231- Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini doldurdukları zaman ya onları meşru biçimde tutun ya da yine meşru biçimde bırakın. Sakın onlara zarar vererek Allah'ın sınırlarını çiğnemek amacı ile kadınları alıkoymayın. Kim bunu yaparsa kendine yazık etmiş olur. Allah'ın ayetlerini alaya almayın. Allah'ın size bağışladığı nimetleri ve öğüt vermek için indirdiği Kitabı ve hikmeti hatırınızdan çıkarmayın. Allah'tan korkun ve O'nun herşeyi bildiğini bilin.

232- Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini doldurdukları zaman eğer daha önceki kocaları ile meşru biçimde anlaşırlarsa evlenmelerine engel olmayın. Bu, içinizdeki Allah `a ve Ahiret gününe inananlara yönelik bir öğüttür. Bu sizin hesabınıza en temiz ve en iffetli yoldur. Allah bilir, fakat siz bilemezsiniz.

Evlilik hayatının havasına meşruluk, iyilik ve güzellik egemen olmalıdır. İster bu hayat sürsün, isterse ipleri kopmuş olsun, bu durum değişmemelidir. Üzme ve sıkıntıya sokma niyeti, bu hayatın unsurları arasına girmemelidir. İnsanları bunalımlara sürükleyen ayrılık ve boşanma durumunda böylesine yüksek düzeyli bir hoşgörünün varolabilmesi için mutlaka yeryüzü hayatının şartlarına bağımlı olmayan yüce bir unsur, vicdanları kinlerden ve kıskançlıklardan uzak ve yüksek tutan, hayat ufkunu ve perspektifini yaşanılan anın ve somut şeylerin ötelerine doğru genişleten bir faktör gereklidir. Bu, yüce Allah'a ve Ahiret gününe inanma faktörüdür. En büyük nimet olan iman nimetinden vücut sağlığına ve kendisine bahşedilen çeşitli rızıklara kadar Allah'ın sayılamayacak derecedeki nimetlerini ancak bu imanı kalbinde taşıyan bir mümin hatırına getirebilir. Yine ancak bu unsuru barındıran insan Allah korkusunu kalbinde taze tutar ve başarısızlıkla sonuçlanan evliliğinin, elinden çıkan nafakanın karşılığını O'ndan bekler. İşte burada, halen devam eden ya da ipleri kopmuş evlilik hayatına meşruluğun, iyiliğin ve güzelliğin hakim olması gerektiğini anlatan bu iki ayet, bu yüce unsuru zihinlerde canlandırmak istiyor.

Cahiliye döneminde kadın, cahiliye düzeninin kabalık ve sapıklığına denk düşen baskı ve sıkıntılarla karşı karşıya idi. O daha küçük bir çocuk iken bu baskılar kendini gösterir, kimi zaman da diri diri toprağa gömülürdü. En şanslı zamanında horlama, sıkıntı ve ezilmişlik altında yaşardı. Evlendiği zaman kocasının mallarından bir mal sayılır, dahası, deveden ve attan daha ucuz, daha değersiz tutulurdu. Bu sıkıntı ve baskılar boşanınca da şiddeti artarak sürerdi. Çünkü eski kocası razı olup izin vermedikçe evlenmesi engellenirdi. Bazan da eski kocasına yeniden dönmek ister, fakat bu dönüşüne bu defa ailesi karşı çıkardı. Genellikle de hor, aşağılık ve önemsiz görülürdü. Toplumsal konumu o günün dünyasına egemen olan diğer cahiliye toplumlarındaki kadın konumu ile tıpatıp aynı idi.

Sonra İslâm geldi ve kadının hayatına, bazı örneklerini yukardaki ayetlerde gördüğümüz ılık rüzgârların serinliğini estirdi... Gelir-gelmez ona yönelik bakış açısının düzeyini yükselterek kadın ile erkeğin yüce Allah tarafından yaratılan aynı "nefs" bütününün ayrılmaz birer parçası olduklarını ilân etti... Gelir-gelmez iyi niyetle sürdürülen karı-koca ilişkilerini ibadet mertebesine yükseltti. Şunu da belirtelim ki, kadın bu hakların hiçbirini istemiş değildi, hatta daha önce onların varlığından bile haberi yoktu. Bu hakların hiçbirini erkek de istememişti, istemek bir yana onlar aklının ucundan bile geçmiş değildi. Bu haklar her iki cinse ve tüm insanlığın toplumsal hayatına yüce Allah'ın karşılıksız bir keremi, bir rahmeti olarak bağışlanmıştı.

"Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini doldurdukları zaman ya onları meşru biçimde tutunuz ya da yine meşru biçimde bırakınız. Sakın onlara zarar vererek Allah'ın sınırlarını çiğnemek amacı ile kadınları alıkoymayınız."

Buradaki "bekleme süresini doldurmak"tan maksat; bir önceki ayette anlatılan bekleme süresinin sonuna yaklaşmaktır. Bu sürenin sona ermesine doğru erkek iyi geçinmek niyeti ile ve meşruluk sınırları içinde kalarak kadına dönecek-ki kadını "iyilikle tutmak" bu demektir- ya da bekleme süresinin dolmasını bekleyerek kadının kendisinden kesinlikle umut kesmesini sağlayacak. -Ki kadını "iyilikle salıvermek, bırakmak- bu anlama gelir-. Bu arada erkek, kadını sıkıntıya sokmayacak, ondan boşama karşılığında fidye istemeyecek ve istediği erkekle evlenmesine engel olmayacaktır:

"Sakın onlara zarar vererek Allah'ın sınırlarını çiğnemek amacı ile kadınları alıkoymayın."

