İKİ
TİP İNSAN
Kur'an-ı
Kerim'in direktifleri ve yasal düzenlemelerini dikkatli bir incelemeye tabi
tutan bir gözlemci, insanlık için eksiksiz bir hayat düzeni meydana getiren
bu yükümlülüklerin aynı zamanda kendine özgü bir eğitim sistemi de içerdiğini
görecek, gözünden kaçmayacaktır. Bu eğitim sistemi insan psikolojisinin
uzmanlık çapına ulaşmış derin bilgisine, onun gizli-açık sızma kanallarının
kesin tanınmasına dayanır. Bu metod, söz konusu psikolojik yapıyı her yönüyle
ele alır. Ayrıca çeşitli insan karakterlerinin canlı tasvirlerini verir. Bu
tasvirlerde özellikler o kadar açık, karakteristikler o kadar belirlidir ki,
insan bunları incelerken bu karakteristikleri ve özellikleri üzerinde taşıyan
kişilerin kendilerini meydanda gezerken ve insanlar arasında dolaşırken görür
gibi olur ve nerede ise elini bu kişilerin omuzlarına koyarak "işte
Kur'an-ı Kerim'in kasdettiği insan tipinin tıpkısı" diye bağıracağı
gelir.
Bu
bölümde de iki değişik insan tipinin belirgin karakteristiklerini buluyoruz.
Birinci insan tipi karakter bakımından ikiyüzlü, şirret, tatlı dilli,
benliğini hayatın ekseni sayan, görünüşü alımlı fakat içi canlar yakan
bir tiptir. Bu kimse nefsini ıslah etmeye, kendine çekidüzen vermeye ve
Allah'tan korkmaya çağrıldığı zaman hakka dönmez, nefsini ıslah etmeye
girişmez. Bunun tersine günahları ile gururlanma damarı kabarır, gerçeğe
ve iyiye yönelmeyi reddeder, ayetin deyimi ile "ekini ve nesli" yani
bitki, hayvan insan ve bütün canlıları mahvetmeye devam eder.
İkinci
insan örneği ise mümin ve samimi bir tiptir. Varlığını tümü ile yüce
Allah'ın rızası uğruna kullanır, hiçbir şeyini geriye bırakmak istemez.
İşinde ve çalışmasında şahsını asla hesaba almaz. Çünkü Allah'ta yok
olmuştur, bütünü ile O'na yönelmiştir.
Bu
iki insan örneği tanıtıldıktan hemen sonra müminlere yönelik bir seslenme
işitiyoruz. Bu ses müminleri bütün varlıkları ile, hiçbir tereddüde kapılmaksızın,
hiçbir zikzak çizmeksizin ve vaktiyle Allah'ın nimetini değiştirerek nankörlüğe
yönelen yahudilerin yaptıkları gibi hiçbir olağanüstülük veya mucize
isteyip yüce Allah'ın gücünü denemeye kalkışmadan Allah'a teslim olmaya
çağırıyor. Bu kesin teslim oluş "İslâm'a ve barışa giriş"
deyimi ile ifade ediliyor; bu deyimle yüce Allah'ın dinine inanmanın ve O'nun
önerdiği hayat sistemi uyarınca yaşamanın özü hakkındaki eksiksiz ve gerçek
düşünce önünde geniş bir kapı açılıyor. Allah'ın izni ile ilerde bu
ayeti incelerken bu gerçeğin ayrıntılarına inmeye çalışacağız.
Büyük
iman nimeti ve müminleri koruyucu gölgesi altına alan İslâm gerçeği ile yüzyüze
gelinirken kâfirlerin işin içyüzü ile ilgili yanlış düşünceleri ve bu
sapık düşüncenin sonucu olarak müminleri alaya almaları sunuluyor ve bunun
yanısıra yüce Allah'ın terazisinde ağır basan değerler şöyle
belirleniyor; "Oysa Allah'ın azabından sakınanlar, Kıyamet günü, kâfirlerden
daha üstün konumdadırlar."
Bunun
arkasından özet halinde insanlar arasındaki anlaşmazlık meselesine değinilerek
insanların anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm versin
diye başvurmaları gereken ölçü açıklanıyor ve yüce Allah tarafından
anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hüküm vermek için
indirilen hakk içerikli kitabın fonksiyonu belirleniyor.
Bu noktadan sonra bu ölçüye uyanları, yolları boyunca bekleyen zorlukların tanıtımına geçiliyor. Bu konuda müslüman cemaate seslenilerek dikenliklerle kaplı yolculukları sırasında karşılaşacakları ve daha önce bu emaneti taşımış olan bütün cemaatlerin yüzyüze gelmiş oldukları sıkıntılar, meşakkatler ve baskılar anlatılıyor. Böylece müslüman cemaatin bu emanetin kaçınılmaz ve yan çizilmez yükümlülüklerine kendini hazırlaması, bu güçlerin üzerine gönüllü olarak iç huzuru içinde atılması, ufukları bulutların kapladığı ve sabah aydınlığının uzak göründüğü her kötümserlik anında yüce Allah'ın yardımını beklemesi amaç ediniliyor.
Böylece
müslüman cemaati eğitmeye ve göreve hazırlamaya yönelik ilâhi metodun çeşitli
yönlerini görüyoruz. Bu eğitim ve göreve hazırlama metodu çeşitli etkin
telkin yollarından yararlanıyor ve bu etkili telkinlerini toplam olarak bildiğimiz
eksiksiz hayat tarzını oluşturan çeşitli direktiflerin ve yasal düzenlemesinin
arasına serpiştiriyor.
204-
Kimi insan var ki, dünya hayatı ile ilgili konuşması hoşunuza gider ve en
amansız düşman olduğu halde kalbindeki duyguların samimi olduğuna Allah'ı
şahit gösterir.
205-
İş başına geçince yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuk çıkarmaya, ekini
ve nesli mahvetmeye çalışır. Oysa Allah kargaşa ve bozgunculuk çıkarmayı
kesinlikle sermez.
