NAMAZ
VAZGEÇİLMEZ BİR ZORUNLULUKTUR
Kalplerin
Allah'a bağlandığı, karı-koca ilişkilerinde nezaketin ve özverinin
Allah'a ibadet düzeyine çıkartıldığı bu ifade ortamında konu dışına
çıkılarak İslâm'ın en büyük ibadeti olan namazdan sözediliyor. Oysa boşamaya
ilişkin hükümlerin anlatımı henüz sona ermiş değil. Daha dul kadının,
kocasının evinde oturma ve malından geçimini saklama hakkına,kocasının bu
hakkı, ölmeden evvel yapacağı bir vasiyyete bağlamasına ve genel olarak boşanmış
kadınların, kocaları üzerinde bakım hakları bulunduğuna ilişkin hükümler
açıklanmadı. Böyle bir kompozisyonda konu bölünerek araya namaz mevzuu sıkıştırılıyor
ve şu mesaj veriliyor müminlere; Anlatılan bütün bu hükümlerde Allah'ın
emrine uymak, namaz kılmak gibi bir ibadettir bu ibadet ile o itaat aynı türdendir.
Bu, Kur'an'a özgü ince bir anlatım tarzıdır. Bu telkin yüce Allah'ın
"Ben insanları ve cinnleri, sırf bana ibadet etsinler diye yarattım."
şeklindeki buyruğunda (Zariyat Suresi, 56) dile gelen insan varoluşunun amacına
ilişkin İslâm düşüncesi ile uyuştuğu gibi ibadet kavramını sadece
belirli dini davranışlarla (şeairle) sınırlı görmeyip Allah'a yönelmeyi
içeren, Allah'a itaat etmeyi amaçlayan her hareket ve faaliyeti ibadet sayan
geniş ufuklu anlayışla da paralellik arz eder.
238-
Namazlara ve orta namaza devam edin, namaza, Allah `a gönülden bağlı ve saygılı
olarak durun.
239-
Eğer korku altında iseniz namazı yürürken ya da binek hayvanının sırtında
kılın. Güvene kavuştuğunuzda Allah size bilmediğiniz şeyleri nasıl öğretti
ise siz de O'nun adını anın.
İlk
ayetin başındaki emirde yeralan "namazları koruma" deyimi namazları,
rükünlerini gözeterek, şartlarını tam yerine getirerek vakitlerinde kılma
anlamına gelir. "Orta namaz"dan maksat ise, bu konudaki rivayetlere
dayanılarak en çok kabul edilen görüşe göre ikindi namazıdır. Çünkü
Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) Ahzab savaşı günü bu
konuda şöyle buyurdu:
"Allah
onların kalplerini ve evlerini ateşle doldursun, bizi orta namazdan; ikindi
namazından alıkoydular." (Müslim)
İkindi
namazının özellikle vurgulanmasının sebebi belki de bu namazın vaktinin,
öğle sonrası uykusunun (kaylule) arkasından gelmesi yüzünden kaçırılma
ihtimalinin bulunmasıdır.
Ayette
geçen "kunut" emri, en çok benimsenen yoruma göre "namazda
Allah'a saygılı olmak ve sırf O'nu anmakla meşgul olmak" anlamını taşır.
Müslümanlar, ilk başlarda ansızın ortaya çıkan ihtiyaçları konusunda
namazda konuşuyorlardı. Bir süre sonra bu ayet inince anladılar ki, namazda
Allah'ı zikretmekten, O'na saygı sunmaktan, sırf O'nu anmaktan başka hiçbir
şeyle meşgul olunamaz.
Kıbleye
yönelerek namaz kılmaya imkân vermeyen korkulu durumlarda bile namaz kılınır,
bırakılmaz. Böyle bir durumda gerek hayvan sırtında olan süvariler ve
gerekse bilfiil savaşan ve düşmandan gelen tehlikeyi savmakla meşgul olanlar
durumlarının gerektirdiği yöne dönerek namaza durur, rükû ve secde yerine
geçmek üzere başlarını hafifçe öne eğerler.
Bu,
Nisa suresinde kılınış biçimi anlatılan "Korku Namazı"ndan
farklı bir uygulamadır (Nisa Suresi, 102). Nisa suresinde anlatılan uygulama,
saf bağlanarak namaz kılmaya imkan verecek oranda az tehlikeli durumlar için
geçerlidir. Böyle durumlarda bir grup savaşçı imamın arkasında saf bağlayarak
bir rekât kılar, bu sırada başka bir grup nöbet tutar, ilk rekâtın
sonunda birinci saftakiler namazı yarıda bırakarak nöbet görevini devralır
ve onların yerine ikinci grup gelerek bir rekât da onlar kılar. Fakat tehlike
fazlalaşır, fiili çatışmaya ve göğüs göğüse vuruşmaya girişirlerse
o zaman az önce anlatıldığı şekilde namaz kılınır.
Bu,
insanda hayret uyandıran bir kolaylık olduğu gibi yüce Allah'ın namaza
verdiği önem yanında müslümanın kalbine bu önemi yerleştirici bir
nitelik de taşımaktadır. Namaz, korku ve tehlike karşısında bir silâhtır
ve silâh olduğu için son derece kritik ve korkulu anlarda dahi terkedilmez.
Bu yüzden savaşçı mümin cephede silahın biri elinde diğeri de başının
üzerinde ölüm kusarken namaz ibadetini yerine getirir. Çünkü namaz, müminin
elindeki kılıç gibi, bir silâhıdır, giydiği zırh gibi koruyucu bir
kalkandır. Onu kılar ve böylece yüce Allah'a sığınmaya en çok muhtaç
olduğu anda O'nunla ilişki kurar, tehlike çemberi içindeyken O'na en yakın
olma imkânına kavuşur.