Bu tutumun tipik bir örneğini, eşine karşı takındığı tutumu az yukarda naklettiğimiz Ensar'dan bir müslümanın karısına söylediği "vallahi, seninle ne bir daha biraraya gelirim ve ne de senden ayrılırım" biçimindeki sözlerde okumuştuk. İşte bu, kadını "iyi olmayan biçimde tutmak; zarar vermek amacı ile alıkoymak"tır ki, İslâm'ın hoşgörüsü buna razı olamaz. Nitekim bu "zarar verme amaçlı alıkoyma uygulaması" incelemekte olduğumuz ayetlerde tekrar tekrar yasaklanmaktadır. Çünkü, örneklerinin çokluğundan da anlaşıldığı gibi bu tutum, o günün Arap toplumunda yaygındı. Ayrıca İslâm'ın eğitiminden geçmemiş ve imanın yüceltici desteğinden yoksun kalmış her toplumda, her sosyal ortamda bu tip kötü uygulamaların yaygınlaşması doğaldır.

Burada Kur'an-ı Kerim, en soylu duyguları uyarıyor, aynı anda hem Allah'tan utanma duygusunu ve hem de Allah korkusu bilincini birlikte harekete geçiriyor, arkasından bütün bu psikolojik etkenleri, vicdanları cahiliye gelenekleri ile bu zihniyetin tortularından kurtararak elinden tutup yükseltmeyi hedeflediği onurlu ve yüce düzeye çıkarmak üzere seferber ediyor:

"Kim böyle yaparsa kendine yazık etmiş olur. Allah'ın ayetlerini alaya almayın. Allah'ın size bağışladığı nimetleri ve öğüt vermek için indirdiği Kitabı ve hikmeti hatırınızdan çıkarmayın, Allah'tan korkun ve O'nun herşeyi bildiğini bilin."

Boşanmış kadını, ona zarar vermek, haklarından yoksun bırakmak amacı ile oyalayan, alıkoyan kimse kendine yazık eder. Çünkü o kadın da kendi nefsinden türemiş bir kardeşidir. Buna göre ona zulmetmekle aynı zamanda kendine zulmetmiş olur. Ayrıca nefsini günaha sürüklediği için ve Allah'a itaat etmekten alıkoyduğu için de nefsine zulmetmiş olur. Bu, ayette vurgulanan birinci noktadır.

Yüce Allah'ın aile dirliğine ve boşamaya ilişkin ayetleri son derece açık, hedefi belirgin ve ciddidir. Bu ayetler aile hayatını düzene koymayı, onu doğruluk ve ciddiyet temelleri üzerine oturtmayı amaçlar. Erkek, bu ayetleri kadına zarar vermek, onu sıkıntıya sokmak amacı ile kullanmaya kalkışabilir, bu maksatla yüce Allah'ın emniyet sübabı ve rahatlasınlar diye tanıdığı bazı kolaylık imkânları ile oynayabilir. Bu arada yüce Allah'ın karı-koca hayatını yeniden kurmak, düzeltmek için erkeğe tanıdığı eşine dönme yetkisini kadını baskı altında tutmanın, onu mutsuz etmenin aracı olarak kullanabilir. Ama bu söylediklerimizden sadece birini yapması dahi yüce Allah'ın ayetlerini alaya alması anlamı taşır. Bu da günümüzde müslüman olduğunu iddia eden cahiliye karakterli İslâm (!) toplumlarında gördüğümüz tutumdur. Bu sahte İslâm toplumlarında fıkıh kolaylıkları baskı, hile ve fesat aracı olarak kullanılıyor. Bu amaç dışı kullanımların en kötü örneğini de boşama yetkisinin kötü niyetli kullanımı oluşturuyor. Yüce Allah'tan hiç utanmadan O'nun ayetleri ile alay edenlere, onları arzularının oyuncağı haline getirenlere yazıklar olsun.

Okuduğumuz ayetler, müslümanlara Allah'ın nimetlerini, kendilerine öğüt vermek amacı ile indirilen Kitabı ve hikmeti hatırlatmakla utanma ve nimetleri itiraf etme duygularını uyarmayı amaçlıyorlar. O günün müslümanlarına Allah'ın kendilerine yönelik nimetlerini hatırlatmak, hayatlarının tüm alanlarını etkilemiş olan somut ve geniş çaplı gelişmelerin anılarını tazeleyici bir nitelik taşıyordu.

