HARAM AYLARDA SAVAŞ

İslâm'ın, müslüman cemaati yönlendirme sürecinin diğer bir örneği de haram (yasak) aylarda savaşmakla ilgili aşağıdaki hükümdür:

217- Sana yasak aydan, bu ayda savaşmaktan sorarlar. De ki; "O ayda savaşmak, büyük bir günahtır. Fakat insanları Allah yolundan alıkoymak, Allah`ı ve Mescid-i Haram'ın saygınlığını inkâr etmek, buranın halkını yurtlarından çıkarmak da Allah katında büyük günahtır. Fitne (kargaşa) çıkarmak ise adam öldürmekten de büyük bir günahtır.

Onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse böylelerinin bütün yaptıkları dünyada da Ahirette de boşa gider. Bunlar Cehennemliktirler ve orada ebedi olarak kalacaklardır.

218- Onlar ki, iman ettiler, yurtlarından göç ettiler ve Allah yolunda savaştılar. İşte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Hiç şüphesiz Allah günahları bağışlar ve O merhametlidir."

Değişik rivayetlerde bildirildiğine göre bu ayetler Abdullah b. Cahş komutasındaki keşif müfrezesi hakkında indi. Peygamberimiz Abdullah b. Cahş'ı muhacirlerden oluşan sekiz kişilik bir müfrezenin başına vererek sefere çıkarmıştı. Müfrezede Ensardan hiç kimse yoktu. Abdullah'ın yanında Peygamberimizin kapalı bir mektubu (fermanı) vardı. İki gün geçmedikçe onu açmamasını tembihlemişti, Komutan mektubu açınca içinde şunların yazılı olduğunu gördü:

"Bu mektubumu okuyunca yoluna devam ederek Hurmalık vadisine var. -Mekke ile Taif arasında bir yerdir- Orada pusuya yatarak Kureyşlileri gözetle ve bize onlar hakkında edindiğin bilgileri getir."

Abdullah b. Cahş mektubu okuyunca "Başım gözüm üstüne" dedikten sonra arkadaşlarına dönerek şunları söyledi:

"Peygamberimiz bana Hurmalık vadisine kadar ilerleyip orada pusuya yatarak Kureyşliler hakkında bilgi toplamamı ve dönüşte bu bilgileri kendisine iletmemi emretti. Bu arada hiç birinizi yola devam etme hususunda zorlamamamı da bildirdi. İçinizden kim şehit olmak istiyor, içinden bu arzuyu duyuyorsa benimle birlikte gelsin, kim böyle birşey istemiyorsa geri dönsün. Ben Peygamberimizin emrini yerine getirmek üzere ilerlemeye devam edeceğim."

Komutan bu konuşmayı yaptıktan sonra yola çıktı. Arkadaşları da onunla birlikte yola çıktılar. İçlerinden hiçbiri geri dönmedi. Bir süre sonra Hicaz yoluna saptılar. Az ilerde müfrezeden Saad b. Ebu Vakkas ile Utbe b. Gazavan develerini kaybettiler. Bunun üzerine develerini aramak için müfrezeden ayrıldılar. Kalan altı kişi yollarına devam etti.

Müfreze Hurmalık vadisine vardıktan bir süre sonra yoldan geçen bir Kureyşli ticaret kervanı ile karşılaştı. Kervanda Amr b. Hadrami ile üç kişi daha vardı. Müfreze, Amr b. Hadramî'yi öldürdü ve kervandan iki kişiyi esir aldı. Dördüncü kişi ise kaçtı. Ayrıca kervanın malları ganimet olarak alındı.

Müfrezedeki müslümanlar olay gününün Cemaziyelahir ayının son günü olduğunu sanıyorlardı. Oysa Recep ayının ilk günü idi ve haram, savaşılması yasak aylar girmiş oluyordu. Bu ayların yasaklığına Araplar öteden beri saygı gösteriyorlardı, İslâm da bu kan dökme yasağını onaylamıştı.

Bu yüzden iki esir ve ganimetle geri dönünce Peygamberimiz kendilerine "Ben size haram ayda savaşmanızı emretmedim" buyurdu. Bu arada Peygamberimiz ganimet mallarını da esirleri de oldukları yerde bıraktırdı, bunların hiçbirini almak istemedi. Peygamberimiz böyle deyince müfrezedekilerin elleri kolları yana düştü, Bir ölü gibi kaskatı kesildiler. Ayrıca işledikleri bu hatadan dolayı diğer müslümanlar tarafından da azarlandılar.

Bu olay üzerine Kureyşliler "Muhammed ve arkadaşları haram ayların saygınlığını çiğnediler, bu aylarda kan döktüler, ganimet,ve esir aldılar" diye yaygara kopardılar. Bu arada bu olayın Peygamberimizin zararına sonuçlar vereceğini hesap ederek pek sevinen yahudiler şu yakıştırmalarla işi alaya aldılar; "Amr, savaşı kotardı, Hadrami savaşa katıldı ve Vakid b. Abdullah da savaşı ateşledi" (Böyle demekle Vakid b. Abdullah'ın, Amr b. Hadramî'yi öldürüşünü ima etmek istiyorlardı.)

Bunun üzerine Arap toplumunda revaçta olan çeşitli hilekâr üsluplar ile yöneltilen yanıltıcı propaganda ortalıkta kol gezmeye başladı. Bu karalama kampanyası Peygamberimizi ve arkadaşlarını Arapların kutsal değerlerini çiğneyen, işine gelince bunları hiçe sayan bir saldırgan alarak tanıtıyordu! Nihayet yukardaki ayetler inerek bütün bu söylentileri, söyleyenlerin ağzına tıktı, meseleyi haklı çözüme kavuşturdu. Bunun üzerine Peygamberimiz ortada kalan iki esir ile ganimet mallarını teslim aldı. Tekrarlıyoruz:

"Sana yasak aydan, bu ayda savaşmaktan sorarlar. De ki `O ayda savaşmak büyük bir günahtır."

Bu ayet, yasak ayın yasaklığını ve bu ayda savaşmanın büyük bir günah olduğunu belirtiyor. Ancak:

"Fakat insanları Allah yolundan alıkoymak, Allah'ı ve Mescid-i Haram'ın saygınlığını inkâr etmek, buranın halkını yurtlarından çıkarmak da Allah katında büyük günahtır."

Savaşı başlatan taraf, müslümanlar değildi. İlk saldırıya geçenler onlar değildi. Savaşı ve saldırıyı müşrikler başlatmıştı. İnsanları Allah yolundan alıkoyanlar, Allah'ı ve Mescid-i Haram'ın saygınlığını inkâr edenler onlardı. İnsanları Allah yolundan alıkoyabilmek için her yola başvurmuşlar, bu arada bütün büyük suçları işlemişlerdi. Bir defa yüce Allah'ı inkâr etmişler ve başkalarını da O'nu inkâr etmeye zorlamışlardı. Mescid-i Haram'ın dokunulmazlığını hiçe saymışlar, buranın saygınlığını çiğnemişlerdi. Medine'ye göç edilmeden önce onüç yıl boyunca müslümanlara çeşitli eziyetler çektirmişler, dinî inançları yüzünden onlara türlü türlü baskıyı yapmışlardı. Yüce Allah Mescid-i Haram'ı güvenli bir yasak bölge yaptığı halde onlar buranın halkını yurtlarından çıkarmışlardı. Kısacası buranın dokunulmazlığına hiçbir zaman riayet etmemişler, kutsallığına saygı göstermemişlerdi.

Allah katında Mescid-i Haram çevresindeki halkı yurtlarından çıkarmak yasak ayda savaşmaktan daha büyük bir suçtur. Yine Allah katında insanlara dini inançları yüzünden baskı yapmak, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur. Müşrikler bu günahların, bu ağır suçların her ikisini de gözlerini kırpmadan işlemişlerdi. Bu yüzden Mescid-i Haram'ın dokunulmazlığını ve haram ayların yasaklığını maske olarak kullanmak isteyen sahtekâr savunmaları havada kaldı ve müslümanların, kutsal dokunulmazlıklar konusunda onlara nasıl bir karşılık verecekleri belli oldu. Asıl dokunulmaz değerleri çiğneyenler onlardı. Onlar istedikleri zaman bu değerleri, arkalarında saklanacakları birer maske olarak kullanıyor, buna karşılık işlerine geldiği zaman onları ayaklar altına alıyorlardı!

Buna göre müslümanlar onları buldukları yerde öldürmeli, her yerde kendileri ile savaşmalıydılar. Çünkü onlar hiçbir yasağı, dokunulmazlığı gözetmeyen, hiç çekinmeden her kutsal değeri çiğneyen, saldırgan, azgın haydutlar takımı idi. Artık müslümanlar, onların, aslında saygınlıklarına ve kutsallıklarına zerrece inanmadıkları dokunulmazlıkların sahte maskeleri arkasına gizlenmelerine izin vermemeliydiler.

Müşriklerin bu yaygaracı sözleri doğruydu fakat gerçekte batıl amaçlı idi. Onlar haram ayların yasaklığını sırf arkasında saklanacakları bir maske olsun diye dillerine dolamışlardı. Böylece müslüman cemaati karalamak, onları saldırgan olarak göstermek istiyorlardı. Oysa saldığı ilk başlatanlar kendileriydi. Mescid-i Haram'ın saygınlığını da ilk önce onlar çiğnemişlerdi.

İslâm, hayata pratik olarak yaklaşan bir sistemdir. Hayalî, donuk ve uygulama yeteneğinden yoksun romantik teori kalıplarına dayanmaz. O insan hayatını pratik engelleri, çeşitli çekici yönleri ve şartları ile olduğu gibi ele alır. Böylece hayatı ele alarak onu aynı anda ilerlemeye ve yükselmeye doğru yöneltir. Bu yönlendirmeyi hayatın realiteleri ile uyuşan pratik çözümlerle gerçekleştirir, hayatın realitesi karşısında hiçbir işe yaramayan ham hayaller ile ve boş rüyalar ile oyalanmaz.

Öte yandan bu Mekkeli putperestler azgın, saldırgan bir haydut çetesidirler. Hiçbir kutsal değeri tanımazlar, hiçbir dokunulmazlığın önünde çekingenliğe kapılmazlar; toplumun geleneksel olarak saygı beslediği bütün ahlâki, dinî ve imanî değerleri gözlerini kırpmadan çiğnerler. Her yola başvurarak hakkın önüne dikilirler ve insanları, onu benimsemekten alıkoymaya çalışırlar. Müminlere dini inançları yüzünden baskı yaparlar, onlara en ağır eziyetleri çektirirler, onları haşerelere varıncaya kadar bütün canlılar için güvenlik bölgesi olan Mescid-i Haram çevresindeki yurtlarından çıkarırlar. Bütün bu cinayetlerden sonra da Haram ayın arkasına saklanarak dokunulmazlıklar ve kutsal değerler adına ortalığı velveleye verirler, tozu dumana katarlar ve çirkin seslerinin en yüksek frekansı ile yaygarayı basarak "Bakın, işte, Muhammed ile arkadaşları yasak ayların dokunulmazlığını çiğniyorlar" diye bağırırlar!