Bu
din hayret edilecek, hayran olunacak bir dindir. O bir ibadetler sistemidir; çeşitli
biçimleri ile bir ibadetler sistemi... Bu ibadetlerin başta geleni, sembolü
de namazdır. Bu din ibadet yolu ile insanı çıkabileceği en yüksek
derecelere yükseltir. İbadet yolu ile insana zor anlarda direnme gücü kazandırırken
rahat ortamda onu eğitir. Yine ibadet yolu ile insanı tüm varlığıyla barış
ortamına sokar, kalbini barış ve güven duygusu ile doldurur. İşte kılıçlar
elde ve silâhlar omuzlarda ve ölüm başının üstündeyken namaza verilen
bunca önemin sebebi budur!
Tehlike
ortadan kalkınca müslümanlar, yüce Allah'ın kendilerine öğrettiği şekli
ile bilinen namazı kılacaklar ve yüce Allah'ın kendilerine bilmedikleri şeyleri
öğretmiş olmasına karşılık O'nun adını anacaklardır:
"Güvene
kavuştuğunuzda Allah size bitmediğiniz şeyleri nasıl öğretti ise siz de
O'nun adını anın."
Eğer
Allah insanlara bilmediklerini öğretmesiydi, hayatları boyunca hergün, her
an onlara bilgi sunmasaydı, onlar neyi bilebilirlerdi ki?!
KADIN
VE NAFAKA
Namaza
yönelik bu kısa değinme, gerek evlenme boşanma hükümlerine ilişkin açıklamalara
ve gerekse son derece önemli bir İslâm ilkesi ile ilgili düşüncenin
belirginlik kazanmasına büyük ölçüde katkıda bulunuyor. Bu önemli ilkeye
göre, Allah'a itaat amacıyla yapılan her eylem ibadettir. Namazın hatırlatılması
için açılan bu küçük parantezin arkasından tekrar evlenme ve boşanma
konusuna geçiliyor:
240-
Aranızdan vefat edip de geride eşlerini bırakanlar, bir yıl boyunca evden çıkmalarına
ihtiyaç bırakmayacak (oranda bir meta'ı) eşlerine vasiyyet etsinler (bıraksınlar
veya varislerine havale etsinler.) Eğer kadınlar kendiliklerinden evden çıkarlarsa
kendileri ile ilgili yapacakları meşru bir davranıştan dolayı size
sorumluluk düşmez. Hiç şüphesiz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.
241-
Boşanmış kadınların geleneklere uygun bir şekilde geçimlerini sağlamak,
takva sahiplerinin boynuna borçtur.
242-Allah
ayetlerini size böyle açık açık anlatıyor ki, düşünesiniz.
Bu
ayetlerin ilki, dul kadının ölen kocası üzerinde bir vasiyyet hakkının
bulunduğunu belirtir. Erkeğin ölmeden önce yapacağı bu vasiyyette karısının
bir yıl boyunca evinde oturabileceğini ve mirasından geçimini sağlayabileceğini
ister. Eğer kadın şahsi duygularının telkini ile ya da çevresindeki şartların
zorlaması ile ölen kocasının evinde oturmayı uygun görürse bu kararını
uygular ve yeni bir evlilik yapmaz. Bununla birlikte bir önceki ayette
belirtildiği üzere, dört ay on gün bekledikten sonra kocasının evinden ayrılmakta
da serbesttir. Başka bir deyimle dul kadının dört ay on gün beklemesi (iddet)
farz, bunun yanısıra bir yıla kadar kocasının evinde oturması onun için
bir haktır.
Bazı
tefsir bilginleri bu ayetin, hükmünün bir önceki ayetle yürürlükten kalktığı
(neshedildiği) görüşündedir. Oysa birkaç satır önce değindiğimiz gibi
bu iki ayetin içerikleri farklı nitelikte olduğu için yürürlükten
kalkma-kaldırma durumunun söz konusu olması zarurî değildir. Çünkü şimdi
okuduğumuz ayet, dul kadının istediği takdirde kullanabileceği bir hakkından
sözederken bir önceki ayet onun kesinlikle yerine getirmekle yükümlü olduğu
bir görevini belirtiyor.
"Eğer
kadınlar kendiliklerinden evden çıkarlarsa yapacakları kendileri ile ilgili
meşru bir davranıştan dolayı size sorumluluk düşmez."
Bu
ayetteki çoğul sığalı "sizin" zamirinin kullanılması, çevresinde
olup biten her olaydan sorumlu, sıkı dayanışmalı bir cemaat varlığını düşündürür.
Gerçekten bu inanç sisteminin yükü, bu şeriatın yükü ve kanatları altında
yaşayan her ferdin yükü bu cemaatin omuzlarına bindirilmiştir. Bu cemaat,
bu dayanışmalı toplum, fertlerinin her davranışı karşısında sorumlu
olacak ya da olmayacak bir konumdadır. İslâm cemaatinin mahiyetini ve
fonksiyonunun kavranması ve buna bağlı olarak Allah'ın şeriatını
korumakla görevli fertlerinden herhangi birinin onun dışına çıkmaması için
koruculuk yapacak böyle bir cemaatin oluşturulmasının kaçınılmaz
gerekliliği açısından bu düşündürücü telkin son derece büyük önem
taşır. Bu gerçek gerek toplumun kollektif vicdanında ve gerekse tek tek bütün
bireylerinin vicdanlarında iyice yeretsin diye, cemaate bu niteliği önplâna
çıkarılarak sesleniliyor. Arkasından da sonuç cümlesi geliyor:
"Allah
üstün iradeli (aziz)dir ve hikmet sahibidir."
Bu
cümle içerdiği korkutma ve uyarının yanısıra kalplerin dikkatini Allah'ın
güçlü olduğu, farzlarının ve telkinlerinin mutlaka bir hikmeti bulunduğu
gerçeğine çekiyor.