İlk müslümanların öncelikle hatırlayacakları ilâhi nimet, doğrudan doğruya bir "ümmet" sıfatıyla varlık sahnesine çıkarılmaları idi. Gerek kentlerde ve gerekse çöllerde yaşayan Araplar İslâm'dan önce ne idiler ki? onlar adı anılmaya değer bir varlık değillerdi. Dünya onları ne tanıyordu ne de varlıklarından haberdardı. O dönemde Araplar ne ağırlığı ve ne de değeri olmayan bölük-pörçük gruplar halinde yaşıyorlardı. İnsanlığa verecek hiçbir şeyleri yoktu ki, başkaları tarafından tanınsınlardı. Hatta onların kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir şeyleri bile yoktu. Kelimenin tam anlamıyla hiçbir şeyleri yoktu. Ne maddî ne de manevi hiçbir şey... Bir defa son derece perişan bir yoksulluk içinde yaşama savaşı veriyorlardı. Yalnız aralarında küçük bir azınlık refah içinde yaşıyordu. Ama bu refah son derece kaba, basit, seviyesiz bir refahtı, tıpkı inlerinde av etleri yığılmış, buna rağmen aç duran yırtıcı hayvanların refahı gibi.

Onlar aynı zamanda akıl, ruh ve duygu yoksulu idiler. İnançları basit, saçma ve derme-çatma idi. Hayat düşünceleri ilkel, geri ve dar ufuklu idi. Hayattaki amaçları; yağma amaçlı baskınlar, acımasız vuruşmalar, eğlence, içki, kumar, kısacası küçük ve basit zevklerden ibaretti.

Onları bu karanlık kuyudan çıkarıp kurtaran İslâm oldu. Hatta onları yeniden varetti. Onlara bütün insanlık tarafından tanınmalarını sağlayacak derecede, önemli bir varoluş bağışladı. Onlara insanlığa aktarabilecekleri değerler sundu. Onlara varlık alemini daha önce hiçbir inanç sisteminin yorumlayamadığı doyuruculukta yorumlayabilen kapsamlı ve büyük bir inanç sistemi iletti. Bu inanç sistemi onlara tüm insanlığın başarılı ve seviyeli önderleri olma imkânını verdi. Ayrıca bu inanç sistemi onlara orjinal bir kişilik kazandırdı; böylece daha önce varlıklarından hiçbir yerde sözedilmezken bu inanç sistemi sayesinde dünya milletleri ve devletleri arasında seçkin bir yer elde ettiler. Bunun yanısıra bu inanç sistemi onlara güç verdi; dünya onları bu güçle tanıdı ve hesaba katmak zorunda kaldı. Oysa daha önce ya çevrelerindeki imparatorlukların köleleri ya da hiç kimse tarafından fark edilmeyecek derecede hesap dışı idiler.

İslâm onlara servet de verdi, dünyanın dört bir yanına yönelik fetihler sayesinde zengin oldular. Bütün bunlardan daha önemli olarak İslâm onlara her alanda barış sundu; gönüllerine, evlerine ve içinde yaşadıkları topluma barış getirdi. Onlara kalp huzuru, gönül rahatlığı, vicdan dirliği, sistem ve yol istikrarı bağışladı. Onlara onurlu ve yüksek seviyeli bir bakış açısı kazandırdı. Onlar yeryüzünün çeşitli bölgelerindeki yolunu şaşırmış cahiliye toplumlarına bu açıdan bakıyor ve yüce Allah'ın hiç kimseye vermemiş olduğu bir nimeti kendilerine verdiğini somut bir biçimde görüyorlardı.

Bundan dolayı, yüce Allah, okuduğumuz ayette onlara nimetlerini hatırlatınca onlar fazla bir uğraşa gerek kalmadan kendi hayatlarında gerçekleşen gelişmelerin anılarını tazeliyorlardı. Çünkü onlar cahiliye dönemini ve arkasından İslam'ı bizzat kendi hayatlarında yaşayan bir kuşaktı. Ancak insanın tasarlama kapasitesini aşan bir olağanüstülüğün gerçekleştirebileceği uzun süreli bir geçiş döneminin, bir devrim sürecinin canlı şahitleri idi onlar. Onlar bu nimeti, yüce Allah'ın kendilerine indirdiği öğüt dolu kitapta ve hikmette somutlaşmış olarak hatırlıyorlardı. Kur'an-ı Kerim, onlara "size indirilen" buyuruyor, kendilerine ikinci şahıs (muhatap) zamiri ile sesleniyordu. Bu ifade onlara bağışlanan nimetinin büyüklüğünü, özverinin hesapsız bolluğunu ve nimetin kendi kişiliklerine içiçe girmiş niteliğini duyuruyordu. Yüce Allah onlara bu ayetleri peyderpey indiriyor ve bu ayetlerden ilahi sistem oluşuyordu. Bu sistemin bir parçası da sosyal hayatın temeli olan aile kurumuna ilişkin hukuk düzeni idi.

Daha sonra bu ayette onların kalplerine ikinci ve son bir uyarının esintilerini yansıtıyor. Bu uyarı onları Allah korkusu ile titretiyor ve kendilerine O'nun herşeyi bildiğini hatırlatıyor:

"Allah'tan korkun ve O'nun herşeyi bildiğini bilin."

Böylece Allah'tan utanma ve O' na şükretme bilincinden sonra korku ve sakınma bilinci harekete geçiriliyor, bu bilinç vicdanı avuçları içine alarak hoşgörü, nezaket ve sorumluluk yolunda ilerletiyor.

Bir sonraki ayet, bekleme süresi dolan boşanmış kadının meşru biçimde uyuşmaları halinde tekrar eski kocasına dönmesine engel olunmasını yasaklıyor:

"Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini doldurdukları zaman eğer daha önceki kocaları ile meşru biçimde anlaşırlarsa tekrar evlenmelerine engel olmayın."

