HARAM
AYLARDA SAVAŞ
İslâm'ın,
müslüman cemaati yönlendirme sürecinin diğer bir örneği de haram (yasak)
aylarda savaşmakla ilgili aşağıdaki hükümdür:
217-
Sana yasak aydan, bu ayda savaşmaktan sorarlar. De ki; "O ayda savaşmak,
büyük bir günahtır. Fakat insanları Allah yolundan alıkoymak, Allah`ı ve
Mescid-i Haram'ın saygınlığını inkâr etmek, buranın halkını yurtlarından
çıkarmak da Allah katında büyük günahtır. Fitne (kargaşa) çıkarmak ise
adam öldürmekten de büyük bir günahtır.
Onlar
yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam
ederler. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse böylelerinin bütün
yaptıkları dünyada da Ahirette de boşa gider. Bunlar Cehennemliktirler ve
orada ebedi olarak kalacaklardır.
218-
Onlar ki, iman ettiler, yurtlarından göç ettiler ve Allah yolunda savaştılar.
İşte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Hiç şüphesiz Allah günahları bağışlar
ve O merhametlidir."
Değişik
rivayetlerde bildirildiğine göre bu ayetler Abdullah b. Cahş komutasındaki
keşif müfrezesi hakkında indi. Peygamberimiz Abdullah b. Cahş'ı
muhacirlerden oluşan sekiz kişilik bir müfrezenin başına vererek sefere çıkarmıştı.
Müfrezede Ensardan hiç kimse yoktu. Abdullah'ın yanında Peygamberimizin
kapalı bir mektubu (fermanı) vardı. İki gün geçmedikçe onu açmamasını
tembihlemişti, Komutan mektubu açınca içinde şunların yazılı olduğunu gördü:
"Bu
mektubumu okuyunca yoluna devam ederek Hurmalık vadisine var. -Mekke ile Taif
arasında bir yerdir- Orada pusuya yatarak Kureyşlileri gözetle ve bize onlar
hakkında edindiğin bilgileri getir."
Abdullah
b. Cahş mektubu okuyunca "Başım gözüm üstüne" dedikten sonra
arkadaşlarına dönerek şunları söyledi:
"Peygamberimiz
bana Hurmalık vadisine kadar ilerleyip orada pusuya yatarak Kureyşliler hakkında
bilgi toplamamı ve dönüşte bu bilgileri kendisine iletmemi emretti. Bu arada
hiç birinizi yola devam etme hususunda zorlamamamı da bildirdi. İçinizden
kim şehit olmak istiyor, içinden bu arzuyu duyuyorsa benimle birlikte gelsin,
kim böyle birşey istemiyorsa geri dönsün. Ben Peygamberimizin emrini yerine
getirmek üzere ilerlemeye devam edeceğim."
Komutan
bu konuşmayı yaptıktan sonra yola çıktı. Arkadaşları da onunla birlikte
yola çıktılar. İçlerinden hiçbiri geri dönmedi. Bir süre sonra Hicaz
yoluna saptılar. Az ilerde müfrezeden Saad b. Ebu Vakkas ile Utbe b. Gazavan
develerini kaybettiler. Bunun üzerine develerini aramak için müfrezeden ayrıldılar.
Kalan altı kişi yollarına devam etti.
Müfreze
Hurmalık vadisine vardıktan bir süre sonra yoldan geçen bir Kureyşli
ticaret kervanı ile karşılaştı. Kervanda Amr b. Hadrami ile üç kişi daha
vardı. Müfreze, Amr b. Hadramî'yi öldürdü ve kervandan iki kişiyi esir
aldı. Dördüncü kişi ise kaçtı. Ayrıca kervanın malları ganimet olarak
alındı.
Müfrezedeki
müslümanlar olay gününün Cemaziyelahir ayının son günü olduğunu sanıyorlardı.
Oysa Recep ayının ilk günü idi ve haram, savaşılması yasak aylar girmiş
oluyordu. Bu ayların yasaklığına Araplar öteden beri saygı gösteriyorlardı,
İslâm da bu kan dökme yasağını onaylamıştı.
Bu
yüzden iki esir ve ganimetle geri dönünce Peygamberimiz kendilerine "Ben
size haram ayda savaşmanızı emretmedim" buyurdu. Bu arada Peygamberimiz
ganimet mallarını da esirleri de oldukları yerde bıraktırdı, bunların hiçbirini
almak istemedi. Peygamberimiz böyle deyince müfrezedekilerin elleri kolları
yana düştü, Bir ölü gibi kaskatı kesildiler. Ayrıca işledikleri bu
hatadan dolayı diğer müslümanlar tarafından da azarlandılar.
Bu
olay üzerine Kureyşliler "Muhammed ve arkadaşları haram ayların saygınlığını
çiğnediler, bu aylarda kan döktüler, ganimet,ve esir aldılar" diye
yaygara kopardılar. Bu arada bu olayın Peygamberimizin zararına sonuçlar
vereceğini hesap ederek pek sevinen yahudiler şu yakıştırmalarla işi alaya
aldılar; "Amr, savaşı kotardı, Hadrami savaşa katıldı ve Vakid b.
Abdullah da savaşı ateşledi" (Böyle demekle Vakid b. Abdullah'ın, Amr
b. Hadramî'yi öldürüşünü ima etmek istiyorlardı.)
Bunun
üzerine Arap toplumunda revaçta olan çeşitli hilekâr üsluplar ile yöneltilen
yanıltıcı propaganda ortalıkta kol gezmeye başladı. Bu karalama kampanyası
Peygamberimizi ve arkadaşlarını Arapların kutsal değerlerini çiğneyen, işine
gelince bunları hiçe sayan bir saldırgan alarak tanıtıyordu! Nihayet
yukardaki ayetler inerek bütün bu söylentileri, söyleyenlerin ağzına tıktı,
meseleyi haklı çözüme kavuşturdu. Bunun üzerine Peygamberimiz ortada kalan
iki esir ile ganimet mallarını teslim aldı. Tekrarlıyoruz:
"Sana
yasak aydan, bu ayda savaşmaktan sorarlar. De ki `O ayda savaşmak büyük bir
günahtır."
Bu
ayet, yasak ayın yasaklığını ve bu ayda savaşmanın büyük bir günah
olduğunu belirtiyor. Ancak:
"Fakat
insanları Allah yolundan alıkoymak, Allah'ı ve Mescid-i Haram'ın saygınlığını
inkâr etmek, buranın halkını yurtlarından çıkarmak da Allah katında büyük
günahtır."
Savaşı
başlatan taraf, müslümanlar değildi. İlk saldırıya geçenler onlar değildi.
Savaşı ve saldırıyı müşrikler başlatmıştı. İnsanları Allah yolundan
alıkoyanlar, Allah'ı ve Mescid-i Haram'ın saygınlığını inkâr edenler
onlardı. İnsanları Allah yolundan alıkoyabilmek için her yola başvurmuşlar,
bu arada bütün büyük suçları işlemişlerdi. Bir defa yüce Allah'ı inkâr
etmişler ve başkalarını da O'nu inkâr etmeye zorlamışlardı. Mescid-i
Haram'ın dokunulmazlığını hiçe saymışlar, buranın saygınlığını çiğnemişlerdi.
Medine'ye göç edilmeden önce onüç yıl boyunca müslümanlara çeşitli
eziyetler çektirmişler, dinî inançları yüzünden onlara türlü türlü
baskıyı yapmışlardı. Yüce Allah Mescid-i Haram'ı güvenli bir yasak bölge
yaptığı halde onlar buranın halkını yurtlarından çıkarmışlardı. Kısacası
buranın dokunulmazlığına hiçbir zaman riayet etmemişler, kutsallığına
saygı göstermemişlerdi.
Allah
katında Mescid-i Haram çevresindeki halkı yurtlarından çıkarmak yasak ayda
savaşmaktan daha büyük bir suçtur. Yine Allah katında insanlara dini inançları
yüzünden baskı yapmak, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur. Müşrikler
bu günahların, bu ağır suçların her ikisini de gözlerini kırpmadan işlemişlerdi.
Bu yüzden Mescid-i Haram'ın dokunulmazlığını ve haram ayların yasaklığını
maske olarak kullanmak isteyen sahtekâr savunmaları havada kaldı ve müslümanların,
kutsal dokunulmazlıklar konusunda onlara nasıl bir karşılık verecekleri
belli oldu. Asıl dokunulmaz değerleri çiğneyenler onlardı. Onlar
istedikleri zaman bu değerleri, arkalarında saklanacakları birer maske olarak
kullanıyor, buna karşılık işlerine geldiği zaman onları ayaklar altına
alıyorlardı!
Buna
göre müslümanlar onları buldukları yerde öldürmeli, her yerde kendileri
ile savaşmalıydılar. Çünkü onlar hiçbir yasağı, dokunulmazlığı gözetmeyen,
hiç çekinmeden her kutsal değeri çiğneyen, saldırgan, azgın haydutlar takımı
idi. Artık müslümanlar, onların, aslında saygınlıklarına ve kutsallıklarına
zerrece inanmadıkları dokunulmazlıkların sahte maskeleri arkasına
gizlenmelerine izin vermemeliydiler.
Müşriklerin
bu yaygaracı sözleri doğruydu fakat gerçekte batıl amaçlı idi. Onlar
haram ayların yasaklığını sırf arkasında saklanacakları bir maske olsun
diye dillerine dolamışlardı. Böylece müslüman cemaati karalamak, onları
saldırgan olarak göstermek istiyorlardı. Oysa saldığı ilk başlatanlar
kendileriydi. Mescid-i Haram'ın saygınlığını da ilk önce onlar çiğnemişlerdi.
İslâm,
hayata pratik olarak yaklaşan bir sistemdir. Hayalî, donuk ve uygulama yeteneğinden
yoksun romantik teori kalıplarına dayanmaz. O insan hayatını pratik
engelleri, çeşitli çekici yönleri ve şartları ile olduğu gibi ele alır.
Böylece hayatı ele alarak onu aynı anda ilerlemeye ve yükselmeye doğru yöneltir.
Bu yönlendirmeyi hayatın realiteleri ile uyuşan pratik çözümlerle gerçekleştirir,
hayatın realitesi karşısında hiçbir işe yaramayan ham hayaller ile ve boş
rüyalar ile oyalanmaz.
Öte
yandan bu Mekkeli putperestler azgın, saldırgan bir haydut çetesidirler. Hiçbir
kutsal değeri tanımazlar, hiçbir dokunulmazlığın önünde çekingenliğe
kapılmazlar; toplumun geleneksel olarak saygı beslediği bütün ahlâki, dinî
ve imanî değerleri gözlerini kırpmadan çiğnerler. Her yola başvurarak
hakkın önüne dikilirler ve insanları, onu benimsemekten alıkoymaya çalışırlar.
Müminlere dini inançları yüzünden baskı yaparlar, onlara en ağır
eziyetleri çektirirler, onları haşerelere varıncaya kadar bütün canlılar
için güvenlik bölgesi olan Mescid-i Haram çevresindeki yurtlarından çıkarırlar.
Bütün bu cinayetlerden sonra da Haram ayın arkasına saklanarak dokunulmazlıklar
ve kutsal değerler adına ortalığı velveleye verirler, tozu dumana katarlar
ve çirkin seslerinin en yüksek frekansı ile yaygarayı basarak "Bakın,
işte, Muhammed ile arkadaşları yasak ayların dokunulmazlığını çiğniyorlar"
diye bağırırlar!