İkinci
ayet ise genel olarak bütün boşanmış kadınların kocalarından geçim yardımı
alma hakları olduğunu belirtiyor ve bu hakkı tümü ile Allah korkusuna
(takvaya) bağlıyor:
"Boşanmış
kadınların geleneklere uygun bir şekilde geçimlerini sağlamak, takva
sahiplerinin boynuna borçtur."
Bazı
tefsir bilginleri, bu ayetin hükmünün de daha önceki ayetlerde belirlenen hükümler
tarafından yürürlükten kaldırılmış (neshedilmiş) olduğu görüşündedir.
Oysa burada da yürürlükten kalkma-kaldırma durumunun söz konusu olduğunu düşünmeyi
gerektiren bir durum yok. İstisnasız her boşanmış kadın için geçim yardımı
alma hakkını belirlemek, Kur'an'ın bu alana ilişkin daha önceki telkinleri
ile uyumlu bir hükümdür. Bu kadın ister boşamadan önce kendisi ile cinsel
ilişki kurulmuş, ister kurulmamış, ister mehri belirlenmiş ve isterse
belirlenmemiş bir kadın olsun, farketmez. Çünkü bu geçim yardımı boşamanın
burukluğunu hafifletici, ayrılık yüzünden zedelenen onurları okşayıcı
bir anlam ve nitelik taşır. Bu ayette takva bilinci harekete geçirilmekte ve
bu yardım konusu ona bağlanmaktadır. Çünkü en sağlam teminat, hatta tek
teminat budur.
Üçüncü
ayet, ise evlenme-boşanma konusunda yukardan beri okuduğumuz hükümlerin tümüne
yaygın bir sonuç ve bağlama cümlesi niteliğindedir: `
Allah
size ayetlerini böyle açık açık anlatıyor ki, düşünesiniz."
"Böylece"...
Yani "İncelediğimiz bu bükümleri açıklayışı gibi". Bu hükümlerdeki
açıklayış kesin, ayrıntılı, düşündürücü ve etkileyicidir. Allah
size ayetlerini böyle açıklıyor ki, bu ayetlerin içinde gizli olan nimeti,
onların pratik hayatınızda açığa çıkan rahmetini ve bu ilahî nimeti düşünesiniz...
Ayetlerin açık açık anlatılması ve gerekli kolaylığın gösterilmesi
nimetini... İnsanı evrensel barışa götüren nimeti...
Eğer
insan bu ilahi sistemi iyi niyetli ve samimi bir şekilde düşünebilme, onu
gerçek yerine oturtabilme başarısını gösterebilse, bu nimete karşı tavırları
değişir ve netleşirdi. O zaman teslim olup gerçeği kabullenir, itaat eder
ve tüm varlıklarıyla barış ortamına girerdi kaçınılmaz olarak.
TALUT
ve CALUT
İleride
okuyacağımız ayetlerden oluşan bu kısmın ve burada yeralan geçmiş
toplumlar ve eski ümmetlerin hayat tecrübelerinin değerini anlayabilmemiz için
şu gerçekleri iyice kavramalı, vicdanlarımızda canlandırmalıyız: Kur'an
bu ümmetin yaşayan kitabı, öğüt verici kılavuzu ve içinde hayatına ilişkin
dersler okuduğu okuludur. Yüce Allah ilâhi sistemini yeryüzünde gerçekleştirmekle
görevlendirdiği ilk müslüman cemaati, bu son derece önemli göreve hazırladıktan
sonra Kur'an aracılığı ile sürekli bir eğitime tabi tutmuştur. Bunun yanısıra
yüce Allah Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) vefatından sonra
bu ümmetin bütün kuşaklarını yönlendirmek, eğitmek ve vâdettiği üzere
insanlığa ideal biçimde önderlik etmek hususunda Kur'an-ı Kerim'in canlı
ve sürekli bir kılavuz fonksiyonunu yerine getirmesini murad etmiştir. Yalnız
bunun için müslüman kuşakların Kur'an'ın gösterdiği yolda yürümeleri,
Ona olan sımsıkı bağlılıklarını hiç gevşetmeden sürdürmeleri, bir bütün
olarak yaşama tarzlarını ondan almaları, diğer bütün yeryüzü kaynaklı
sistemlerin cahiliye sistemleri olması hasebiyle mümin, Kur'an'ın kendine sağladığı
bir güvenle onlara aldırış etmeden, tepeden bakabilmelidir.
Bu
Kur'an, sadece okunup geçilecek bir söz yığını değildir. Tersine geniş
kapsamlı bir kılavuz, bir talimatnamedir. O, pratik hayatın talimatnamesi
olduğu kadar aynı zamanda eğitim kılavuzu, eğitim talimatnamesidir. İşte
bu gerekçe ile oluşturup, eğitmek üzere geldiği müslüman cemaate, insanlığın
geçmişteki hayat deneyimlerini,duygulandırıcı bir üslupla sunuyor. Bu
alanda Hz. Adem'den (selâm üzerine olsun) beri süre gelen iman çağrısının
yaşadığı tecrübelere öncelik tanıyor, bu tecrübeleri gerek insan
psikolojisine ve gerekse pratik hayata ilişkin türleri ile müslüman ümmetin
bütün kuşaklarına bir çeşit yolazığı olarak sunuyor, bu ümmeti bu son
derece değerli yolazığı ile ve değişik türde oluşmuş tarihsel birikimle
donatırken onun hangi yolu izleyerek yürüyeceğini açık-seçik biçimde öğrenmesini
amaçlıyor. İşte, Kur'an'da bu kadar çok sayıda, bu kadar çeşitli ve bu
denli canlı, somut mesaj sunan kıssa ile karşılaşmamızın nedeni budur. Bu
kıssaların en sık rastlanan türü İsrailoğulları'na (yahudilere) ilişkin
kıssalardır. Bunun birçok sebebi vardır ve bunların bir kısmına ilk cüzde
yeralan İsrailoğulları'na ilişkin tarihi olayların toplu yorumunu yaparken
değinmiştik. Bu sebeplerin diğer bazılarını da bu cüz'de (özellikle ilk
başlarda) değişik vesilelerle anlattık. Şimdi o anlattığımız sebeplere
önemli gördüğümüz birkaç tanesini daha ekleyelim:
Yüce
Allah bu ümmetin kimi kuşaklarının vaktiyle İsrailoğulları'nın geçirdikleri
tarih dönemlerinin benzerlerini yaşayacaklarını, bu kuşakların, dinlerine
ve inançlarına karşı eski yahudilerin tavırlarına benzer tavırlar takınacaklarını
bildiği için yollarında karşılaşacakları tökezleme noktalarını,
kendilerine yahudi tarihinin olaylarında somutlaşmış örnekler halinde sunmuştur.