206-
Ona Allah'tan kork' denilince günahları ile gururlanma damarı kabarır. Böylesi
için Cehennem yeterlidir. Orası ne kötü bir barınaktır!
207-
Kimi insan da var ki, benliğini Allah'ın rızasını kazanmaya adar. Hiç kuşkusuz,
Allah kullarına karşı pek şefkatlidir.
İnsan
psikolojisinin çeşitli karakteristiklerini canlandıran bu sanatkârane fırçanın
şaşırtıcı darbeleri, dokunuşları, bu olağanüstü veciz sözlerin asla
insan kaynaklı olamayacağı gerçeğini doğrudan doğruya ilân eder. Zira
insandan kaynaklanan fırça darbeleri, bu kadar hızlı dokunuşlar aracılığı
ile çeşitli insan tiplerinin en derin özelliklerini bu kadar belirgin ve bu
kadar kapsamlı bir şekilde canlandıramaz.
Bu
ayetin her kelimesi kelimeden çok insan karakteristiklerini canlandıran ve
insan özelliklerini belirleyen birer fırça darbesine benziyor. Bu darbeler
ardarda sıralanır-sıralanmaz canlandırılan insan tipi canlı bir varlık
halinde ve kişiliği belirginleşmiş olarak doğrulup ayağa kalkıveriyor. Öyle
ki, nerede ise parmağını ona doğru dikecek ve milyonlarca kişi içinden
kendisini seçerek "işte Kur'an-ı Kerim'in anlatmak istediği insan tipi
budur" diyeceksin. Bu işlem, canlılar dünyasında her an yüce Allah'ın
elinden çıkan yaratma ameliyelerinin tipik bir benzeridir!
Sözünü
ettiğimiz canlı yaratık konuşuyor ve kendisini iyiliğin, samimiyetin, bağlılığın,
sevginin, fedakârlığın, insanlara iyilik, yarar, mutluluk ve dürüstlük
sunma arzusunun sembolü olarak tanıtıyor. Konuşurken sözleri hoşunuza
gidiyor, tatlı dili sizi büyülüyor, sesinin ahengine bayılıyorsunuz;
iyilikten, iyilikseverlikten ve yapıcılıktan sözederken ağzından bal akıyor.
Sözlerinin etkisini ve inandırıcılığını daha da arttırmak, bağlılık
ve samimiyetini vurgulamak, kendini takvalı ve Allah'tan korkan bir kişi gibi
gösterebilmek için "kalbindeki duygularının içtenliğine Allah'ı şahit
gösteriyor." Oysa O, aslında "en amansız bir düşmandır."
Kalbinde kin ve düşmanlık kaynıyor. Gönlünde sevginin ve hoşgörünün kırıntısı
bile yoktur. Orada ne sevgiye ve yararlılığa ve ne de özveriye ve fedakârlığa
en ufak bir yer bulamazsınız.
İçyüzü
ile dış görünüşü çelişik, görüntüsü ile içyüzü taban tabana zıt,
yalancılığı, kandırmacılığı ve yağcılığı özenli bir meslek haline
getirmiş olan bu tip, günün birinde iş başına geçince, sorumlu bir
mevkiye gelince gerçek yüzü meydana çıkar, maharetle gözlerden sakladığı
iç alemi açıklığa kavuşur; kötülükten, azgınlıktan, kinden ve
bozgunculuktan ibaret olan özü gözler önüne serilir:
"İş
başına geçince yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve
nesli mahvetmeye çalışır. Oysa Allah, kargaşa ve bozgunculuk çıkarmayı
kesinlikle sevmez."
Bu
insan tipi görev başına geçince bütün katılığı, kırıcılığı ve
inatçılığı ile kötülüğe ve bozgunculuğa yönelir. Bu yönelişi, her türlü
canlının kökünü kurutma eyleminde somutlaşır. Bu mahvetme eyleminden ne
bitki, ürün ve meyve alanı olan tarım alanları ve ne de hayatın sürekliliğini
sağlayan insan nesli kurtulabilir. Bu ölçüdeki bir hayat düşmanlığı
ifadesi, bu yıkıcı yaratığın yapısına için için işlemiş olan kini, kötülüğü,
gaddarlığı ve bozgunculuğu sembolize etmektedir. Onun yapısına işleyen bu
yıkıcılığı dilinin tatlılığı. yağcılığının gözboyacılığı;
yararlı, iyiliksever, hoşgörülü ve yapıcıymış izlenimini uyandıran
sahte dış görünüşü örtüyor, gözlerden saklıyordu. Oysa "Allah,
kargaşa ve bozgunculuk çıkarmayı kesinlikle sevmez:" Yeryüzünde
bozgunculuk çıkaran bozguncuları da sevmez. Sözünü ettiğimiz insan
tipinin gerçek mahiyeti yüce Allah'tan saklanamaz. Dünya hayatında ikiyüzlülük
ve sahtekârlıkla insanlar aldatılabilir ama :Allah asla. Bu yıkıcı ve
hayatın özünü kurutucu insan tipinin görünüşüne aldanmaya ve
kalplerdeki duygulardan habersiz olmaya mahkûm olan insanların hoşuna giden
sahtekârlıkları yüce Allah'ın hoşnutluğunu kazanamaz.
Ayetin
devamında bu sahtekâr insan tipinin belli-başlı karakteristikleri birkaç
usta fırça darbesi ile gözler önüne seriliyor:
"Ona
`Allah'tan kork' denilince günahları ile gururlanma damarı kabarır. Böylesi
için Cehennem yeterlidir. Orası ne kötü bir barınaktır!"
