
Hacı
adayı bu iki usulden hangisi ile Temettü Haccı yaparsa yapsın Umreyi
tamamladıktan sonra ihramdan çıkabilmek için kolayına gelen bir kurban
kesmelidir. Hacı adayı Umre görevinin bitişi ile Hacc görevinin başlaması
arasındaki süreyi ihramsız olarak geçirir. Hacı adayının "kolayına
gelen" kurbanlık; kesebileceği her türlü hayvanı içerir. Yani bu
kurbanlık deve de, sığır da koyun da keçi de olabilir.
Eğer
bu durumdaki hacı adayı "kolayına gelen" kurbanlık hayvan bulamıyorsa
yerine fidye verir:
"Kesecek
kurban bulamayan kimse üç gün Haccda ve yedi gün de evinize döndüğünüz
zaman olmak üzere toplam olarak on gün oruç tutar."
Bu
durumda hacı adayı için en uygun olanı, ilk üç günlük orucu Zilhicce ayının
dokuzuncu günündeki Arafat vakfesinden önce tutmaktır. Kalan yedi günlük
orucu da Hacc dönüşü evinde tutar. Ayette bu orucun "toplam on gün"
olduğu, iyi anlaşılsın diye vurgulanmıştır.
Belki
de bu kurban kesmenin ya da oruç tutmanın hikmeti, Umre ile Hacc görevi arasında
kalbin yüce Allah'a bağlı olmasını devam ettirmektir, Umre ile Hacc görevi
arasındaki ihramsız dönemin hacı adayını Haccın havasından, Haccın
disiplinli atmosferinden ve bu farıza süresince kalbi sürekli etkisi altında
bulunduran çekingenlik ortamından çıkarmamasıdır.
Harem-i
şerif'te oturanlar buranın sürekli ziyaretçileri olduklarj ve yurtları
burası olduğu için onlara Umre düşmez. Onlar sadece Hacc ibadeti yapmakla görevlidirler.
Onlar için Temettü Haccı ve Umre ile Hacc arasında ihramsız kalınacak bir
geçiş süresi de söz konusu değildir. Öyle olunca tabii ki, fidye vermeleri
ve oruç tutmaları da söz konusu değildir.
"Bu,
ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar için böyledir."
Hacc
ve Umre hükümlerinin bu noktasında kalpleri yüce Allah'a ve takvaya sım sıkı
bağlamayı amaç(ayan iki ara cümlecik ile karşılaşıyoruz:
"Allah'tan
korkun ve bilin ki, O'nun azabı ağırdır."
Okuduğumuz
Hacc hükümlerinin yerine getirilmelerini garantiye bağlayacak biricik faktör
iste bu takvadır. Takva; Allah korkusu, Allah'ın azabından çekinme
duygusudur. İhrama belirli bir çekingenlik duygusu eşlik eder. Fakat ham
adaylarının bir süre ihramsız kalmaları serbest olduğunda bu süre içinde
takva ve Allah korkusu bu çekingenlik duygusunu vicdanda canlı tutar, orada
bekçiliğe devam eder.
Bundan
sonra gelen ayetin özellikle Haccın hükümleri anlatılıyor, bu meyanda Haccın
zamanı ve edep kuralları açıklanıyor. Daha önceki ayetin sonun-da olduğu
gibi bu ayetin sonunda da söz, takvaya bağlanıyor:
"Hacc;
bilinen aylar(da)dır. Kim bu aylarda ihrama girerek Haccı kendine farz hale
getirirse bilsin ki, Haccda fuhuş söz söylemek, küfürleşmek kavga etmek ve
her türlü günah işlemek yasaktır. Ne iyilik yaparsanız Allah onu bilir.
Yanınıza yolazığı alın. Hiç şüphesiz en hayırlı azık takvadır,
Allah korkusudur. Ey akıl sahipleri, benden korkun:'
Ayetin
açık anlamına göre Haccın belirli bir vakti vardır ve bu vakit belirli
aylardır. Bu aylar Şevval ve Zilkade ayları ile Zilhicce ayının ilk on gününden
oluşur. Buna göre, sadece bu aylar süresince Hacc için ihrama girilebilir.
Gerçi bazı mezhepler bütün yıl boyunca Hacc için ihrama girmeyi geçerli
sayarlar ve bu belirli ayları Haccın gereklerini bilinen zamanlarında yerine
getirmek için ayrılmış bir zaman parçası kabul ederler.
İmam-ı
Malik, imam Ebu Hanife ve İmam-ı Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler. İbrahim
Nehaî, Sevri ve Leys b. Sa'd gibi mezhep imamlarının da bu görüşte
oldukları rivayet edilmiştir. imam Şafiî ise birinci görüşü savunuyor.
Abdullah b. Abbas, Cabir, Ata, Tavus ve Mücahid gibi önderlerin de Şafiî
gibi düşündükleri nakledilmiştir ki, geçerli tutulan görüş de budur.
Bu
belirli aylarda kim Haccı kendine farz kılarsa, yani kim ihrama girerek bu
aylarda Haccı tamamlama yükümlülüğü altına girerse bilmelidir ki, ayetin
dili ile söylersek Hacc sırasında "Rafas, fusuk ve cidal yoktur".
Burada geçen "Rafas" kelimesi "ya rastgele veya kadınların yanında
cinsel ilişkiden ve cinsel ilişkiyi çağrıştıracak açık-saçık
konulardan sözetmek" demektir. "Cidal" kelimesi, "bir
kimsenin arkadaşını öfkelendirecek şekilde onunla tartışması, münakaşa
etmesi" demektir. "Fusuk" kelimesi ise "irili-ufaklı kötülükler"
anlamına gelir.