Böylece bu kuşaklar yolları boyunca karşılaşacakları bu tökezleme
noktalarına ayak kaptırmadan, ya da onlara saplanıp kalmadan önce bizzat yüce
Allah'ın, önlerine tuttuğu bu tarih aynasında yüzlerini görerek öğüt ve
ibret alabilecektir.
Bu
Kur'an, müslüman ümmetin kuşakları tarafından dikkatle okunmalı, bilinçli
bir şekilde algılanmalıdır. Bu Kur'an, günümüzün meselelerini çözmek
ve geleceğe uzanan yolumuzu aydınlatmak üzere sanki şimdi iniyormuşçasına
canlı direktifler bütünü kabul edilerek üzerinde kafa yorulmalıdır. Yoksa
Kur'an sadece ahenkle okunması lazım gelen bir güzel sözler manzumesi ya da
bir daha geri gelmeyecek olan tarihe karışmış gerçeklerin tutanak defteri
olarak düşünül memelidir. Biz bu Kur'an'ı gerek geçmiş gerekse şimdiki
hayatımızda birer direktifimiz olsun niyetiyle okumadıkça O'ndan asla
yararlanamayız. Tıpkı ilk müslüman cemaat gibi. Onlar Kur'an'ı, o günkü
pratik hayatlarının gelişmelerine ilişkin direktifler almak amacı ile
okuyorlardı. Kur'an'ı bu bilinçle okuduğumuz taktirde herşeyi onun satırlarında
buluruz. O'nun ayetlerinde Kur'an gerçeğini dikkate almak istemeyenlerin hiçbir
zaman düşünemeyecekleri, deyim yerindeyse akıllarının ucundan bile geçmeyen
nice şaşırtıcı, insanı hayrette bırakan açıklamalar bulacağız. Onun
kelimelerinin, cümlelerinin ve direktiflerinin nabzı atan, hareket eden ve
yolumuzun kritik dönemeçlerini işaretleyen canlı varlıklar olduklarını göreceğiz.
Bu canlı varlıklar bize kimi zaman "şunu yapınız, şunu sakın yapmayınız",
kimi yerde "şu düşmanınızdır, şu da dostunuzdur" ve kimi
durumlarda da "şurada çok ihtiyatlı olunuz, şurada hazırlıklı
olunuz" diyeceklerdir. Bu canlı varlıklar başımıza gelecek her olay,
karşımıza çıkacak her gelişme önünde bize uzun, ayrıntılı ve yerli
yerinde açıklamalar sunacaklardır. işte o zaman Kur'an'ın yararlı ve hayat
dolu bir gerçek olduğuna dikkat çeken Yüce Allah'ın şu buyruğunun anlamını
kavrayabileceğiz:
"Ey
müminler, Allah ve Peygamber size hayat verecek gerçeğe çağırdıklarında
onlara olumlu karşılık veriniz." (Enfal Suresi, 24)
Kur'an
mesajı, bir hayat çağrısıdır, sürekli ve yenilenen bir hayata çağrıdır.
Onun çağrısı, tarihin eski bir dönemi ile sınırlı bir hayata ilişkin değildir.'
Bu
bölüm eski ümmetlerin hayat tecrübelerinden iki tanesini dikkatlerimize
sunuyor. Bu iki tecrübeyi bu ümmetin tecrübe birikimine ekliyor. Bu tecrübeler
aracılığı ile müslüman toplumu, üstlenmiş olduğu son derece büyük görev
sebebiyle ve iman kökenli inanç sisteminin, bu son derece hareketli tarih sürecinin
mirasçısı sıfatıyla hayatı boyunca yüzyüze geleceği değişik gelişmelere
karşı eğitmeyi amaçlıyor.
Kur'an,
bu tecrübelerden ilkinin kimlerin başından geçtiğini belirtmiyor, yalnız
tecrübeyi kısa, fakat anlaşılabilecek uzunlukta anlatmakla yetiniyor. söz
konusu olay "Ölüm korkusu ve binlerce kişilik bir kalabalık halinde
yurtlarından ayrılan" bir topluluğun tecrübesidir. Fakat bu yurtlarını
terk ediş, bu kaçış, bu sakınma onlara hiçbir yarar sağlamıyor; korkusu
yüzünden yurtlarını terk ettikleri ilâhi kader yakalarına yapışmakta
gecikmiyor ve bunun sonucu olarak yüce Allah kendilerine "ölün"
buyuruyor. Böylece öldürdükten bir süre sonra onları yeniden diriltiyor.
Yani ne ölümden kaçma çabalarının bir faydasını görüyorlar ve ne de
yeniden dirilmek için bir çaba harcıyorlar. Her iki olaya da ilâhi kader yön
veriyor.