İslâm bunlara nasıl karşılık veriyor? Acaba onlara havada kalan romantik teorilerle mi karşılık veriyor. Eğer böyle yapmış olsa müslümanların azılı düşmanları her türlü silâhı kullanırken, hiçbir silâhı kullanmaktan çekinmezken iyilikten yana olan bağlılarını silâhtan arındırmış olurdu. Hayır, İslâm böyle yapmıyor. O pratik realiteye karşı koymak, kötülüğü savmak, ortadan kaldırmak istiyor. Azgınlığın, şirretliğin kökünü kazımak, batılın ve sapıklığın pençelerini sökmek istiyor. Yeryüzünü iyilikten yana olan güce, dünyanın iktidarını dürüst cemaatin eline teslim etmek istiyor. Bundan dolayı İslâm dokunulmaz değerlerin haydutların ve saldırganların arkalarına saklanarak dürüst ve iyilikten yana olan yapıcı insanlara ateş ettikleri ve ateş ederken karşı taraftan gelecek savunma ateşinin tehlikesinden emin kaldıkları birer saldırı siperi olarak kullanılmalarına meydan vermez.

İslâm, dokunulmaz değerleri gözetenlerin dokunulmazlıklarına saygı gösterir. Bu ilke üzerinde ısrar eder, onu titizlikle korur. Fakat dokunulmazlıkları çiğneyenlerin onları siper edinerek dürüst insanlara eziyet etmelerine, iyi insanları öldürmelerine, müminlere dini inançlarından dolayı baskı yapmalarına ve aslında dokunulmaz kalmaları gereken kutsal değerlerin arkasına saklanıp karşılık görme tehlikesinden uzak kalarak her türlü cinayeti işlemelerine seyirci kalmaz.

İslâm bu ilkeye diğer alanlarda da tutarlılıkla bağlı kalır. Meselâ İslâm dedikoduyu yasaklar, haram sayar. Fakat bu dedikodu yasağı sapıklar (fasıklar) hakkında söz konusu değildir. Sapıklığı ile ün kazanan bir fasığın, sapıklığının ateşinde yaktığı kimseler tarafından saygı gösterilecek böyle bir dokunulmazlığı yoktur. Bunun yanısıra İslâm kötülüğün açık açık söylenmesini de yasaklar" (Nisa Suresi, 148). Fakat "zulme uğrayan"ı bu yasağın dışında tutar. Kötülükten zarar gören kimse kendisine zulmeden kimsenin kötülüğünü açık açık dile getirebilir. Çünkü bu onun hakkıdır. Ayrıca eğer susar, ağzını açmazsa layık olmadığı halde zalimin bu onurlu ilkeye sığınma cesaretini arttırmış olur.

Bununla birlikte İslâm yine de yüksek düzeyini korur; bu haydutların ve şirretlerin seviyesine düşmez; onların kirli silâhlarına ve iğrenç metodlarına başvurmaz. İslâm sadece müslüman cemaati, onların ellerini kırmaya, onlarla savaşmaya, onları öldürmeye ve böylece yaşama alanını onların murdar varlıklarından temizlemeye özendirir. İşte İslâm'ın öğlen güneşi kadar parlak ve belirgin çehresi!..

İktidar, temiz, dürüst, mümin ve istikametli insanların elinde olunca, yeryüzü, dokunulmazlıkları çiğneyenlerden ve kutsal değerleri ayaklar altına alanlardan temizlenince, işte o zaman, kutsal değerlerin dokunulmazlığı, yüce Allah'ın istediği gibi tam olarak koruma altına alınır.

İşte İslâm budur! Açık, belirgin, güçlü ve açık sözlüdür, zikzak çizmez. Ama kendisine karşı zikzak çizmek isteyenlere de fırsat vermez.

İşte Kur'an-ı Kerim, müslümanların sağlam yere basmalarını, yeryüzünü kötülükten ve bozgunculuktan temizlemek amacı ile Allah yolunda ilerlerken kaygan zemine ayak basmamalarını telkin ediyor; onların vicdanlarını endişeye, çekingenliğe, kuruntuların kemirmesine ve vesveselerin işkencesine açık bırakmıyor. İşte şu kötülüktür, bozgunculuktur, saldırganlıktır, haydutluktur. Buna göre dokunulmazlık hakkından yararlanması söz konusu değildir; dokunulmazlıkların siperi arkasında mevzilenerek bizzat bu dokunulmazlıklara darbe indirmesi caiz değildir. Müslümanlar kesin bilgi ve güven içinde, vicdanları ve Allah'ın ilkeleri doğrultusunda yollarında ilerlemelidirler.

Bu gerçek açıklığa kavuşturulduktan, bu ilke yerine oturtulduktan, müslümanların kalpleri huzura kavuşturulduktan ve ayaklarının yere sağlam basması sağlandıktan sonra düşmanların içlerindeki şirretliğin ne kadar derin olduğunun, niyetlerinin ve plânlarının saldırganlık temeline dayalı olduğunun açıklamasına geçiliyor:

"Onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler."

Bu açıklama herşeyi bilen ve herşeyin içyüzünden haberdar olan Allah'tan gelen doğru bir tespittir. Burada kötülüğe ve müslümanları dinlerinden koparmaya yönelik iğrenç bir ısrar açığa vuruluyor. Bu ısrarlı çaba, İslâm düşmanlarının sürekli hedefleri olmuştur. Bu çaba nerede ve hangi zaman diliminde olursa olsun müslüman cemaatin düşmanlarının değişmez amacıdır. İslâm'ın yeryüzündeki varlığı, bu dinin düşmanları, her dönemdeki İslâm cemaatinin düşmanları için başlıbaşına bir kin ve korku kaynağı olmuştur. Başlıbaşına İslâm onları rahatsız ediyor, korkutuyor, kinlerini kabartıyor. İslâm o kadar güçlü, o kadar sağlam bir dindir ki, bütün Batı taraftarları ondan korkuyor, bütün haydutlar ondan ürküyor ve bütün bozguncular (müfsitler) ona karşı antipati duyuyor. İslâm gerek başlıbaşına gerek içerdiği apaçık hakk, gerek tutarlı sistemi ve gerekse sağlıklı sosyal düzeni ile doğrudan doğruya somut bir savaştır; o bütün bu nitelikleri ile batıla, haydutluğa, zulme ve bozgunculuğa karşı doğrudan doğruya somut bir savaştır. Bundan dolayı batıl taraftarları, haydutlar, bozguncular onun varlığına katlanamıyorlar. Bu yüzden müslümanların karşısında hep pusudadırlar, onları dinlerinden koparmak, kâfirliğe döndürmek için yanıp tutuşurlar. Kâfirlik olsun da hangi türü olursa olsun, onlar için farketmez. Zira yeryüzünde bu dine inanan, bu sistemin izinden giden, bu düzeni yaşayan bir tek müslüman cemaat varken batıl düzenlerinin yaşayacağına, haydutluklarının ve bozgunculuklarının devam edebileceğine güvenemiyorlar.

Bu İslâm düşmanlarının savaş metodları ve savaş araçları zamanla farklılaşır, fakat hedef hiçbir zaman değişmez. Bu hedef, gerçek müslümanları dinlerinden döndürmektir. Ne zaman ellerindeki silâhlardan biri kırılsa, bozulsa başka bir silah çekerler. Ne zaman ellerindeki silâhlardan biri körelse, etkisini yitirse bir başkasını bilerler.

Herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olan yüce Allah'ın vermiş olduğu bu doğru haber karşımızdadır, müslüman cemaati bu düşmanlara teslim olmamaları hususunda uyarıyor, onlara tehlikenin büyüklüğünü gösteriyor, onları düşmanların oyunları karşısında direnmeye, savaşın zorluklarına dayanmaya çağırıyor. Aksi halde karşılaşılacak sonuç dünya ve ahiret hüsranı zararıdır, hiçbir mazeretin ve hiçbir gerekçenin önleyemeyeceği bir azaptır:

"Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse böylelerinin bütün yaptıkları dünyada da ahirette de boşa gider. Bunlar Cehennemliktirler ve orada ebedi olarak kalacaklardır." Burada geçen "Hubut" kelimesi, merada otlayan bir devenin zararlı bir ot yemesi sonucunda önce şişip arkasından ölmesini anlatan bir deyimden türemedir. Kur'an-ı Kerim, burada bu kelime ile insanın işlediği amellerin önce kabarıp sonra yokoluvermeleri olayını anlatmak istiyor. Görüldüğü gibi bu kelimenin somut anlamı ile soyut anlamı arasında sıkı bir uyum var. Yani batıl amelin önce kabarması, görüntüsünün şişmesi, sonunda ise ortadan çekilip yokluğa karışması olayı ile zehirli ot yiyen devenin şişmesi ve bu şişkinlik sonunda patlayıp ölmesi olayı arasında sıkı bir çağrışım vardır.

Kim İslâm'ı taddıktan, onu tanıdıktan sonra baskı ve caydırma darbeleri altında bu dinden dönerse -uğradığı baskının ve karşılaştığı caydırma girişimlerinin çapı ne olursa olsun- yüce Allah tarafından belirlenen akıbeti budur. Yani amellerinin hem dünyada ve hem de ahirette boşa gitmesi, buna ek olarak da hiç bitmeyecek bir Cehennem azabına çarpılmasıdır.

İslâm'ın tadına varan, onu tammış olan bir kalp, gerçek anlamda asla ondan dönemez, vazgeçemez. Bu dönüşün söz konusu olabilmesi için o kalbin düzelmez, ıslâh olmaz derecede bozulması gerekir. Yalnız, insan takatını aşan ağır işkence karşısında görünüşte taviz verilerek başvurulan korunma önlemi (takıyye) bu sözümüzün dışındadır. Zira yüce Allah merhametli olduğu için insanın dayanma gücünü aşan işkence karşısında müslümana dinini bırakmış gibi davranarak canını kurtarma izni verdi. Fakat bu zor durumda müslümanın kalbi İslâm'a bağlılığını sürdürmeli, imanını seve seve korumalıdır. Başka bir deyimle bu durumda müslümana verilen müsaade, gerçekten kâfir olma, (Allah korusun) sahici bir "dininden dönme" müsaadesi değildir.

Yüce Allah'ın bu uyarısı dünyanın son anına, Kıyamet gününe kadar geçerlidir. Hiçbir müslüman işkenceye, çeşitli caydırma girişimlerine boyun eğerek dinini, Allah'a kesin bağlılığını bırakmakta, imanından ve İslâm'a bağlılığından dönmekte mazur sayılamaz. Yapılması gereken şey cihaddır, mücadeledir, yüce Allah bir çıkış yolu gösterinceye kadar sabretmek, direnmektir. Hiç kuşkusuz yüce Allah kendisine inanan ve O'nun yolunda işkencelere maruz kalan kullarını yüzüstü bırakmaz. O, onları, fedakârlıklarına karşılık olarak iki güzel sonuçtan biri ile; ya zafer ya da şehitlik ile ödüllendirecektir.

Allah yolunda eziyetlere katlananların bir başka beklentisi de Allah'ın rahmetidir. Kalbi imanla donanmış hiçbir mümin bu konudaki umudunu yitirmez:

"Onlar ki iman ettiler, yurtlarından göç ettiler ve Allah yolunda savaştılar. İşte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Hiç şüphesiz Allah günahları bağışlar ve O merhametlidir."