Bu
insan tipi iş başına geçince yeryüzünde kargaşa çıkarmaya yönelir,
ekini ve insan neslini mahvetmeye başlar, yıkıcılığı ve tahripkârlığı
yaygınlaştırır, içini kemiren kini, kıskançlığı, şirretliği ve
bozgunculuğu dışa kusar. İşte bütün bu melânetleri işlerken biri ortaya
çıkıp da kendisine Allah'tan çekinmesini, O`'ndan utanmasını ve gazabından
sakınmasını hatırlatmak amacı ile "Allah'tan kork" deyince böyle
bir sözü işitmek bile hoşuna gitmez, takvaya yönelmeye burun kıvırır, eğri
yolda olduğunu kabul ederek doğruya yönelmeyi gururuna yediremez. Hemen
pohpohlanma duygusuna kapılır. Bu pohpohlanma hakla, adaletle ve yararlılıkla
değil, "günah" ile olur. İşlediği suçlarla, günahlarla ve eğrilikle
üstünlük taslar; kendisine hatırlatılan gerçeğe ve doğrudan doğruya
Allah'a karşı utanmadan başkaldırır, serkeşliğe kalkışır. Oysa o, daha
önce kalbindeki duyguların içtenliğine yüce Allah'ı şahit gösteriyor;
kendini yararlı, iyiliksever, samimi, Allah'a bağlı ve haya sahibi gibi gösteriyordu.
Ayetteki
tasvirlerin sembolize ettiği fırça darbeleri, bu tipin ana
karakteristiklerini eksiksiz bir ifadeye kavuşturur, çehresinin hatlarını
barizleştirir, ona kendine özgü bir kimlik sağlar ve sonra bu canlı örneği
insanlar arasına salar. Öyle ki, sen onu ortalıkta görür-görmez "işte
bu! İşte Kur'an'ın kasdettiği insan tipi bu!" diye haykırırsın. Sen
bu insan tipinin gerek şimdi ve gerekse her an yeryüzünde karşına dikildiğini
görürsün.
Ayetin
sonunda bu yıkıcı karakterin, bu günahla övünmenin, bu amansız düşmanlığın,
bu gözü kara tahripkârlığın ve bu ölçü tanımaz bozgunculuğun üzerine
lâyık olduğu darbenin indirildiğini görürüz:
"Böylesi
için Cehennem yeterlidir. Orası ne kötü bir barınaktır!"
Yeter
ona orası. Orası ona kâfi gelir. Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem!
Azgınlar ile Şeytanın yardakçılarının hep birlikte içine tıkılacakları
Cehennem. Acısı kalplere çöreklenecek olan Hutame Cehennemi. Yakaladığını
ne geri bırakan ve ne de azabına son veren Cehennem. Öfkesinden neredeyse kükreyen
Cehennem. Bu Cehennem yeter ona, "Orası ne fena bir barınaktır!"
Burada "barınak" deyimine yer verilmiş olması ne kadar korkunç bir
olaydır! Bunca gururlanmadan, böbürlenmeden ve üstünlük taslamadan sonra
yeri, yatağı Cehennem olacak olanın vay haline!
Bu
insan tipinin karşısında, onun her bakımdan zıddı olan başka bir insan
tipi yer alır:
"Kimi
insan da var ki, benliğini Allah'ın rızasını kazanmaya adar. Hiç kuşkusuz,
Allah kullarına karşı pek şefkatlidir."
Buradaki
"adamak", satmak anlamına gelir. Bu insan tipi varlığını tümü
ile Allah'a satar, varlığının hiçbir zerresini geriye bırakmaksızın onu
bütünü ile Allah'a teslim eder. Bu kendini adamanın, satmanın ardından yüce
Allah'ın hoşnutluğundan başka hiçbir gaye gütmez. Bu satışta kendisine
ayırdığı hiçbir şey yoktur. Onun arkasında sakladığı hiçbir beklenti
yoktur. Bu satış hiçbir tereddüt ve kaypaklık taşımayan, hiçbir bedel
tahsil etmeyi amaçlamayan, Allah'tan başkasına hiçbir pay bırakmak
istemeyen tam bir satıştır.
Bu
ifade, anlattığımızla aynı sonuca varan başka bir anlama da gelebilir ki,
bu da şudur. Buradaki "adama" deyimi bu insan tipinin tüm benliğini
her türlü bağımlılıktan azad ederek arınmış olarak Allah'a sunmak için
onu tüm dünya nimetleri karşılığında satın alması anlamını taşıyabilir.
Bu durumda varlığı üzerinde Rabbinin hakkından başka hiçbir hak kalmamış
olur. Bu kimse dünya nimetlerinin tümünü feda ederek varlığını arınmış
olarak sırf Allah'a takdim eder. Nitekim elimizdeki bazı rivayetler, bu ayetin
inişi ile ilgili olarak bu son yorumla uyumlu bir sebep göstermektedirler.
Bu
konuda İbn-i Kesir, ünlü Tefsir kitabında şöyle diyor:
"Abdullah
b. Abbas, Enes, Said b. Museyyeb, Ebu Osman Nehdi, İkrime ve daha birkaç
sahabi diyorlar ki:
-
Bu ayet, Suhayb b. Sinan er-Rumî hakkında indi. Olay şöyle oldu: Suhayb,
Mekke'de müslüman olup Medine'ye göç etmek isteyince müşrikler malını
yanına alarak göç etmesine karşı çıktılar, isterse malından vazgeçerek
göç edebileceğini söylediler. Suhayb de onların dediğini yaparak müşriklerden
yakasını kurtardı ve malını onlara bıraktı. Bir süre sonra onun hakkında
bu ayet indi.
Bunun
üzerine Hz. Ömer ile birlikte bir grup müslüman, Suhayb'i, Murre dolaylarında
karşılayarak kendisine "satışın kârlı olsun" dediler. Suhayb de
onlara "Sizinki de. Allah ticaretinizde zïyan göstermesin" dedikten
sonra "Hangi satıştan söz ediyorsunuz?" diye sordu. Hz. Ömer ve
arkadaşları da ona bu ayetin kendisi hakkında indiğini haber verdiler."