Tirmizi'nin verdiği bilgiye göre Peygamberimiz zamanında Ma'kıl b. Yasar'ın kız kardeşi bir müslümanla evlenmişti. Bu evlilik bir süre devam ettikten sonra adam, Mak'il'in kız kardeşini boşadı ve bekleme süresi içinde de bir daha eşine dönmedi. Fakat bir süre sonra karşılıklı olarak birbirlerine dönmek istediler. Bunun üzerine adam, eski karısına tekrar talip oldu. Ama Ma'kil'in adama verdiği cevap şu oldu; "Alçakoğlu alçak! Seni adam yerine koyarak kız kardeşim ile evlendirdim, sen ise onu boşadın. Vallahi, o sana bir daha hiç dönmeyecek."

Fakat kocanın hanımına ve kadının da eşine olan ihtiyacını herkesten iyi bilen yüce Allah bu ,olay üzerine "Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini doldurdukları zaman..." diye başlayıp "Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz" diye sona eren (yukardaki) ayeti indirdi.

Ma'kil, bu ayeti duyunca "Rabbimin emri başım-gözüm üzerine" diyerek hemen adamı çağırdı ve kendisine; "Onu sana veriyorum, tekrar evlenebilirsiniz" dedi.

Yüce Allah'ın kalplerin samimi arzularını böylesine müşfik bir yaklaşımla karşılaması, O'nun kullarına yönelik merhametinin bir yönünü açığa çıkarır. Ayette genel olarak Allah'ın kullar hesabına dilediği kolaylaştırma, Kur'an kaynaklı sistemin müslüman cemaate uyguladığı eğitim metodu, insanların hayattaki bütün somut problemlerine her durumda cevap veren bu tutarlı sistem aracılığı ile müslümanlara bağışladığı nimetin geniş çaplılığı gözler önüne seriliyor.

Bu ayette, uyarı ve yasaklamanın arkasından, ayrıca müslümanların kalpleri ve vicdanları da harekete geçirilmek isteniyor:

"Bu, içinizdeki Allah'a ve Ahiret gününe inananlara yönelik bir öğüttür. Bu sizin hesabınıza en temiz ve en iffetli yoldur. Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz." Bu ilâhi öğüdü kalplere ulaştıracak olan temel faktör, Allah'a ve Ahiret gününe imandır. Eğer kalpler, şu yeryüzünden daha geniş ufuklu bir aleme bağlı olursa, alış-verişlerinde Allah'ı ve O'nun hoşnutluğunu ön-plânda tutarlarsa, yüce Allah'ın daha arınmışı ve daha temiz olanı dilediğinin bilincinde olurlarsa, bu durum, müminleri doğal olarak Allah'ın uyarısına olumlu karşılık vermeye teşvik eder; gerek kendileri ve gerekse toplumları hesabına arınmışlığı ve temizliği ganimet bilmelerini sağlar. Eğer kalpler, kendileri için bu yolu seçenin insanların bilmedikleri şeyleri bilen bir merci olduğunu somut bir algı biçiminde kavrarlarsa bu da, onların gönül rızası ile bu tercihi benimsemeye kalplerini elverişli hale getirir.

Böylece ayet, bu meseleyi tümü ile ibadet düzeyine yükseltip yüce Allah'a bağlıyor; onu yeryüzü lekelerinden, sosyal hayatın iğrençliklerinden, boşanma ve ayrılık havâsının kaçınılmaz gerginlik ve kutuplaşmalarından arındırıyor.

ANNE-BABA VE ÇOCUK

Aşağıdaki hüküm, boşanma olayından sonra çocukların emzirilmesi meselesine ilişkindir.

Aile hukuku, eşler arasında boşanmadan sonra bile sona ermeyecek olan ilişkiye, yani her ikisinin ortak katkısı ile meydana gelen ve ikisini de birbirine kopmaz bağlarla bağlayan çocuk meselesine mutlaka açıklık getirmelidir. Ana baba birlikte yaşayamaz duruma gelince her ikisine de ait olan bu yavruya tüm ihtimaller gözönünde bulundurularak belirli ve ayrıntılı garantiler sağlanmalıdır:

233- Emzirme süresini tamamlamak isteyen anneler, çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Annenin yiyecek ve giyeceklerini geleneklere uygun biçimde sağlamak, babanın görevidir. Hiç kimseye kapasitesi dışında bir görev yüklenemez. Ne anne ve ne de baba çocuğu yüzünden zarara sokulmaz. Bu yükümlülüğün aynısı mirasçıya da düşer. Eğer ana-baba konuşup anlaşarak ortak rızaları ile çocuğu memeden kesmek isterlerse hiçbirine sorumluluk düşmez. Eğer çocuklarınıza süt annesi tutmak isterseniz, vereceğiniz ücreti geleneklere uygun olarak ödediğiniz takdirde üzerinize sorumluluk düşmez. Allah'tan korkun ve Allah'ın yaptıklarınızı gördüğünü bilin.