İslâm
bunlara nasıl karşılık veriyor? Acaba onlara havada kalan romantik
teorilerle mi karşılık veriyor. Eğer böyle yapmış olsa müslümanların
azılı düşmanları her türlü silâhı kullanırken, hiçbir silâhı
kullanmaktan çekinmezken iyilikten yana olan bağlılarını silâhtan arındırmış
olurdu. Hayır, İslâm böyle yapmıyor. O pratik realiteye karşı koymak, kötülüğü
savmak, ortadan kaldırmak istiyor. Azgınlığın, şirretliğin kökünü kazımak,
batılın ve sapıklığın pençelerini sökmek istiyor. Yeryüzünü iyilikten
yana olan güce, dünyanın iktidarını dürüst cemaatin eline teslim etmek
istiyor. Bundan dolayı İslâm dokunulmaz değerlerin haydutların ve saldırganların
arkalarına saklanarak dürüst ve iyilikten yana olan yapıcı insanlara ateş
ettikleri ve ateş ederken karşı taraftan gelecek savunma ateşinin
tehlikesinden emin kaldıkları birer saldırı siperi olarak kullanılmalarına
meydan vermez.
İslâm,
dokunulmaz değerleri gözetenlerin dokunulmazlıklarına saygı gösterir. Bu
ilke üzerinde ısrar eder, onu titizlikle korur. Fakat dokunulmazlıkları çiğneyenlerin
onları siper edinerek dürüst insanlara eziyet etmelerine, iyi insanları öldürmelerine,
müminlere dini inançlarından dolayı baskı yapmalarına ve aslında
dokunulmaz kalmaları gereken kutsal değerlerin arkasına saklanıp karşılık
görme tehlikesinden uzak kalarak her türlü cinayeti işlemelerine seyirci
kalmaz.
İslâm
bu ilkeye diğer alanlarda da tutarlılıkla bağlı kalır. Meselâ İslâm
dedikoduyu yasaklar, haram sayar. Fakat bu dedikodu yasağı sapıklar (fasıklar)
hakkında söz konusu değildir. Sapıklığı ile ün kazanan bir fasığın,
sapıklığının ateşinde yaktığı kimseler tarafından saygı gösterilecek
böyle bir dokunulmazlığı yoktur. Bunun yanısıra İslâm kötülüğün açık
açık söylenmesini de yasaklar" (Nisa Suresi, 148). Fakat "zulme uğrayan"ı
bu yasağın dışında tutar. Kötülükten zarar gören kimse kendisine
zulmeden kimsenin kötülüğünü açık açık dile getirebilir. Çünkü bu
onun hakkıdır. Ayrıca eğer susar, ağzını açmazsa layık olmadığı
halde zalimin bu onurlu ilkeye sığınma cesaretini arttırmış olur.
Bununla
birlikte İslâm yine de yüksek düzeyini korur; bu haydutların ve şirretlerin
seviyesine düşmez; onların kirli silâhlarına ve iğrenç metodlarına başvurmaz.
İslâm sadece müslüman cemaati, onların ellerini kırmaya, onlarla savaşmaya,
onları öldürmeye ve böylece yaşama alanını onların murdar varlıklarından
temizlemeye özendirir. İşte İslâm'ın öğlen güneşi kadar parlak ve
belirgin çehresi!..
İktidar,
temiz, dürüst, mümin ve istikametli insanların elinde olunca, yeryüzü,
dokunulmazlıkları çiğneyenlerden ve kutsal değerleri ayaklar altına
alanlardan temizlenince, işte o zaman, kutsal değerlerin dokunulmazlığı, yüce
Allah'ın istediği gibi tam olarak koruma altına alınır.
İşte
İslâm budur! Açık, belirgin, güçlü ve açık sözlüdür, zikzak çizmez.
Ama kendisine karşı zikzak çizmek isteyenlere de fırsat vermez.
İşte
Kur'an-ı Kerim, müslümanların sağlam yere basmalarını, yeryüzünü kötülükten
ve bozgunculuktan temizlemek amacı ile Allah yolunda ilerlerken kaygan zemine
ayak basmamalarını telkin ediyor; onların vicdanlarını endişeye, çekingenliğe,
kuruntuların kemirmesine ve vesveselerin işkencesine açık bırakmıyor. İşte
şu kötülüktür, bozgunculuktur, saldırganlıktır, haydutluktur. Buna göre
dokunulmazlık hakkından yararlanması söz konusu değildir; dokunulmazlıkların
siperi arkasında mevzilenerek bizzat bu dokunulmazlıklara darbe indirmesi caiz
değildir. Müslümanlar kesin bilgi ve güven içinde, vicdanları ve Allah'ın
ilkeleri doğrultusunda yollarında ilerlemelidirler.
Bu
gerçek açıklığa kavuşturulduktan, bu ilke yerine oturtulduktan, müslümanların
kalpleri huzura kavuşturulduktan ve ayaklarının yere sağlam basması sağlandıktan
sonra düşmanların içlerindeki şirretliğin ne kadar derin olduğunun,
niyetlerinin ve plânlarının saldırganlık temeline dayalı olduğunun açıklamasına
geçiliyor:
"Onlar
yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam
ederler."
Bu
açıklama herşeyi bilen ve herşeyin içyüzünden haberdar olan Allah'tan
gelen doğru bir tespittir. Burada kötülüğe ve müslümanları dinlerinden
koparmaya yönelik iğrenç bir ısrar açığa vuruluyor. Bu ısrarlı çaba,
İslâm düşmanlarının sürekli hedefleri olmuştur. Bu çaba nerede ve hangi
zaman diliminde olursa olsun müslüman cemaatin düşmanlarının değişmez
amacıdır. İslâm'ın yeryüzündeki varlığı, bu dinin düşmanları, her dönemdeki
İslâm cemaatinin düşmanları için başlıbaşına bir kin ve korku kaynağı
olmuştur. Başlıbaşına İslâm onları rahatsız ediyor, korkutuyor,
kinlerini kabartıyor. İslâm o kadar güçlü, o kadar sağlam bir dindir ki,
bütün Batı taraftarları ondan korkuyor, bütün haydutlar ondan ürküyor ve
bütün bozguncular (müfsitler) ona karşı antipati duyuyor. İslâm gerek başlıbaşına
gerek içerdiği apaçık hakk, gerek tutarlı sistemi ve gerekse sağlıklı
sosyal düzeni ile doğrudan doğruya somut bir savaştır; o bütün bu
nitelikleri ile batıla, haydutluğa, zulme ve bozgunculuğa karşı doğrudan
doğruya somut bir savaştır. Bundan dolayı batıl taraftarları, haydutlar,
bozguncular onun varlığına katlanamıyorlar. Bu yüzden müslümanların karşısında
hep pusudadırlar, onları dinlerinden koparmak, kâfirliğe döndürmek için
yanıp tutuşurlar. Kâfirlik olsun da hangi türü olursa olsun, onlar için
farketmez. Zira yeryüzünde bu dine inanan, bu sistemin izinden giden, bu düzeni
yaşayan bir tek müslüman cemaat varken batıl düzenlerinin yaşayacağına,
haydutluklarının ve bozgunculuklarının devam edebileceğine güvenemiyorlar.
Bu
İslâm düşmanlarının savaş metodları ve savaş araçları zamanla farklılaşır,
fakat hedef hiçbir zaman değişmez. Bu hedef, gerçek müslümanları
dinlerinden döndürmektir. Ne zaman ellerindeki silâhlardan biri kırılsa,
bozulsa başka bir silah çekerler. Ne zaman ellerindeki silâhlardan biri körelse,
etkisini yitirse bir başkasını bilerler.
Herşeyi
bilen ve herşeyden haberdar olan yüce Allah'ın vermiş olduğu bu doğru
haber karşımızdadır, müslüman cemaati bu düşmanlara teslim olmamaları
hususunda uyarıyor, onlara tehlikenin büyüklüğünü gösteriyor, onları düşmanların
oyunları karşısında direnmeye, savaşın zorluklarına dayanmaya çağırıyor.
Aksi halde karşılaşılacak sonuç dünya ve ahiret hüsranı zararıdır, hiçbir
mazeretin ve hiçbir gerekçenin önleyemeyeceği bir azaptır:
"Sizden
kim dininden döner de kâfir olarak ölürse böylelerinin bütün yaptıkları
dünyada da ahirette de boşa gider. Bunlar Cehennemliktirler ve orada ebedi
olarak kalacaklardır." Burada geçen "Hubut" kelimesi, merada
otlayan bir devenin zararlı bir ot yemesi sonucunda önce şişip arkasından
ölmesini anlatan bir deyimden türemedir. Kur'an-ı Kerim, burada bu kelime ile
insanın işlediği amellerin önce kabarıp sonra yokoluvermeleri olayını
anlatmak istiyor. Görüldüğü gibi bu kelimenin somut anlamı ile soyut anlamı
arasında sıkı bir uyum var. Yani batıl amelin önce kabarması, görüntüsünün
şişmesi, sonunda ise ortadan çekilip yokluğa karışması olayı ile zehirli
ot yiyen devenin şişmesi ve bu şişkinlik sonunda patlayıp ölmesi olayı
arasında sıkı bir çağrışım vardır.
Kim
İslâm'ı taddıktan, onu tanıdıktan sonra baskı ve caydırma darbeleri altında
bu dinden dönerse -uğradığı baskının ve karşılaştığı caydırma girişimlerinin
çapı ne olursa olsun- yüce Allah tarafından belirlenen akıbeti budur. Yani
amellerinin hem dünyada ve hem de ahirette boşa gitmesi, buna ek olarak da hiç
bitmeyecek bir Cehennem azabına çarpılmasıdır.
İslâm'ın
tadına varan, onu tammış olan bir kalp, gerçek anlamda asla ondan dönemez,
vazgeçemez. Bu dönüşün söz konusu olabilmesi için o kalbin düzelmez, ıslâh
olmaz derecede bozulması gerekir. Yalnız, insan takatını aşan ağır işkence
karşısında görünüşte taviz verilerek başvurulan korunma önlemi (takıyye)
bu sözümüzün dışındadır. Zira yüce Allah merhametli olduğu için insanın
dayanma gücünü aşan işkence karşısında müslümana dinini bırakmış
gibi davranarak canını kurtarma izni verdi. Fakat bu zor durumda müslümanın
kalbi İslâm'a bağlılığını sürdürmeli, imanını seve seve korumalıdır.
Başka bir deyimle bu durumda müslümana verilen müsaade, gerçekten kâfir
olma, (Allah korusun) sahici bir "dininden dönme" müsaadesi değildir.
Yüce
Allah'ın bu uyarısı dünyanın son anına, Kıyamet gününe kadar geçerlidir.
Hiçbir müslüman işkenceye, çeşitli caydırma girişimlerine boyun eğerek
dinini, Allah'a kesin bağlılığını bırakmakta, imanından ve İslâm'a bağlılığından
dönmekte mazur sayılamaz. Yapılması gereken şey cihaddır, mücadeledir, yüce
Allah bir çıkış yolu gösterinceye kadar sabretmek, direnmektir. Hiç kuşkusuz
yüce Allah kendisine inanan ve O'nun yolunda işkencelere maruz kalan kullarını
yüzüstü bırakmaz. O, onları, fedakârlıklarına karşılık olarak iki güzel
sonuçtan biri ile; ya zafer ya da şehitlik ile ödüllendirecektir.
Allah
yolunda eziyetlere katlananların bir başka beklentisi de Allah'ın rahmetidir.
Kalbi imanla donanmış hiçbir mümin bu konudaki umudunu yitirmez:
"Onlar
ki iman ettiler, yurtlarından göç ettiler ve Allah yolunda savaştılar. İşte
onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Hiç şüphesiz Allah günahları bağışlar
ve O merhametlidir."
Yüce
Allah mümin kulunun O'nun rahmetine ilişkin umudunu asla boşa çıkarmaz.