Ayrıca
bizzat Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) Hz. Suhayb hakkında
"Suheyb, kârlı çıktı" buyurduğunu öğreniyoruz. Nitekim İbn-i
Murdeveyh'in Muhammed b. İbrahim'e, onun da Muhammed b. Abdullah b. Murdeveyh'e,
onun da Selman b. Davud'a, onun da Cafer b. Süleyman Dabbî'ye, onun da Avf'a
ve onun Ebu Osman Nehdî'ye dayanarak bildirdiğine göre Suheyb şöyle diyor:
"Mekke'den
ayrılıp Peygamberimizin yanına göç etmek istediğim zaman Kureyşliler bana
`Ya Suheyb, bizim yanımıza geldiğinde hiçbir malın yoktu. Şimdi buradan
malını yanına alarak ayrılacaksın. Vallahi, bu asla olmaz' dediler. Ben de
kendilerine `Baksanıza, eğer malımı size verirsem beni serbest bırakır mısınız'?'
diye sordum. `Evet, bırakırız' dediler. Bunun üzerine malımı kendilerine bıraktım,
onlar da beni serbest bıraktılar. Serbest kalır-kalmaz Mekke'den ayrılarak
Medine'ye geldim. Olup bitenler Peygamberimizin kulağına varınca benim hakkımda
iki kere üstüste `Suheyb kârlı çıktı, Suheyb kârlı çıktı'
buyurdu."
Bu
ayet ister bu olay üzerine inmiş olsun, ister sonradan ona yakıştırılmış
olsun, kuşku yok ki, bir tek olayın ya da bir tek kişinin çerçevesinden çok
daha geniş kapsamlıdır. Ayet, belirli bir karakterin tablosunu canlandırıyor,
belirli bir insan tipinin ana özelliklerini tanıtıyor. Sen bu insan tipinin
insanlar arasındaki benzerlerini orada-burada görebiliyorsun.
Ayette
tasvir edilen birinci insan tipi münafık, ikiyüzlü, kötü kalpli, şirret
karakterli, amansız düşmanlık taşıyan ve mayası bozuk bütün insanlara
uyarlanabilir. Tasvir edilen tiplerin ikincisi ise mümin, ihlâslı, varlığını
tümü ile Allah'a adamış ve hayatın bütün nimetlerini gözden çıkarmış
tüm insanlara uygun düşer.
Bu
iki tip insanlar arasında iyi tanınan örneklerdir. Sanatkârane fırça onları
böylesine veciz biçimde canlandırıyor ve onları gözler önüne dikiyor. İnsanların
bu örnekler vesilesi ile gerek Kur'an'ın mucizevi niteliği üzerinde ve
gerekse insanları münafıklık ile müminlik kutupları arasında bu kadar
birbirinden farklı yapan ilâhi yaratış mucizesi üzerinde derinliğine düşünmeleri
isteniyor. Ayrıca yine insanların tatlı söze ve yağcılığın cazibesine
aldanmayarak bu tatlı sözlerin, yapmacık ses tonlarının, münafıklığın,
ikiyüzlülüğün ve gösterişçiliğin arkasında saklı olan gerçeği araştırmaları
bekleniyor. Bunların yanısıra bu iki insan tipi aracılığı ile iman
terazisinde ağır basan değerlerin neler olduğu tanıtılıyor.
İSLÂM
BARIŞTIR
Bozuk
karakterli münafık ile samimi mümini gözler önünde canlandıran bu iki
somut tablonun hemen arkasından müslüman cemaate onunla isimlendikleri müminlik
sıfatı ile seslenilerek onlardan tüm varlıkları ile İslâm'a ve barışa
girmeleri, şeytanın izinden gitmemeleri isteniyor ve bu çağrı, gerçeklerin
açıklamasına muhatap olduktan sonra ayak sürçmesinden kaçınma uyarısı
ile bağlanıyor:
208-
Ey müminler, bütün varlığınız ile İslâm`a (barışa) girin. .Sakın Şeytanın
izinden gitmeyin. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.
209-
Size apaçık deliller geldikten sonra yine sürçerseniz, ayağınız kayarsa
bilin ki Allah her zaman üstündür ve hikmet sahibidir.
Bu
sesleniş, müminlere, müminlik adına, gönülden sevdikleri bu sıfatları anılarak,
onları diğer insanlardan ayırarak bağımsız kimliklerine büründüren ve
bu çağrının sahibi olan yüce Allah ile aralarında sıkı ilişki kuran sıfatlarıyla
seslenilerek yönetilmiş bir çağrıdır. Bu çağrı ile müminlerden tüm
varlıkları ile İslâm'a ve barışa girmeleri isteniyor.
Bu
çağrı bize ilk plânda şunları düşündürmelidir: Müminler bütünüyle
Allah'a teslim olmalı, varlıklarını tümü ile O'na adamalıdırlar. Bu
teslimiyet, irili ufaklı her işlerini, her şeylerini içermelidir. Bu
teslimiyet, yüce Allah'a boyun eğmeyen, O'nun hükmüne ve yazgısına razı
olmayan en ufak bir düşünce, duygu, niyet, eylem, arzu ve endişe kırıntısını
geride bırakmayan kesin bir teslimiyet olmalıdır. Bu teslimiyet itaate, güvene,
tatmin olmuşluğa ve gönül rızasına dayalı bir teslimiyet olmalıdır. Bu
teslim oluş, kendilerine adım adım kılavuzluk edecek bir ele ellerini verme
biçiminde olmalı; bu elin kendilerini yararlıya, iyiye ve başarıya götürmek
istediğinden emin olarak gerek dünyada ve gerekse Ahirette bu el sahibinin
izleteceği yolun ve ulaştıracağı noktanın doğruluğundan en ufak bir kuşku
duymamalıdırlar.