Boşanmış bir annenin emzikli çocuğuna karşı görevi vardır. Allah bu görevi, bizzat omuzlarına yüklemiş ve bunu onun fıtrî özelliğine ve şefkatine bırakmamıştır. Çünkü karı-koca uyuşmazlığı annedeki bu nitelikleri bozabilir ve o zaman bunun zararını körpe yavru çeker. Bundan dolayı Allah, bu yavrunun bakımını garantiye bağlıyor ve bu görevi anasının omuzlarına yüklüyor. Çünkü Allah insanları, onların kendilerini düşündüklerinden daha çok düşünür; onlara karşı ana-babalarından daha iyiliksever ve daha şefkatlidir.

Yüce Allah, anneyi yeni doğan çocuğunu iki tam yıl emzirmekle yükümlü tutuyor. Çünkü O, bu sürenin çocuğun organik ve psikolojik sağlığı açısından ideal bir süre olduğunu biliyor. Bu yüzden "Emzirme süresini tamamlamak isteyen anneler" kayıtlamasını getiriyor. Günümüzün bilimsel araştırmaları, çocuğun biyolojik ve psikolojik açıdan sağlıklı gelişimi için iki yıllık emzirme süresinin gerekli olduğunu ortaya koymuşlardır. Fakat yüce Allah'ın, müslüman cemaate yönelik nimeti, onları bu gerçeği bilimsel tecrübeleri ile öğreninceye kadar bekleme zorunluluğundan kurtarmıştır. Çünkü ilk evresi çocukluk olan ortak insanlık hazinesi, bu uzun tecrübe döneminin bilgisizliğine, bu bilgisizlik çarkının öğütücü dişlilerine bırakılacak derecede önemsiz değildir. Yüce Allah kullarına, özellikle şefkate ve bakıma muhtaç olan çaresiz yavrulara karşı merhamet sahibidir.

Annenin, yüce Allah tarafından omuzlarına yüklenen bu göreve karşılık çocuğun babası üzerinde de bazı hakları vardır. Bu haklar babanın, geleneklere uygun biçimde ve tatlılıkla kadının yiyeceğini ve giyim-kuşamını sağlamasıdır. Bu görevde karı ile kocanın her ikisi de ortaktır. Her ikisinin de bu meme çağındaki yavruya karşı sorumlulukları vardır. Annesi bu yavruya sütü ve bakımı ile yardımcı olacak, babası da kendisini çocuğunun bakımına adamış olan annenin yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Böylece her ikisi de güçlerinin sınırları içinde görevlerini yerine getirmiş olurlar:

"Hiç kimseye kapasitesi dışında bir görev yüklenmez."

Ayrıca ana-babadan biri çocuğu karşı tarafa zarar vermek için koz ya da bahane olarak kullanmamalıdır:

"Ne anne ve ne de baba çocuğu yüzünden zarara sokulamaz."

Buna göre baba, anneyi tehdit ederek çocuğa karşılıksız biçimde meme vermesini sağlamak için kadının çocuğuna karşı beslediği sevgiyi, şefkati ve özlemi istismar edemeyeceği gibi kadın da erkeğin çocuğuna yönelik babalık duygularını ve sevgisini yüklü maddi karşılıklar elde etmek amacı ile kötüye kullanamaz, sömüremez.

Eğer baba ölürse çocuğuna karşı taşıdığı yükümlülükler, sorumluluk alabilecek mirasçısına geçer:

"Bu yükümlülüğün aynısı mirasçıya da düşer."

Böyle bir durumda ölen babanın mirasçısı, emzikli annenin yiyecek ve giyecek masraflarını geleneklere göre ve tatlılıkla karşılamakla yükümlüdür. Böylece aile-içi dayanışma gerçekleşmiş olur. Bu dayanışmanın yarısı miras almakla ve öbür yarısı ölen kişinin geride bıraktığı yükümlülüklerini üstlenmekle yerine gelir.

Böylece babası ölen çocuk perişan olmaz. Çünkü her ihtimal karşısında hem kendisinin hem de annesinin hakları teminat altındadır.

Ayet-i celile, çocuğun ve annesinin bakım ve geçimini bu şekilde sağlama bağladıktan sonra emzirme ile ilgili diğer ayrıntıları sonuca bağlamaya geçiyor:

"Eğer ana-baba konuşup anlaşarak, ortak rızaları ile çocuğu memeden kesmek isterlerse hiçbirine sorumluluk düşmez."

Yani eğer ana ile baba ya da ana ile babanın yetkili mirasçısı çocuğu iki yıllık süre dolmadan önce memeden kesmek isterlerse, çocuğun sağlığı ile ilgili ya da başka bir sebeple böyle bir karara varmayı uygun görmüşler ise bu karar yüzünden sorumlu olmazlar. Yalnız bu kararı, bakımı omuzlarına yüklenmiş,gözetim yükümlülüğü sırtlarına bindirilmiş olan kişiler, meme çağındaki yavrunun iyiliğini düşünerek ve aralarında konuşup anlaşarak karşılıklı gönül rızası ile vermiş olmalıdırlar.

Bunun yanısıra eğer baba, çocuğuna ücretli süt annesi tutmak isterse, eğer çocuğun yararı bu yoldan gerçekleşiyorsa, tutulacak süt annesinin ücretini tam olarak vermek ve ona karşı iyi davranmak şartı ile bu isteğini yerine getirebilir:

"Eğer çocuklarınıza sütannesi tutmak isterseniz, vereceğiniz ücreti geleneklere uygun olarak ödediğiniz takdirde üzerinize sorumluluk düşmez."