Bu
yasaklar, insanı sonuç olarak bu dönemindeki çekingenlik ve sırf Allah ile
başbaşa olma halı ile çelişen herşeyden kaçınmaya, toprak ve dünya
kaynaklı güdülerin üzerine çıkmaya, herşeyi bir yana atarak sırf Allah'a
bağlanma yolundaki rubî eğitime ve Allah'ın evine doğru yola çıkan
kimsenin dikişli elbiseye varıncaya kadar herşeyden arınması anlayışına
uygun edep halini gerekli biçimde takınmasına götürür.
Kötülük
yapma yasağının arkasından iyi davranışları özendiren, sevdiren bir
ifade ile karşılaşıyoruz:
"Ne
iyilik işlerseniz Allah onu bilir."
Bir
müminin, yaptığı iyiliğin yüce Allah tarafından bilindiğini, o sırada yüce
gözetim altında olduğunu hatırlaması iyilik işlemesi için yeterli bir teşvik,
itici bir faktördür. Demek ki, yüce Allah onun yaptığı iyiliği görüyor
ve biliyor. Sırf bu faktör, iyiliğin normal ödülünden önde gelen başlı
başına bir ödüldür.
Ayette
daha sonra hacı adayları Hacc yolculuğu için azıkla donanmaya, yanlarında
hem beden ve hem de ruh azığı bulundurmaya çağrılıyorlar.
Bu
emrin gerekçesi ile ilgili şöyle bir rivayet anlatılıyor: Bir grup Yemenli
hacı adayı, yanlarına azık almadan Hacc yolculuğuna çıkarlar ve bu
tutumlarında haklı olduklarını göstermek üzere de `Allah'ın evini ziyaret
edeceğiz de O bizim karnımızı doyurmayacak mı?' diye konuşurlar.
Bu
söz her şeyden önce kalbi tümü ile Allah'a yöneltmenin ve O'na tam anlamı
ile güvenmenin yanında tüm pratik hazırlıkları yapmayı, mümkün olan bütün
etkili önlemleri almayı emreden İslâm'ın karakterine ters düşer. Ayrıca
bu söz yüce Allah'tan lâubalî ve pervasız biçimde sözetme, "madem
ki, O'nun evini ziyaret etmeye gidiliyor, o halde Allah da ziyaretçilerinin
karnını doyurmakla görevlidir" gibi bir anlayış yüce Allah'ı minnet
borcu altında sayma kokusu taşır. Bundan dolayı hem maddi ve hem de manevi
olarak azık hazırlama direktifi gelmiştir. Bu direktife, genel ifadeli ve süreklilik
mesajı veren bir takva duyurusu eklenmiştir:
"Yanınıza
yolazığı alın. Hiç şüphesiz en hayırlı azık takvadır, Allah
korkusudur. Ey akıl sahipleri, benden korkun."
Takva
kalplerin, gönüllerin azığıdır. Kalpler, gönüller bununla beslenir,
bununla güçlenir, bununla aydınlanır. Hedefe varma ve kurtuluş dayanağı
yalnız budur. "Akıl sahipleri" ise takva direktifini ilk kavrayanlar
ve bu besin kaynağından en iyi biçimde yararlananlardır.
Daha
sonraki ayette Haccın hükümleri ve gerekleri anlatılmaya devam edilerek hacı
adayının ticaret yapmasının ya da ücretli bir işte çalışmasının hükmü
anlatılıyor. Bunun yanısıra Arafat'tan dönüş konusu ile bu dönüşün
yeri ele alınıyor. Ayrıca bu dönüşün arkasından yapılması gereken
zikir ve istiğfar meselesi açıklanıyor:
"Rabbinizin
lütuf ve bağışını istemenizin, bunun peşinden koşmanızın hiçbir sakıncası
yoktur. Arafat'tan aşağı inince Meş'ar-ı Haram'da Allah'ı anın. O sizi
nasıl doğru yola iletti ise siz de O'nu anın. Lira O'nun yol göstermesinden
önce, kuşkusuz, Sapıklardan idiniz.
Sonra
insanların dağıldığı yerden siz de dağılın ve Allah'tan mağfiret
dileyin. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
Buharî'nin
kaydettiğine göre bu konuda Abdullah b. Abbas (Allah onlardan razı olsun) şöyle
diyor:
"Ukaz,
Mecenne ve Zülmecaz; cahiliye döneminin çarşıları, alış-veriş
merkezleri idi. Bu yüzden müslümanlar Hacc mevsiminde ticaret yapmanın günah
olabileceği endişesine kapıldılar. Bunun üzerine yüce Allah
"Rabbinizin lütuf ve bağışını istemenizin, bunun peşinden koşmanızın
hiçbir sakıncası yoktur" ayetini indirdi.
Aynı
konuda Ebu Davud'un başka bir yoldan naklettiğine göre yine Abdullah b. Abbas
şöyle diyor:
"Müslümanlar
Hacc mevsiminde ticaretle uğraşmaktan, alış-veriş yapmaktan çekiniyorlar;
`Bu günler, Allah'ı zikretme günleridir' diyorlardı. Bunun üzerine yüce
Allah; `Rabbinizin lütuf ve bağışını istemenizin, bunun peşinden koşmanızın
hiçbir sakıncası yoktur' ayetini indirdi."