Bu
çağrının o günün müslümanlarına yöneltilmiş olması, o dönemde bazı
vicdanlarda açık ve gizli bütün eylemleri içeren tam bir itaat konusunda
henüz bazı tereddütler bulunduğunu kanıtlar. Koca bir cemaat içinde güvenli,
tatmin olmuş ve hoşnutluk düzeyine yücelmiş nice vicdanlar yanında bu tür
birkaç vicdanın da bulunması normal bir şeydir. Bu çağrı, aynı zamanda
her dönemdeki bütün müminlere sesleniyor. Onlardan ihlâslı olmalarını,
kendilerini Allah'a adamalarım, vicdanlarının eğilimleri ile duygularının
yönelişlerini yüce Allah'ın kendilerine ilişkin istekleri ile uyumlu hale
getirmelerini, bu uyumu peygamberlerinin ve dinlerinin direktifleri karşısında
da sağlamalarını, ayrıca söz konusu uyumu kaçamaksız, tereddütsüz ve hiç
kaypaklığa meydan vermeksizin gerçekleştirmelerini istiyor.
Müslüman
bu çağrıya kesinlikle uyunca tümü ile barış ve dirlik olan bir alemin içine
girer. Tümü ile güvenden, tümü ile tatmin olmuşluktan, tümü ile gönül
hoşluğundan, tümü ile istikrardan oluşmuş; şaşkınlığa, endişeye, kuşkuya,
yön belirsizliğine ve sapıtmaya yer vermeyen bir alem bu. Bu alemde vicdanla
ve duygu dünyası ile barış vardır, akılla ve mantıkla barış vardır,
insanlarla ve diğer canlılarla barış vardır, varlık bütünü ile ve teker
teker her varlıkla barış vardır. Yüreklerin derinliklerine meltem serpen
bir barış. Hayatı ve toplumu serin gölgesi altına alan bir barış. Yere de
göğe de egemen olan bir barış.
Bu
barış pınarının kalbe akıtacağı ilk feyiz; sağlıklı, halis ve yalın
bir Allah düşüncesidir. Bu sağlıklı düşünce7in bağlandığı Allah,
tek bir Allah'tır. Müslüman O'na bir anda yönelir ve artık kalbinin
derinliklerine kök salar, Artık bu konuda ne farklı yollara sapar ve ne de değişik
taraflara yönelir. Putperestlik inancında ve cahiliye kültüründe görüldüğü
gibi orada burada değişik ilâhlar peşinde koşmaz. Onun Allah'ı tektir. O güvenle,
tatmin olmuş olarak, katıksız ve belirgin bir yaklaşımla bu Allah'a yönelir.
O,
güçlü, kudretli, üstün iradeli ve kahredici bir ilâhtır. Müslüman O'na
yönelince şu varlık aleminde bulunan biricik gerçek güce yönelmiş, böylece
bütün sahte güçler karşısında güvene, huzura ve tatmine kavuşmuş olur.
Artık o, hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmaz. Çünkü güçlü, kudretli,
üstün iradeli ve kahredici Allah'a kulluk sunmaktadır. O artık hiçbir şeyi
elden kaçıracağından korkmaz, mahrum etme ve bağışlama gücünü
kesinlikle elinde tutan Rabbi dışında hiç kimseden birşey beklemez.
O,
adil ve hikmet sahibi bir ilâhtır. O'nun gücü ve kudreti zulme karşı, şahsi
ihtiraslara karşı ve aldatmalara, kandırmalara karşı güvence oluşturur.
O, puta tapıcılığın ya da cahiliye kültürünün arzuların ve ihtirasların
peşinden sürüklenen ilâhları gibi değildir. Böyle olduğu içindir ki, müslüman,
ilâhına sığınmakla adalete, gözetime ve güvene kavuşacağı sarsılmaz
bir dayanağa sığınmış olur.
O,
merhametli, müşfik, nimet verici, karşılıksız bağışlayıcı, günahların
affedicisi ve tevbelerin kabul edicisi bir Rabb'dır. Darda kaldığında
kendisine dua edenin duasını kabul ederek sıkıntısını giderir. Buna göre
müslüman, O'nun himayesi altında, güven, dirlik, barış ve bağış içindedir.
Zayıf durumlarında merhamet görür, tevbe edince günahları bağışlanır.
İşte
böylece müslüman, İslâm'ın kendisine öğretmiş olduğu Rabbinin bütün
sıfatlarının etkisi ile içiçe yaşar. Bu sıfatların herbiri ona kalp
dirliği, gönül huzuru; koruma, kayırma, şefkat, merhamet, üstünlük, güçlülük,
barış ve huzur güvencesi sağlar.
Bunların
yanısıra barış, müslümanın kalbine kulla Allah arasındaki, varlık bütünü
ile yaradan arasındaki ve evren ile insan arasındaki ilişkinin sağlıklı düşüncesini
aşılar. Buna göre yüce Allah şu evreni hakka dayalı olarak yaratmış,
evrende bulunan herşeyi belirli bir takdire, bir hikmete bağlı olarak vazetmiştir.
Şu insan denen varlık bilerek yaratıldı, o asla başıboş bırakılacak değildir,
onun varoluşu için bütün elverişli evrensel şartlar hazırlanmış, yeryüzünde
bulunan herşey onun emrine verilmiştir. O yüce Allah katında değerlidir,
O'nun yeryüzündeki halifesi, temsilcisidir. Allah, bu halifelik görevinde ona
yardımcıdır, çevresini kuşatan evren de onun dostu, samimi arkadaşıdır.
Her ikisi ortak Rabbleri olan Allah'a yönelince ruhları birbiriyle uyuşur, bağdaşma
halinde olur.
İnsan,
göklerde ve yeryüzünde düzenlenen bu ilâhi şenliğe dostluğa ve kaynaşmaya
çağrılmıştır.. İnsan bu koca varlık aleminde kendisi gibi bu şenliğin
çağrılıları olan dostlarla kaynaşan ve birarada bu şenliği meydana
getiren bu varlık alemindeki her canlı ve herşey ile anlaşmaya, kaynaşmaya
çağrılmıştır.
Bu
inanç sistemi, bağlısın küçücük bir bitkinin önünde durduruyor ve bu küçük
bitkinin susuzluğunu giderince, onun büyümesine yardımcı olunca, gelişmesinin
önüne dikilen engelleri giderince sevap kazanacağını kendisine telkin
ediyor. Böyle bir inanç sistemi onurlu oluşunun ötesinde aynı zamanda güzel
bir inanç sistemidir. Bağlısının ruhuna barış aşılayan, onun gerek varlık
bütünü ile gerekse tek tek varlıklarla kucaklaşmasına zemin hazırlayan;
çevresinde güven, dostluk, sevgi ve barış çemberi oluşturan bir inanç
sistemidir.