Burada sözü edilen ücreti tam ödeme şartı, tutulan süt annenin çocuğa müşfik davranmasının, onun bakım ve gözetimi hususunda titizlik göstermesinin teminatıdır.

Ayet, sonunda meseleyi tümü ile takvaya, o köklü ve ince bilince bağlıyor. O bilinç ki, ona havale edilen şeyler, onsuz gerçekleşemeyecek şeylerdir;

"Allah'tan korkun ve Allah'ın yaptıklarınızı gördüğünü bilin."

Bu bilinç, ayetin sonunda seslendirilen ağırlıklı teminattır, aslında tek gerçek teminat budur.

DUL KADINLAR

Boşanmış kadınlara ve boşanmanın arkada bıraktığı somut problemlere ilişkin yasal düzenlemeler açıklandıktan sonra kocası ölen kadınlara; bunların bekleme sürelerine, bekleme sürelerinin dolmasından sonra kendilerine yapılacak evlenme tekliflerine ve bekleme süresi içinde bu tekliflerin çıtlatılmasına ilişkin hükümlerin anlatılmasına geçiliyor:

234- Aranızdan ölenlerin geride bıraktıkları eşleri dört ay, on gün kendilerini gözetim altında tutarlar. Bu sürelerini doldurduklarında meşru olarak yaptıklarından dolayı siz sorumlu tutulmazsınız. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah onu bilir.

235- Bu durumdaki kadınlara ima yolu ile evlenme teklif etmenizin ya da bu arzuyu içinizden geçirmenizin hiçbir sakıncası yoktur. Allah sizin onları hatırınızda tutacağınızı biliyor. Söyleyeceğiniz uygun sözler dışında sakın onlarla gizlice buluşmak üzere sözleşmeyin ve gerekli bekleme süresi dolmadıkça sakın nikâh kıymaya girişmeyin. Allah'ın içinizden geçen duyguları bildiğini bilir, O'ndan çekinin ve bilin ki, O, günahları bağışlar ve halimdir.

Kocaları ölen (dul) kadınlar gerek kendi akrabaları gerek kocalarının yakınları ve gerekse toplumun bütünü tarafından ağır baskılar görürlerdi. İslâm öncesi Arap geleneklerine göre kocası ölen bir kadın bir yıl boyunca bakımsız bir hücreye kapanır, en çirkin elbiselerine bürünür, hiçbir temiz şeye, hatta hiçbir şeye el süremezdi. Bir yıl sonra kapandığı hücreden çıkınca cahiliye zihniyetinin saçmalığına denk düşen birtakım saçma gelenekleri yerine getirmek zorunda tutulurdu. Deve pisliği avuçlayıp atmak, eşek ve koyun türünden hayvanlara binmek gibi.

İslâm gelince dul kadının üzerindeki bu baskıyı hafifletti, daha doğrusu onu tümü ile omuzlarından kaldırdı. Kocasını kaybetmiş olmanın acısı ile birlikte aile baskısına, şerefli bir hayata kavuşma kapısının yüzüne kapanmasına, yeni bir güvenli aile hayatının yoksunluğuna katlanmasına meydan vermedi. Eğer hamile değilse bekleme süresinin dört ay on gün olmasını kararlaştırdı. Eğer hamile ise hamileliğin sonunu bekleyecektir. Görülüyor ki, onun bekleme süresi, boşanmış kadınların bekleme süresinden biraz daha uzundur. Bu süre içinde hem rahminde çocuk olup olmadığını kesinlikle öğrenir ve hem de eşi ölür ölmez evinden ayrılacak olsa incinecek olan kocasının yakınlarının yaslı duygularını hafifletmiş olur. Yine bu süre içinde ağırbaşlı elbiseler giyer, evlenme teklifi almak arzusu ile aşırı derecede süslenmekten kaçınır.

Bu süre sona erince ne kendi ailesinden ve ne de ölmüş kocasının akrabalarından hiç kimse ona karışamaz. artık tam bir özgürlükle Allah'ın şeriatın ı gözeten bir meşruluk içinde kendisine uygun göreceği her şerefli davranışa girişebilir. Bu arada müslüman bir kadına mübah olacak biçimde süslenebilir, yeni evlilik teklifi alabilir ve istediği kimse ile evlenebilir. Artık onun yoluna ne köhnemiş eski gelenekler ve ne de sahte şeref kompleksi dikilebilir. Bundan böyle Allah'tan başka hiç kimsenin gözetimi ve denetimi altında değildir.

"Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah onu bilir."

İşte dul kadının durumu bu. Ayetin bundan sonraki kısmında bekleme süresi içinde bu dul kadınlara karşı ilgi duyan, onlarla evlenmeye niyetlenen erkeklere dönülerek kendilerine, fertlere ve topluma ilişkin nezaket kurallarına uymaları, duygulara ve heyecanlara saygılı olmaları, aynı zamanda verecekleri kararın beraberinde getireceği ihtiyaçları,yarar ve zararları da gözönüne getirmeleri telkin ediliyor:

"Bu durumdaki kadınlara ima yolu ile evlenme teklif etmenizin ya da bu arzuyu içinizden geçirmenizin hiçbir sakıncası yoktur."