Başka
bir rivayete göre Ebu Umame Teymî bir defasında Abdullah b. Ömer'e "Biz
para karşılığında hacı adayı taşıyoruz. Acaba yaptığımız Hacc geçerli
midir?" diye sordu. Abdullah b. Ömer de ona "Siz Beytullah'ı tavaf
etmiyor musunuz, meşru görevlerinizi yapmıyor musunuz, şeytanı taşlamıyor
musunuz, başınızı traş etmiyor musunuz?" diye sordu. Adamın
"Evet, bunları yapıyoruz" demesi üzerine Abdullah b. Ömer sözlerini
şöyle bağladı: "Vaktiyle adamın biri Peygamberimize gelerek kendisine
şimdi senin bana sorduğun soruyu sormuştu. Peygamberimiz adama henüz cevap
vermeye fırsat bulamadan Cebrail (selâm üzerine olsun) `Rabbinizin lütuf ve
bağışını istemenizin, bunun peşinden koşmanızın hiçbir sakıncası
yoktur' ayetini getirdi."
Bu
arada İbn-i Cerir'in bildirdiğine göre Hz. Ömer'in azadlısı Ebu Salih aynı
konuda şöyle diyor: "Bir defasında Hz. Ömer'e `Ey müminlerin emiri,
sizler Hacc sırasında ticaret yapıyor muydunuz?' diye sordum. Bana `O
zamanlar müslümanların Haccdan başka bir geçim kaynağı var mıydı ki?'
diye cevap verdi.
Gerek
ilk iki rivayetin anlattığı Haccdaki ticaret çekingenliği ve gerekse üçüncü
rivayetin içerdiği yine Hac dönemindeki ücret karşılığında hizmet verme
çekingenliği, İslâm'ın vicdanlarda meydana getirdiği cahiliye döneminde
geçerli olan herşey karşısında çekingenlik duyma hassasiyetinin ve bu
konularda girişime geçmeden önce İslâm'ın görüşünü bekleme titizliğinin
bir parçasıdır. Bizim bu cüz'ün başında Safa ile Merve tepelerini tavaf
etmekten sözederken anlatmaya çalıştığımız tutum işte buydu.
Kısacası
Hacc sırasında alış-veriş yapmanın ve ücret karşılığında hizmet
vermenin serbest olduğunu bildiren ayet indi ve bu ayet bu tür çalışmaları
"Allah'ın lütuf ve bağışını arama" olarak niteledi:
"Rabbinizin
lütuf ve bağışını istemenizin, bunun peşinden koşmanızın hiçbir sakıncası
yoktur."
Böylece
müslümanın kafasına şu ilke yerleştirilmek istenmiştir. O, ticaret
yaparken, ücretli bir iş gerçekleştirirken ya da başka bir yoldan geçimini
sağlamaya çalışırken rızkını kendi çalışmasının sonucu olarak sağlamıyor,
o sadece yüce Allah'ın lütuf ve bağışım arıyor, Allah da ona veriyor. Müslüman,
bu gerçeği aklından hiç çıkarmamalıdır. Yani kendisi yüce Allah'ın lütuf
ve bağışım arıyorken ve kazanırken, meslek edindiği geçim sağlama
yolları peşinden koşarak rızkını elde ederken elde ettiği şey, aslında
yüce Allah'ın lütfu ve bağışıdır. Geçimini sağlama peşinde koşan müslümanın
kalbine bu bilinç yerleşince o, artık ibadet halindedir. Buna göre bu uğraşları
Allah'a yönelme açısından Hacc ibadeti ile çelişmez. İslâm, müminin
kalbinde bu duyguların kökleştiğinden emin olunca onu istediği gibi çalışmak
ve faaliyette bulunmak üzere serbest bırakır. Çünkü böyle bir kulun bu
bilinçten kaynaklanan her hareketi ibadettir.
Bundan
dolayı aslında Arafat'tan dağılma ve Meşar-ı Haram'da Allah'ın adını
anma gibi diğer Hacc görevlerini konu edinmiş olan bu ayet, bir bölümünü
geçim imkânlarını arama konusuna ayırıyor:
"Arafat'tan
dağıldığımızda Meşar-ı Haram'da Allah'ı anın. O sizi nasıl doğru
yola iletti ise siz de O'nun adını anın. Zira O'nun yol göstermesinden önce,
kuşkusuz, sapıklardan idiniz."
Arafat'ta
durmak, vakfe yapmak, Haccın temel rükunudur. Nitekim Bukeyr'in, Ata aracılığı
ile Abdurrahman b. Muammer Deylemî'ye dayanarak bildirdiğine göre
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle diyor:
"Hacc,
Arafat demektir. Hacc Arafat demektir. Hacc Arafat demektir. Kim Kurban bayramı
günü tanyeri ağarmadan önce Arafat'a erişirse Hacca erişmiş olur. Mina günleri
üçtür. Kim iki günün sonunda Mekke'ye dönerse hiçbir günah işlemiş
olmaz. Kim üçüncü günün sonuna kadar kalırsa o da günaha girmez." (Eshabu-s
Sünen)
Arafat'ta
durmak (vakfe) Zilhicce ayının onuncu günü olan Arefe günü Zeval (öğle)
vaktinden başlayarak Kurban bayramı günü tanyeri ağarıncaya kadar yapılabilir.