Yüce Allah mümin kulunun O'nun rahmetine ilişkin umudunu asla boşa çıkarmaz. Nitekim İslâm'ın zor günlerinde Mekkeli (muhacir) samimi müminler grubu, yüce Allah'ın bu vaadini işitmiş, bunun üzerine var güçleri ile cihad etmişler, sabretmişler ve sonunda yüce Allah onlara verdiği sözü ya zafer ya şehitlik olarak gerçekleştirmiştir. ,Bu sonuçların her ikisi de hayır, her ikisi de rahmettir. Böylece onlar Allah'ın bağışını ve merhametini kazanmışlardır. Zira "Allah günahları bağışlar ve O merhametlidir."

İÇKİ VE KUMAR

Daha sonraki ayette müslümanlara alkollü içkinin ve kumarın hükmü açıklanıyor. Bunların her ikisi de Arapların enerjilerini uğrunda harcayacakları, duygularını ve zamanlarını tümü ile meşgul edecek yüce bir idealden yoksun oldukları günlerde kendilerini kaptırdıkları birer zevk verici eğlence türü idiler

219/a- Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; Onların ikisinde de büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür. Sana Allah yolunda ne vereceklerini sorarlar. De ki; "ihtiyaçlarınızdan artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.

Bu ayetin indiği zamana kadar, içki ve kumarı yasaklayan bir ayet inmemişti. Fakat Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde bu iki kötü alışkanlığın helâl olduğunu söyleyen bir hüküm de yoktu.

Yüce Allah yeni oluşmakta olan bu müslüman cemaati elinden tutarak onu adım adım istediği yolda ilerletiyor, onu kendisi için tasarladığı misyona uygun olarak yapılandırıyordu. Bu önemli misyon, bu büyük görev, insanın kendini içki ve kumar yolunda harcaması ile bağdaşmazdı; ömrü, bilinci ve enerjiyi amaçsız insanların eğlencelerinde boşu boşuna tüketmekle bağdaşmazdı. Çünkü söz konusu amaçsız kimseler nefislerine haz veren şeyler ile oyalanır, peşlerinden bir an bile ayrılmayan serserilik ve sorumsuzluk, kendilerini içki ile sarhoş olmaya ve kumarla oyalanmaya daldırır. Kimi zaman da bu zavallıları kovalayan kör nefisleri olur. Onlar da kendilerinden kaçarak içkinin ve kumarın kucağına atılırlar. Tıpkı cahiliye toplumunda yaşayan sıradan insanların yaptıkları gibi. Bu dün böyle idi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Yalnız İslâm, insan nefsine yönelik eğitim metodu uyarınca bu konuda yavaş, soğukkanlı ve zorlamacılıktan uzak adımlar ile ilerliyordu.

Bu ayet-i kerime içki ve kumar yasağı konusunda atılmış ilk adımdır. Burada önemli bir noktaya kısaca değinmek istiyoruz. Maddî nesneler ve davranışlar her zaman mutlak anlamda, katıksız biçimde kötü olmayabilirler. Şu dünya üzerinde iyilik, kötülükle ve kötülük de iyilikle karışık olarak bulunur. Fakat herhangi bir nesnenin ya da davranışın helâl ya da haram olmasının ekseni, kriteri, iyiliğin ve kötülüğün baskın olup olmamasıdır. Buna göre içkinin ve kumarın günahı, zararı, yararından daha ağır bastığına göre bu durum bir yasaklama, bir haram sayma gerekçesi oluşturur. Böyle olmakla birlikte bu ayette açık bir yasaklama ve haram sayma hükmüne yer verilmemiştir.

İSLÂM'IN EĞİTİM METODU

Burada Kur'an'ın, İslâm'ın ve hikmet sahibi yüce Allah'ın eğitim metodunun bir özelliği dikkatimizi çekiyor. Bu eğitim metodu İslâm'ın birçok yasal düzenlemesini, birçok farzını ve birçok direktifini incelerken somut biçimde meydana çıkıyor. Biz burada içki ve kumardan sözederken bu eğitim metodunun kurallarından birine işaret etmek istiyoruz.

Eğer emir ya da yasak imana dayalı düşünce ile, yani inanç sistemi ile ilgili isé İslâm o konuda kesin hükmünü, o konuda söyleyeceğini daha baştan ortaya koyuyor.

Fakat eğer emir ya da yasak bir alışkanlıkla, bir gelenekle veya karmaşık bir sosyal uygulama ile ilgili ise o zaman İslâm işi ağırdan alıyor; konuya yumuşak, tedrici ve kolaylık gösterici bir tarzda yaklaşıyor, uygulamayı ve itaati kolaylaştıracak pratik şartlar hazırlıyor.

Meselâ İslâm, "Tevhid mi, yoksa şirk mi?" sorunuyla karşı karşıya kaldığı zaman kararlı ve kesin bir darbe ile daha baştan emrini yürürlüğe koydu; Bu konuda hiçbir tereddüde, hiçbir duraksamaya, hiçbir hoşgörüye, hiçbir tavize; hiçbir orta yolda buluşma beklentisine yer vermedi. Çünkü burada mesele düşüncenin temel ilkesidir, onsuz ne iman olur ve ne de İslâm ayakta durabilir.

Ama İslâm içki ve kumar meselesine gelince, bu bir alışkanlık ve adet meselesidir. Alışkanlıklar ise ancak tedavi yolu ile bıraktırılabilir. Bu yüzden İslâm, müslümanların vicdanlarını ve şeriat mantıklarını uyarmakla işe başladı; Bu amaçla içkinin ve kumarın günahını, yararından daha büyük olduğunu belirtti. Bu demektir ki, bu alışkanlıkları bırakmak onları sürdürmekten daha iyidir. Arkasından Nisa suresinin şu ayeti ile ikinci adım atıldı:

"Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilecek duruma gelinceye kadar namaza yaklaşmayın." (Nisa Suresi, 43)

Bilindiği gibi günde beş vakit namaz vardır ve bu namaz vakitlerinin çoğunluğu kısa aralıklıdır, bu aralıklar sarhoş olup arkasından ayılmak için yeterli değildir. Burada içki alışkanlığının pratiğe aktarma imkanını daraltma ve içki alma periyodları ile ilgili olan alışkanlığın sürekliliğini kırma girişimi ile karşı karşıyayız. Çünkü içki ya da uyuşturucu madde tutkunlarının alışkanlık haline getirdikleri vakit gelince bu maddeleri kullanma ihtiyacı duydukları bilinen bir şeydir. Eğer bu vakit, bu maddeler kullanılmadan geçiştirilir ve bu geçiştirme birkaç kez tekrarlanabilirse alışkanlık zayıflamaya başlar ve alt edilmesi mümkün hale gelir.

Bu iki adım atıldıktan sonra içki ve kumarın haram olduklarını belirten son ve kesin yasaklama hükmü geldi:

"Ey müminler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları kuşkusuz Şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz."·(Maide Suresi, 90)

KÖLELİK KURUMU VE İSLÂM'IN TUTUMU:

Bir de kölelik problemini bu açıdan gözden geçirelim. Kölelik, İslâm'ın geldiği dönemde sosyoekonomik kökleri olan, dünyanın her tarafında geçerli bir devletlerarası gelenek durumunda idi. Esirleri köleleştirme ve köleleri çalıştırma düzeni böylesine yaygın ve köklü idi. Öte yandan karmaşık sosyal kurumların dışa yansıyan görüntülerini ve sonuçlarını değiştirebilmek için, önce bu kurumların dayanaklarını ve ilişkilerini geniş çapta değiştirmek gerekir. Bu arada devletlerarası gelenekleri değiştirmek için ayrıca devletlerarası uyuşmalara ve çok taraflı ortak antlaşmalara ihtiyaç vardır.

İslâm'ın köleliğe ilişkin bir emri yoktur, Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde savaş esirlerinin köleleştirilmesini hükme bağlayan bir ayete rastlanmaz. İslâm geldiğinde köleliği, dünya ekonomisinin temelini oluşturan bir milletlerarası düzen ve esirlerin köleleştirilmesini de savaşan bütün tarafların uyguladıkları bir devletlerarası gelenek olarak buldu. Bu köklü sosyal kurumu ve bu yaygın devletlerarası düzeni sağlıklı bir çözüme kavuşturabilmek için soruna tedrici olarak yaklaşması zorunluydu.

İslâm zamanla kölelik düzenine tümü ile son vereceği, onu kökünden ortadan kaldıracağı gün gelinceye kadar, denetim altına alınması imkânsız olacak sosyal sarsıntılara meydan vermeyecek bir önlem olarak köleliğin kaynaklarını, artış yollarını kurutma yolunu seçti. Bunun yanısıra kölelere elverişli yaşama şartları sağlamaya, onlara geniş çapta insan onuru ile bağdaşır bir konum kazandırmaya önem verdi.

Köleleştirme yollarını kurutmaya başlarken meşru savaş esirleri ile köle soyundan gelenleri bu önlemin dışında tuttu. Çünkü İslâm'a düşman toplumlar o zamanın geçerli geleneği uyarınca müslüman savaş esirlerini köleleştiriyorlardı. İslâm, o gün için, düşman toplumları bu geçerli geleneğe karşı çıkmaya, dünyanın her tarafındaki sosyal ve ekonomik düzenin üzerine oturtulduğu bu uygulamayı değiştirilebilecek güçte değildi. Durum böyleyken eğer İslâm, savaş esirlerini köleleştirme uygulamasını ortadan kaldırmayı kararlaştırsa bu karar sadece müslümanların eline düşen savaş esirleri için geçerli olan sınırlı ve tek taraflı bir uygulama olacak, müslüman esirler o günün kölelik düzeni içindeki kötü akıbetlerine katlanmaya devam edeceklerdi. Bu da İslâm düşmanlarının, müslümanlara karşı cesaretlerini ve güçlerini arttıracaktı.

Bunun yanında eğer İslâm o günkü mevcut kölelerin soyundan gelenleri özgürlüklerine kavuşturmayı kararlaştırmış olsa ve bu kararı devletin ve bu kimselerin tüm yakınlarının ekonomik durumunu düzene koymadan önce vermiş olsa bu köleleri malsız-mülksüz, sosyal güvenliksiz, bakıcısız; onları yoksulluktan ve yeni kurulan toplumun sosyal yapısını bozacak ahlâk bozulmasından koruyacak akrabalık bağlarından yoksun bir şekilde ortada bırakmış olacaktı. İşte bu aktüel ve derin köklü şartlar yüzünden İslâm, açık açık savaş esirlerinin köleleştirilmesini önermedi, bunun yerine şöyle dedi:

"Savaşta kâfirler ile karşılaştığınızda boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız olarak ya da fidye karşılığında salıverin." (Muhammed Suresi, 4)

Bunun yanında İslâm, savaş esirlerinin köleleştirilmesini de açıkca önermedi, bunun yerine İslâm devletine, esirlerine karşı içinde bulunduğu şartların gerektirdiği şekilde işlem yapma serbestliği tanıdı. Devlet, müslüman esirlere karşı fidye isteyen tarafın esirlerini fidye karşılığında serbest bırakacak, iki taraflı anlaşma sağlanabilirse elindeki esirleri değiştirecek ve savaş halinde bulunduğu düşmanlarının tutumlarının doğuracağı aktüel şartlar uyarınca müslüman esirleri köleleştiren düşmanların esirlerini köleleştirecekti.