Nitekim İslâm'ın zor günlerinde Mekkeli (muhacir) samimi müminler grubu, yüce
Allah'ın bu vaadini işitmiş, bunun üzerine var güçleri ile cihad etmişler,
sabretmişler ve sonunda yüce Allah onlara verdiği sözü ya zafer ya şehitlik
olarak gerçekleştirmiştir. ,Bu sonuçların her ikisi de hayır, her ikisi de
rahmettir. Böylece onlar Allah'ın bağışını ve merhametini kazanmışlardır.
Zira "Allah günahları bağışlar ve O merhametlidir."
İÇKİ
VE KUMAR
Daha
sonraki ayette müslümanlara alkollü içkinin ve kumarın hükmü açıklanıyor.
Bunların her ikisi de Arapların enerjilerini uğrunda harcayacakları,
duygularını ve zamanlarını tümü ile meşgul edecek yüce bir idealden
yoksun oldukları günlerde kendilerini kaptırdıkları birer zevk verici eğlence
türü idiler
219/a-
Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; Onların ikisinde de büyük
günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından
büyüktür. Sana Allah yolunda ne vereceklerini sorarlar. De ki; "ihtiyaçlarınızdan
artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.
Bu
ayetin indiği zamana kadar, içki ve kumarı yasaklayan bir ayet inmemişti.
Fakat Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde bu iki kötü alışkanlığın helâl
olduğunu söyleyen bir hüküm de yoktu.
Yüce
Allah yeni oluşmakta olan bu müslüman cemaati elinden tutarak onu adım adım
istediği yolda ilerletiyor, onu kendisi için tasarladığı misyona uygun
olarak yapılandırıyordu. Bu önemli misyon, bu büyük görev, insanın
kendini içki ve kumar yolunda harcaması ile bağdaşmazdı; ömrü, bilinci ve
enerjiyi amaçsız insanların eğlencelerinde boşu boşuna tüketmekle bağdaşmazdı.
Çünkü söz konusu amaçsız kimseler nefislerine haz veren şeyler ile oyalanır,
peşlerinden bir an bile ayrılmayan serserilik ve sorumsuzluk, kendilerini içki
ile sarhoş olmaya ve kumarla oyalanmaya daldırır. Kimi zaman da bu zavallıları
kovalayan kör nefisleri olur. Onlar da kendilerinden kaçarak içkinin ve kumarın
kucağına atılırlar. Tıpkı cahiliye toplumunda yaşayan sıradan insanların
yaptıkları gibi. Bu dün böyle idi, bugün de böyledir, yarın da böyle
olacaktır. Yalnız İslâm, insan nefsine yönelik eğitim metodu uyarınca bu
konuda yavaş, soğukkanlı ve zorlamacılıktan uzak adımlar ile ilerliyordu.
Bu
ayet-i kerime içki ve kumar yasağı konusunda atılmış ilk adımdır. Burada
önemli bir noktaya kısaca değinmek istiyoruz. Maddî nesneler ve davranışlar
her zaman mutlak anlamda, katıksız biçimde kötü olmayabilirler. Şu dünya
üzerinde iyilik, kötülükle ve kötülük de iyilikle karışık olarak
bulunur. Fakat herhangi bir nesnenin ya da davranışın helâl ya da haram
olmasının ekseni, kriteri, iyiliğin ve kötülüğün baskın olup olmamasıdır.
Buna göre içkinin ve kumarın günahı, zararı, yararından daha ağır bastığına
göre bu durum bir yasaklama, bir haram sayma gerekçesi oluşturur. Böyle
olmakla birlikte bu ayette açık bir yasaklama ve haram sayma hükmüne yer
verilmemiştir.
İSLÂM'IN
EĞİTİM METODU
Burada
Kur'an'ın, İslâm'ın ve hikmet sahibi yüce Allah'ın eğitim metodunun bir
özelliği dikkatimizi çekiyor. Bu eğitim metodu İslâm'ın birçok yasal düzenlemesini,
birçok farzını ve birçok direktifini incelerken somut biçimde meydana çıkıyor.
Biz burada içki ve kumardan sözederken bu eğitim metodunun kurallarından
birine işaret etmek istiyoruz.
Eğer
emir ya da yasak imana dayalı düşünce ile, yani inanç sistemi ile ilgili isé
İslâm o konuda kesin hükmünü, o konuda söyleyeceğini daha baştan ortaya
koyuyor.
Fakat
eğer emir ya da yasak bir alışkanlıkla, bir gelenekle veya karmaşık bir
sosyal uygulama ile ilgili ise o zaman İslâm işi ağırdan alıyor; konuya
yumuşak, tedrici ve kolaylık gösterici bir tarzda yaklaşıyor, uygulamayı
ve itaati kolaylaştıracak pratik şartlar hazırlıyor.
Meselâ
İslâm, "Tevhid mi, yoksa şirk mi?" sorunuyla karşı karşıya kaldığı
zaman kararlı ve kesin bir darbe ile daha baştan emrini yürürlüğe koydu;
Bu konuda hiçbir tereddüde, hiçbir duraksamaya, hiçbir hoşgörüye, hiçbir
tavize; hiçbir orta yolda buluşma beklentisine yer vermedi. Çünkü burada
mesele düşüncenin temel ilkesidir, onsuz ne iman olur ve ne de İslâm ayakta
durabilir.
Ama
İslâm içki ve kumar meselesine gelince, bu bir alışkanlık ve adet
meselesidir. Alışkanlıklar ise ancak tedavi yolu ile bıraktırılabilir. Bu
yüzden İslâm, müslümanların vicdanlarını ve şeriat mantıklarını
uyarmakla işe başladı; Bu amaçla içkinin ve kumarın günahını, yararından
daha büyük olduğunu belirtti. Bu demektir ki, bu alışkanlıkları bırakmak
onları sürdürmekten daha iyidir. Arkasından Nisa suresinin şu ayeti ile
ikinci adım atıldı:
"Ey
müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilecek duruma gelinceye kadar namaza yaklaşmayın."
(Nisa Suresi, 43)
Bilindiği
gibi günde beş vakit namaz vardır ve bu namaz vakitlerinin çoğunluğu kısa
aralıklıdır, bu aralıklar sarhoş olup arkasından ayılmak için yeterli değildir.
Burada içki alışkanlığının pratiğe aktarma imkanını daraltma ve içki
alma periyodları ile ilgili olan alışkanlığın sürekliliğini kırma girişimi
ile karşı karşıyayız. Çünkü içki ya da uyuşturucu madde tutkunlarının
alışkanlık haline getirdikleri vakit gelince bu maddeleri kullanma ihtiyacı
duydukları bilinen bir şeydir. Eğer bu vakit, bu maddeler kullanılmadan geçiştirilir
ve bu geçiştirme birkaç kez tekrarlanabilirse alışkanlık zayıflamaya başlar
ve alt edilmesi mümkün hale gelir.
Bu
iki adım atıldıktan sonra içki ve kumarın haram olduklarını belirten son
ve kesin yasaklama hükmü geldi:
"Ey
müminler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları kuşkusuz Şeytan işi
pisliklerdir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz."·(Maide
Suresi, 90)
KÖLELİK
KURUMU VE İSLÂM'IN TUTUMU:
Bir
de kölelik problemini bu açıdan gözden geçirelim. Kölelik, İslâm'ın
geldiği dönemde sosyoekonomik kökleri olan, dünyanın her tarafında geçerli
bir devletlerarası gelenek durumunda idi. Esirleri köleleştirme ve köleleri
çalıştırma düzeni böylesine yaygın ve köklü idi. Öte yandan karmaşık
sosyal kurumların dışa yansıyan görüntülerini ve sonuçlarını değiştirebilmek
için, önce bu kurumların dayanaklarını ve ilişkilerini geniş çapta değiştirmek
gerekir. Bu arada devletlerarası gelenekleri değiştirmek için ayrıca
devletlerarası uyuşmalara ve çok taraflı ortak antlaşmalara ihtiyaç vardır.
İslâm'ın
köleliğe ilişkin bir emri yoktur, Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde savaş
esirlerinin köleleştirilmesini hükme bağlayan bir ayete rastlanmaz. İslâm
geldiğinde köleliği, dünya ekonomisinin temelini oluşturan bir
milletlerarası düzen ve esirlerin köleleştirilmesini de savaşan bütün
tarafların uyguladıkları bir devletlerarası gelenek olarak buldu. Bu köklü
sosyal kurumu ve bu yaygın devletlerarası düzeni sağlıklı bir çözüme
kavuşturabilmek için soruna tedrici olarak yaklaşması zorunluydu.
İslâm
zamanla kölelik düzenine tümü ile son vereceği, onu kökünden ortadan kaldıracağı
gün gelinceye kadar, denetim altına alınması imkânsız olacak sosyal sarsıntılara
meydan vermeyecek bir önlem olarak köleliğin kaynaklarını, artış yollarını
kurutma yolunu seçti. Bunun yanısıra kölelere elverişli yaşama şartları
sağlamaya, onlara geniş çapta insan onuru ile bağdaşır bir konum kazandırmaya
önem verdi.
Köleleştirme
yollarını kurutmaya başlarken meşru savaş esirleri ile köle soyundan
gelenleri bu önlemin dışında tuttu. Çünkü İslâm'a düşman toplumlar o
zamanın geçerli geleneği uyarınca müslüman savaş esirlerini köleleştiriyorlardı.
İslâm, o gün için, düşman toplumları bu geçerli geleneğe karşı çıkmaya,
dünyanın her tarafındaki sosyal ve ekonomik düzenin üzerine oturtulduğu bu
uygulamayı değiştirilebilecek güçte değildi. Durum böyleyken eğer İslâm,
savaş esirlerini köleleştirme uygulamasını ortadan kaldırmayı kararlaştırsa
bu karar sadece müslümanların eline düşen savaş esirleri için geçerli
olan sınırlı ve tek taraflı bir uygulama olacak, müslüman esirler o günün
kölelik düzeni içindeki kötü akıbetlerine katlanmaya devam edeceklerdi. Bu
da İslâm düşmanlarının, müslümanlara karşı cesaretlerini ve güçlerini
arttıracaktı.
Bunun
yanında eğer İslâm o günkü mevcut kölelerin soyundan gelenleri özgürlüklerine
kavuşturmayı kararlaştırmış olsa ve bu kararı devletin ve bu kimselerin tüm
yakınlarının ekonomik durumunu düzene koymadan önce vermiş olsa bu köleleri
malsız-mülksüz, sosyal güvenliksiz, bakıcısız; onları yoksulluktan ve
yeni kurulan toplumun sosyal yapısını bozacak ahlâk bozulmasından koruyacak
akrabalık bağlarından yoksun bir şekilde ortada bırakmış olacaktı. İşte
bu aktüel ve derin köklü şartlar yüzünden İslâm, açık açık savaş
esirlerinin köleleştirilmesini önermedi, bunun yerine şöyle dedi:
"Savaşta
kâfirler ile karşılaştığınızda boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün
geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız
olarak ya da fidye karşılığında salıverin." (Muhammed Suresi, 4)
Bunun
yanında İslâm, savaş esirlerinin köleleştirilmesini de açıkca önermedi,
bunun yerine İslâm devletine, esirlerine karşı içinde bulunduğu şartların
gerektirdiği şekilde işlem yapma serbestliği tanıdı. Devlet, müslüman
esirlere karşı fidye isteyen tarafın esirlerini fidye karşılığında
serbest bırakacak, iki taraflı anlaşma sağlanabilirse elindeki esirleri değiştirecek
ve savaş halinde bulunduğu düşmanlarının tutumlarının doğuracağı aktüel
şartlar uyarınca müslüman esirleri köleleştiren düşmanların esirlerini
köleleştirecekti.