Kur'an,
bu tecrübenin ışığı altında müminlere dönerek onları sâvaşmaya,
mallarını Allah yolunda; hayatın ve malın bağışlayıcısı olan ve hayatı
da malı da dilediğinde geri alabilen Allah'ın yolunda harcamaya teşvik
ediyor.
İkinci
tecrübe, yahudilerin Hz. Musa'dan (selâm üzerine olsun) sonraki hayatlarında
meydana geliyor. Yani yahudilerin egemenliklerini yitirdikten, kutsal değerleri
yağmalandıktan, düşmanlarına boyun eğmelerinden, Rabblerinin hidayetinden
ve peygamberlerinin direktiflerinden sapmaları sebebiyle birçok acılar tattıktan
sonraki karanlık dönemlerine ilişkin bir tecrübe karşısındayız. Fakat
bir süre sonra vicdanlarında yeni bir silkinme, derlenip toparlanma arzusu
belirir, kalplerinde küllenmiş olan inanç uyanmaya yüztutar, bunun sonucunda
Allah yolunda savaşma özlemi duyarak peygamberlerine "Başımıza bir hükümdar
getir de onun emri altında Allah yolunda savaşa girelim" derler.
Kur'an'ın
son derece düşündürücü bir ifade tarzı ile anlattığı bu tecrübe, bazı
gerçekleri gözlerimizin önüne seriyor, o günün müslüman toplumuna ilişkin
mesajlar taşımasına ek olarak her dönemdeki müslüman topluma yönelik düşünceleri
kamçılayıcı birtakım güçlü mesajlar da içeriyor.
Bu
tecrübenin bir bütün olarak gözler önüne serdiği genel karakterli ibret
dersi şudur: Bu inanç kaynaklı toplumsal ayaklanma, patlama daha başlangıçta
hareketi zedeleyen birçok eksikliğe ve zaaf belirtilerine ve yolun ilerdeki aşamalarında
ondan bölük bölük yüz çeviren dönek taraftarlarının ihanetlerine rağmen,
bütün bu olumsuzluklara karşın, bir avuç imanlı taraftarının bu
toplumsal başkaldırıya ısrarla bağlı kalması, İsrailoğulları'na son
derece önemli kazanımlar getirdi. İsrailoğulları bu onurlu başkaldırma
sonunda haysiyet kırıcı bir bozgunun, utanç verici bir perişanlığın,
uzun bir sürgünlük ve zorbaların çizmeleri altında ezilme döneminin arkasından
zafere, egemenliğe ve şerefli bir bağımsızlığa ulaştılar. Bu parlak
zaferleri Hz. Davud ve onun arkasından gelen Hz. Süleyman (selâm üzerine
olsun) peygamberlerin hükümdarlık dönemlerinde elde ettiler. Bu dönem İsrailoğulları
devletinin yeryüzünde ulaştığı başarıların doruk noktasını oluşturur.
Yahudi tarihçileri bu dönemlerini "Altın dönem" diye anarlar.
Yahudiler "Peygamberler Dönemi" olarak bilinen bu tarih dönemlerinin
daha önceki aşamasında böyle bir başarıyı hiç yaşamamışlardı. Bu başarı
tümü ile doğrudan doğruya uzun yıllar koyu bulutlar arkasında kalan bir
inancın parlamasının toplumsal bir ayaklanmaya dönüşmesinin ve bir avuç
inanmış taraftarının Calut'un askeri gücü karşısında gösterdiği yiğitçe
direnişin ürünüdür.
Bu
tarihi tecrübenin ayrıntılarında yansıyan bazı ibretler daha vardır ki,
bunlar her dönemde yaşayan müslüman toplumlar için son derece değerlidir.
Bunların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
Toplumsal
heyecanlar dış görünüşlerine göre değerlendirildiğinde liderleri
aldatabilecek niteliklere sahiptirler. Bundan dolayı liderler, söz konusu
heyecanların etkisiyle savaşa girişmeden önce onları mihenk taşına vurmalı,
iyice ölçüp tartmalıdırlar.
Nitekim
bu tarihi tecrübede ileri gelen yahudilerden oluşmuş bir grup,
Peygamberlerine başvurarak ondan başlarına bir hükümdar geçirmesini ve bu
hükümdarın önlerine düşüp din düşmanları ile yapılacak savaşta
kendilerine komutanlık etmesini, egemenliklerini ve Hz. Musa ile Hz. Harun (selâm
üzerlerine olsun) ailelerinden kalma kutsal emanetler ile birlikte bütün
mallarını ellerinden almış olan düşmanları ile girişilecek hesaplaşmaya
önderlik etmesini isterler. Peygamberleri savaşmaya kesinlikle kararlı olup
olmadıklarını anlamak üzere kendilerine; "Ya eğer savaş size farz kılınınca
bu emre karşı gelip savaşmazsanız?" deyince bu söz ağırlarına gider
ve peygamberlerine; "Yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan ayrı düşürüldüğümüze
göre niçin savaşmayalım?" diye karşılık verirler.
Fakat
bu heyecanın ateşi çok geçmeden sönmeye yüz tutar, kıssada anlatıldığı
gibi yolun çeşitli aşamalarında iyice zayıflar. Okuduğumuz ayetlerin bir
yerinde bu eğilim "Fakat savaşmak kendilerine farz kılınınca pek azı
hariç, hepsi yan çizdiler" diye açıkça vurgulanır.
Gerçi
yapılan anlaşmayı bozmak, verilen sözü yerine getirmemek ve yarı yolda bırakıp
ayrılmak yahudilerin ötedenberi bilinen bir huyu, bir özelliğidir, ama bu eğilim,
imana dayalı eğitim düzeyi pek yüksek olmayan bütün toplumlarda genellikle
rastlanabilecek ortak insani eğilimdir. Tabii ki, bu durum, her kuşaktan müslüman
toplumların lider kadrolarının başına da gelebilir. Bu yüzden bu tür
durumlarda bu tarihi tecrübenin verdiği dersten yararlanmak, yerinde olur.