Bu konuda vakfe süresinin Arefe gününün ilk anlarından itibaren başladığını
ileri süren ve İmam-ı Ahmed b. Hanbel tarafından savunulan bir görüş daha
vardır. Bu görüş; Şa'bî'nin, Urve b. Mudarris b. Harise b. Lâm Taî'den
rivayet ettiği bir hadise dayanır. Bu hadise göre Harise b. Mudarris şöyle
diyor:
-
Bir defasında Muzdelife'de namaza çıktığı sırada Peygamberimize geldim ve
kendisine dedim ki; `Ya Resulallah, Tay dağından geliyorum. Hem binek hayvanımı
bitkin düşürdüm hem de kendimi yordum. Vallahi üzerinde durmadığım hiçbir
dağ kalmadı. Acaba Haccım geçerli mi?' Bunun üzerine Peygamberimiz bana şu
cevabı verdi:
"Kim
bizim şu namazımıza yetişir ve bizimle birlikte buradan dağılıncaya kadar
burada kalırsa ve daha önce geceleyin ya da gündüzleyin Arafat'ta bir süre
durmuş olursa Haccı tamam olur, bu kimse yıkanıp elbiselerini
giyebilir." (İmam-ı Ahmet, Eshabu-s Sünen, Tirmiri)
Peygamberimizin
bu iki görüşte ileri sürülen zaman diliminde Arafat'ta durmayı
emretmesinin, başka bir deyimle bu vakfe süresini Arefe gününden
Zilhicce'nin onuncu gününe rastlayan Kurban bayramı gününün sabahına
kadar uzatmasının gerekçesi müşriklerin, putperestlerin buradaki vakfe
geleneklerine ters düşmekti. Nitekim İbn-i Merduye'nin ve Hakim'in
Abdurrahman b. Mubarek el-Ayşî'ye dayanarak kaydettiklerine göre sahabilerden
Misver b. Mahrime (Allah ondan razı olsun) şöyle diyor:
-
Peygamberimiz, bir defasında Arafat'ta bize bitap etmişti. Önce Allah'a
hamdetti, O'nu övdü. Sonra `imdi' diye söze girdi. O her zaman bir konuşma
yaparken `imdi (bundan sonra)' diye söze girerdi. Sonra şöyle buyurdu:
"Bugün,
Hacc-ı Ekber (En büyük Hacc) günüdür. dikkat edin ki, müşrikler,
putatapanlar bugün güneş batmadan önce buradan dağılırlardı. Onlar
buradan ayrılırken güneş, dağların başında insanların baslarındaki sarık
gibi dururdu. Biz ise güneş doğmadan önce buradan dağılıyor, böylece müşriklerin
geleneklerine ters düşüyoruz."
Peygamberimizin
Arefe günü güneş battıktan sonra Arafat'tan ayrılması ile ilgili
uygulamasına gelince bu konuda Müslim'in kaydettiğine göre sahabilerden
Cabir b. Abdullah şöyle diyor:
-
Peygamberimiz güneş batıncaya kadar Arafat'ta durdu. Bu arada güneş yuvarlağının
çevresinde hafif bir sarılık meydana geldi, arkasından da güneş yuvarlağı
bütünüyle gözden kayboldu. İşte bu sırada Peygamberimiz, Üsame'yi
devesinin arkasına bindirerek Arafat'tan ayrıldı. Devesinin yularım öylesine
germişti ki, nerede ise hayvanın başı özengiye değecekti.
Peygamberimiz
bu sırada sağ eliyle işaret ederek "Ey insanlar, sakin olunuz, sakin
olunuz" diyordu. Herhangi bir dağın eteğine yaklaştığında yokuşu çıkıncaya
kadar hayvanın yularını gevşetiyordu.
Böylece
Müzdelife'ye vardı. Orada tek ezan ve iki kametle akşam ve yatsı namazını
birarada kıldı. İki namaz arasında tesbih yapmadı. Sonra sabaha kadar yattı.
Sabah olunca tek ezan ve tek kamette sabah namazım kıldı. Arkasından
devesine binerek Meşar-ı Haram'a vardı. Burada kıbleye durarak Allah'a dua
etti, O'na tekbir ve tehlil getirdi, O'nun birliğini dile getirdi. Ortalık
iyice ağarana dek burada ayakta durdu. Sonra güneş doğmadan önce buradan
ayrıldı.
Peygamberimizin
bu uygulaması ile aşağıdaki ayetin işaret ettiği aynıdır:
"Arafat'tan
dağıldığınız zaman Meşar-i Haram'da Allah'ı anın. O sizi nasıl doğru
yola iletti ise siz de O'nu anın. Zira O'nun yol göstermesinden ünce, kuşkusuz,
sapıklardan idiniz."
Ayette
geçen "Meşar-ı Haram"dan maksat Müzdelife'dir. Kur'an-ı Kerim
Arafat'tan dağıldıktan sonra burada Allah'ın adının anılmasını
emrediyor. Aynı zamanda müslümanlara hatırlatıyor ki, bu zikir, yüce
Allah'ın kendilerine yönelik bir hidayetidir ve buna göre, bu, hidayetin şükrünün
göstergesidir. Yine Kur'an-ı Kerim, onlara bu hidayete erdirilmeden önceki
durumlarını hatırlatarak şöyle diyor:
"Zira
O'nun yol göstermesinden ünce, kuşkusuz, sapıklardan idiniz."
ilk
müslüman cemaat, bu realitenin hayatlarındaki derin ve geniş çaplı
etkisini gerçek anlamda kavrayabiliyordu. Çünkü Arapların pençesinde kıvrandıkları
sapıklık dönemi pek yakın geçmişlerini oluşturuyordu. Bu sapıklık herşeyden
önce düşüncelere egemendi. Putlara, cinlere, meleklere tapmak, melekleri
Allah'ın kızları saymak, Allah ile cinler arasında akrabalık ilişkisi olduğunu
ileri sürmek ve daha birçok saçma sapan, gülünç ve karmaşık inançlar, düşüncelere
egemen olan bu sapıklığın göstergeleri idi. Bu çarpık inançlar,
mahiyetlerinin doğal sonucu olarak tapınmalarda, dini törenler ve davranışlarda
da kargaşa meydana getiriyorlardı. Meselâ bu kimseler bazı hayvanların gücünden
ve etinden yararlanmayı sebepsiz yere yasak sayıyorlardı. Dayandıkları tek
gerekçe söz konusu hayvanlar ile ilâhları arasında ilişki olduğu inancı
idi. Yine bu ilâhlara evlâtlarının bazılarını adıyor ve bu kanlı
adaklara cinleri de ortak ediyorlardı. O sapık ortamda geçerli olan daha birçok
dayanaksız cahiliye adeti vardı. Bu saçma adetlerin, karmaşık inanç ve düşünce
bulutlarının koyu karanlığından başka hiçbir gerekçesi yoktu.