Gerçekten
çok sayıda ve çeşitli olan kölelik kaynaklarını kurutmakla köleler sayıca
azalmaya yüztuttu ve İslâm, bu sayısı azalan köleleri de özgürlüklerine
kavuşturmaya girişti. Bu işlemi söz konusu köleler düşman mihraklarla ilişkilerini
keserek İslâm toplumuna katıldıkları anda hemen başlattı. Bu yaklaşımının
sonucu olarak kölelere tek taraflı olarak özgürlüklerini isteme hakkı tanıdı;
köle belirli bir fidye ödemek karşılığında özgürlüğüne kavuşacak,
bu isteğini efendisi ile yazılı anlaşmaya bağlayacaktı. İşte kölenin özgür
olmayı istediği bu andan itibaren çalışma, kazanma ve mülk edinme hürriyetini
elde edecekti. Böylece çalışarak elde ettiği ücret kendisinin olacaktı.
Bu arada özgürlüğüne karşılık olarak vereceği fidyeyi kazanabilmek için
efendisinin hizmeti dışında başka işlerde de çalışabilecekti. Başka bir
deyimle bu köle bağımsız bir varlık haline geliyor, özgürlüğün en önemli
dayanaklarına fiilen kavuşuyordu. Sonra bu köle devlet hazinesinin zekât
fonundan pay alacaktı. Ayrıca müslümanlar ona özgürlüğünü elde
edebilmesi için malı yardımda bulunmakla yükümlü idiler. Bütün bunların
dışında ayrıca köle azad etmeyi gerektiren kefaretler de bu özgürleştirme
kampanyasına katkıda bulunuyordu. Mesela yanlışlıkla adam öldürme olaylarında,
yemin ve zihar kefareti olarak köle azad etme zorunluluğu vardı. Böylece kölelik
düzeninin zaman içinde kesin biçimde ortadan kalkması hedeflenmişti. Buna
karşılık böyle köklü bir kurumu bir anda oldu-bitti türünden bir kararla
ortadan kaldırmak, kaçınılması mümkün olmayan sosyal sarsıntılara, sakınılması
gereken toplumsal bozulmalara yolaçacaktı.
Daha
sonraki dönemlerde İslâm toplumunda kölelerin sayısının artması yavaş
yavaş beliren sapmalardan, adım adım İslâm sisteminden uzaklaşma eğilimlerinden
kaynaklandı. Bu bir gerçektir. Fakat bunun sorumlusu İslâm değildir.
Bu
durum, İslâm'ın hanesine olumsuz bir puan olarak kaydedilemez. O İslâm ki,
bazı dönemlerde insanlar onun metodundan şu ya da bu oranda saptıkları için
aslına uygun biçimde uygulanmamıştır. Daha önce belirttiğimiz gibi, İslâm'ın
tarih görüşüne göre söz konusu sapmaların oluşturduğu pratik durumlar
İslâm'a maledilemezler, İslâm tarihinin kesitleri sayılamazlar. Çünkü İslâm
değişmedi, onun ilkelerine yeni bir madde eklenmedi. Değişen insanlardır.
Onlar İslâm'dan uzaklaştılar. Bunun sonucu olarak İslâm'ın bu insanlarla
bir ilgisi kalmadığı gibi onların da İslâm tarihinin bir kesiti olma
nitelikleri kalmamıştır.
Eğer
biri yenibaştan İslâm'a uygun bir hayat yaşamak isterse tarih boyunca İslâm'a
bağlı olduklarını ileri süregelmiş toplumların bıraktıkları yerden
devam edecek değildir. Bunun yerine aslına uygun İslâm ilkelerini yozlaşmamış
olarak bulacağı berrak çizgiden başlayarak onu. pratik hayata aktarmalıdır.
Bu
gerçek son derece önemlidir; İslâm inancı açısından, İslâmî yaşama
tarzı açısından gerek teorik araştırma düzeyinde ve gerekse pratik gelişme
düzeyinde önemlidir. Biz bu gerçeği bu bölümde ve bu vesileyle tekrar
vurguluyoruz. Çünkü gerek İslâm tarihine yönelik teorik bakış açısı
bakımından gerek İslâm tarihinin objektif yorumu bakımından ve gerekse gerçek
İslâm'ın hayat düşüncesi ile aslına uygun İslami yaşama düzeni bakımından
bazı zihinlerin büyük şaşkınlıkların ve ağır yanılgıların etkisi
altında olduğunu görüyoruz. Özellikle İslâm tarihi hakkında araştırma
yapan Batılı şarkiyat uzmanlarında bu şaşkınlık ve yanılgı gayet
belirgindir. İslâm tarihini yanlış anlayan bu yabancı araştırmacıların
etkisi altıda kalan kişilerde aynı şaşkınlık ve yanılgı görülür. Böyleleri
arasında bazı aldanmış samimi müslümanlara da rastlanabilmektedir ne yazık
ki!..
Bu
ayetlerin devamında meselelerin aslını öğrenme amacı taşıyan sorulara
cevap olarak çeşitli İslâmi ilkelerin belirlendiğini görüyoruz:
219/b-
Sana Allah yolunda ne vereceklerini sorarlar. De ki; "ihtiyaçlarınızdan
artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.
Müslümanlar
bir başka zaman "ne verecekler"ini sormuşlardı. Bu soruya,
verilecek olan şeyin türü ve kimlere verileceği belirtïlerek cevap verilmişti.
Buradaki soruya, verilecek olan şeyin miktarı, derecesi belirtilerek cevap
veriliyor. Ayette geçen "afüv" kelimesi "artık, fazla"
anlamına gelir. Buna göre israfa ve gösterişe kaçmaksızın şahsi
masraflar karşılandıktan sonra elde kalan, yardım konusudur. Daha önce söylediğimiz
gibi ilk önce en yakınlara yardım edilecek, sonra başkalarına sıra
gelecektir. Zekât tek başına yeterli bir yardım faslı değildir. Zira
kanaatimce zekât ayeti, bu ayetin hükmünü yürürlükten kaldırmış (neshetmiş)
değildir. Başka bir deyimle zekât, farz borcunu düşürerek sahibini yükümlülükten
arındırır, ama yardım etme direktifi sürekli olarak geçerliliğini korur.
Zekât, müslümanların devlet hazinesinin hakkıdır, yüce Allah'ın şeriatını
yürütmekle görevli olan hükümet bunu toplar ve belirli harcama yerlerine dağıtır.
Fakat müslümanın Allah'a ve Allah'ın kullarına karşı görevi bunun ötesinde
de devam eder. Öte yandan zekât, "artakalan mal"ın tümünü
kapsamayabilir. Oysa bu açık hükümlü ayete göre "malın artakalanı"nın
tümü yardım ve sadaka konusudur. Nitekim Fatıma b. Kays'ın bildirdiğine göre
Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Malda
zekâtın dışında hak vardır. (Ahkam-ul Kur'an, İmam-ı Cessas)
Yüce
Allah'ın rızasını elde etmek isteyen bir mal sahibi bu hakkı kendi eli ile
verebilir. Eğer böyle yapmaz da Allah'ın şeriatını yürütmeye çalışan
İslâm devleti bu "hakk"a muhtaç olursa onu kendi insiyatifi ile
alarak kamu yararının gerektirdiği yerlerde harcar. Böylece o mal fazlalığının
ne ahlâksızların savurganlıklarıyla çarçur edilmesine ve ne de kullanım
dışı tutularak stok edilip fonksiyonsuz bırakılmasına meydan verilmiş
olur.
"Allah
size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki; dünya ve ahiret üzerinde düşünesiniz
diye."
Bu
ayet, hem dünya ve hem de Ahireti birlikte düşünmeyi, kafa yormayı özendirme
amacını seslendirir. Zira sırf dünya üzerine düşünmek insan aklına,
insan kalbine, insan varoluşunun mahiyeti, hayatının asıl niteliği, yükümlülükleri
ve ilişkileri hakkında tam bir algı sunmaz; kurumlar, değer yargıları ve
ölçüler konusunda sağlıklı bir düşünce oluşturmaya yetmez. Çünkü dünya,
insan hayatının kısa süreli bölümünü oluşturur. Oysa bilinci ve davranışları
hayatın sırf bu kısa bölümünün hesaplarına göre biçimlendirmek asla
insanı sağlıklı düşünceye ve sağlıklı davranışlara ulaştıramaz.
Yardım amaçlı mal verme konusu özellikle dünyayı ve Ahireti birlikte düşünmeyi
gerektiren bir meseledir. Çünkü başkasına yardım edenin malında meydana
gelen maddi eksilme, kalp temizliği ve duygusal arınma olarak kendisine geri döner.
Ayrıca bu eksilme içinde yaşadığı topluma yarar, dirlik ve sosyal barış
olarak da geri döner. Fakat herkes bu kazanımların farkına varmayabilir. O
zaman yardımlaşma kefesinde ağırlık sağlayacak olan faktör Ahiret
bilinci, oradaki ödül özlemi ve oraya ilişkin değer ölçülerinin özendirici
rolüdür. Bu durumda Ahiret faktörü insan vicdanına doyum, huzur ve esenlik
kazandırır ve bu sayede elindeki terazide sahte, fakat aldatıcı ve parlak görünümlü
değerlerin bulunduğu kefe ağır basmaz.
220-
Sana yetimler hakkında soru sorarlar. De ki; Onların durumlarını düzeltmek
hayırlı bir iştir. Eğer kendileriyle birarada yaşıyorsanız, onlar artık
kardeşlerinizdir. Allah kimin işleri bozucu ve kimin düzeltici olduğunu iyi
bilir. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Hiç şüphesiz Allah üstündür
ve hikmet sahibidir.
YETİMİN
KORUNMASI
Sosyal
dayanışma, İslâm toplumunun temelini oluşturur. Müslüman cemaat, birlikte
yaşadığı güçsüzlerin ihtiyaçlarını gözetmekle yükümlüdür. Bu
arada ana-baba desteğinden yoksun olan yetimleri gözetmek ve korumak bu alanın
öncelikli görevlerindendir. Yetimlerin kendileri gözetilecek ve malları
korunacaktır.
İslam'dan
önceki dönemde yetimlerin vasilerinden (koruyucu) bazıları yetimlerin
yiyecekleriyle kendi yiyeceklerini karıştırıyor, onların mallarını kendi
mallarıyla birleştirerek birarada ticarete sokuyorlardı. Bu durum, kimi zaman
yetimlerin zarara uğramalarına, aldatılmalarına yolaçıyordu. Bunun üzerine
yetimlerin mallarını yiyenleri korkutma mesajı içeren ayetler indi. O zaman
da takva sahibi müslümanlar aşırı bir çekingenliğe kapıldılar. Öyle
ki, yetimlerin yiyeceklerini kendi yiyeceklerinden ayırdılar. Bunun sonucu
olarak şu tür olaylar yaşanmaya başladı. Evinde yetim besleyen biri yetime
kendi malından yemek veriyor. Eğer bu yemeğin bir kısmı artarsa ya yetim
sonra gelip bu yemeği yiyor ya da bozulduğu için dökülüyordu! Böylesine aşırı
bir titizlik İslâm'ın özüne uygun değildi. Üstelik bu durum zaman zaman
yetimin zarara uğramasına yolaçıyordu.
İşte
bu yüzden Kur'an-ı Kerim, meseleye bir daha eğilerek müslümanları orta
yola ve kolaylığa yönelmeye, bu ölçüler içinde yetimin yararını
aramaya, malını onun işine yarayacak şekilde kullanmaya çağırdı.
Yetimlere yarar sağlamak, onların mallarını ayırmaktan daha hayırlı idi.