Tarihi
tecrübenin ayrıntılarından derlediğimiz diğer bir ibret dersi de şudur:
Bu tür toplumsal heyecanların, halkın kollektif vicdanından kaynaklanan
toplumsal patlamaların dayanıklılık derecesini bir defa sınavdan geçirmekle
yetinmemek gerekir.
Nitekim
bu tecrübeyi yaşayan İsrailoğulları'nın çoğunluğu, istekleri olumlu karşılanarak
omuzlarına savaşma yükümlülüğü bindirilir-bindirilmez yan çizdiler.
Geriye peygamberleri ile yaptıkları anlaşmaya bağlı kalan küçük bir azınlık
kaldı. Bunlar da Talut'un komutası altında sefere çıkan askerlerdi. Hatırlanacağı
gibi bu ordu, Talut'un hükümranlığa ve komutanlığa lâyık olup olmadığına
ilişkin yoğun tartışmaların, O'nun başlarına yüce Allah tarafından
getirildiğinin kanıta bağlanmasının ve bunun belirtisi olarak
peygamberlerinden kalan kutsal emanetleri içeren sandıklarının meleklerce taşınarak
önlerine getirilmesinin arkasından yola çıkabilmişti. Buna rağmen bu
ordunun çoğunluğu daha ilk aşamada geride kaldılar, askerlerin çoğunluğu
komutanları tarafından gerçekleştirilen daha ilk sınavda başarısız not
aldılar. Ayette bu sınav aynen şöyle anlatılıyor; "Talut, ordusu ile
birlikte sefere çıkınca askerlerine dedi ki `Allah sizi bir ırmak aracılığı
ile sınavdan geçirecek. Kim bu ırmağın suyundan kana kana içerse benden değildir.
Kim onun suyundan içmez de sadece bir avuç dolusu ile yetinirse o bendendir.'
Çok azı dışında askerler bu ırmaktan kana kana su içtiler."
Fakat
ırmağın suyundan içmeyen bu "çok az kişi" de direnmelerini
sonuna kadar sürdüremediler. Dehşetin somutlaşmış görüntüsü, yani düşmanın
kalabalıklığı ve gücü karşısında moralleri bozuldu ve kalpleri sarsıldı.
"O ırmağı geçince askerlerin bir kısmı `Bugün bizim Calut ve ordusu
ile başa çıkacak gücümüz yok' dediler."
Bu
çözülme karşısında çok küçük ve seçkin bir azınlık direnişini sürdürdü,
bunlar Allah'a güven ve bağlılık duygusu içinde şöyle dediler;
"Allah'ın izni ile nice az sayılı topluluk, kalabalık topluluğu
yenilgiye uğratmıştır. Hiç şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir."
İşte terazinin kefelerinden birinin ağır basmasına yolaçan, dengeyi değiştiren,
savaşta zaferi kazanarak şerefi ve egemenliği hakeden ordu, bu bir avuç
inanmış gruptu.
Bu
tarihi tecrübenin olayları arasında gizlenen bir başka ibret dersi de yapıcı,
kararlı ve inanmış liderliğe ilişkindir. Talut'un, bu vasıfları tümü
ile kişiliğinde biraraya getirdiği görülür. Bu tecrübeyi okurken O'nun
insan psikolojisini çok iyi bildiğini, heyecanın dışa vuran coşkunluğuna
aldanmadığını, ilk sınavla yetinmediğini, savaştan önce askerlerinin
itaatkârlık ve kararlılık derecelerini deneyden geçirdiğini, zaaf gösteren
askerlerini ayırıp geride bıraktığını ve son olarak da -ki en önemlisi
budur- arka arkaya yaptığı denemelerin ardından askerleri sayıca iyice
azaldığı, yanında sadece bir avuç seçkin ve sebatkâr bir savaşçı grubu
kaldığı halde hiç moralini bozmadan, halis imanın gücüne ve Allah'ın müminlere
yönelik destek vaadine güvenerek cesurca savaşa girebilmesidir.
Son
ibret dersini de savaşın akışını izlerken algılıyoruz: Yüce Allah'a bağlı
bir kalbin ölçüleri, kriterleri ve düşünceleri inanmayanlardan farklıdır.
Çünkü böyle bir kimse sınırlı ve basit realitenin ötesine uzanaràk
kesin ve sürekli realiteye kavuşur. Ayrıca sınırlı ve basit realitenin dışındaki
herşeyi geniş bir perspektifle görür. Nitekim bu kıssada kararlılığını
sonuna kadar sürdürerek savaşa giren ve zaferi elde eden bir avuç inanmış
azınlık tıpkı "Bugün bizim Calut'la ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz
yok" diyenler gibi sayıca düşmandan az olduklarını görüyorlardı.
Fakat durum hakkında o yılgınların vardıkları hükme varmamışlar, onlarınkinden
çok farklı bir hükme vararak "Allah'ın izni ile nice az sayılı
topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır" dediler.
Arkasından da Rabb'lerine el açarak "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır,
ayaklarımızı yere sağlam basmamızı sağla ve kâfirlere karşı bize zafer
nasip eyle" diye dua ettiler. Bunlar güç dengesinin kâfirlerin elinde
olmadığını, bunun sırf Allah'ın elinde olduğunu biliyorlardı, bu bilinçle
zaferi Allah'tan istediler ve zaferin asıl sahibi olması hasebi ile onu dilediğine
veren Allah'ın elinden buna kavuştular. '
İşte
insan, gerçek anlamda Allah'a bağlanınca, olaylara ve gelişmelere ilişkin düşünceleri
ve ölçüleri böylesine değişir. Böylece bu tür kalpler için kesin bir
realite olan Allah'ın vaadine dayalı hesaplar yapınanın, gözlerin gördüğü
basit realiteye dayalı hesaplar yapmaktan daha gerçekçi bir tutum olduğu kanıtlanmış
oluyor.