Bu
dönemin sosyal hayatında ve ahlâkında da sapıklık egemendi. ,Az sonra
inceleyeceğimiz "Sonra insanların dağıldıkları yerden siz de dağılın"
ayetinin, giderilmesini işaret ettiği sınıflar arası farklılıklar bu sapıklığın
bir göstergesi idi. Arapların hesaba katılır devletlerarası bir güç olmasına
engel olan sürekli kabile savaşları ve sürtüşmeleri bu sapıklığın bir
başka göstergesiydi. Cinsel ilişkilerine, karı-koca ilişkilerine ve genel
olarak aile-içi ilişkilere çirkin bir damga vuran ahlâk anarşisi bu sapıklığın
bir diğer göstergesi idi. Toplumda güçlülerin zayıflara reva gördükleri,
herkesin başvurabileceği değişmez değer ölçülerinin yokluğundan
kaynaklanan zulümler ve haksızlıklar bu sosyal sapıklığın bir başka göstergesiydi.
Genel olarak Arapların sosyal hayatı ve insanî aydan geri kalmışlıkları
bu sapıklığın bir diğer göstergesiydi ki, Arapları bu geri kalmışlıktan
sadece İslâm kurtarabilmişti. Bütün bunlardan dolayı ilk müslümanlar şu
ilâhi buyruğu herkesten farklı bir dikkatle dinliyorlardı:
"O
sizi nasıl doğru yola iletti ise siz de O'nu anın. Zira O'nun yol göstermesinden
önce, kuşkusuz, sapıklardan idiniz."
İlk
müslümanlar bu ilâhi cümleleri okurken, hiç kuşkusuz, bütün tarihlerine
damgasını basmış olan eski sapık, acıklı, perişan ve geri kalmış
hayatlarının görüntüleri, hayallerinin, belleklerinin ve duygularının önünden
bir sinema şeridi gibi akıyordu. Sonra dönüp hallerine bakınca islâm'ın
kendilerini yükselttiği, yüce Allah'ın bu din aracılığı ile kendilerini
erdirdiği yeni konumlarım görüyor ve o zaman bu gerçeğin bütün derinlik
ve köklülüğünü tartışmasız olarak varlıklarından somut bir biçimde
algılıyorlardı.
Bu
realite, her milletten ve her kuşaktan bütün müslümanlar için günümüzde
de geçerliliğini sürdürüyor. Bu milletler ve bu kuşakların İslâm'a kavuşmadan
önceki durumu neydi? Onlar bu inançtan yoksun olarak nedirler? Onlar islâm'ın
gösterdiği yola girdiklerinde, İslâm'ın yaşama tarzını hayatlarına yansımış
bir gerçeğe dönüştürdükleri zaman geri kalmış, basit, sapık ve karmaşık
bir konumdan kurtulup gelişmiş, önemli,yönü ve hedefi belli bir düzeye geçerler.
Üstelik bu geçişi, bu düzey yükselişini gerçek anlamda müslüman
olmadan, yani hayatlarını tümü ile İslâmî yaşam tarzına uyarlamadan
fark edemezler.
İnsanlığın
tümü bu doğru istikametli hayat yoluna girmedikçe koyu bir cahiliyenin
bataklığında debelenmeye mahkumdur. Daha önce yeryüzünün her tarafını
baskısı altında inleten bu cahiliyenin pençesinde kıvrandıktan sonra İslâm'ın
üstün yaşama düşüncesi sayesinde yeniden hayat bulanlar dışında hiç
kimse bu gerçeği tam anlamı ile kavrayamaz. Ancak böyleleri çevrelerini kuşatmış
olan iğrençlikler, kokuşmuş bataklıklar ve mikrop yatakları karşısında
İslâm'ın yüce hayat sisteminin gerçek mahiyetini anlayabilirler.
İnsanlık
uzun tarihi boyunca birçok düşünce sistemi, birçok sosyal düzen ve çok
sayıda hayat tarzı görüp geçirdi. Bunların içinde eski-yeni en büyük
filozofların felsefi sistemleri, yine eski-yeni en büyük düşünürlerin düşünceleri
de vardı . İnsan, İslâm düşüncesinin ve İslâmî hayat tarzının
zirvesinde durup bu serüvenin evrelerine bakınca insanlığın bu kadar boş,
bu kadar çıkmaz, bu kadar trajik, bu kadar anlamsız ve karmaşık sistemler
ile oyalanması karşısında hayrete düşüyor. Hiçbir aklı başında insan
bu zulmü kendine reva görmemelidir. O insan ki, artık hiçbir ilâha ihtiyacı
kalmadığını, en azından artık yüce Allah'tan gelen bir şeriate, ilâhî
kaynaklı bir yaşam sistemine uymasına gerek kalmadığını iddia ediyor!
İşte
yüce Allah'ın burada müslümanlara hatırlattığı ve minnettarlığını
hatırlarından hiç çıkarmamalarını istediği büyük nimet budur:
"O
sizi nasıl doğru yola iletti ise siz de O'nu anın. Zira O'nun yol göstermesinden
önce, kuşkusuz,sapıklardan idiniz."