Eğer yetime yarar sağlıyorsa onun malını kendi malına karıştırmanın
sakıncası yoktu. Çünkü yetimler, vasilerinin, bakımlarından sorumlu
olanların kardeşleri idi. Hepsi İslâm kardeşi idi, hepsi de büyük İslâm
ailesinin üyeleri idi. Allah kimin yıkıcı ve kimin yapıcı olduğunu iyi
bildiği için önemli olan, işin dış görünüşü ve biçimi değil, işi
yapanın niyeti ve sonucu idi. Yüce Allah, müslümanları zora koşmayı, sıkıntıya
sokmayı ve kullarına yüklediği görevlerin onlara zorluk çıkarmasını
istemiyordu. Eğer istese onları böyle zor yükümlülüklerin altına sokardı,
ama O, böyle bir şeyi istemez. O, üstün iradelidir ve hikmet sahibidir. Buna
göre O, dilediğini gerçekleştirmeye muktedirdir, fakat hikmet sahibi olduğu
için hayırlı, kolay ve yararlı olanı ister.
Böylece
yetimlere yardım meselesi tümü ile yüce Allah'a bağlanıyor, inanç
sisteminin ve hayatın çevresinde döndüğü ana eksene tutturuluyor. Bu
durum, bu inanç sistemine dayanan yasal düzenleme sisteminin temel özelliğidir.
Bu sistemin yürümesindeki teminatın vicdanların derinliklerinden gelen bir
isteğin ürünü olduğu kabul edilmezse dışarıdan gelen etkilerle olabileceğini
söylemek asla mümkün değildir.
AİLE
HUKUKU
Biz
bu bölümde aile hukukunun bir yönü ile karşı karşıya geliyoruz. İslâm
cemaatinin, müslüman toplumu ayakta tutan ana sütun ile ilgili yasal düzenlemelerin
bir bölümünü inceleyeceğiz. İslâm bu ana sütuna, son derece büyük bir
önem vermiş, onun yasal düzenlemesi, korunması ve cahiliye kültürünün
anarşisinden arındırılması için büyük çaba harcamıştır. Aile
konusunu ele alan ayetlerin Kur'an'ın çeşitli surelerinde yeraldığını görürüz.
Bu ayetler bu büyük temel sütunun ayakta kalması için gereken bütün
dayanakları içerirler.
İslâmî
sosyal düzen, insan fıtratının bütün özelliklerini, bütün
gereksinimlerini, bütün dayanaklarını gözeten bir ilâhi düzen olması yanında
bir aile düzenidir aynı zamanda.
İslâm'ın
aile düzeni fıtrat kökeninden, yaratılış kökünden, bütün canlıların,
hatta tüm yaratıkların ilk varoluş temelinden kaynaklanır. Bu bakış açısı,
aşağıdaki ayetlerde son derece belirgindir:
"İbret
alasınız diye herşeyi çift çift yarattık." (Zariyat Suresi, 49)
"Yerden
yetişen bitkileri, insanların kendilerini ve diğer bilmedikleri yaratıkları
çift çift yaratmış olan Allah noksanlıklardan münezzehtir." (Yasin
Suresi, 36)
Bu
İslâmî bakış açısı daha sonra insana dönerek öncelikle ilk kadın-erkek
çiftinin, arkasından bu çiftten gelen soyun, daha sonra tümüyle insanlığın
meydana gelmesine kaynaklık eden ilk insanı hatırlatır:
"Ey
insanlar, sizleri bir tek insandan yaratan, ondan eşini vareden ve ikisinden çok
sayıda erkek ve kadın meydana getiren Rabbinizden korkun" (Nisa Suresi,
1)
"Ey
insanlar, biz sizleri bir erkek ile bir dişiden yarattık, sonra birbirinizi
kolayca tanıyasınız diye sizi milletler ve kabileler haline koyduk." (Hucurat
Suresi, 13)
Sonra
iki cins arasındaki fıtrî çekim gücü vurgulanıyor. Bu çekim gücünün
tek fonksiyonu cinsel açıdan erkek ile dişiyi birleştirmesi değil, aileler
ve yuvalar oluşturmasıdır:
"Allah'ın
ayetlerinden biri de kendileri ile kaynaşmanız için size kendi
nefislerinizden türemiş eşler yaratması, aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır."
(Rum Sùresi, 12)
"Kadınlarınız
sizin çocuk yetiştiren tarlanızdır. Buna göre tarlanıza dilediğiniz gibi
varınız. Kendiniz için ileriye dönük hazırlık yapınız, günah işlemekten
sakınınız ve mutlaka Allah'a kavuşacağınızı biliniz. Bunu müminlere müjdele."·(Bakara
Suresi, 223)
"Allah
evlerinizi sizin için huzur ve kaynaşma yeri yaptı." (Nahl Suresi, 80)
Burada
etkisini gösteren fıtrat ile evrenin özünde ve insanın yapısında derinliğine
kök salmış bu fıtratın içgüdülerine olumlu cevap veren aile kurumu ile
karşı karşıyayız. Bundan dolayı, İslâm'a göre aile düzeni, insan yapısının
özünden, hatta evrende varolan cansız nesnelerin tümünün özünden
kaynaklanan, fıtrî ve doğal bir düzendir. Burada insan için geçerli olan düzen
ile insanın da yeraldığı tüm kainat sistemi için geçerli olan düzen arasında
sıkı ilişki kurulduğunu görüyoruz ki, bu durum İslâm'ın evrene ve
insana yaklaşım tarzını yansıtır.
Aile
kurumu yeni doğan yavruyu koruyup-gözetmeyi; onu bedenen, aklen ve ruhen geliştirmeyi
üstlenmiş olan tabii bir yuvadır. İnsan yavrusu bu yuvanın koruyucu
kanatları altında sevgi, şefkat ve dayanışma duygularını tadar, hayatı
boyunca sürecek olan karakteristik özelliklerini kazanır, bu yuvanın kılavuzluğu
ve ışığı altında hayata açılır, onu yorumlar ve onunla ilişki kurar.
Canlılar
arasında en uzun yavruluk dönemini insan yavrusu yaşar. İnsanın bebeklik ve
çocukluk dönemi diğer tüm canlılardan daha uzun sürer. Zira yavruluk dönemi
soyu devam eden her canlı türünün kendinden beklenen fonksiyonu yerine
getirebilmesi için gerekli olan bir egzersiz, bir yatkınlık kazanma, bir hazırlık
dönemidir. İnsanın görevi diğer tüm canlıların görevlerinin en ağırı,
yeryüzündeki işlevi diğer tüm canlıların fonksiyonlarının en önemlisi
olduğu için onun çocukluk aşaması, canlı türleri içinde en uzun olmuş,
böylece geleceğe daha iyi hazırlanmasına, daha yoğun bir eğitimden geçmesine
imkan sağlamıştır. Bundan dolayı insan, çocukluk dönemini ana-babasının
gözetimi altında geçirmeye diğer canlı yavrularından daha çok muhtaçtır.
İşte bu gerekçe ile istikrarlı ve huzurlu bir aile düzeni insani düzenin
ayrılmaz bir parçası; insan fıtratının, insan yapısının ve insanın şu
hayatta üstleneceği rolün vazgeçilmez önemli bir unsurudur.
Bilimsel
araştırmalar kesinlikle kanıtlamıştır ki, aile kurumu dışında kalan hiçbir
kurum, aile kurumunun fonksiyonunu yerine getiremez, onun yerini tutamaz, aksine
çocuğun gelişimi ve eğitimine zararlı unsurlar içerir. Bu hüküm özellikle
çok sayıda çocuğu birarada barındıran çocuk yuvaları düzeni için geçerlidir.
Bilindiği gibi bazı yapay ve baskıcı ideolojiler, yüce Allah tarafından
insana sunulan dengeli, elverişli, ve fıtrî aile düzenini, dik kafalı, anarşik
ve yapay bir devrim yolu ile yıkarak yerine bu çocuk yuvaları düzenini
koymak istediler. Bunun yanısıra kimi Avrupa devletleri de yaşadıkları
sosyal zorunlulukların baskısı yüzünden bu düzeni uygulamaya yöneldiler.
Çünkü dini düşüncenin bağlarından sıyrılmış Batının cahiliye
uygarlığı tarafından ateşlenen vahşî ve barbarca savaşlarda çok sayıda
çocuk ailesini yitirmişti. Yakın dönemlerde yaşanan bu acımasız savaşlarda
savaşçı ile normal halk, eli silâhlı asker ile silahsız zavallılar arasında
ayırım gözetilmemiştir."
Ayrıca
Avrupalılar, insan doğasına uygun sosyal ve ekonomik düzenin yerine kendi çarpık
düzenini yerleştiren cahiliye kaynaklı düşünce akımlarının etkisinde
kalarak zorunlu olmadığı halde bu çocuk yuvaları sistemine yöneliyorlar.
Bu lânet olası uygulama çocukları ana şefkatinden ve aile yuvasının sıcakkanlı
gözetiminden yoksun bırakarak çocuk fıtratı ve psikolojik yapısı ile çatışan
soğuk yüzlü çocuk yuvalarının kucağına atmakta ve bu zavallı yavruların
ruh yapısında birçok komplekslerin ve çatışmaların tohumunu ekmektedir.
Bundan daha tuhaf, daha şaşırtıcı bir şey daha var; söz konusu cahiliye
kaynaklı sapık akımlar, kadının ev dışında çalışmasını ilerleme ve
gericilikten kurtulma olarak sayacak kadar ileri gitmişlerdir. İşte "lânet
olası düzen"derken kasdettiğimiz düşünce ve uygulama budur. Yeryüzünün
en değerli hazinesi olan çocukların, psikolojik sağlığını kurban eden
bir lânetli düzendir bu. Peki bunun bedeli nedir, uğruna neslin feda edildiği
bu bedel; ailenin gelirinin biraz daha artması veya ekonomik özgürlüğüne
kavuşan (!) ananın kendi geçimini sağlaması! Doğu ve Batı bloklarıyla çağdaş
cahiliye uygarlığı doğal gerçeklere ters düşmekte ve sosyal ve ekonomik düzeni
bozuk temellere dayandırmaya kalkışmada o kadar ileri gitmiştir ki, bu
uygarlık emeğini evin dışındaki işler yerine yeryüzünün en değerli
varlığının bakımı için harcayan kadına geçim imkanı sağlamamış ve
bu yüzden de bebeğini kreşe teslim eden anne geçimini sağlamak için
"iş"e gitmek zorunda bırakılmıştır. (Çocuk yuvaları deneyinin
kanıtladığı ilk gerçek şudur: Çocuk ilk iki yaş içinde psikolojik ve fıtri
olarak sadece kendisinin olan bir ana-babanın varlığına, özellikle başka
bir çocukla paylaşmadığı bir annenin varlığına, karşı konulmaz biçimde
ihtiyaç duyar. Daha ileri yaşlarında da yine doğuştan kaynaklanan bir dürtü
ile kendisinin olan bir ana-babaya ait olduğunun bilincine muhtaçtır. Bu
ihtiyaçlardan ilkinin çocuk yuvalarında karşılanması imkânsızdır.
ikinci ihtiyaç da aile yuvası dışında hiçbir kurumda karşılanamaz. Bu
duygularından biri ya da öbürü tatmin edilmemiş olan çocuk, büyüyünce
şu ya da bu biçimde sapıklık, anormallik ve psikolojik dengesizlik
belirtileri gösterir.