Bu
arada Ahiret inancı, müminin ruhuna ve iç alemine barış duygusu aşılama
hususunda temelli bir rol oynar. Bu inanç endişeyi, öfkeyi ve umutsuzluğu
yokeder. Çünkü son hesaplaşma yeri şu dünya değildir, davranış ve
tutumların eksiksiz karşılıkları şu geçici dünyada verilecek değildir.
Son hesaplaşma yeri orasıdır ve mutlak adalet o son hesaplaşmanın güvencesi
altındadır. Buna göre eğer dünyada iyiliğin ve yüce Allah yolunda cihad
etmenin amacı gerçekleşmemiş ya da ödülü verilmemiş ise pişmanlık söz
konusu değildir; Şu geçici dünyada insanların ölçülerine göre verilmiş
ödüller eğer yetersiz kalırsa bundan kaygılanmak yersizdir. Çünkü bu ödüller,
ilerde yüce Allah'ın ölçüleri uyarınca yeterli bir düzeyde sahiplerini
bulacaktır. Eğer şu kısacık yolculuk sırasında paylar sahipleri arasında
istenmeyen biçimde dağıtılmış ise adaletten umut kesmek yersizdir. Çünkü
adalet, kesinlikle, birgün yerini bulacaktır. Yüce Allah kullarına
zulmetmeyi asla istemez.
Ahiret
inancı, değer yargılarının ve dokunulmaz hakların çekinmeden ve utanmadan
çiğnendiği amansız ve delice çatışmaların önüne de engel olarak
dikilir. Zira önümüzde Ahiret vardır. Orada herşey verilecek, istenen herşey
ele geçecek ve kaçan her fırsat telâfi edilecektir. Bu düşünce, yarışma
ve rekabet alanına barışı yansıtacak, yarışçıların hareketlerini
bencil değerlendirmelerden arındıracak ve insanlara verilen tek fırsatın şu
kısa ve sayılı günlerle sınırlı ömür olduğu şeklindeki ihtirasın çılgınlığını
törpüleyecek niteliktedir.
Müminin,
insan varlığının amacının yüce Allah'a kulluk etmek olduğunu, kendisinin
Allah'a kulluk etmek için yaratıldığını bilmesi, biç kuşkusuz onu bu
parlak ufka yüceltici bir etkiye sahiptir. Bu bilgi onun bilincini ve vicdanım
yüceltir, faaliyetinin ve davranışlarının düzeyini yükseltir, bu faaliyet
ve davranışlarının yöntemini ve araçlarım arındırır. Çünkü o,
faaliyeti ve davranışları ile yüce Allah'a kulluk etmek ister, kazancı ve
harcaması ile Allah'a kulluk etmek ister, yeryüzündeki halifelik görevi ve
toplumda ilâhî sistemi gerçekleştirme yoluyla ibadet etmek ister.
Buna
göre ona yaraşan; insanlara haksızlık ve kötülük etmemektir, ona yakışan,
insanları aldatmamak ve kandırmamaktır, ona yaraşan, azgın ve zorba
olmamaktır, ona yakışan tutum kirli araçlar ve iğrenç metodlar
kullanmamaktır. Bunların yanısıra aşamalı yolculuğu sırasında aceleciliğe
kapılmaması, yolculuğun gerektirdiği tedbirleri ihmal etmemesi ve yapacağı
işleri zora koşmaması, böylece Allah'a kulluk hedefine samimi niyetle ve gücünün
sınırları içinde yoğun bir çalışma ile ulaşması da kendisinden
beklenen bir tutumdur. Bu tutumunu her adımda Allah'a kulluk ederek, her
duygusal yönelişinde varoluş amacını gerçekleştirerek, her faaliyetinde
ve her alanda yüce Allah'a doğru yükselerek sürdürmelidir.
Mümin,
yüce Allah'ın takdiri altında Allah'ın iradesini gerçekleştirmek için
Allah'a ibadet etmeyi sürdürme bilincindedir. Bu bilinç, onun ruhuna huzur, güven
ve kararlılık aşılar; bu yolda endişeye, kuşkuya, engeller ve sıkıntılar
karşısında öfkeye kapılmadan ilerlemesini sağlar; Allah'ın yardımından
ve desteğinden hiçbir zaman umut kesmemesini temin eder; hiçbir zaman amacının
sapıklığı ya da emeğinin boşa gideceği, karşılıksız kalacağı kuşkusuna
kapılmaz. Bundan dolayı Allah'ın ve kendisinin düşmanları ile savaşırken
bile ruhunda barış duygusu egemendir. Çünkü o, Allah için, Allah yolunda
Allah'ın söz üstünlüğünü gerçekleştirmek için savaşıyor; yoksa
mevki uğruna, ganimet uğruna, ihtirasları uğruna ya da şu hayatın herhangi
bir nimeti uğruna savaşmıyor.