Hacc,
müslümanların evrensel kongresidir. Müslümanlar bu kongrede kendilerini
biraraya getiren İslâm bağından başka bütün ilişkilerden arınmış, İslâm
karakteristiğinin dışında kalan bütün karakteristiklerden ve özelliklerden
sıyrılmış, ayıp yerlerini örten dikişsiz bir örtü dışında kalan bütün
elbise ve kılıklardan soyunmuş olarak biraraya gelirler. Bu kongrede herhangi
bir fert ile başka bir fert arasında, herhangi bir kabile ile başka bir
kabile arasında, herhangi bir ırk ile başka bir ırk arasında ayrım yapılmaz.
Burada toplananlar arasında tek inanç; İslâm inancı, tek akrabalık bağı;
İslâm akrabalığı ve tek renk; İslâm'ın rengidir.
Kureyşliler
cahiliye döneminde kendilerini "yiğitler (Hums, tekili: Ehmes)" diye
adlandırırlar ve özlerine diğer Araplardan ayırıcı birtakım imtiyazlar,
üstünlükler tanırlardı. Bu imtiyazlardan biri olarak onlar kendileri dışındaki
Arap halkı gibi Arafat dağında vakfeye durmazlar ve bu duruşun bitiminde
halkın dağıldığı yerden dağılıp geri dönmezlerdi.
İşte
ayetteki emir bunun için geldi. Yüce Allah bu emirle insanları, İslâm'ın
amaçladığı eşitliğe döndürmekte, onları insanlar arasındaki uydurma
farklılıkları ortadan kaldırarak bütünleşmeye çağırmaktadır:
"Sonra
insanların dağıldığı yerden siz de dağılın ve Allah'tan mağfiret
dileyin. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
Nitekim
Buharî'nin Hişam'a ve onun da babasına dayanarak naklettiğine göre bu
konuda Hz. Aişe (Allah ondan razı olsun) şöyle diyor:
"Kureyşliler
ile onların dinlerine bağlı olanlar Müzdelife'de duruş yaparlar ve
kendilerini `yiğitler (Hums)' ünvanı ile anarlardı. Geride kalan Araplar ise
Arafat'ta duruş yaparlardı. İslâm gelince yüce Allah Peygamberine Arafat'a
giderek orada duruş yapmasını ve oradan halkla birlikte ayrılmasını
emretti. İşte `İnsanların dağıldığı yerden siz de dağılın' ayeti
buna işaret ediyor."
Yani
"Halkın duruş yaptığı yerde duruş yapın ve halkla birlikte, onların
dağıldığı yerden dağılın." İslâm soy ve sınıf ayrımı tanımaz.
onun gözünde bütün insanlar tek bir ümmettir. Tarağın dişleri gibi
fertleri birbirine eşittir. Hiç kimsenin başkasına karşı takva dışında
üstünlüğü yoktur. İslâm, Hacc kongresinde müslümanları, kendilerine seçkinlik
sağlayan bütün kılıklardan soyunmakla ve böylece yüce Allah'ın evinde
birbirlerine eşit kardeşler konumunda biraraya gelmekle yükümlü tutmuştur.
Müslümanlar burada soy zırhına bürünüp bu yoldan birbirlerine karşı üstünlük
taslamamak için elbiselerinden, kıyafetlerinden soyunuyorlar.
Yüce
Allah onlara demek istiyor ki; Cahiliye taassubunu içinizden söküp atarak hep
birlikte İslâm'ın rengine bürünün. Allah'tan af dileyin. Şu cahiliye
gururundan dolayı O'ndan af dileyin. Yaptığınız Hacc görevine gölge düşüren
her türlü ters ve aykırı eyleminizden dolayı O'ndan af dileyin. Bu
kusurunuz çok küçük de olsa, sadece içinizden geçen basit bir kötü
duygudan ibaret olsa bile yahut cinsel açık-saçık sözler, kırıcı tartışmalar
ve başka kötülükler gibi ağzınızdan kaçan günahlar biçiminde de olsa
Hacc sırasındaki bütün hatalarınızdan dolayı O'ndan af dileyin.
Görüldüğü
gibi İslâm, müslümanların Hacc kongresi sırasındaki bütün davranış ve
tutumlarını, tüm insanlığı benimsemeye çağırdığı düşünce sistemi
temeline oturtuyor. Bu temel, eşitliktir; toplumda sınıf farkı gözetmeyen,
ırk ayrımı tanımayan, dil farkı gözetmeyen, yeryüzünde görülen hiçbir
üstünlük ve imtiyaz sebebini onaylamayan bir düşünce temelidir. Yine görüldüğü
gibi İslâm, müslümanları bu temiz ve yüce düşünce temeli ile çelişen
bütün yanlışlıklarından dolayı yüce Allah'tan af dilemeye çağırıyor.
"Hacc
ibadetini bitirdiğinizde atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha ısrarlı
bir dille Allah'ı anın. Kimi insanlar `Ey Rabbimiz, bize dünyada güzellik
ver' derler. Böylelerinin Ahirette hiçbir payları olmaz.
Kimi
insanlar da `Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, Ahirette de güzellik
ver ve bizi Cehennem ateşinin azabından koru' derler.
işte
böylelerinin kazandıklarından payları vardır. Allah'ın hesaplaşması çok
çabuktur."