Eğer
bir terslik olur da çocuk bu iki ihtiyacın herhangi birisinin tatmininden
yoksun kalırsa, bu durum o çocuğun hayatında hiç kuşkusuz bir felaket
olur. Peki şu sapık cahiliyede ne oluyor da felâketleri bütün çocukların
hayatlarına yaygınlaştırmak istiyor? Bunun yanısıra yüce Allah'ın
kendileri için dilediği islam nimetinden kendilerini mahrum eden bazı
nasipsizlere ne oluyor da bu anormal uygulamayı ilericilik, kurtuluş ve
uygarlaşma sanıyorlar?
Bu
konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Muhammed Kutup tarafından yazılmış
"El-insanu Beynel Maddiyeti vel-İslâm" adlı kitabın "El-Müşkilet-ül
Cinsiyyetü" başlıklı bölümü ile yine aynı yazara ait "Subuhatün
Havlel islâm" adlı eserin "El-islâm vel-Mera" başlıklı bölümüne
başvurabilirler.)
Bundan
dolayı, yüce Allah'ın, kanatları altında "barış"a girmelerini
ve gölgesi altında "dirlik"ten yaygın biçimde yararlanmalarını
dilediği İslâmî sosyal düzen, aile esasına dayanır, bu kuruma son derece
hayati olan fonksiyonu ile bağdaşacak oranda önem verir. İşte bu gerekçe
iledir ki, Kur'an-ı Kerim'in çeşitli surelerinde bu düzenin dayanağını
oluşturan yasal düzenlemelere ve moral dayanaklara yer verildiğini görüyoruz.
İncelemekte olduğumuz Bakara suresi de bu sureler arasındadır.
Bakara
suresinin bu konu ile ilgili ayetleri evlenme, birlikte yaşama, kadınlara
yaklaşmama yemini, boşama, boşama ve dul kalmayı izleyen bekleme süresi,
nafaka, mu'ta, emzirme ve çocuk bakımı konularına ilişkin bazı hükümleri
içeriyor.
Fakat
burada geleneksel fıkıh ve kanun kitaplarında olduğu gibi pratikten ve bütünlükten
yoksun soyut bir dil kullanılmıyor. Tersine bu hükümler öyle bir anlatım
atmosferi içine yerleştiriliyor ki, insan kalbi, beşer hayatına ilişkin ilâhi
sistemin büyük bir temel taşı ile, İslâm düzenine kaynaklık eden inanç
sisteminin son derece önemli bir ilkesi ile karşı karşıya olduğunu kavrar.
Aynı zamanda bu temel ilkenin yüce Allah ile, O'nun iradesi ve hikmetiyle doğrudan
ilişkide olduğunu, Allah'ın insanlar için seçtiği hayat nizamına ilişkin
metoduyla bağlantılı olduğunu hisseder. Bunun sonucu olarak da bu temel
ilkenin O'nun gazabı, hoşnutluğu, cezası ve mükafatıyla da direkt ilişkili
olduğunu, ama aynı zamanda sözünü ettiğimiz inancın varlığı-yokluğuyla
da sıkı sıkıya bağlantılı olduğu gerçeğini hisseder.
İnsan
bu ayetleri okurken, daha ilk andan itibaren bu konunun önemini ve olağanüstülüğünü
ruhunda duyar. Bunun yanısıra okuyucu bu konu ile ilgili küçük-büyük her
ayrıntının yüce Allah'ın ilgisini ve gözetimini üzerinde yoğunlaştırdığını,
bu konu ile ilgili büyük-küçük her ayrıntının yüce Allah'ın
terazisinde son derece büyük ağırlığı olan özel bir amaca dayandığını,
yüce Allah'ın insan denen bu varlığın hayatını düzenlemeyi, bu müslüman
cemaatin O'nun direkt gözetimi altında kendine özgü bir biçimde gelişmesini
kendi üzerine aldığını, bu özel gelişimi sayesinde onu varlık aleminde
tasarlanmış yüce fonksiyonuna hazırlamayı bizzat yönlendirdiğini ve bütün
bunların sonucu olarak bu sisteme karşı çıkmanın yüce Allah'ı öfkelendireceğini,
O'nun ağır azabına çarpılmaya yolaçacağını da hisseder.
Bu
ayetlerde söz konusu hükümler inceden inceye, ayrıntılı olarak anlatılır.
Bir hüküm bütün çağrışımları ile açıklanmadan yeni bir hükme geçilmez.
Her hükmün arkasından, kimi zaman da hükmün anlatımı sırasında, açıklanmakta
olan konunun önemini ve büyüklüğünü vurgulayan, düşündürücü bir
sonuç, bir yorum cümlesi gelir. Bu yorum cümlesi, insan vicdanı üzerinde
uyarıcı, canlandırıcı ve düşünceyi keskinleştiren bir etki bırakır.
Özellikle uygulanmaları kalpdeki Allah korkusuna ve vicdan duyarlılığına
bağlı olan direktiflerde bu uyarıcı etki daha çok önem kazanır. Zira bu
engelleyici, gözetleyici ve uyanıklığa çağırıcı bilinç varolmayınca
bu ayetleri ve hükümleri hileli yorumlarla çarpıtmak mümkün hale gelir.
Bu
hükümlerin ilki müslüman bir erkeğin, putperest bir kadınla ve müslüman
bir kadının, putperest bir erkekle evlenmesinin yasaklanmasını içerir. Bu hükmün
arkasından gelen sonuç, yorum cümlesinde, daha doğrusu cümlelerinde şöyle
ifade ediliyor:
"Onlar
sizi Cehennem'e çağırırlar. Oysa Allah sizi izni ile Cennet'e ve günahlarınızın
bağışlanmasına çağırıyor. O, insanlara ayetlerini açıkça anlatıyor
ki, öğüt alsınlar."
İkinci
hüküm, aybaşı kanamaları dönemlerinde kadınlarla cinsel ilişki kurma
yasağıyla ilgilidir. Bu konunun ardından gelen yorum cümleleri ile iki cins
arasında cinsel birleşme de dahil tüm ilişkiler bir anlık bedeni şehvet
doyumu olma niteliğinden arındırılarak, bu anlık doyumdan çok daha büyük,
çok daha yüce amaçlı bir insanlık görevi düzeyine çıkarılır. Bu yüceltilmiş
amaç, aslında, insanlık amacını bile aşar. Çünkü yaratıcının ibadet
ve takva yoluyla kullarını temizleme, arındırma iradesi i(e ilgilidir:
"Kadınlar
temizlendiklerinde Allah'ın size emrettiği yoldan onlarla cinsel ilişki
kurun. Hiç şüphesiz Allah tevbe edenleri ve tertemiz olanları sever.
Kadınlarınız
sizin çocuk yetiştiren tarlanızdır. Buna göre tarlanıza dilediğiniz gibi
varın. Kendiniz için ileriye dönük hazırlık yapın, günah işlemekten sakının
ve mutlaka Allah'a kavuşacağınızı bilin. Bunu müminlere müjdele."
Üçüncü
hüküm genel anlamda yeminler ile ilgilidir ve erkeğin eşiyle cinsel ilişki
kurmayacağına ilişkin yemini (ilâ) ile boşama konularının ele alınacağı
bir ortam oluşturma niteliği de taşır. Bu hükmün uygulaması konusu
Allah'a ve Allah korkusuna bağlanmıştır aynı zamanda:
"Allah
herşeyi işitir ve bilir.", "Allah günahları bağışlayıcı ve
halïmdir."
Dördüncü
hüküm, erkeğin eşi ile yatmama yeminine ilişkindir. Bu hükmün ardından
gelen yönlendirici yorum cümlelerinde şöyle buyuruluyor:
"Eğer
bu yeminlerinden dönerlerse kuşku yok ki, Allah bağışlayıcıdır ve
merhametlidir.
Eğer
boşamaya karar verirler ise kuşku yok ki, Allah işiten ve bilendir." Beşinci
hüküm, boşanmış kadının zorunlu bekleme süresine ilişkindir. Bu hükmün
arkasından şu uyarıcı yorum cümleleri gelir:
"Eğer
Allah'a ve Ahiret gününe inanmışlar ise Allah'ın rahimlerinde yarattığını
(çocuğu) saklamaları kendileri için helal değildir."
"Hiç
şüphesiz Allah, üstün güçlüdür ve hikmet sahibidir."
Altıncı
hüküm, boşama evrelerinin sayısına ilişkindir. Buna bağlı olarak boşamanın
gerçekleşmesi durumunda mehrin bir bölümünü geri alma ve nafaka konuları
ile ilgili hükümler anlatılır. Bu hükümlerin arkasından şu uyarıcı
yorumlara yer verilmiştir:
"Kadınlara
evliyken verdiklerinizden birşey geri almak, size helâl değildir. Ama eğer
erkek ve kadın, Allah'ın koyduğu sınırları gözetemeyeceklerinden
korkarlarsa o başka. Eğer kadın ile koca, Allah'ın koyduğu sınırları gözetemeyecekler
diye korkarsanız kadının, boşanmak için kocasına fidye vermesinde her iki
taraf için de bir sakınca yoktur. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır,
bunları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerin
ta kendileridirler."
"Eğer
sonraki koca kadını boşar da Allah'ın sınırlarını gözeteceklerine inanırlarsa
eski karı-kocanın tekrar birbirlerine dönmelerinin sakıncası yoktur. Bunlar
Allah'ın koyduğu sınırlardır, O, onları bilen topluluğa anlatıyor."
Yedinci
hüküm, boşamanın ikinci evresinden sonra kadını ya meşru bir şekilde
tutmak ya da iyilikle bırakmak konusu ile ilgilidir. Bu hükmün arkasından şu
uyarıcı yorum cümlelerini okuyoruz:
"Sakın
onlara zarar vererek Allah'ın sınırlarını çiğnemek amacı ile kadınları
alıkoymayın. Kim bunu yaparsa kendine yazık etmiş olur. Allah'ın ayetlerini
alaya almayın. Allah'ın size bağışladığı nimetleri ve öğüt vermek için
indirdiği kitabı ve hikmeti hatırınızdan çıkarmayın, Allah'tan korkun ve
O'nun her şeyi bildiğini bilin."
Bu,
içinizden Allah'a ve Ahiret gününe inananlara yönelik bir öğüttür. Bu
sizin hesabınıza en temiz ve iffete uygun yoldur. Allah bilir, fakat siz
bilmezsiniz."
Dokuzuncu
hüküm, koca ölüp de dul kalan kadınların zorunlu bekleme sürelerine ilişkindir.
Bu hükmün arkasından şu uyarıcı yorum cümleleri gelir:
"Bu
sürelerini doldurduklarında meşru olarak yaptıklarından dolayı siz sorumlu
tutulmazsınız. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah onu bilir."
Onuncu
hüküm, zorunlu bekleme dönemini geçirmekte olan bir kadına ima yolu ile
evlenme teklifi yapmaya ilişkindir. Bu hükmü izleyen uyarıcı yorum cümlelerinde
şöyle buyuruluyor:
"Sizin
onları hatırınızda tutacağınızı Allah biliyor. Söyleyeceğiniz uygun sözler
dışında sakın onlarla gizlice buluşmak üzere sözleşmeyin ve gerekli
bekleme süresi dolmadıkça nikâh akdetmeye girişmeyin, içinizden geçen
duyguları Allah'ın bildiğini bilin, O'ndan çekinin, iyi bilin ki, O, günahları
bağışlar ve halîmdir."
Onbirinci
hüküm, gerek mehrin belirlendiği ve gerekse belirlenmediği durumlarda cinsel
ilişki kurulmadan önce boşanmış kadınlara ilişkindir. Bu hükmün hemen
arkasından vicdanları okşayan şu uyarıcı yorum cümleleri ile karşılaşıyoruz:
"Mehrin
tümünü bağışlamanız takvaya daha yakındır. Birbirinize karşı
erdemliliği unutmayın. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah onu görür."