Gerçekten çok sayıda ve çeşitli olan kölelik kaynaklarını kurutmakla köleler sayıca azalmaya yüztuttu ve İslâm, bu sayısı azalan köleleri de özgürlüklerine kavuşturmaya girişti. Bu işlemi söz konusu köleler düşman mihraklarla ilişkilerini keserek İslâm toplumuna katıldıkları anda hemen başlattı. Bu yaklaşımının sonucu olarak kölelere tek taraflı olarak özgürlüklerini isteme hakkı tanıdı; köle belirli bir fidye ödemek karşılığında özgürlüğüne kavuşacak, bu isteğini efendisi ile yazılı anlaşmaya bağlayacaktı. İşte kölenin özgür olmayı istediği bu andan itibaren çalışma, kazanma ve mülk edinme hürriyetini elde edecekti. Böylece çalışarak elde ettiği ücret kendisinin olacaktı. Bu arada özgürlüğüne karşılık olarak vereceği fidyeyi kazanabilmek için efendisinin hizmeti dışında başka işlerde de çalışabilecekti. Başka bir deyimle bu köle bağımsız bir varlık haline geliyor, özgürlüğün en önemli dayanaklarına fiilen kavuşuyordu. Sonra bu köle devlet hazinesinin zekât fonundan pay alacaktı. Ayrıca müslümanlar ona özgürlüğünü elde edebilmesi için malı yardımda bulunmakla yükümlü idiler. Bütün bunların dışında ayrıca köle azad etmeyi gerektiren kefaretler de bu özgürleştirme kampanyasına katkıda bulunuyordu. Mesela yanlışlıkla adam öldürme olaylarında, yemin ve zihar kefareti olarak köle azad etme zorunluluğu vardı. Böylece kölelik düzeninin zaman içinde kesin biçimde ortadan kalkması hedeflenmişti. Buna karşılık böyle köklü bir kurumu bir anda oldu-bitti türünden bir kararla ortadan kaldırmak, kaçınılması mümkün olmayan sosyal sarsıntılara, sakınılması gereken toplumsal bozulmalara yolaçacaktı.

Daha sonraki dönemlerde İslâm toplumunda kölelerin sayısının artması yavaş yavaş beliren sapmalardan, adım adım İslâm sisteminden uzaklaşma eğilimlerinden kaynaklandı. Bu bir gerçektir. Fakat bunun sorumlusu İslâm değildir.

Bu durum, İslâm'ın hanesine olumsuz bir puan olarak kaydedilemez. O İslâm ki, bazı dönemlerde insanlar onun metodundan şu ya da bu oranda saptıkları için aslına uygun biçimde uygulanmamıştır. Daha önce belirttiğimiz gibi, İslâm'ın tarih görüşüne göre söz konusu sapmaların oluşturduğu pratik durumlar İslâm'a maledilemezler, İslâm tarihinin kesitleri sayılamazlar. Çünkü İslâm değişmedi, onun ilkelerine yeni bir madde eklenmedi. Değişen insanlardır. Onlar İslâm'dan uzaklaştılar. Bunun sonucu olarak İslâm'ın bu insanlarla bir ilgisi kalmadığı gibi onların da İslâm tarihinin bir kesiti olma nitelikleri kalmamıştır.

Eğer biri yenibaştan İslâm'a uygun bir hayat yaşamak isterse tarih boyunca İslâm'a bağlı olduklarını ileri süregelmiş toplumların bıraktıkları yerden devam edecek değildir. Bunun yerine aslına uygun İslâm ilkelerini yozlaşmamış olarak bulacağı berrak çizgiden başlayarak onu. pratik hayata aktarmalıdır.

Bu gerçek son derece önemlidir; İslâm inancı açısından, İslâmî yaşama tarzı açısından gerek teorik araştırma düzeyinde ve gerekse pratik gelişme düzeyinde önemlidir. Biz bu gerçeği bu bölümde ve bu vesileyle tekrar vurguluyoruz. Çünkü gerek İslâm tarihine yönelik teorik bakış açısı bakımından gerek İslâm tarihinin objektif yorumu bakımından ve gerekse gerçek İslâm'ın hayat düşüncesi ile aslına uygun İslami yaşama düzeni bakımından bazı zihinlerin büyük şaşkınlıkların ve ağır yanılgıların etkisi altında olduğunu görüyoruz. Özellikle İslâm tarihi hakkında araştırma yapan Batılı şarkiyat uzmanlarında bu şaşkınlık ve yanılgı gayet belirgindir. İslâm tarihini yanlış anlayan bu yabancı araştırmacıların etkisi altıda kalan kişilerde aynı şaşkınlık ve yanılgı görülür. Böyleleri arasında bazı aldanmış samimi müslümanlara da rastlanabilmektedir ne yazık ki!..

Bu ayetlerin devamında meselelerin aslını öğrenme amacı taşıyan sorulara cevap olarak çeşitli İslâmi ilkelerin belirlendiğini görüyoruz:

219/b- Sana Allah yolunda ne vereceklerini sorarlar. De ki; "ihtiyaçlarınızdan artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.

Müslümanlar bir başka zaman "ne verecekler"ini sormuşlardı. Bu soruya, verilecek olan şeyin türü ve kimlere verileceği belirtïlerek cevap verilmişti. Buradaki soruya, verilecek olan şeyin miktarı, derecesi belirtilerek cevap veriliyor. Ayette geçen "afüv" kelimesi "artık, fazla" anlamına gelir. Buna göre israfa ve gösterişe kaçmaksızın şahsi masraflar karşılandıktan sonra elde kalan, yardım konusudur. Daha önce söylediğimiz gibi ilk önce en yakınlara yardım edilecek, sonra başkalarına sıra gelecektir. Zekât tek başına yeterli bir yardım faslı değildir. Zira kanaatimce zekât ayeti, bu ayetin hükmünü yürürlükten kaldırmış (neshetmiş) değildir. Başka bir deyimle zekât, farz borcunu düşürerek sahibini yükümlülükten arındırır, ama yardım etme direktifi sürekli olarak geçerliliğini korur. Zekât, müslümanların devlet hazinesinin hakkıdır, yüce Allah'ın şeriatını yürütmekle görevli olan hükümet bunu toplar ve belirli harcama yerlerine dağıtır. Fakat müslümanın Allah'a ve Allah'ın kullarına karşı görevi bunun ötesinde de devam eder. Öte yandan zekât, "artakalan mal"ın tümünü kapsamayabilir. Oysa bu açık hükümlü ayete göre "malın artakalanı"nın tümü yardım ve sadaka konusudur. Nitekim Fatıma b. Kays'ın bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:

"Malda zekâtın dışında hak vardır. (Ahkam-ul Kur'an, İmam-ı Cessas)

Yüce Allah'ın rızasını elde etmek isteyen bir mal sahibi bu hakkı kendi eli ile verebilir. Eğer böyle yapmaz da Allah'ın şeriatını yürütmeye çalışan İslâm devleti bu "hakk"a muhtaç olursa onu kendi insiyatifi ile alarak kamu yararının gerektirdiği yerlerde harcar. Böylece o mal fazlalığının ne ahlâksızların savurganlıklarıyla çarçur edilmesine ve ne de kullanım dışı tutularak stok edilip fonksiyonsuz bırakılmasına meydan verilmiş olur.

"Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki; dünya ve ahiret üzerinde düşünesiniz diye."

Bu ayet, hem dünya ve hem de Ahireti birlikte düşünmeyi, kafa yormayı özendirme amacını seslendirir. Zira sırf dünya üzerine düşünmek insan aklına, insan kalbine, insan varoluşunun mahiyeti, hayatının asıl niteliği, yükümlülükleri ve ilişkileri hakkında tam bir algı sunmaz; kurumlar, değer yargıları ve ölçüler konusunda sağlıklı bir düşünce oluşturmaya yetmez. Çünkü dünya, insan hayatının kısa süreli bölümünü oluşturur. Oysa bilinci ve davranışları hayatın sırf bu kısa bölümünün hesaplarına göre biçimlendirmek asla insanı sağlıklı düşünceye ve sağlıklı davranışlara ulaştıramaz. Yardım amaçlı mal verme konusu özellikle dünyayı ve Ahireti birlikte düşünmeyi gerektiren bir meseledir. Çünkü başkasına yardım edenin malında meydana gelen maddi eksilme, kalp temizliği ve duygusal arınma olarak kendisine geri döner. Ayrıca bu eksilme içinde yaşadığı topluma yarar, dirlik ve sosyal barış olarak da geri döner. Fakat herkes bu kazanımların farkına varmayabilir. O zaman yardımlaşma kefesinde ağırlık sağlayacak olan faktör Ahiret bilinci, oradaki ödül özlemi ve oraya ilişkin değer ölçülerinin özendirici rolüdür. Bu durumda Ahiret faktörü insan vicdanına doyum, huzur ve esenlik kazandırır ve bu sayede elindeki terazide sahte, fakat aldatıcı ve parlak görünümlü değerlerin bulunduğu kefe ağır basmaz.

220- Sana yetimler hakkında soru sorarlar. De ki; Onların durumlarını düzeltmek hayırlı bir iştir. Eğer kendileriyle birarada yaşıyorsanız, onlar artık kardeşlerinizdir. Allah kimin işleri bozucu ve kimin düzeltici olduğunu iyi bilir. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Hiç şüphesiz Allah üstündür ve hikmet sahibidir.

YETİMİN KORUNMASI

Sosyal dayanışma, İslâm toplumunun temelini oluşturur. Müslüman cemaat, birlikte yaşadığı güçsüzlerin ihtiyaçlarını gözetmekle yükümlüdür. Bu arada ana-baba desteğinden yoksun olan yetimleri gözetmek ve korumak bu alanın öncelikli görevlerindendir. Yetimlerin kendileri gözetilecek ve malları korunacaktır.

İslam'dan önceki dönemde yetimlerin vasilerinden (koruyucu) bazıları yetimlerin yiyecekleriyle kendi yiyeceklerini karıştırıyor, onların mallarını kendi mallarıyla birleştirerek birarada ticarete sokuyorlardı. Bu durum, kimi zaman yetimlerin zarara uğramalarına, aldatılmalarına yolaçıyordu. Bunun üzerine yetimlerin mallarını yiyenleri korkutma mesajı içeren ayetler indi. O zaman da takva sahibi müslümanlar aşırı bir çekingenliğe kapıldılar. Öyle ki, yetimlerin yiyeceklerini kendi yiyeceklerinden ayırdılar. Bunun sonucu olarak şu tür olaylar yaşanmaya başladı. Evinde yetim besleyen biri yetime kendi malından yemek veriyor. Eğer bu yemeğin bir kısmı artarsa ya yetim sonra gelip bu yemeği yiyor ya da bozulduğu için dökülüyordu! Böylesine aşırı bir titizlik İslâm'ın özüne uygun değildi. Üstelik bu durum zaman zaman yetimin zarara uğramasına yolaçıyordu.

İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim, meseleye bir daha eğilerek müslümanları orta yola ve kolaylığa yönelmeye, bu ölçüler içinde yetimin yararını aramaya, malını onun işine yarayacak şekilde kullanmaya çağırdı. Yetimlere yarar sağlamak, onların mallarını ayırmaktan daha hayırlı idi. Eğer yetime yarar sağlıyorsa onun malını kendi malına karıştırmanın sakıncası yoktu. Çünkü yetimler, vasilerinin, bakımlarından sorumlu olanların kardeşleri idi. Hepsi İslâm kardeşi idi, hepsi de büyük İslâm ailesinin üyeleri idi. Allah kimin yıkıcı ve kimin yapıcı olduğunu iyi bildiği için önemli olan, işin dış görünüşü ve biçimi değil, işi yapanın niyeti ve sonucu idi. Yüce Allah, müslümanları zora koşmayı, sıkıntıya sokmayı ve kullarına yüklediği görevlerin onlara zorluk çıkarmasını istemiyordu. Eğer istese onları böyle zor yükümlülüklerin altına sokardı, ama O, böyle bir şeyi istemez. O, üstün iradelidir ve hikmet sahibidir. Buna göre O, dilediğini gerçekleştirmeye muktedirdir, fakat hikmet sahibi olduğu için hayırlı, kolay ve yararlı olanı ister.

Böylece yetimlere yardım meselesi tümü ile yüce Allah'a bağlanıyor, inanç sisteminin ve hayatın çevresinde döndüğü ana eksene tutturuluyor. Bu durum, bu inanç sistemine dayanan yasal düzenleme sisteminin temel özelliğidir. Bu sistemin yürümesindeki teminatın vicdanların derinliklerinden gelen bir isteğin ürünü olduğu kabul edilmezse dışarıdan gelen etkilerle olabileceğini söylemek asla mümkün değildir.

AİLE HUKUKU

Biz bu bölümde aile hukukunun bir yönü ile karşı karşıya geliyoruz. İslâm cemaatinin, müslüman toplumu ayakta tutan ana sütun ile ilgili yasal düzenlemelerin bir bölümünü inceleyeceğiz. İslâm bu ana sütuna, son derece büyük bir önem vermiş, onun yasal düzenlemesi, korunması ve cahiliye kültürünün anarşisinden arındırılması için büyük çaba harcamıştır. Aile konusunu ele alan ayetlerin Kur'an'ın çeşitli surelerinde yeraldığını görürüz. Bu ayetler bu büyük temel sütunun ayakta kalması için gereken bütün dayanakları içerirler.

İslâmî sosyal düzen, insan fıtratının bütün özelliklerini, bütün gereksinimlerini, bütün dayanaklarını gözeten bir ilâhi düzen olması yanında bir aile düzenidir aynı zamanda.

İslâm'ın aile düzeni fıtrat kökeninden, yaratılış kökünden, bütün canlıların, hatta tüm yaratıkların ilk varoluş temelinden kaynaklanır. Bu bakış açısı, aşağıdaki ayetlerde son derece belirgindir:

"İbret alasınız diye herşeyi çift çift yarattık." (Zariyat Suresi, 49)

"Yerden yetişen bitkileri, insanların kendilerini ve diğer bilmedikleri yaratıkları çift çift yaratmış olan Allah noksanlıklardan münezzehtir." (Yasin Suresi, 36)

Bu İslâmî bakış açısı daha sonra insana dönerek öncelikle ilk kadın-erkek çiftinin, arkasından bu çiftten gelen soyun, daha sonra tümüyle insanlığın meydana gelmesine kaynaklık eden ilk insanı hatırlatır:

"Ey insanlar, sizleri bir tek insandan yaratan, ondan eşini vareden ve ikisinden çok sayıda erkek ve kadın meydana getiren Rabbinizden korkun" (Nisa Suresi, 1)

"Ey insanlar, biz sizleri bir erkek ile bir dişiden yarattık, sonra birbirinizi kolayca tanıyasınız diye sizi milletler ve kabileler haline koyduk." (Hucurat Suresi, 13)

Sonra iki cins arasındaki fıtrî çekim gücü vurgulanıyor. Bu çekim gücünün tek fonksiyonu cinsel açıdan erkek ile dişiyi birleştirmesi değil, aileler ve yuvalar oluşturmasıdır:

"Allah'ın ayetlerinden biri de kendileri ile kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden türemiş eşler yaratması, aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır." (Rum Sùresi, 12)

"Kadınlarınız sizin çocuk yetiştiren tarlanızdır. Buna göre tarlanıza dilediğiniz gibi varınız. Kendiniz için ileriye dönük hazırlık yapınız, günah işlemekten sakınınız ve mutlaka Allah'a kavuşacağınızı biliniz. Bunu müminlere müjdele."·(Bakara Suresi, 223)

"Allah evlerinizi sizin için huzur ve kaynaşma yeri yaptı." (Nahl Suresi, 80)

Burada etkisini gösteren fıtrat ile evrenin özünde ve insanın yapısında derinliğine kök salmış bu fıtratın içgüdülerine olumlu cevap veren aile kurumu ile karşı karşıyayız. Bundan dolayı, İslâm'a göre aile düzeni, insan yapısının özünden, hatta evrende varolan cansız nesnelerin tümünün özünden kaynaklanan, fıtrî ve doğal bir düzendir. Burada insan için geçerli olan düzen ile insanın da yeraldığı tüm kainat sistemi için geçerli olan düzen arasında sıkı ilişki kurulduğunu görüyoruz ki, bu durum İslâm'ın evrene ve insana yaklaşım tarzını yansıtır.

Aile kurumu yeni doğan yavruyu koruyup-gözetmeyi; onu bedenen, aklen ve ruhen geliştirmeyi üstlenmiş olan tabii bir yuvadır. İnsan yavrusu bu yuvanın koruyucu kanatları altında sevgi, şefkat ve dayanışma duygularını tadar, hayatı boyunca sürecek olan karakteristik özelliklerini kazanır, bu yuvanın kılavuzluğu ve ışığı altında hayata açılır, onu yorumlar ve onunla ilişki kurar.

Canlılar arasında en uzun yavruluk dönemini insan yavrusu yaşar. İnsanın bebeklik ve çocukluk dönemi diğer tüm canlılardan daha uzun sürer. Zira yavruluk dönemi soyu devam eden her canlı türünün kendinden beklenen fonksiyonu yerine getirebilmesi için gerekli olan bir egzersiz, bir yatkınlık kazanma, bir hazırlık dönemidir. İnsanın görevi diğer tüm canlıların görevlerinin en ağırı, yeryüzündeki işlevi diğer tüm canlıların fonksiyonlarının en önemlisi olduğu için onun çocukluk aşaması, canlı türleri içinde en uzun olmuş, böylece geleceğe daha iyi hazırlanmasına, daha yoğun bir eğitimden geçmesine imkan sağlamıştır. Bundan dolayı insan, çocukluk dönemini ana-babasının gözetimi altında geçirmeye diğer canlı yavrularından daha çok muhtaçtır. İşte bu gerekçe ile istikrarlı ve huzurlu bir aile düzeni insani düzenin ayrılmaz bir parçası; insan fıtratının, insan yapısının ve insanın şu hayatta üstleneceği rolün vazgeçilmez önemli bir unsurudur.

Bilimsel araştırmalar kesinlikle kanıtlamıştır ki, aile kurumu dışında kalan hiçbir kurum, aile kurumunun fonksiyonunu yerine getiremez, onun yerini tutamaz, aksine çocuğun gelişimi ve eğitimine zararlı unsurlar içerir. Bu hüküm özellikle çok sayıda çocuğu birarada barındıran çocuk yuvaları düzeni için geçerlidir. Bilindiği gibi bazı yapay ve baskıcı ideolojiler, yüce Allah tarafından insana sunulan dengeli, elverişli, ve fıtrî aile düzenini, dik kafalı, anarşik ve yapay bir devrim yolu ile yıkarak yerine bu çocuk yuvaları düzenini koymak istediler. Bunun yanısıra kimi Avrupa devletleri de yaşadıkları sosyal zorunlulukların baskısı yüzünden bu düzeni uygulamaya yöneldiler. Çünkü dini düşüncenin bağlarından sıyrılmış Batının cahiliye uygarlığı tarafından ateşlenen vahşî ve barbarca savaşlarda çok sayıda çocuk ailesini yitirmişti. Yakın dönemlerde yaşanan bu acımasız savaşlarda savaşçı ile normal halk, eli silâhlı asker ile silahsız zavallılar arasında ayırım gözetilmemiştir."

Ayrıca Avrupalılar, insan doğasına uygun sosyal ve ekonomik düzenin yerine kendi çarpık düzenini yerleştiren cahiliye kaynaklı düşünce akımlarının etkisinde kalarak zorunlu olmadığı halde bu çocuk yuvaları sistemine yöneliyorlar. Bu lânet olası uygulama çocukları ana şefkatinden ve aile yuvasının sıcakkanlı gözetiminden yoksun bırakarak çocuk fıtratı ve psikolojik yapısı ile çatışan soğuk yüzlü çocuk yuvalarının kucağına atmakta ve bu zavallı yavruların ruh yapısında birçok komplekslerin ve çatışmaların tohumunu ekmektedir. Bundan daha tuhaf, daha şaşırtıcı bir şey daha var; söz konusu cahiliye kaynaklı sapık akımlar, kadının ev dışında çalışmasını ilerleme ve gericilikten kurtulma olarak sayacak kadar ileri gitmişlerdir. İşte "lânet olası düzen"derken kasdettiğimiz düşünce ve uygulama budur. Yeryüzünün en değerli hazinesi olan çocukların, psikolojik sağlığını kurban eden bir lânetli düzendir bu. Peki bunun bedeli nedir, uğruna neslin feda edildiği bu bedel; ailenin gelirinin biraz daha artması veya ekonomik özgürlüğüne kavuşan (!) ananın kendi geçimini sağlaması! Doğu ve Batı bloklarıyla çağdaş cahiliye uygarlığı doğal gerçeklere ters düşmekte ve sosyal ve ekonomik düzeni bozuk temellere dayandırmaya kalkışmada o kadar ileri gitmiştir ki, bu uygarlık emeğini evin dışındaki işler yerine yeryüzünün en değerli varlığının bakımı için harcayan kadına geçim imkanı sağlamamış ve bu yüzden de bebeğini kreşe teslim eden anne geçimini sağlamak için "iş"e gitmek zorunda bırakılmıştır. (Çocuk yuvaları deneyinin kanıtladığı ilk gerçek şudur: Çocuk ilk iki yaş içinde psikolojik ve fıtri olarak sadece kendisinin olan bir ana-babanın varlığına, özellikle başka bir çocukla paylaşmadığı bir annenin varlığına, karşı konulmaz biçimde ihtiyaç duyar. Daha ileri yaşlarında da yine doğuştan kaynaklanan bir dürtü ile kendisinin olan bir ana-babaya ait olduğunun bilincine muhtaçtır. Bu ihtiyaçlardan ilkinin çocuk yuvalarında karşılanması imkânsızdır. ikinci ihtiyaç da aile yuvası dışında hiçbir kurumda karşılanamaz. Bu duygularından biri ya da öbürü tatmin edilmemiş olan çocuk, büyüyünce şu ya da bu biçimde sapıklık, anormallik ve psikolojik dengesizlik belirtileri gösterir.

Eğer bir terslik olur da çocuk bu iki ihtiyacın herhangi birisinin tatmininden yoksun kalırsa, bu durum o çocuğun hayatında hiç kuşkusuz bir felaket olur. Peki şu sapık cahiliyede ne oluyor da felâketleri bütün çocukların hayatlarına yaygınlaştırmak istiyor? Bunun yanısıra yüce Allah'ın kendileri için dilediği islam nimetinden kendilerini mahrum eden bazı nasipsizlere ne oluyor da bu anormal uygulamayı ilericilik, kurtuluş ve uygarlaşma sanıyorlar?

Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Muhammed Kutup tarafından yazılmış "El-insanu Beynel Maddiyeti vel-İslâm" adlı kitabın "El-Müşkilet-ül Cinsiyyetü" başlıklı bölümü ile yine aynı yazara ait "Subuhatün Havlel islâm" adlı eserin "El-islâm vel-Mera" başlıklı bölümüne başvurabilirler.)

Bundan dolayı, yüce Allah'ın, kanatları altında "barış"a girmelerini ve gölgesi altında "dirlik"ten yaygın biçimde yararlanmalarını dilediği İslâmî sosyal düzen, aile esasına dayanır, bu kuruma son derece hayati olan fonksiyonu ile bağdaşacak oranda önem verir. İşte bu gerekçe iledir ki, Kur'an-ı Kerim'in çeşitli surelerinde bu düzenin dayanağını oluşturan yasal düzenlemelere ve moral dayanaklara yer verildiğini görüyoruz. İncelemekte olduğumuz Bakara suresi de bu sureler arasındadır.

Bakara suresinin bu konu ile ilgili ayetleri evlenme, birlikte yaşama, kadınlara yaklaşmama yemini, boşama, boşama ve dul kalmayı izleyen bekleme süresi, nafaka, mu'ta, emzirme ve çocuk bakımı konularına ilişkin bazı hükümleri içeriyor.

Fakat burada geleneksel fıkıh ve kanun kitaplarında olduğu gibi pratikten ve bütünlükten yoksun soyut bir dil kullanılmıyor. Tersine bu hükümler öyle bir anlatım atmosferi içine yerleştiriliyor ki, insan kalbi, beşer hayatına ilişkin ilâhi sistemin büyük bir temel taşı ile, İslâm düzenine kaynaklık eden inanç sisteminin son derece önemli bir ilkesi ile karşı karşıya olduğunu kavrar. Aynı zamanda bu temel ilkenin yüce Allah ile, O'nun iradesi ve hikmetiyle doğrudan ilişkide olduğunu, Allah'ın insanlar için seçtiği hayat nizamına ilişkin metoduyla bağlantılı olduğunu hisseder. Bunun sonucu olarak da bu temel ilkenin O'nun gazabı, hoşnutluğu, cezası ve mükafatıyla da direkt ilişkili olduğunu, ama aynı zamanda sözünü ettiğimiz inancın varlığı-yokluğuyla da sıkı sıkıya bağlantılı olduğu gerçeğini hisseder.

İnsan bu ayetleri okurken, daha ilk andan itibaren bu konunun önemini ve olağanüstülüğünü ruhunda duyar. Bunun yanısıra okuyucu bu konu ile ilgili küçük-büyük her ayrıntının yüce Allah'ın ilgisini ve gözetimini üzerinde yoğunlaştırdığını, bu konu ile ilgili büyük-küçük her ayrıntının yüce Allah'ın terazisinde son derece büyük ağırlığı olan özel bir amaca dayandığını, yüce Allah'ın insan denen bu varlığın hayatını düzenlemeyi, bu müslüman cemaatin O'nun direkt gözetimi altında kendine özgü bir biçimde gelişmesini kendi üzerine aldığını, bu özel gelişimi sayesinde onu varlık aleminde tasarlanmış yüce fonksiyonuna hazırlamayı bizzat yönlendirdiğini ve bütün bunların sonucu olarak bu sisteme karşı çıkmanın yüce Allah'ı öfkelendireceğini, O'nun ağır azabına çarpılmaya yolaçacağını da hisseder.

Bu ayetlerde söz konusu hükümler inceden inceye, ayrıntılı olarak anlatılır. Bir hüküm bütün çağrışımları ile açıklanmadan yeni bir hükme geçilmez. Her hükmün arkasından, kimi zaman da hükmün anlatımı sırasında, açıklanmakta olan konunun önemini ve büyüklüğünü vurgulayan, düşündürücü bir sonuç, bir yorum cümlesi gelir. Bu yorum cümlesi, insan vicdanı üzerinde uyarıcı, canlandırıcı ve düşünceyi keskinleştiren bir etki bırakır. Özellikle uygulanmaları kalpdeki Allah korkusuna ve vicdan duyarlılığına bağlı olan direktiflerde bu uyarıcı etki daha çok önem kazanır. Zira bu engelleyici, gözetleyici ve uyanıklığa çağırıcı bilinç varolmayınca bu ayetleri ve hükümleri hileli yorumlarla çarpıtmak mümkün hale gelir.

Bu hükümlerin ilki müslüman bir erkeğin, putperest bir kadınla ve müslüman bir kadının, putperest bir erkekle evlenmesinin yasaklanmasını içerir. Bu hükmün arkasından gelen sonuç, yorum cümlesinde, daha doğrusu cümlelerinde şöyle ifade ediliyor:

"Onlar sizi Cehennem'e çağırırlar. Oysa Allah sizi izni ile Cennet'e ve günahlarınızın bağışlanmasına çağırıyor. O, insanlara ayetlerini açıkça anlatıyor ki, öğüt alsınlar."

İkinci hüküm, aybaşı kanamaları dönemlerinde kadınlarla cinsel ilişki kurma yasağıyla ilgilidir. Bu konunun ardından gelen yorum cümleleri ile iki cins arasında cinsel birleşme de dahil tüm ilişkiler bir anlık bedeni şehvet doyumu olma niteliğinden arındırılarak, bu anlık doyumdan çok daha büyük, çok daha yüce amaçlı bir insanlık görevi düzeyine çıkarılır. Bu yüceltilmiş amaç, aslında, insanlık amacını bile aşar. Çünkü yaratıcının ibadet ve takva yoluyla kullarını temizleme, arındırma iradesi i(e ilgilidir:

"Kadınlar temizlendiklerinde Allah'ın size emrettiği yoldan onlarla cinsel ilişki kurun. Hiç şüphesiz Allah tevbe edenleri ve tertemiz olanları sever.

Kadınlarınız sizin çocuk yetiştiren tarlanızdır. Buna göre tarlanıza dilediğiniz gibi varın. Kendiniz için ileriye dönük hazırlık yapın, günah işlemekten sakının ve mutlaka Allah'a kavuşacağınızı bilin. Bunu müminlere müjdele."

Üçüncü hüküm genel anlamda yeminler ile ilgilidir ve erkeğin eşiyle cinsel ilişki kurmayacağına ilişkin yemini (ilâ) ile boşama konularının ele alınacağı bir ortam oluşturma niteliği de taşır. Bu hükmün uygulaması konusu Allah'a ve Allah korkusuna bağlanmıştır aynı zamanda:

"Allah herşeyi işitir ve bilir.", "Allah günahları bağışlayıcı ve halïmdir."

Dördüncü hüküm, erkeğin eşi ile yatmama yeminine ilişkindir. Bu hükmün ardından gelen yönlendirici yorum cümlelerinde şöyle buyuruluyor:

"Eğer bu yeminlerinden dönerlerse kuşku yok ki, Allah bağışlayıcıdır ve merhametlidir.

Eğer boşamaya karar verirler ise kuşku yok ki, Allah işiten ve bilendir." Beşinci hüküm, boşanmış kadının zorunlu bekleme süresine ilişkindir. Bu hükmün arkasından şu uyarıcı yorum cümleleri gelir:

"Eğer Allah'a ve Ahiret gününe inanmışlar ise Allah'ın rahimlerinde yarattığını (çocuğu) saklamaları kendileri için helal değildir."

"Hiç şüphesiz Allah, üstün güçlüdür ve hikmet sahibidir."

Altıncı hüküm, boşama evrelerinin sayısına ilişkindir. Buna bağlı olarak boşamanın gerçekleşmesi durumunda mehrin bir bölümünü geri alma ve nafaka konuları ile ilgili hükümler anlatılır. Bu hükümlerin arkasından şu uyarıcı yorumlara yer verilmiştir:

"Kadınlara evliyken verdiklerinizden birşey geri almak, size helâl değildir. Ama eğer erkek ve kadın, Allah'ın koyduğu sınırları gözetemeyeceklerinden korkarlarsa o başka. Eğer kadın ile koca, Allah'ın koyduğu sınırları gözetemeyecekler diye korkarsanız kadının, boşanmak için kocasına fidye vermesinde her iki taraf için de bir sakınca yoktur. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, bunları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridirler."

"Eğer sonraki koca kadını boşar da Allah'ın sınırlarını gözeteceklerine inanırlarsa eski karı-kocanın tekrar birbirlerine dönmelerinin sakıncası yoktur. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, O, onları bilen topluluğa anlatıyor."

Yedinci hüküm, boşamanın ikinci evresinden sonra kadını ya meşru bir şekilde tutmak ya da iyilikle bırakmak konusu ile ilgilidir. Bu hükmün arkasından şu uyarıcı yorum cümlelerini okuyoruz:

"Sakın onlara zarar vererek Allah'ın sınırlarını çiğnemek amacı ile kadınları alıkoymayın. Kim bunu yaparsa kendine yazık etmiş olur. Allah'ın ayetlerini alaya almayın. Allah'ın size bağışladığı nimetleri ve öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti hatırınızdan çıkarmayın, Allah'tan korkun ve O'nun her şeyi bildiğini bilin."

Bu, içinizden Allah'a ve Ahiret gününe inananlara yönelik bir öğüttür. Bu sizin hesabınıza en temiz ve iffete uygun yoldur. Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz."

Dokuzuncu hüküm, koca ölüp de dul kalan kadınların zorunlu bekleme sürelerine ilişkindir. Bu hükmün arkasından şu uyarıcı yorum cümleleri gelir:

"Bu sürelerini doldurduklarında meşru olarak yaptıklarından dolayı siz sorumlu tutulmazsınız. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah onu bilir."

Onuncu hüküm, zorunlu bekleme dönemini geçirmekte olan bir kadına ima yolu ile evlenme teklifi yapmaya ilişkindir. Bu hükmü izleyen uyarıcı yorum cümlelerinde şöyle buyuruluyor:

"Sizin onları hatırınızda tutacağınızı Allah biliyor. Söyleyeceğiniz uygun sözler dışında sakın onlarla gizlice buluşmak üzere sözleşmeyin ve gerekli bekleme süresi dolmadıkça nikâh akdetmeye girişmeyin, içinizden geçen duyguları Allah'ın bildiğini bilin, O'ndan çekinin, iyi bilin ki, O, günahları bağışlar ve halîmdir."

Onbirinci hüküm, gerek mehrin belirlendiği ve gerekse belirlenmediği durumlarda cinsel ilişki kurulmadan önce boşanmış kadınlara ilişkindir. Bu hükmün hemen arkasından vicdanları okşayan şu uyarıcı yorum cümleleri ile karşılaşıyoruz:

"Mehrin tümünü bağışlamanız takvaya daha yakındır. Birbirinize karşı erdemliliği unutmayın. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah onu görür."

Onikinci hüküm, kocası ölmüş ve boşanmış kadına yapılacak bağışa (mu'taya) ilişkindir. Bu hükümle ilgili olan uyarıcı yorum cümlesinde şöyle buyuruluyor:

"Boşanmış kadınların geleneklere uygun bir şekilde geçimlerini sağlamak, takva sahiplerinin boynuna borçtur."