Dul kadın, bekleme süresi içinde henüz içinde canlı duran hatıralarla ve ölen kocasının ailesinin acılı duyguları ile içiçedir. Bunların yanısıra ilerde kesinlik kazanabilecek ya da kesinlik kazanmış olan ve doğuma kadar bekleme yükümlülüğü getiren hamilelik problemiyle karşı karşıyadır. Bütün bu gerekler, yeni bir evlilikten sözetmeyi engeller. Çünkü böyle bir konuyu ele almanın henüz zamanı gelmemiştir, ayrıca böyle bir konuşma duyguları incitir, hatıraları rencide eder.

Bu gerekçeler gözönüne alınmakla birlikte, dul kadına ima yolu ile -açıktan açığa değil- talip olma girişimi mübah sayılmış, kadının süresi dolduktan sonra eş olarak istendiği anlamına çekebileceği, dolaylı bir çıtlatma ifadesinin serbest olduğu belirtilmiştir.

Buharî'nin Abdullah b. Abbas'a dayandırarak belirttiğine göre ayette sözü edilen dolaylı yoldan kadına talip olma girişiminden maksat "Evlenmek istiyorum", "Bir kadına ihtiyacım var", "İyi bir kadının elime geçmesini isterim..." gibi sözler söylemektir.

Bu arada bir erkeğin bu dul kadına açıktan söylemediği ve dolaylı bir yolla çıtlatmadığı bir arzuyu kalbinde taşıması da serbest kılındı. Çünkü insan iradesinin bu tür iç arzuları denetim altına alamayacağını yüce Allah herkesten iyi bilir:

"Allah, sizin onları hatırınızda tutacağınızı biliyor."

Yüce Allah, dul kadına dolaylı ifadeler aracılığı ile talip olmayı ve bununla ilgili arzu duymayı şunun için serbest bıraktı: Çünkü bu istek aslında helâl olan, özü itibarı ile mübah olan fıtrî bir eğilimin sonucu olur. Sadece birtakım özel şartlar, bu konuda somut adım atılmasını bir süre ertelemeyi gerektiriyor, o kadar. İslâm fıtrî eğilimleri yok etmeyi değil, onları arındırmayı amaçlar; içgüdüleri bastırmayı değil, denetim altına almayı ister. Bu gerekçe ile bu konuda sadece duygu arınmışlığına ve vicdan temizliğine ters düşecek davranışları yasaklamakla yetiniyor:

"Sakın onlarla gizlice buluşmak üzere sözleşmeyin (randevulaşmayın)." Yani "Dul kadınlara; dolaylı sözlerle talip olmanızın ya da içinizden bu yolda arzu beslemenizin hiçbir sakıncası yoktur. Sakıncalı olan davranış; bekleme süreleri dolmadan onlarla gizlice buluşarak evlenme teklifinde bulunmanızdır. Böyle bir girişim hem şahıslara ilişkin edep kurallarına aykırı davranmak, hem ölü kocanın hatırasını rencide etmek ve hem de dul kadının hayatının bu iki dönemi arasında ayırıcı bir sınır olsun diye bekleme süresini yasallaştırmış olan yüce Allah'a karşı saygı eksikliğine düşmek anlamına gelir:

"Yalnız onlara uygun sözler söyleyebilirsiniz."

Ayıp anlam taşımayan, müstehcen olmayan ve bu hassas duruma ilişkin olarak açıklanan ilâhi sınırlamaları aşmayan edepli sözler:

"Gerekli bekleme süresi dolmadıkça sakın onlarla nikâh akdetmeye niyetlenmeyin."

Dikkat edersek yüce Allah burada "Onlarla nikâh akdi yapmayın." demiyor, onun yerine sakındırma dozu daha yüksek bir ifade kullanarak "Onlarla nikâh akdetmeye niyetlenmeyin" buyuruyor. Yani burada yasaklanan şey, nikâh akdetme eylemini meydana getirecek olan karardır, bu yoldaki niyettir. Bu ifade yüce Allah'ın daha önce okuduğumuz "Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın onlara yaklaşmayın" uyarısı ile aynı türdendir ve son derece esprili, ince bir anlam taşır.

"Allah'ın içinizden geçen duyguları bildiğini bilin ve O'ndan çekinin."

Burada yasal düzenlemeler ile gönüllerdeki duyguların içyüzünden haberdar olan Allah korkusu arasında sıkı bir ilişki kuruluyor. Kadın-erkek arası ilişkilerden, son derece duyarlı, kalpleri birbirine bağlayan ve vicdanlar üzerinde egemenlik kuran bu nazik ilişki türünde gizli duyguların ve kalplerin bir köşesinde yer bulan kuruntuların son derece ağırlıklı bir önemi vardır. Buna göre yüce Allah'ın gönüllerde iz bırakan bu gizli duyguları oldukları gibi bildiği inancından kaynaklanacak çekingenlik duygusu, şer'i hükümlerin uygulanması konusunda yasal müeyyidelere eşlik eden son teminattır.

İnsan vicdanı korku ve sakınma duygusu ile ürperince, takva ve çekinme duygusu ile titreyip feryad edince bir süre sonra durulur, içine huzur; yüce Allah'ın affediciliğine, hoşgörüsüne ve bağışlayıcılığına dönük güven dolar:

"Bilin ki, Allah, günahları bağışlar ve halimdir."