Onikinci
hüküm, kocası ölmüş ve boşanmış kadına yapılacak bağışa (mu'taya)
ilişkindir. Bu hükümle ilgili olan uyarıcı yorum cümlesinde şöyle
buyuruluyor:
"Boşanmış
kadınların geleneklere uygun bir şekilde geçimlerini sağlamak, takva
sahiplerinin boynuna borçtur."
Bütün
bu hükümlerin arkasından gelen genel uyarıcı yorum cümlesi şöyledir:
"Allah,
size ayetlerini böyle açık açık anlatıyor ki, düşünesiniz."
Bütün
bu hükümler, ayrı birer. ibadet niteliğindedirler. Evlilik yolu ile Allah'a
ibadet... Cinsel ilişki ve nesil üretimi yolu ile Allah'a ibadet... Boşama ve
ayrılmada Allah'a ibadet... Zorunlu beklemé süresi ve evliliğe dönme yolu
ile Allah'a ibadet... Nafaka verme ve bağışta bulunma yolu ile Allah'a
ibadet... Meşru biçimde evliliği sürdürme ya da eşe iyilikle yol verme
yolu ile Allah'a ibadet... Fidye vererek ya da mehirden vazgeçerek boşanma
yolu ile Allah'a ibadet... Çocuk emzirme ve memeden kesme yolu ile Allah'a
ibadet... Kısacası her harekette ve her duyguda Allah'a ibadet. Böyle olduğu
için bu hükümler arasında korku anında ve güvenli durumlarda namaz kılınmasına
ilişkin hükme yer verilerek şöyle buyuruluyor:
"Namazlara
ve orta namaza devam edin. Allah'a gönülden bağlı ve saygılı olarak namaza
durun.
Eğer
korku altında iseniz yürürken ya da binek hayvanın sırtında namaz kılın.
Güvene kavuştuğunuzda ise bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde
Allah'ı anın."
Bu
hüküm, incelemekte olduğumuz söz konusu hükümlerin anlatımı henüz
bitmeden aralarına girmekte, böylece namaz ibadeti, gündelik hayat ibadetleri
ile İslâm'ın özelliğinden ve İslâm düşüncesine göre insanın varoluş
amacından kaynaklanan bir bütünlük içerisinde kaynaşmaktadır. Bu ifade
tarzı bize ince espriyi düşündürmek ister gibidir: Bu hükümler birer
ibadettir. Bu hükümlerde Allah'ın emrine uymak, namazda O'nun emrini yerine
getirmek gibidir. Hayat bölünmez bir bütün olduğu gibi hayatın içinde
yeralan ibadetler ayrılmaz bir sistemdir. Emirlerin tümü Allah'tan gelir.
İşte ilâhi hayat sistemi budur." (Uzun zaman bu ayetlerin ifade özelliğinin
sırrını kavrayamamışım. Bundan dolayı bu cüzün ilk baskısında ve ilâveli
ikinci baskısında bu konuda şöyle demiştim; "Açıkça belirtiyorum
ki, bu ayetlerde aile hukuku konusunun arasında neden namazla ilgili bir hükme
yer verildiğine takıldım, kaldım. Bu anlatım tarzını sırrını bir türlü
anlayamadım. Onu zoraki bir yoruma da bağlamak istemiyorum. Bazı tefsirciler,
aile konusundan sözedilirken namaz konusuna dönülmesinin namazın önemini
vurgulama, onu hatırlatıp unutulmasına meydan vermeme amacına dayandığını
söylüyorlar. Bana bu açıklama tarzı da pek ikna edici gelmiyor (O baskının
68. ve 69. sayfaları)
Sözlerimi
şöyle bağlamıştım; "Fakat samimi olarak söylediğim gibi şimdi düşünebildiğim
açıklama tarzı, beni pek tatmin etmiş değil. Eğer başka bir açıktama biçimi
düşünürsem, onu gelecek baskıda açıklarım. Eğer yüce Allah okuyucularımdan
birinin tatminkar bir açıklama tarzı bulmasını nasip ederse lütfedip onu
bana ulaştırsın ve yüce Allah'ın bu hidayeti karşısında bana kendisine müteşekkir
olma fırsatı versin."
Şimdi
ise içime doğan bu açıklama tarzından tatmin oldum ve bu sayede yolum aydınlandı.
Bizi bu noktaya vardıran Allah'a hamdolsun. Eğer O, bizi bu noktaya vardırmamış
olsaydı, biz kendiliğimizden oraya varamazdık.)
Bu
hükümlerde şu özellik dikkatimizi çekiyor. Bunlar birer somut ibadet
oldukları, ibadet havası oluşturdukları ve ibadet gölgesi yansıttıkları
gibi aynı zamanda pratik hayatın, insan fıtratı ile insan yapısının,
insanın yeryüzündeki hayatında karşılaştığı pratik ve somut
zaruretlerin şartlarından hiçbirini gözardı etmiyor.
İslâm,
insanlar için yasa koyar, onun yasaları ne bir melekler topluluğuna ve ne de
ancak rüyalarda görülen kanatlı gök varlıklarına hitap eder. Bundan dolayı
İslâm, yasal düzenlemeleri ve direktifleri aracılığı ile insanları
ibadet ortamına yükseltirken onların insan olduklarını, ibadetlerinin insan
tarafından yapılmış ibadetler olduklarını, onlarda içgüdü ve ihtirasların,
yetersizlikler ve zaafların, zaruretler ve tepkilerin, his ve heyecanların,
idealler ve kötü amaçların olduğunu hiçbir zaman unutmaz. İslam, bunların
tümünü gözönünde bulundurur ve onları temiz ibadet yolunda parlak aydınlıklar
saçan bir ışık kaynağına doğru ilerletir. Üstelik bu yönlendirmeyi
yapaylığa ve zorlamaya başvurmadan yapar. Düzenini tümü ile insanın insan
olduğu ilkesine dayandırır.
Bu
gerekçe ile İslâm, erkeğin belirli bir süre karısı ile cinsel ilişki
kurmamayı kararlaştırmasını hoşgörü ile, anlayışla karşılar. Fakat
bu sürenin dört ayı aşmaması gerektiğini belirtir. İslâm boşama olayını
onaylar, onu meşru sayar, hükümlerini ve yasadışı biçimlerini düzenler.
Fakat aynı zamanda yuvanın temellerini sağlamlaştırmak, aile bağlarını güçlendirmek
ve bu ilişkiyi ibadet düzeyine çıkarmak için tüm gayretini harcamaktan
geri durmaz. Bu öyle bir dengedir ki, bu düzenin bütün idealist amaçlarını
yüksek düzeyli bir realiteye, pratiğe bağlar, bu idealist amaçları insan gücünün
sınırları içinde tutar, ilke olarak onların insana yönelik olmasını
benimser.
Burada,
fıtratla bağdaşan bir kolaylıkla; hem kadına ve hem de erkeğe yönelik
bilgece (hekimane) bir kolaylıkla karşı karşıyayız. Bu önemli proje başarı-ya
ulaşamayınca, bu en küçük toplumsal hücre (aile) dirliğin ve istikrarın
tadını tadamayınca, her şeyin içyüzünden haberdar olan, herşeyi gören,
insanların özel hayatları ile ilgili onların bilmediği ayrıntıları bilen
yüce Allah kadın-erkek arasındaki bu bağın bir tutsaklık zinciri, bir
hapishane; ne kadar dayanılmaz, nefes aldırmaz, dikenlerle dolu ve kara
bulutlarla sarılmış bile olsa çözülmesine imkân olmayan bir kelepçe
olmasını istememiştir. Yüce Allah aile kurumunun huzur ve güven yuvası
olmasını dilemiştir. Eğer insan fıtratından ya da karakter farklılığından
kaynaklanan bir sebep yüzünden bu amaç gerçekleşmemiş ise böyle bir çift
için en çıkar yol birbirinden ayrılarak yeni bir yuva kurmaya girişmeleridir.
Yalnız, ayrılmayı kararlaştırmadan önce bu kutsal kurumu yıkımdan
kurtarmak için her yola başvurulmalı, bunun yanısıra ne kocanın ne kadının
ne emzikli çocuğun ve ne de ana rahmindeki bebeğin zarara uğramamasını sağlayacak
yasal ve vicdanî-insanî önlemler alınmalı, mağdurların herbirine güvenceler
hazırlanmalıdır.
İşte
bu, yüce Allah'ın insan için yasallaştırdığı ilâhi düzendir.
Eğer
insan, yüce Allah'ın insanlar için dilediği bu düzenin ilkeleri ve barışın
egemen olduğu dengeli, temiz toplumu, yaşadığı dönemin sosyal düzeni ile
karşılaştırırsa, aralarında çok büyük bir mesafe olduğunu görür. Eğer
gerek Batıda ve gerekse Doğuda görülen ve kendilerini ileri sayan cahiliye
toplumlarında somutlaşan insanlığın günümüzdeki realitesi ile İslâm'ın
önerdiği sosyal düzen karşılaştırılırsa bu karşılaştırmayı yapan
kişi İslami düzenin günümüzün hakim düzenlerine göre ne kadar yüksek
derecede olduğunu kesinlikle farkeder; bu sistemi insanlar için yasallaştırmakla
yüce Allah'ın onlar hesabına ne çapta bir onur, temizlik ve barış dilemiş
olduğunu hisseder. Özellikle kadın, yüce Allah'ın kendisini ne çapta gözettiğini
ve onurlandırdığını somut biçimde algılar. O kadar ki, bu ilâhi sistemin
kendine yönelttiği bu belirgin gözetimi kavrayan, ruh sağlığı yerinde her
kadının kalbinin mutlaka Allah sevgisi ile kaynayıp coşacağından eminim.
221-
Müşrik kadınlarla, onlar iman etmedikçe, evlenmeyin. Mümin bir cariye, çok
hoşunuza giden putperest bir hür kadından daha iyidir. Müşrik erkeklerle,
onlar iman etmedikçe, evlenmeyin. Mümin bir köle, çok hoşunuza giden
putperest bir hür erkekten daha iyidir.
Nikâh,
yani evlilik, karşı cinsten iki insanı birleştiren en köklü, en güçlü
ve en sürekli bağdır. Bu bağ, iki kişi arasında mümkün olan en geniş çaplı
anlayış birliğini içerir. Buna göre tarafların kalplerinin çözülmez bir
bağda birleşmesi, buluşması gerekir. Kalplerin birleşebilmesi için aralarında
inanç ve istikamet birliği bulunmalıdır. Öte yandan dini inanç, vicdanların
yapılanmasına en köklü ve en yaygın biçimde katkıda bulunan, onları
etkileyen, duyguları biçimlendiren, bu duyguların etkilenmelerini ve
tepkilerini belirleyen, hayat boyunca vicdanların izleyecekleri yolu çizen
faktördür. Gerçi kimi zaman dini inancın pasifleşmesi ve etkinliğinden
uzaklaşması birçoklarını yanıltıyor. Böyleleri bu yüzden dini inancın
gelip-geçici bir duygu olduğunu, bazı felsefî düşüncelerle ya da sosyal
akımlarla yerinin doldurulabileceğini sanırlar. Fakat bu görüş insanın
psikolojik yapısı, onun gerçek dayanakları hakkında eksik bilgiden
kaynaklanan asılsız bir saplantıdır.