Bu
kıssanın içerdiği bütün mesajları istesek de kavrayamayız. Çünkü tecrübelerimizden
de öğrendiğimiz gibi- Kur'an ayetleri kalplere yönelik mesajlarını,
kalplerin içinde bulundukları durum ve bu durumların ortaya çıkardığı
ihtiyaçlar oranında sunarlar ve her zaman ihtiyaç oranında mesaj
birikimlerini kalplere açarlar.
243-
Binlerce kişilik kalabalık olarak ölüm korkusu ile yurtlarından kaçan
kimseleri görmedin mi? Allah onlara önce `ölün " dedi, arkasından
kendilerini yeniden diriltti. Hiç kuşkusuz Allah insanlara karşı kerem
sahibidir, ama insanlar çoğunlukla şükretmezler.
ÖLÜM
KORKUSU
Burada
"Binlerce kişilik bir kalabalık halinde ölüm korkusu ile yurtlarından
kaçtıkları" belirtilen kimseler hakkında çeşitli yorum ve spekülasyonlar
çölüne dalmak istemem. Bunlar kimlerdi? Yurtları neresiydi? Bu yurtlarından
ne zaman kaçtılar? Eğer yüce Allah dileseydi tıpkı Kur'an'da ayrıntılı
biçimde anlatılan bazı kıssalarda olduğu gibi bu insanlar hakkında da bize
açık bilgi verirdi. Fakat bu hikaye; olayları ve bu olayların yer ve
zamanları somutlaştırılmamış, sadece ana fikir amaçlanan bir ibret dersi,
bir öğüttür. Bu hikayede olayların yerlerini ve zamanlarını belirlemek
onun ibret dersi olma niteliğine ve ana fikrine hiçbir katkıda bulunmaz.
Bu
hikâyeyi anlatmanın amacı ölüm ve hayat gerçeğinin dış sebepleri ile
gizli asıl mahiyetleri hakkında doğru düşünmeyi sağlayarak bu iki konuyu
herşeyi önceden tasarlayan ulu kudrete hàvale etmeyi benimsetmek Allah'ın bu
konulardaki takdirine gönül rahatlığı ile razı olarak, ağlayıp sızlamadan,
paniğe kapılıp feryad etmeden, yükümlülükleri ve görevleri yerine
getirmeyi kabul ettirmektir. Çünkü ne takdir edildiyse mutlaka olacaktır, ölüm
de hayat da son aşamada Allah'ın elindedir.
Bu
hikâye aracılığı ile insanlara söylenmek istenen şudur: Ölümden kaçmanın
hiçbir yararı yok. Paniğe kapılmak ve feryadı basmak ne hayata birşey
ekler ne ölüm anını erteletir ve ne de ilâhi takdirin önüne geçebilir.
Hayatı veren de alan da yalnız Allah'tır. O, bu iki durumda da, yani hayatı
verirken de alırken de lütuf ve kerem sahibidir, almanın da vermenin de arkasında
büyük bir ilâhi hikmet saklıdır. Her iki olayda da insanların menfaati
vardır. Allah'ın insanlara yönelik keremi, hem almakta hem de vermekte aynı
oranda kendini gösterir:
"Hiç
kuşkusuz Allah insanlara karşı kerem sahibidir, ama insanlar çoğunlukla şükretmezler."
"Binlerce
kişilik kalabalık oluşturan" bu topluluğun biraraya gelmesi ve "ölüm
korkusu ile" ülkesinden kaçması ancak panik halinde olur. Bu kaçış
ister saldırgan bir düşmanın, ister salgın t»r veba hastalığının
korkusu ile olsun. Bütün bunlar onları ölümden kurtaramadı:
"Allah
onlara `ölün' dedi."
Allah
onlara bu sözü nasıl söyledi? Nasıl öldüler? Acaba ölüm sebepleri,
korkup kaçtıkları şey mi oldu, yoksa hiç hesapta olmayan başka bir sebep yüzünden
mi öldüler? Bunların hiçbiri hakkında ayrıntılı bilgi verilmiyor. Çünkü
bunlar ibret dersini etkileyecek noktalar değil. İbret dersi şurada: Paniğe
kapılmak, ağlayıp sızlamak, feryadı basmak, kaçmak ve korkmak, onların akıbetini
değiştirmedi, ölmelerini önleyemedi, Allah'ın takdirini başlarından
savamadı. Oysa eğer Allah'a yönelerek durumu sabırla, sebatla ve soğukkanlılıkla
karşılasalardı kendileri için daha iyi olurdu.
"Sonra
onları diriltti."
Bu
nasıl oldu? Acaba onların ölülerini dirilterek kendilerini somut biçimde
yeniden hayata mı döndürdü? Yoksa onların yerine güçlü bir hayatın
temsilcisi olan, ataları gibi paniğe kapılıp feryadı basmayan gözüpek bir
kuşak mı getirdi? Bu sorular hakkında da ayrıntılı bilgi verilmiyor. Bu
sorulara mutlaka bir cevap yakıştıralım diye zoraki yorumlara dalmamızın,
bazı tefsir kitaplarında görüldüğü türden dâyanaksız masalların çöllerinde
kendimizi kaybetmemizin hiçbir gereği yok. Bu cümlenin kalbe sunduğu mesaj
şudur: Onların çabaları, çırpınmaları ölümü başlarından savamadığı
gibi, Allah onları, hiçbir çabaları ve katkıları olmaksızın hayata döndürmüştür.