Daha
önce söylediğimiz gibi Araplar cahiliye döneminde Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz
çarşılarında buluşurlardı. Bu çarşılar sadece birer alış-veriş
merkezi değildi. Buralar aynı zamanda şiir yarışmaları düzenlenen, ataların
ve soy üstünlüğünün iftihar vesilesi yapıldığı yerlerdi. Çünkü o dönemde
Araplar, kendilerini bu tür övünme ve böbürlenmelerden alıkoyacak büyük
amaçlardan ve önemli uğraşlardan yoksundular. O zaman henüz söz ve çalışma
enerjilerini uğrunda harcayacakları tüm insanlığa dönük bir misyonları
yoktu. Onların insanlığa yönelik tek misyonu, İslâm'ın omuzlarına yüklediği
cihanşümul görev oldu. İslâm'dan önce ve İslâm'dan koptukları
zamanlarda Arapların ne yeryüzünde bir misyonları ve ne de gökte anılan
bir hatıraları vardı.
Bundan
dolayı Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz şenliklerinde günlerini bu boş amaçlar uğrunda,
yani soya dayalı böbürlenmeler ile atalarla övünme yarışlarında harcıyorlardı.
Fakat İslâm'ı benimsemekle çok önemli bir misyona kavuşmuşlardı. İslâm
onları yeniden dünyaya getirdikten sonra kafalarında yepyeni bir düşünce
sistemi oluşturmuştu. Şimdi Kur'an-ı Kerim onları iyiye ve yararlıya yöneltiyordu.
Hacc görevlerini sona erdirdikten sonra atalarım anmaya değil kendilerini yüce
Allah'ı anmaya çağırıyordu:
"Hacc
ibadetini bitirdiğinizde atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha ısrarlı
bir dille Allah'ı anın."
Yüce
Allah'ın onlara "atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha ısrarlı
bir dille Allah'ı anın" diye buyurması, atalarını yüce Allah ile
birlikte anabilecekleri anlamına gelmez. Tersine bu ifade kınama niteliği taşır.
Bunun yanısıra daha lâyık olana, daha öncelikliğe yönelmeyi telkin eder.
Bu ayet ilk müslümanlara diyor ki; "Sizler yalnızca Allah'ı anmanız
caiz olduğu halde tutup atalarınızı anıyorsunuz. Bu alışkanlığınızı
Allah'ı anma alışkanlığına dönüştürün. Hatta Allah'ı daha ısrarlı
bir dille anın. Elbiselerinizden soyunarak O'na doğru yola çıktığınıza göre
soy ilişkilerinden de sıyrılın.
Allah'ı
anmak, kulları gerçek anlamda yükselten tek faktördür, atalarla övünmek
insanlara hiçbir şey kazandırmaz, onların düzeyini yükseğe çıkarmaz. İnsani
değerlerin yeni kriteri, takva kriteridir; Allah ile ilişki kurma, O'nu anma
ve O'ndan çekinme ölçüsüdür.
Daha
sonraki ayetler insanları bu ölçü ile tartmakta, onlara bu ölçüye göre
insanların değerlerini ve karşılaşacakları akıbetleri göstermektedir:
"Kimi
insanlar `Ey Rabbimiz, bize dünyada güzellik ver' derler. Böylelerinin
Ahirette hiçbir payları olmaz.
Kimi
insanlar da `Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, Ahirette de güzellik
ver ve bizi Cehennem ateşinin azabından koru' derler.
İşte
böylelerinin kazandıklarından payları vardır. Allah'ın hesaplaşması çok
çabuktur."
Ortada
iki grup insan var. Bir grubun bütün istediği dünyadır, ona tutkundur, bütün
meşguliyeti sırf ona yöneliktir. Nitekim Araplardan bir grup Hacca gidip
vakfe yerinde durunca "Ya Rabbi, bu yılı bol yağmur yılı, bereketli ürün
yılı ve hayırlı evlâd yılı yap" diye dua ederler, dualarında
ahiretle ilgili hiçbir şeyi anmazlardı. Sahabilerden Abdullah b. Abbas'ın
(Allah her ikisinden de razı olsun) belirttiğine göre bu ayet, o grup hakkında
inmiştir. Fakat ayetin anlamı bundan daha kapsamlı ve daha süreklidir. Bu
ayet bize çeşitli kuşaklarda ve yeryüzünün değişik bölgelerinde bulunan
bir insan örneğini tanıtıyor. Bu insan örneğinin tek arzusu, tek amacı
sadece dünyadır. Allah'a yönelerek dua ettiği zaman bile aklında yalnız o
vardır. Çünkü onu meşgul eden tek şey, gönlünü oyalayan, dünyasını
çepeçevre kuşatan ve sımsıkı bağlandığı biricik amaç sadece dünyadır.
Yüce
Allah böylelerine takdir ettiği ölçüde dünyadan paylarını verebilir,
fakat bunların Ahirette mutlak anlamda hiçbir payları olmaz.
Diğer
bir grup insan var ki, bunlar birincilerden daha geniş ufuklu, amaçları daha
soyludur. Çünkü bunlar yüce Allah ile sürekli ilişkidedirler. Bunlar dünyada
iyilik, güzellik isterler, fakat Ahiretteki paylarını unutmazlar, dua ederken
şöyle derler:
"Ey
Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, Ahirette de güzellik ver, bizi
Cehennem ateşinin azabından koru."
Görüldüğü
gibi bunlar yüce Allah'tan her iki dünyada da iyilik, güzellik isterler. Ayrıca
istedikleri güzelliğin, iyiliğin türünü belirlemezler onun seçimini
Allah'a bırakırlar. Allah onlar için iyi ve güzel gördüğünü seçer,
onlar da yüce Allah'ın kendileriyle ilgili seçimini hoşnutlukla karşılarlar.