Mekke'de
oluşmaya başlayan İslâm cemaati kalplerinde gerçekleştirdiği duygu ve
inanç devrimini aynı oranda sosyal hayatında da gerçekleştirebilecek, farklı
bir pratik sosyal düzen kurabilecek ortamdan yoksundu. Çünkü sosyal gelişmeler
zamana ve tedrici kurumsal düzenlemelere muhtaçtırlar. Fakat yüce Allah, müslüman
toplumun Medine'de bağımsızlığına kavuşmasını ve inanç alanındaki özgünlüğüne
paralel olarak toplumsal kişiliğinin de özgünlük kazanmasını dileyince,
yeni yasal düzenlemeler birbiri arkasından gelmeye başladı. Bu arada bu ayet
inerek artık müslümanlar ile müşrikler arasında yeni evliliklerin yapılmasını
yasakladı. Fakat dâha öncéden varolan bu tür evlilikler Hicri altıncı yıla
kadar yürürlükte kaldı. Ancak bu tarihte Hudeybiye denilen yerde Mümtehine
suresinde yeralan şu ayet indi:
"Ey
müminler, mümin kadınlar göç ederek size geldikleri zaman onları imtihan
edin. Gerçi Allah onların imanlarının durumunu herkesten iyi bilir. Eğer
onların gerçekten mümin olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin.
Ne bu kadınlar onlara helâldir ve ne de o erkekler bunlara helâldir"...
"Kâfir kadınları nikâhınız altında tutmayın." (Mümtehine
Suresi, 10)
Bunun
üzerine müslümanlar ile müşrikler arasındaki evlilik ilişkileri kesin bir
biçimde sona erdi.
Artık
bir müslüman erkeğin, müşrik (puta tapan, Allah'a ortak koşan) bir kadınla
ve müşrik bir erkeğin, müslüman bir kadınla evlenmesi haram kılınmıştı.
Bundan böyle aynı inancı paylaşmayan iki kalbin evlilik aracılığı ile
birleştirilmesi yasaktı. Çünkü bu durumda evlilik bağı yapay, çürük ve
zayıf bir bağdı. Çünkü bu evliliğin tarafları Allah'ta buluşmuyorlardı.
Bu tür bir evlilikle de hayat ortaklığı gerçekleştirilemezdi. İnsanı
onurlandırıp hayvanların üzerinde bir düzeye yükseltmiş olan yüce Allah
evlilik ilişkisinin hayvansal bir içgüdü, basit bir şehvet boşalması
olmasını istemiyor, bunun yerine onu yüceltip Allah'la ilişki kuracak düzeye
çıkarmak, hayatın gelişmesi ve arındırılması alanında bu kurum ile
Allah'ın dileğini ve sistemini ortak bir noktada buluşturmak istiyor.
İşte
bu yüzden şu kesin ve kararlı direktifle karşılaşıyoruz:
"Puta
tapan kadınlarla, onlar iman etmedikçe, evlenmeyin."
Eğer
bu kadın iman ederse, aradaki engel ortadan kalkmış, erkek ile kadının
kalpleri Allah'da buluşmuş, böylece bu iki insan arâsındaki ilişki zararlı
ve bozucu bir faktörün etkisinden kurtulmuş olur. Bu ilişki hem kurtulmuş
hem de yeni bağ, yani inanç bağı aracılığı ile güçlenmiş olur:
"Mümin
bir cariye, çok hoşunuza giden putperest bir hür kadından daha iyidir."
Burada
sözü edilen "çok beğenme", hoşlanma duygusu sırf içgüdülerden
kaynaklanır, yüce insanî duyguların onda hiçbir katkısı yoktur. Bu içgüdüsel
duygu, duyu organları ile vücudun diğer bazı organlarının yargısı
olmaktan öteye gitmez. Oysa gönül güzelliği daha derinlikli ve daha değerlidir.
Hatta, müslüman kadın, bir cariye bile olsa bu böyledir. Çünkü onun İslâm
kaynaklı nesebi,kendisini soylu fakat müşrik kadının üzerinde bir düzeye
yükseltir. Çünkü bu nesep, yüce Allah'tan kaynaklanır ki, bu, neseplerin
en üstünüdür.
"Putatapan
erkeklerle, onlar iman etmedikçe, evlenmeyin. Mümin bir köle, çok hoşunuza
giden putperest bir hür erkekten daha iyidir."
Burada
bir önceki cümledeki hüküm, biçim değişikliği yapılarak tekrarlanıyor.
Maksat söz konusu hükmü pekiştirmek, anlatımına ayrıntılık kazandırmaktır.
Yoksa ilk cümledeki hükmün gerekçesi ile ikinci cümledeki hükmün gerekçesi
aynıdır.
"Onlar
sizi Cehennem'e çağırırlar. Oysa Allah sizi, izni ile, Cennet'e ve
affedilmeye çağırıyor. O, ayetlerini insanlara açıkça anlatıyor ki, öğüt
alsınlar."
Yollar
ayrı, çağrılar ayrıdır. Böyle olunca bu iki grup insan, hayatın temel
kurumu olan bir birleşmede nasıl biraraya gelebilirler?
Putperest
erkek ve kadınların yolları Cehennem'e doğrudur, çağrıları da Cehennem'e
doğrudur, çağrıları da Cehennem'e yöneliktir. Oysa mümin erkek ve kadınların
yolu, Allah yoludur. Allah da izni ile Cennet'e ve bağışlanmaya çağırır.
Onların çağrısı ile yüce Allah'ın çağrısı birbirinden ne kadar uzaktır!
Fakat,
acaba aslında Cehennem'e çağıranlar, o putperest erkekler ile kadınlar mıdır?
Kendisini ve başkalarını Cehennem'e çağıran aslında kimdir? Bu ayet, kısa
yoldan bu son gerçeğe parmak basıyor, onu dal-`a baştan Cehennem'e çağırmak
olarak vurguluyor, çünkü bunun akıbeti, Cehennem'dir. Yüce Allah müslümanları,
bu İslâm'dan vazgeçirme amaçlı çağrı konusunda uyarıyor, "Öğüt
alsınlar diye insanlara ayetlerini açıkça anlatıyor." Buna rağmen kim
söz dinlemez de bu çağrıya uyarsa veyl olsun, yazıklar olsun ona...
Burada
şu noktayı hatırlatalım. Bu ayetle yüce Allah -aradaki inanç ayrılığına
rağmen- müslüman bir erkeğin: Ehl-i Kitaptan bir kadınla evlenmesini
yasaklamıyor. Bu, farklı bir konudur. Müslüman erkek ile Ehl-i Kitaptan olan
kadın, şeriatlerinin ayrıntılarındaki farklılığa rağmen, Allah'a inanma
ilkesinde ortaktırlar.
Fakat
eğer söz konusu Ehl-i Kitap bağlısı kadın Allah'ın "Üçün üçüncüsü"
olduğuna ya da "Meryem oğlu İsa'nın Allah" olduğuna ya da "Üzeyir'in
Allah'ın oğlu" olduğuna inanıyorsa, acaba evlenilmesi yasak müşrik
(Allah'a ortak koşmuş) bir kadın mı sayılır, yoksa "Bugün size temiz
olanlar helâl kılındı." ...."Sizden önce kendilerine kitap
verilenlerin hür ve iffetli kadınları size helâl kılındı" ayetinin
kapsamına girer, Kitap Ehli kadınlardan mı kabul edilir? Bu konu, fıkıh
bilginleri arasında tartışmalıdır." (Maide Suresi, 5)
Fıkıh
bilginlerinin çoğunluğunun görüşü, söz konusu kadının bu ayetin kapsamına
girdiği yolundadır. Fakat ben böyle bir kadınla evlenmenin haram olacağını
savunan görüşü benimseme eğilimindeyim. Nitekim Buharî'de yeraldığına göre
İbn-i Ömer (Allah her ikisinden de razı olsun) şöyle diyor:
"Ben,bir
kadının, Allah'ının İsa olduğuna göre İbn-i Ömer daha büyük bir şirk
(ortak koşma) bilmiyorum."
Buna
karşılık müslüman bir kadının, Ehl-i Kitaptan bir erkekle evlenmesi
kesinlikle yasaktır. Çünkü bu olay müslüman bir erkeğin, müşrik olmayan
Ehl-i Kitaptan bir kadınla evlenmesinden mahiyeti itibarı ile farklıdır, bu
yüzden hükmü de farklıdır.
Bunun
nedeni; İslâm şeriatına göre doğan çocuklar babalarının soyadını alırlar.
Ayrıca pratikteki uygulamaya göre kadın, kocasının ailesine, toplumuna ve
yurduna taşınmaktadır. Buna göre müslüman bir erkek, müşrik olmayan bir
Ehl-i Kitap bağlısı kadınla evlenince kocasının toplumuna katılır, adamın
bu kadından doğacak çocukları da kendi soyadını alırlar. Bu durumda
egemen olan, bu yuvayı gölgesi altına alan güç, İslâm'dır. Fakat eğer müslüman
bir kadın, Ehl-i Kitap (yahudi, hristiyan) bir erkek ile evlenirse bunun tam
tersi olur; kadın kendi toplumundan uzak yaşamak durumuna düşer; gerek zayıf
oluşu ve gerekse bir yabancı ile kurmuş olduğu bu birlik onun İslâm'dan
uzaklaşmasına yolaçar. Bunun yanısıra doğacak olan çocukları kocasının
soyadını taşıyacak ve kendi dininden başka bir dine bağlanacaklardır.
Oysa İslâm'ın her zaman egemen güç olması gerekir.
Yalnız
bazı pratik sebepler, aslında mübah olan müslüman bir erkeğin, Ehli Kitap
bağlısı bir kadınla evlenmesini mekruh saydırabilir. Nitekim Hz. Ömer, söz
konusu sebepler karşısında bu görüşü benimsemektedir.
İbn-i
Kesir, tefsirinde bu konuda şöyle diyor:
-
Ebu Cafer b. Cerir, Ehl-i Kitap bağlısı kadınlar ile evlenme hakkında
bilginler arasında görüş birliğinin bulunduğunu anlattıktan sonra sözlerine
şöyle devam ediyor; "Fakat Hz. Ömer, müslüman kadınların erkekler
tarafından ikinci plâna atılabileceği ve daha başka sakıncaları gözönüne
alarak bu tür evliliği mekruh görmüştür."
Yine
bize gelen bilgilere göre, sahabilerden Hz. Huzeyfe, yahudi bir kadınla
evlenmiş ve Hz. Ömer, ona; "O kadını boşa" diye yazmıştı.
Huzeyfe de kendisine; "Bu kadınla evlenmemin haram olduğu görüşünde
misin ki, onu boşayayım?" diye soran bir yazı ile cevap verdi. Hz. Ömer,
Huzeyfe'nin bu mektubuna şu cevabı verdi; "Bu evliliğin haram olduğu görüşünde
değilim. Fakat mümin kadınlar ile bu tür kadınlar arasında çatışma çıkar
diye korkuyorum." Başka bir rivayete göre Hz. Ömer, Huzeyfe'ye verdiği
cevapta şöyle diyor; "Müslüman erkek, hıristiyan kadınla evlenecek.
Peki o zaman müslüman kadın kimle evlenecek?"
Biz
günümüzde bu tür evliliklerin müslüman bir ev için uygun olmadığı, kötü
sonuçlar doğuracağı görüşündeyiz. Şurası inkâr edilmez bir gerçektir
ki, hıristiyan, yahudi ya da dinsiz bir kadın, evine ve çocuklarına kendi
rengini verir ve olabileceği kadar İslâm'dan uzak bir kuşak meydana getirir.
Özellikle günümüzün İslâm'dan kopmuş ve ancak hoşgörülü bir bakış
açısıyla "müslüman" diye tanımlanabilecek müslüman-cahiliye
karışımı toplumu için bu gerçek daha da geçerlilik kazanır. Çünkü bu
toplumlar İslâm'a birtakım zayıf ve biçimsel iplikler ile bağlıdırlar.
Bu iplikleri, aileye dışardan gelecek olan yabancı kafir bir kadın kolayca
koparabilir.