Bunlar
yanında mümin, bütün evrenle birlikte yüce Allah'ın tabiî kanunları uyarınca
yaşadığının bilincindedir. Evrenin kanunu onun da kanunudur, evrenin gidiş
yönü, onun da gidiş yönüdür. O halde evrenle arâsında çatışma ve
uyumsuzluk söz konusu değildir. Emeği boşa harcama ve enerjiyi dağıtma da
söz konusu değildir. Evrenin bütün güç odakları, onun gücü ile aynı doğrultuda
birleşiyor,kendisine yol gösteren ışık,o güçlere de yol gösteriyor,Allah'a
yöneldiğinde o güç odakları ile birlikte Allah'a yöneliyor.
islâm'ın
müslümana yüklediği bütün yükümlülükleri fıtrattan kaynaklanır ve fıtratı
ıslah etme amacına yöneliktir. Bunlar insanın gücünü aşmazlar, insanın
tabiatını karakter yapısını ve sentezini bilmezlikten gelmezler, insanın
hiçbir güç odağını ihmal etmeksizin onları çalışmaya, yapıcılığa
ve gelişmeye açarlar. İslâm, insanın psikolojik ve bedeni yapısının hiçbir
ihtiyacını ihmal etmeksizin bu ihtiyaçların tümünü kolaylıkla, hoşgörü
ile ve rahatlıkla tatmin eder. Bundan dolayı İslâm'ın yükümlülükleri
karşısında endişeye ve kuşkuya düşülmez. insan bu yükümlülüklerden
taşıyabileceklerini taşır ve güven, huzur, barış içinde Allah'a doğru
yoluna devam eder. Bunların yanısıra ilâhi sistemin meydana getirdiği
toplum, bu güzel, onurlu inanç sisteminden kaynaklanan; düzenin can, mal ve
namus dokunulmazlığı sağlayan güvencelerin himayesi altındadır. Bunların
tümü barışı yaygınlaştıran ve barış ruhunu yayan faktörlerdir.
İslâm,
bu müşfik, tutkun, dayanışmalı, güvenlikli ve uyumlu toplum ilk dönemde,
en gelişmiş ve en saf şekli ile gerçekleştirdi. Sonra yüzyıllar boyunca
onun çeşitli biçimlerini gerçekleştirdi. Gerçi bu toplum biçimlerinin
saflık oranları farklı oldu, ama gerek eski ve gerekse çağdaş cahiliye kültürünün
meydana getirdiği bütün diğer toplumlardan ve bu cahiliye kültürünün düşünceleri
ve yeryüzü kaynaklı düzeni ile kirlettiği bütün toplumlardan genellikle
daha iyi ve yararlı olma niteliklerini devam ettirdiler.
Bu
toplumun kaynaşmasını bir tek bağ, yani inanç bağı sağlar. Irklar, vatan
sınırları, diller, deri renkleri ve insan cevheri ile ilişkisiz diğer
gelip-geçici bağlar bu temel bağın oluşturduğu toplum içinde erir,
asimile olur.
Bu
toplum, yüce Allah'ın "Müminler kardeştir" Hucurat Suresi, 10)
buyruğunu can kulağıyla dinleyen bir toplumdur ve bu toplum Peygamberimizin
şu sözlerinde kendini bulur:
"Müminler,
karşılıklı sevgi, merhamet ve dayanışma bakımından organlarından biri
dertlenince diğer organları uykusuz kalarak ve ateşlenerek bu dertli organın
ızdırabını paylaşan bir canlı organizmaya benzerler (.Müslim, İmam-ı
Ahmet')
Bu
toplumun bazı edep kuralları şunlardır:
"Size
bir selâm verildiği zaman siz ondan daha güzeliyle bu selâmı alın ya da
aynısı ile karşılık verin." (Nisa Suresi, 86)
"İnsanları
küçümseyip onlara burun kıvırma, yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü
Allah, kendini beğenen ve övünen kimseleri kesinlikle sevmez." (Lokman
Suresi, 18) "İyilik, fenalık gibi değildir. Sen fenalığı en güzel şekilde
karşıla. O zaman seninle aranda düşmanlık bulunan kimsenin cana yakın bir
dostunmuş gibi olduğunu görürsün." (Fussilet Suresi, 34)
"Ey
müminler, bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki de alaya aldıkları
kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar.
Belki de alaya aldıkları kendilerinden daha iyidir. Birbirinizi ayıplamayın,
birbirinizi çirkin lâkaplarla çağırmayın. İman ettikten sonra çirkin
adla çağrılmak ne fena bir şeydir! Kimler tevbe etmez ise işte onlar
zalimlerin ta kendileridirler." (Hucurat Suresi, 11)
"Birbiriniz
hakkında dedikodu yapmayın. Herhangi biriniz ölmüş bir kardeşinin etini
yemek ister mi? Bu tiksindiğiniz bir şeydir. Allah'tan korkun. Hiç şüphesiz
O, tevbeleri kabul eder ve merhametlidir." (Hucurat Suresi, 12)'
Bu
toplumun bazı güvenceleri de şunlardır:
"Ey
müminler, eğer yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse onun içyüzünü
iyice araştırın. Yoksa bilmeden bir gruba kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza
pişman olursunuz." (Hucurat Suresi, 6)
"Ey
müminler, zandan (yakıştırmalardan) çok sakının. Çünkü bazı zanlar günahtır.
Birbirinizin gizli taraflarını araştırmayın." Hucurat Suresi, 12)'
"Ey
müminler, kendi evlerinizden başka evlere izin alıp halkına selâm vermeden
girmeyin." ( Nur Suresi, 27)
"Her
müslümanın kanı, ırzı ve malı başka bir müslümana haramdır,
dokunulmazdır." (Buhari, Müslim. İmam-ı Malik)
Sonra
bu toplum fuhşun yaygın olmadığı, çapkınlığın özendirilmediği,
fitnenin revaç görmediği, karşı cinsi ayartmanın gelenek haline gelmediği,
`gözlerin ayıp yerlere dikilmediği, cinsel arzuların zina ile sonuçlandırılmadığı,
`gerek eski ve gerekse çağdaş cahiliye toplumlarında olduğu gibi cinsel açlığın,
et ve kan oburluğunun ortalıkta kol gezmediği temiz ve iffetli bir toplumdur.