Bütün bu hükümlerin arkasından gelen genel uyarıcı yorum cümlesi şöyledir:

"Allah, size ayetlerini böyle açık açık anlatıyor ki, düşünesiniz."

Bütün bu hükümler, ayrı birer. ibadet niteliğindedirler. Evlilik yolu ile Allah'a ibadet... Cinsel ilişki ve nesil üretimi yolu ile Allah'a ibadet... Boşama ve ayrılmada Allah'a ibadet... Zorunlu beklemé süresi ve evliliğe dönme yolu ile Allah'a ibadet... Nafaka verme ve bağışta bulunma yolu ile Allah'a ibadet... Meşru biçimde evliliği sürdürme ya da eşe iyilikle yol verme yolu ile Allah'a ibadet... Fidye vererek ya da mehirden vazgeçerek boşanma yolu ile Allah'a ibadet... Çocuk emzirme ve memeden kesme yolu ile Allah'a ibadet... Kısacası her harekette ve her duyguda Allah'a ibadet. Böyle olduğu için bu hükümler arasında korku anında ve güvenli durumlarda namaz kılınmasına ilişkin hükme yer verilerek şöyle buyuruluyor:

"Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a gönülden bağlı ve saygılı olarak namaza durun.

Eğer korku altında iseniz yürürken ya da binek hayvanın sırtında namaz kılın. Güvene kavuştuğunuzda ise bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah'ı anın."

Bu hüküm, incelemekte olduğumuz söz konusu hükümlerin anlatımı henüz bitmeden aralarına girmekte, böylece namaz ibadeti, gündelik hayat ibadetleri ile İslâm'ın özelliğinden ve İslâm düşüncesine göre insanın varoluş amacından kaynaklanan bir bütünlük içerisinde kaynaşmaktadır. Bu ifade tarzı bize ince espriyi düşündürmek ister gibidir: Bu hükümler birer ibadettir. Bu hükümlerde Allah'ın emrine uymak, namazda O'nun emrini yerine getirmek gibidir. Hayat bölünmez bir bütün olduğu gibi hayatın içinde yeralan ibadetler ayrılmaz bir sistemdir. Emirlerin tümü Allah'tan gelir. İşte ilâhi hayat sistemi budur." (Uzun zaman bu ayetlerin ifade özelliğinin sırrını kavrayamamışım. Bundan dolayı bu cüzün ilk baskısında ve ilâveli ikinci baskısında bu konuda şöyle demiştim; "Açıkça belirtiyorum ki, bu ayetlerde aile hukuku konusunun arasında neden namazla ilgili bir hükme yer verildiğine takıldım, kaldım. Bu anlatım tarzını sırrını bir türlü anlayamadım. Onu zoraki bir yoruma da bağlamak istemiyorum. Bazı tefsirciler, aile konusundan sözedilirken namaz konusuna dönülmesinin namazın önemini vurgulama, onu hatırlatıp unutulmasına meydan vermeme amacına dayandığını söylüyorlar. Bana bu açıklama tarzı da pek ikna edici gelmiyor (O baskının 68. ve 69. sayfaları)

Sözlerimi şöyle bağlamıştım; "Fakat samimi olarak söylediğim gibi şimdi düşünebildiğim açıklama tarzı, beni pek tatmin etmiş değil. Eğer başka bir açıktama biçimi düşünürsem, onu gelecek baskıda açıklarım. Eğer yüce Allah okuyucularımdan birinin tatminkar bir açıklama tarzı bulmasını nasip ederse lütfedip onu bana ulaştırsın ve yüce Allah'ın bu hidayeti karşısında bana kendisine müteşekkir olma fırsatı versin."

Şimdi ise içime doğan bu açıklama tarzından tatmin oldum ve bu sayede yolum aydınlandı. Bizi bu noktaya vardıran Allah'a hamdolsun. Eğer O, bizi bu noktaya vardırmamış olsaydı, biz kendiliğimizden oraya varamazdık.)

Bu hükümlerde şu özellik dikkatimizi çekiyor. Bunlar birer somut ibadet oldukları, ibadet havası oluşturdukları ve ibadet gölgesi yansıttıkları gibi aynı zamanda pratik hayatın, insan fıtratı ile insan yapısının, insanın yeryüzündeki hayatında karşılaştığı pratik ve somut zaruretlerin şartlarından hiçbirini gözardı etmiyor.

İslâm, insanlar için yasa koyar, onun yasaları ne bir melekler topluluğuna ve ne de ancak rüyalarda görülen kanatlı gök varlıklarına hitap eder. Bundan dolayı İslâm, yasal düzenlemeleri ve direktifleri aracılığı ile insanları ibadet ortamına yükseltirken onların insan olduklarını, ibadetlerinin insan tarafından yapılmış ibadetler olduklarını, onlarda içgüdü ve ihtirasların, yetersizlikler ve zaafların, zaruretler ve tepkilerin, his ve heyecanların, idealler ve kötü amaçların olduğunu hiçbir zaman unutmaz. İslam, bunların tümünü gözönünde bulundurur ve onları temiz ibadet yolunda parlak aydınlıklar saçan bir ışık kaynağına doğru ilerletir. Üstelik bu yönlendirmeyi yapaylığa ve zorlamaya başvurmadan yapar. Düzenini tümü ile insanın insan olduğu ilkesine dayandırır.

Bu gerekçe ile İslâm, erkeğin belirli bir süre karısı ile cinsel ilişki kurmamayı kararlaştırmasını hoşgörü ile, anlayışla karşılar. Fakat bu sürenin dört ayı aşmaması gerektiğini belirtir. İslâm boşama olayını onaylar, onu meşru sayar, hükümlerini ve yasadışı biçimlerini düzenler. Fakat aynı zamanda yuvanın temellerini sağlamlaştırmak, aile bağlarını güçlendirmek ve bu ilişkiyi ibadet düzeyine çıkarmak için tüm gayretini harcamaktan geri durmaz. Bu öyle bir dengedir ki, bu düzenin bütün idealist amaçlarını yüksek düzeyli bir realiteye, pratiğe bağlar, bu idealist amaçları insan gücünün sınırları içinde tutar, ilke olarak onların insana yönelik olmasını benimser.

Burada, fıtratla bağdaşan bir kolaylıkla; hem kadına ve hem de erkeğe yönelik bilgece (hekimane) bir kolaylıkla karşı karşıyayız. Bu önemli proje başarı-ya ulaşamayınca, bu en küçük toplumsal hücre (aile) dirliğin ve istikrarın tadını tadamayınca, her şeyin içyüzünden haberdar olan, herşeyi gören, insanların özel hayatları ile ilgili onların bilmediği ayrıntıları bilen yüce Allah kadın-erkek arasındaki bu bağın bir tutsaklık zinciri, bir hapishane; ne kadar dayanılmaz, nefes aldırmaz, dikenlerle dolu ve kara bulutlarla sarılmış bile olsa çözülmesine imkân olmayan bir kelepçe olmasını istememiştir. Yüce Allah aile kurumunun huzur ve güven yuvası olmasını dilemiştir. Eğer insan fıtratından ya da karakter farklılığından kaynaklanan bir sebep yüzünden bu amaç gerçekleşmemiş ise böyle bir çift için en çıkar yol birbirinden ayrılarak yeni bir yuva kurmaya girişmeleridir. Yalnız, ayrılmayı kararlaştırmadan önce bu kutsal kurumu yıkımdan kurtarmak için her yola başvurulmalı, bunun yanısıra ne kocanın ne kadının ne emzikli çocuğun ve ne de ana rahmindeki bebeğin zarara uğramamasını sağlayacak yasal ve vicdanî-insanî önlemler alınmalı, mağdurların herbirine güvenceler hazırlanmalıdır.

İşte bu, yüce Allah'ın insan için yasallaştırdığı ilâhi düzendir.

Eğer insan, yüce Allah'ın insanlar için dilediği bu düzenin ilkeleri ve barışın egemen olduğu dengeli, temiz toplumu, yaşadığı dönemin sosyal düzeni ile karşılaştırırsa, aralarında çok büyük bir mesafe olduğunu görür. Eğer gerek Batıda ve gerekse Doğuda görülen ve kendilerini ileri sayan cahiliye toplumlarında somutlaşan insanlığın günümüzdeki realitesi ile İslâm'ın önerdiği sosyal düzen karşılaştırılırsa bu karşılaştırmayı yapan kişi İslami düzenin günümüzün hakim düzenlerine göre ne kadar yüksek derecede olduğunu kesinlikle farkeder; bu sistemi insanlar için yasallaştırmakla yüce Allah'ın onlar hesabına ne çapta bir onur, temizlik ve barış dilemiş olduğunu hisseder. Özellikle kadın, yüce Allah'ın kendisini ne çapta gözettiğini ve onurlandırdığını somut biçimde algılar. O kadar ki, bu ilâhi sistemin kendine yönelttiği bu belirgin gözetimi kavrayan, ruh sağlığı yerinde her kadının kalbinin mutlaka Allah sevgisi ile kaynayıp coşacağından eminim.

221- Müşrik kadınlarla, onlar iman etmedikçe, evlenmeyin. Mümin bir cariye, çok hoşunuza giden putperest bir hür kadından daha iyidir. Müşrik erkeklerle, onlar iman etmedikçe, evlenmeyin. Mümin bir köle, çok hoşunuza giden putperest bir hür erkekten daha iyidir. Onlar sizi Cehenneme çağırırlar. Oysa Allah sizi izni ile Cennet é ve affedilmeye çağırıyor. O, ayetlerini insanlara açıkça anlatıyor ki, öğüt alsınlar.

Nikâh, yani evlilik, karşı cinsten iki insanı birleştiren en köklü, en güçlü ve en sürekli bağdır. Bu bağ, iki kişi arasında mümkün olan en geniş çaplı anlayış birliğini içerir. Buna göre tarafların kalplerinin çözülmez bir bağda birleşmesi, buluşması gerekir. Kalplerin birleşebilmesi için aralarında inanç ve istikamet birliği bulunmalıdır. Öte yandan dini inanç, vicdanların yapılanmasına en köklü ve en yaygın biçimde katkıda bulunan, onları etkileyen, duyguları biçimlendiren, bu duyguların etkilenmelerini ve tepkilerini belirleyen, hayat boyunca vicdanların izleyecekleri yolu çizen faktördür. Gerçi kimi zaman dini inancın pasifleşmesi ve etkinliğinden uzaklaşması birçoklarını yanıltıyor. Böyleleri bu yüzden dini inancın gelip-geçici bir duygu olduğunu, bazı felsefî düşüncelerle ya da sosyal akımlarla yerinin doldurulabileceğini sanırlar. Fakat bu görüş insanın psikolojik yapısı, onun gerçek dayanakları hakkında eksik bilgiden kaynaklanan asılsız bir saplantıdır.