Affedicidir; Allah duygusu ile dolu olan ve gizli duyguların günahkâr niteliğinden çekinen kalplerin günahlarını bağışlar. Halimdir; cezalandırmakta acele etmez, günahkâr kulun tevbe edeceği ihtimalini gözönüne alarak bir süre bekler.

ZİFAF ÖNCESİ BOŞANMA VE MEHİR

Daha sonraki iki ayette hiç cinsel ilişkiye girmeden boşanan kadınlara ilişkin hüküm ele alınıyor. Bu durum daha önce ayrıntılı biçimde anlatılan ve cinsel ilişki gerçekleştikten sonra boşanan kadınlarınkinden farklı, aynı zamanda sık sık rastlanan bir olaydır. Bu sebeple aşağıdaki ayetlerde bu durumdaki karıkocanın karşılıklı hak ve yükümlülükleri açıklanıyor:

236- Kadınlara el sürmeden ya da mehirlerini belirlemeden onları boşamanızın bir sakıncası yoktur. Fakat eli geniş olan kendi gücüne göre ve eli dar olan da kendi gücüne göre olmak üzere onlara geleneklere uygun bir hediye verin. Bu, iyilikseverler için bir borçtur.

237- Eğer kadınların mehirlerini belirler de onları el sürmeden boşarsanız, kendilerinin ya da nikâhlarını akdetmeye yetkili erkeğin bağışlaması durumu dışında belirlediğiniz mehrin yarısını ödemeniz gerekir. Bağışlamanız (mehrin tamamını bırakmanı) takvaya daha yakındır. Birbirinize karşı erdemliği unutmayın. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah onu görür.

Burada sözü edilen birinci durum, kendisi ile cinsel ilişkide bulunulmamış ve mehri de belirlenmemiş kadının durumudur. Oysa mehir farzdır. Bu durumda eşini boşayan erkeğe düşen görev, boşadığı eşine maddi gücü ile orantılı bir hediye vermesi, uygun bir bağışta bulunmasıdır. Böyle bir davranış bir tür tazminat olması yanında psikolojik yönden büyük değer taşır. Bu beraberlik bağının henüz başlangıçta kopması kadının ruhunda buruk bir acı meydana getirir, bu ayrılığı düşmanca bir darbe gibi algılar. Fakat boşayan erkeğin vereceği uygun bir hediye bu kasvetli havayı dağıtır kadının ruhunda sevgi ve mazur görme meltemlerinin esmesini sağlar, boşanmadan kaynaklanan üzüntü ve psikolojik çöküntü duygularını hafifletir. Buna göre bu evlilik, sadece başarısız bir girişimdir, yoksa öldürücü bir darbe değildir.

Bu gerekçe ile verilecek hediyenin geleneklere uygun bir nitelikte olması tavsiye ediliyor. Böylelikle aradaki insani sevginin kaybolmaması ve tatlı hatıraların korunması amaçlanıyor. Bu arada kocaya gücünü aşacak bir yük de yüklenmiyor. Verilecek hediye zengin kocanın zenginliği oranında olacak, fakir kocanın da bağışlama imkânlarının sınırını aşmayacak:

"eli geniş olan kendi gücüne göre ve eli dar olan da kendi gücüne göre..." Ayette iyilik ve cömertlik teşvik edilerek bunlar aracılığı ile kalplerin burukluğu ve ortalığı saran karamsarlık havası dağıtılmak isteniyor:

"Onlara geleneklere uygun bir hediye verin. Bu, iyilikseverler için bir borçtur."

İkinci durum, kendisi ile cinsel ilişki kurulmadan boşanan kadının mehrinin belirlenmiş olması durumudur. Bu gibi durumlarda boşanan kadına belirlenen mehrin yarısının verilmesi gerekir. Yasanın gereği budur. Fakat Kur'an-ı Kerim, bundan sonrasını hoşgörüye, erdeme ve kolaylaştırıcılığa bırakıyor. Buna göre, sözünü ettiğimiz boşanmış kadın -eğer yaşı küçük ise yetkili velisi- yasanın erkeğin omuzlarına bindirdiği yükümlülüğü affedebilir, bu konudaki hakkından vazgeçebilir. Bu durumdaki fedakârlık gönüllü, güçlü, bağışlayıcı, hoşgörülü, evlilik bağı kopmuş bir erkeğin malına tenezzül etmeyen bir kadının fedakârlığıdır. Bunun yanısıra Kur'an-ı Kerim, bu kalpleri saflaştırmadan, parlatmadan ve her türlü lekeden arındırmadan elde bırakmak istemiyor:

"Bağışlamanız (mehrin tamamını bırakmanız) takva haline daha yakındır. Birbirinize karşı erdemliği unutmayın. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah onu görür."

Ayet baskısını ısrarla sürdürerek bu kalplerdeki takva bilincini, hoşgörü bilincini, erdemlik duygusunu, Allah'ın gözetimi altında oldukları bilincini uyarmak, harekete geçirmek istiyor. Böylece gerek başarılı olan ve gerekse başarısızlıkla sonuçlanan evlilik ilişkisine nezaketin ve erdemin egemen olmasını, bu ilişkiye adım atan kalplerin durum ne olursa olsun arı, lekesiz ve saf olarak Allah'a bağlı kalmalarını sağlamayı amaçlıyor.