Böylelerinin Ahirette kesinlikle ve gecikmeden ellerine geçecek bir payları
vardır. Çünkü yüce Allah hesaplaşma işlemlerini çok çabuk bitirir.
Bu
ayette dile gelen ilâhi öğreticilik, insanın kime yönelmesi gerektiğini
anlatıyor. Bunun yanısıra yüce Allah'a yönelerek her işini O'na havale
edenin, iyilik seçme yetkisini Allah'a bırakarak O'nun kendisi ile ilgili seçimini
hoşnutlukla karşılayanın ne dünya iyiliklerinden ve ne de Ahiret
iyiliklerinden yoksun kalmayacağını belirtiyor. Buna karşılık dünyayı
biricik amaç sayan kimse Ahirette alabileceği bütün payları peşinen
yitirmiş olur. Demek ki, birinci grupta yeralan insanlar, dış görünüş ölçülerine
göre bile kazançlıdırlar. Bunlar yüce Allah'ın terazisinde ise daha kazançlı
ve daha baskın çıkacaklardır. Çünkü bunların, İslâm tarafından
meydana getirilen ölçülü ve ileri görüşlü düşünceye dayalı
istikametli ve dengeli duaları her iki dünyanın iyiliğini kendi hesaplarına
kaydetmiş olur.
İslâm,
müslümanlardan dünyayı elden bırakmalarını istemiyor. Çünkü onlar bu dünyada
yüce Allah'ın halifesi olma amacıyla yaratılmışlardır. İslâm'ın, müslümanlardan
bu konuda istediği tek şey dünya işlerinde yüce Allah'a yönelmeleri, dar görüşlülük
yaparak dünyayı kendileri için duvarları tarafından kuşatma altına alınacakları
bir hisar haline getirmemeleridir. İslâm, "insan"ın şu basit yeryüzünün
hisarlarından, kuşatmalarından kurtulmuş olmasını, dünyada onurlu bir
varlık sıfatı ile orada çalışmalar yapmasını ve yüce ufuklar ile ilişkili
olarak halifelik görevini yürütmesini istiyor. Bundan dolayı olaylara ve
gelişmelere islâm düşüncesinin zirvesinden bakan kimselere yeryüzüne
egemen olan kısır amaçlar tek başına son derece basit ve gülünç görünür.
Daha
sonraki ayette Hacc günleri, Hacc görevi ve bu görevin ayrıntılı
hareketleri, hacıları yüce Allah'ı anmaya ve O'ndan korku duymaya yönelterek
sona eriyor:
"Sayılı
günlerde Allah'ın adını anın. Kim iki gün içinde hemen dönerse bir günahı
yoktur. Kim geri kalırsa da, günahtan korunanlar için, günahı yoktur.
Allah'tan korkun ve bilin ki, hepiniz O'nun huzurunda biraraya
getirileceksiniz."
Alimler
tarafından en çok benimsenen görüşe göre ayette sözü edilen "Allah'ı
anma (zikir) günleri"; Arefe, Kurban bayramının ilk günü ile bu günü
izleyen üç gündür (teşrik günleri). Nitekim sahabilerden Abdullah b.
Abbas'a göre "sayılı günler"den maksat teşrik günleri (Kurban
bayramının dört günüdür. Yine sahabilerden İkrime'ye göre "sayılı
günlerde Allah'ın adını anın" ayetindeki "Allah'ı anma"nın
anlamı sözünü ettiğimiz teşrik (Kurban bayramı) günlerinin farz namazlarının
arkasından "Allahuekber, Allahuekber" diyerek tekbir getirmektir. Öte
yandan Abdurrahman b. Muammer Deylemî "Kim iki gün içinde hemen dönerse
hiçbir günahı yoktur. Kim geri kalırsa da günahı yoktur" ayetinin
yorumu ile ilgili olarak "Mina günleri üç gündür. Arefe, Kurban bayramı
günü ile teşrik günlerinin tümü, yani bunların hem ilk ikisi ve hem son
ikisi Allah'ı anmaya elverişli günlerdir. Yalnız bu Allah'ı anmanın takva
ile birlikte olması şarttır" diyor.
Çünkü
ayette "günahtan korunanlar için, takva sahipleri için" kaydı vardır.
Bu
ayetin sonunda Hacc kongresinin oluşturduğu kalabalık tablosu vesile edilerek
müslümanlara Mahşer toplantısının tablosu hatırlatılıyor. Bu hatırlatma
o korkunç tablo karşısında müslümanların kalplerinde takva duyguları
canlandırıyor:
"Allah'tan
korkun ve bilin ki, hepiniz O'nun huzurunda biraraya getirileceksiniz."
Bu
ayetlerde İslâm'ın, Hacc ziyaretini nasıl bir İslâmî farz haline getirdiğini,
onu cahiliye köklerinden nasıl arındırarak İslâm kulpuna bağladığını,
İslâm eksenine düğümlediğini, İslâm düşüncesinin egemenliğine verdiğini,
geçmişin tortularından ve lekelerinden temizlediğini açıkça görüyoruz.
İşte İslâm'ın yürürlükte bırakmayı uygun gördüğü bütün eski
gelenek ve ibadet amaçlı törenler karşısındaki metodu budur. Bu ziyaret
artık cahiliye dönemindeki eski gelenek değildir. O artık yeni bir elbisenin
uyumlu bir parçası olmuştur. O artık eski bir Arap adeti değildir. O, artık
bir İslâm adeti, daha doğrusu bir İslâm ibadetidir. Başka bir deyimle sürekli
varolacak olan ve her zaman korunacak olan değer, İslâmdır... Sadece İslâm!..