Bu toplum, ilâhi direktiflerin çoğunun egemen olduğu bir toplumdur. Yine bu
toplum, yüce Allah'ın şu buyruklarına kulak veren bir toplumdur:
"Müminler
arasında hayasızlığın yayılmasın isteyenleri dünyada da Ahirette de acı
bir azap bekliyor. Allah bilir, oysa siz bilmezsiniz." (Nur Suresi, 19)'
"Zina
eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah'a ve Ahiret gününe
inanıyorsanız, Allah'ın dini konusunda onlara acımayın. Onların ceza görmesine
müminlerden bir grup da şahid olsun: " ( Nur Suresi, 2)'
"İffetli
kadınları zina etmekle suçladıktan sonra dört şahit gösteremeyenlere
seksen değnek vurun ve şahitliklerini artık hiç kabul etmeyin. İşte onlar
yoldan çıkmış kimselerdir." (Nur Suresi, 4)
"Mümin
erkeklere söyle; gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını
korusunlar. Bu tutum onların temiz kalmasına daha elverişlidir. Hiç şüphesiz,
Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Mümin
kadınlara da söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını
korusunlar, kendiliğinden görünen kısmı dışında kalan güzelliklerini açmasınlar.
Başörtülerini vakalarının üzerine salsınlar.
Kocaları,
babaları, kayınpederleri, oğulları, kocalarının oğulları, kardeşleri,
erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınları,
elleri altındaki köle ve cariyeleri, erkekliği kalmamış hizmetçileri, kadınların
mahrem yerlerini henüz anlamayan küçük yaşdaki çocukları dışında
kalanlara güzelliklerini açmasınlar. Gizledikleri güzelliklerin farkına varılsın
diye ayaklarını yere sert basmasınlar.
E:y
müminler, hepiniz tevbe ederek Allah'a yönelin ki, kurtuluşa eresiniz."
(Nur Suresi, 30-31)
Bu
öyle bir toplum ki, orada en iffetli tarih döneminin en iffetli ortamında yaşayan
en iffetli ailenin en iffetli kadınları olan Peygamberimizin eşlerine şöyle
sesleniliyor:
"Ey
peygamber hanımları, sizler sıradan kadınlar gibi değilsiniz. Eğer
Allah"tan korkuyorsanız edalı konuşup kalbi bozuk kimsenin sizden yanlış
şeyler ummasına meydan vermeyin. Her zaman ciddi ve ağırbaşlı sözler söyleyin.
Evlerinizde
oturun, eski cahiliye dönemi kadınları gibi açılıp saçılarak kırıta kırıta
yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Peygamberine itaat
edin. Ey peygamber ailesi, hiç kuşkusuz, Allah sizi pisliklerden arındırarak
tertemiz yapmak ister." (Ahzab Suresi, 32-33)
Böyle
bir toplumda karı kocasına güvendiği gibi koca da karısına güvenir, aile
reisleri dokunulmaz hakları ve namusları konusunda endişesiz olurlar,
toplumun bütün fertleri sinirleri ve kalpleri hususunda emniyette olur. Çünkü
bakışlar fitnelerle karşılaşmaz ve gözler, kalpleri haramlara sürüklemez.
Eğer böyle olursa, işin sonu ya karşılıklı ihanete varır, ya da cinsel
arzuların baskı altına alınmasının sonucu olarak psikolojik hastalıklar
ve sinir gerginlikleri baş gösterir. Oysa temiz ve iffetli İslâm toplumu bu
tür tehlikeler açısından güvenli ve sakindir; oranın atmosferinde barış,
temizlik ve güven sürekli kanat çırpar.
Son
olarak müslüman toplum, çalışabilen herkese iş ve geçim kaynağı, çalışamayacak
durumda olan düşkünlere onurlu bir geçim garantisi, namuslu ve iffetli yaşamak
isteyen her erkeğe eş bulma güvencesi sağlamayı üstlenmiştir. Bu toplum,
eğer biri bir mahallede açlıktan ölecek olursa bütün mahalle halkını
cinayet sorumlusu sayar. Hatta bazı fıkıh bilginleri, böyle bir mahallenin tüm
halkının diyet ödeme cezasına çarptırılması gerektiği görüşündedirler.
Bu
toplumda insanların özgürlükleri, onurları, dokunulmaz hakları ve malları,
herkesçe itaat edilen ilâhî direktiflerin güvencesinden başka, ayrıca,
yasaların garantisi altındadır. Bu toplumda zanlara, kesin olmayan yakıştırmalara
dayanılarak hiç kimse sorumlu tutulmaz, hiç kimsenin konut dokunulmazlığı
çiğnenmez, hiç kimsenin aile mahremiyeti araştırılmaz, hiç kimsenin kanı
boş yere akmaz. Çünkü kısas ilkesi vardır. Hiç kimsenin malı çalınmaz,
yağmalanmaz. Çünkü bu konudaki şer'i cezalar hemen uygulamaya konulur.
Bu
toplum dayanışma, doğru yolu gösterme ve işbirliği ilkesine dayanır.
Bunun yanısıra burada eşitlik ve eksiksiz adalet ilkeleri egemendir. Öyle
ki, bu toplumda yaşayan herkes, hakkının Allah'ın şeriatının güvencesi
altında olduğunun, ne hakimin iradesine ne yakınlarının torpiline ve ne de
güçlü akrabaların keyfine bağlı olmadığının bilincindedir.
Son
olarak bu toplum, diğer beşeri kaynaklı toplumlar arasında insanın insana
boyun eğmediği tek toplum biçimidir. Bu toplumda yöneticiler de yönetilenler
de Allah'a ve O'nun şeriatine boyun eğerler, yönetenlere de yönetilenlere de
yüce Allah'ın hükmü ve şeriatı uygulanır. Bunun sonucu olarak bu toplumun
bütün fertleri güven, tatmin olmuşluk ve kesin inanç içinde alemlerin
Rabbi ve kudret sahiplerinin en üstünü karşısına eşit olarak dikilirler.
İşte
yukardaki ayette geçen "barış" kelimesinin işaret ettiği anlamların
bir kısmı bunlardır. Bu ayet, müminleri, işte bu anlamdaki barışa, topyekün
varlıkları ile girmeye çağırıyor. Böylece müminler, varlıkların tümünü
yüce Allah'a teslim etmiş olacaklardır. Varlıkların hiçbir zerresi
kendilerine kalmayacak, onun hiçbir payı elleri altında olmayacaktır. Onun tümü
gönüllü, uyarlı bir özveri sonucunda yüce Allah'a ait olacaktır.