Mekke'de oluşmaya başlayan İslâm cemaati kalplerinde gerçekleştirdiği duygu ve inanç devrimini aynı oranda sosyal hayatında da gerçekleştirebilecek, farklı bir pratik sosyal düzen kurabilecek ortamdan yoksundu. Çünkü sosyal gelişmeler zamana ve tedrici kurumsal düzenlemelere muhtaçtırlar. Fakat yüce Allah, müslüman toplumun Medine'de bağımsızlığına kavuşmasını ve inanç alanındaki özgünlüğüne paralel olarak toplumsal kişiliğinin de özgünlük kazanmasını dileyince, yeni yasal düzenlemeler birbiri arkasından gelmeye başladı. Bu arada bu ayet inerek artık müslümanlar ile müşrikler arasında yeni evliliklerin yapılmasını yasakladı. Fakat dâha öncéden varolan bu tür evlilikler Hicri altıncı yıla kadar yürürlükte kaldı. Ancak bu tarihte Hudeybiye denilen yerde Mümtehine suresinde yeralan şu ayet indi:

"Ey müminler, mümin kadınlar göç ederek size geldikleri zaman onları imtihan edin. Gerçi Allah onların imanlarının durumunu herkesten iyi bilir. Eğer onların gerçekten mümin olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin. Ne bu kadınlar onlara helâldir ve ne de o erkekler bunlara helâldir"... "Kâfir kadınları nikâhınız altında tutmayın." (Mümtehine Suresi, 10)

Bunun üzerine müslümanlar ile müşrikler arasındaki evlilik ilişkileri kesin bir biçimde sona erdi.

Artık bir müslüman erkeğin, müşrik (puta tapan, Allah'a ortak koşan) bir kadınla ve müşrik bir erkeğin, müslüman bir kadınla evlenmesi haram kılınmıştı. Bundan böyle aynı inancı paylaşmayan iki kalbin evlilik aracılığı ile birleştirilmesi yasaktı. Çünkü bu durumda evlilik bağı yapay, çürük ve zayıf bir bağdı. Çünkü bu evliliğin tarafları Allah'ta buluşmuyorlardı. Bu tür bir evlilikle de hayat ortaklığı gerçekleştirilemezdi. İnsanı onurlandırıp hayvanların üzerinde bir düzeye yükseltmiş olan yüce Allah evlilik ilişkisinin hayvansal bir içgüdü, basit bir şehvet boşalması olmasını istemiyor, bunun yerine onu yüceltip Allah'la ilişki kuracak düzeye çıkarmak, hayatın gelişmesi ve arındırılması alanında bu kurum ile Allah'ın dileğini ve sistemini ortak bir noktada buluşturmak istiyor.

İşte bu yüzden şu kesin ve kararlı direktifle karşılaşıyoruz:

"Puta tapan kadınlarla, onlar iman etmedikçe, evlenmeyin."

Eğer bu kadın iman ederse, aradaki engel ortadan kalkmış, erkek ile kadının kalpleri Allah'da buluşmuş, böylece bu iki insan arâsındaki ilişki zararlı ve bozucu bir faktörün etkisinden kurtulmuş olur. Bu ilişki hem kurtulmuş hem de yeni bağ, yani inanç bağı aracılığı ile güçlenmiş olur:

"Mümin bir cariye, çok hoşunuza giden putperest bir hür kadından daha iyidir."

Burada sözü edilen "çok beğenme", hoşlanma duygusu sırf içgüdülerden kaynaklanır, yüce insanî duyguların onda hiçbir katkısı yoktur. Bu içgüdüsel duygu, duyu organları ile vücudun diğer bazı organlarının yargısı olmaktan öteye gitmez. Oysa gönül güzelliği daha derinlikli ve daha değerlidir. Hatta, müslüman kadın, bir cariye bile olsa bu böyledir. Çünkü onun İslâm kaynaklı nesebi,kendisini soylu fakat müşrik kadının üzerinde bir düzeye yükseltir. Çünkü bu nesep, yüce Allah'tan kaynaklanır ki, bu, neseplerin en üstünüdür.

"Putatapan erkeklerle, onlar iman etmedikçe, evlenmeyin. Mümin bir köle, çok hoşunuza giden putperest bir hür erkekten daha iyidir."

Burada bir önceki cümledeki hüküm, biçim değişikliği yapılarak tekrarlanıyor. Maksat söz konusu hükmü pekiştirmek, anlatımına ayrıntılık kazandırmaktır. Yoksa ilk cümledeki hükmün gerekçesi ile ikinci cümledeki hükmün gerekçesi aynıdır.

"Onlar sizi Cehennem'e çağırırlar. Oysa Allah sizi, izni ile, Cennet'e ve affedilmeye çağırıyor. O, ayetlerini insanlara açıkça anlatıyor ki, öğüt alsınlar."

Yollar ayrı, çağrılar ayrıdır. Böyle olunca bu iki grup insan, hayatın temel kurumu olan bir birleşmede nasıl biraraya gelebilirler?

Putperest erkek ve kadınların yolları Cehennem'e doğrudur, çağrıları da Cehennem'e doğrudur, çağrıları da Cehennem'e yöneliktir. Oysa mümin erkek ve kadınların yolu, Allah yoludur. Allah da izni ile Cennet'e ve bağışlanmaya çağırır. Onların çağrısı ile yüce Allah'ın çağrısı birbirinden ne kadar uzaktır!

Fakat, acaba aslında Cehennem'e çağıranlar, o putperest erkekler ile kadınlar mıdır? Kendisini ve başkalarını Cehennem'e çağıran aslında kimdir? Bu ayet, kısa yoldan bu son gerçeğe parmak basıyor, onu dal-`a baştan Cehennem'e çağırmak olarak vurguluyor, çünkü bunun akıbeti, Cehennem'dir. Yüce Allah müslümanları, bu İslâm'dan vazgeçirme amaçlı çağrı konusunda uyarıyor, "Öğüt alsınlar diye insanlara ayetlerini açıkça anlatıyor." Buna rağmen kim söz dinlemez de bu çağrıya uyarsa veyl olsun, yazıklar olsun ona...

Burada şu noktayı hatırlatalım. Bu ayetle yüce Allah -aradaki inanç ayrılığına rağmen- müslüman bir erkeğin: Ehl-i Kitaptan bir kadınla evlenmesini yasaklamıyor. Bu, farklı bir konudur. Müslüman erkek ile Ehl-i Kitaptan olan kadın, şeriatlerinin ayrıntılarındaki farklılığa rağmen, Allah'a inanma ilkesinde ortaktırlar.

Fakat eğer söz konusu Ehl-i Kitap bağlısı kadın Allah'ın "Üçün üçüncüsü" olduğuna ya da "Meryem oğlu İsa'nın Allah" olduğuna ya da "Üzeyir'in Allah'ın oğlu" olduğuna inanıyorsa, acaba evlenilmesi yasak müşrik (Allah'a ortak koşmuş) bir kadın mı sayılır, yoksa "Bugün size temiz olanlar helâl kılındı." ...."Sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları size helâl kılındı" ayetinin kapsamına girer, Kitap Ehli kadınlardan mı kabul edilir? Bu konu, fıkıh bilginleri arasında tartışmalıdır." (Maide Suresi, 5)

Fıkıh bilginlerinin çoğunluğunun görüşü, söz konusu kadının bu ayetin kapsamına girdiği yolundadır. Fakat ben böyle bir kadınla evlenmenin haram olacağını savunan görüşü benimseme eğilimindeyim. Nitekim Buharî'de yeraldığına göre İbn-i Ömer (Allah her ikisinden de razı olsun) şöyle diyor:

"Ben,bir kadının, Allah'ının İsa olduğuna göre İbn-i Ömer daha büyük bir şirk (ortak koşma) bilmiyorum."

Buna karşılık müslüman bir kadının, Ehl-i Kitaptan bir erkekle evlenmesi kesinlikle yasaktır. Çünkü bu olay müslüman bir erkeğin, müşrik olmayan Ehl-i Kitaptan bir kadınla evlenmesinden mahiyeti itibarı ile farklıdır, bu yüzden hükmü de farklıdır.

Bunun nedeni; İslâm şeriatına göre doğan çocuklar babalarının soyadını alırlar. Ayrıca pratikteki uygulamaya göre kadın, kocasının ailesine, toplumuna ve yurduna taşınmaktadır. Buna göre müslüman bir erkek, müşrik olmayan bir Ehl-i Kitap bağlısı kadınla evlenince kocasının toplumuna katılır, adamın bu kadından doğacak çocukları da kendi soyadını alırlar. Bu durumda egemen olan, bu yuvayı gölgesi altına alan güç, İslâm'dır. Fakat eğer müslüman bir kadın, Ehl-i Kitap (yahudi, hristiyan) bir erkek ile evlenirse bunun tam tersi olur; kadın kendi toplumundan uzak yaşamak durumuna düşer; gerek zayıf oluşu ve gerekse bir yabancı ile kurmuş olduğu bu birlik onun İslâm'dan uzaklaşmasına yolaçar. Bunun yanısıra doğacak olan çocukları kocasının soyadını taşıyacak ve kendi dininden başka bir dine bağlanacaklardır. Oysa İslâm'ın her zaman egemen güç olması gerekir.

Yalnız bazı pratik sebepler, aslında mübah olan müslüman bir erkeğin, Ehli Kitap bağlısı bir kadınla evlenmesini mekruh saydırabilir. Nitekim Hz. Ömer, söz konusu sebepler karşısında bu görüşü benimsemektedir.

İbn-i Kesir, tefsirinde bu konuda şöyle diyor:

- Ebu Cafer b. Cerir, Ehl-i Kitap bağlısı kadınlar ile evlenme hakkında bilginler arasında görüş birliğinin bulunduğunu anlattıktan sonra sözlerine şöyle devam ediyor; "Fakat Hz. Ömer, müslüman kadınların erkekler tarafından ikinci plâna atılabileceği ve daha başka sakıncaları gözönüne alarak bu tür evliliği mekruh görmüştür."

Yine bize gelen bilgilere göre, sahabilerden Hz. Huzeyfe, yahudi bir kadınla evlenmiş ve Hz. Ömer, ona; "O kadını boşa" diye yazmıştı. Huzeyfe de kendisine; "Bu kadınla evlenmemin haram olduğu görüşünde misin ki, onu boşayayım?" diye soran bir yazı ile cevap verdi. Hz. Ömer, Huzeyfe'nin bu mektubuna şu cevabı verdi; "Bu evliliğin haram olduğu görüşünde değilim. Fakat mümin kadınlar ile bu tür kadınlar arasında çatışma çıkar diye korkuyorum." Başka bir rivayete göre Hz. Ömer, Huzeyfe'ye verdiği cevapta şöyle diyor; "Müslüman erkek, hıristiyan kadınla evlenecek. Peki o zaman müslüman kadın kimle evlenecek?"

Biz günümüzde bu tür evliliklerin müslüman bir ev için uygun olmadığı, kötü sonuçlar doğuracağı görüşündeyiz. Şurası inkâr edilmez bir gerçektir ki, hıristiyan, yahudi ya da dinsiz bir kadın, evine ve çocuklarına kendi rengini verir ve olabileceği kadar İslâm'dan uzak bir kuşak meydana getirir. Özellikle günümüzün İslâm'dan kopmuş ve ancak hoşgörülü bir bakış açısıyla "müslüman" diye tanımlanabilecek müslüman-cahiliye karışımı toplumu için bu gerçek daha da geçerlilik kazanır. Çünkü bu toplumlar İslâm'a birtakım zayıf ve biçimsel iplikler ile bağlıdırlar. Bu iplikleri, aileye dışardan gelecek olan yabancı kafir bir kadın kolayca koparabilir.