Panik,
ilâhi takdiri geriye çeviremez. Ağlayıp sızlamak, feryadı basmak hayatı
koruyamaz. Hayat Allah'ın elindedir,onu yaşayanların hiçbir çabası olmaksızın,
kendilerine karşılıksız bir bağış olarak sunar. O halde korkakların gözlerine
uyku girmesin!
244-
Allah yolunda savaşınız ve Allah'ın herşeyi işittiğini ve bildiğini
biliniz.
İşte
şimdi yukardaki olayın amacını ve ana fikrini kısmen kavrıyor, yüce
Allah'ın, gerek ilk müslüman topluma ve gerekse bütün müslümanlara bu
tarihi tecrübeyi niçin aktardığını kısmen idrak ediyoruz: Sakın sizi yaşama
sevgisi ve ölüm korkusu Allah yolunda cihad etmekten, savaşmaktan alıkoymasın.
Çünkü ölüm de hayat da Allah'ın elindedir. Başka bir gaye uğruna değil,
Allah yolunda savaşın; başka bir yafta, başka bir bayrak altında değil,
Allah'ın sancağı altında cihad edin, savaşın. Ve;
"Allah'ın
herşeyi işittiği ve bildiğini bilin"
O
işitir ve bilir. O söylenen sözü işitir ve sözün ardında gizlenen maksadı
bilir. Ya da O işitir ve çağrılara olumlu karşılık verir, hayata ve
kalplere neyin yararlı olduğunu bilir. Allah yolunda savaşın; çünkü yapılan
hiçbir amel Allah katında, hayatı alan ve veren Allah katında kayba uğramaz.
Allah
yolunda cihad etmek, karşılık beklemeden vermek, fedakârlıkta bulunmak
anlamı taşır. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim'de malî fedakârlıkta, özveride
bulunma konusu cihad ve savaş konusu ile birlikte ele alınır. Özellikle
cihadın, savaşmak için ordu toplamanın gönüllülük esasına dayandığı
İslâm'ın o ilk döneminde bu malî ve bedeni özverinin ayrılmazlığı
ilkesi daha da önemliydi. Çünkü cihadın insan gücü yüzünden aksamadığı
bazı dönemlerde malı imkan yokluğu yüzünden aksadığı olurdu. Bundan
dolayı malı özveride bulunmanın sürekli biçimde özendirilmesi ve böylece
Allah yolunda savaşmak isteyenlerin yolunun kolaylaştırılması kaçınılmaz
bir gereklilik olmuştur:
245-
Kimdir o ki, Allah'a karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da bu borcu
ona kat kat fazlası ile öder. Kısıtlayan da bol bol veren de Allah'tır. Döndürüleceğiniz
yer O'nun katıdır.
Ölüm
ile hayat nasıl elinde ise Allah'ın çıkmasını takdir etmediği bir can,
nasıl ki sahibi savaşa katıldı diye kayba uğrayacak değilse, mal da böyledir,
Allah yolunda harcandı diye kaybolmaz. O, Allah'a verilmiş bir karşılıksız
borç (karz-ı hasen)tur, O'nun katında teminat altındadır. O, onu kat kat
fazlası ile geri verir. Dünyada mal, bereket, mutluluk ve huzur olarak geri
verir. Ahirette ise yine mutluluk, Cennet nimeti, hoşnutluk ve kendine yakınlık
derecesi olarak geri verir.
Zaten
zenginlik ve fakirlik meselesi Allah'a dayanır, yoksa bu işin belirleyici faktörü
ne mal ihtirası ne cimrilik ne de özveri ve mal harcama eylemidir:
"Kısıtlayan
da bol bol veren de Allah'tır..
Sonunda
herşey Allah'a geri dönecek. Mallar ve onların sahibi olduklarını sanan
insanlar bu varlık aleminde ne ki onlar Allah'a dönmesinler; onlar da dönecek
elbette:
"Döndürüleceğiniz
yer O'nun katıdır."
O
halde ölümden ürkmenin, fakirlikten korkmanın ve Allah'a dönme konusunda
tereddüt etmenin anlamı yok. Buna göre müminler Allah yolunda savaşsınlar,
canlarını ve mallarını özveri ile ortaya koysunlar ve iyi bilsinler ki
nefesleri sayılı, malları belirlidir. O halde yaşadıkları sürece güçlü,
özgür, yiğit ve onurlu olmaları onlar hesabına hayırlıdır. Sonuçta dönüşleri
Allah'adır.
Okuduğumuz
ayetlerin imana ilişkin, eğitici mesajlarından sonra biraz da bu ayetlerin
yansıttığı ifade güzelliğine değinmeden geçemeyeceğim. Yine ilk ayetin
başına dönelim:
"Binlerce
kişilik kalabalık olarak ölüm korkusu ile yurtlarından kaçan kimseleri görmedin
mi?"
Bu
ifade, bu binlerce kişiyi, onların oluşturduğu safları gözler önüne
seriyor. Bu gözönüne getirmeyi, bu canlandırmayı sağlayan "görmedin
mi" şeklindeki sorulu yüklemdir. Başka hiçbir ifade biçimi, seçildiği
yere yakışan bu sorulu yüklem kadar, bu muhayyile önüne getirmeyi, bu gözönünde
canlandırmayı gerçekleştiremezdi.
Ölümden
korkan, bu dehşet içinde titreyen binlerce kişilik kalabalığın tablosundan
hemen sonra bir anda ve tek kelime aracılığı ile "ölün" emri üzerine
gerçekleşiveren ölüm tablosu ile karşı karşıya kalıyoruz. Bütün bu çekinmeler,
bütün bu biraraya gelmeler, bütün bu çabalar bir tek "ölün"
kelimesi üzerine yok olup gidiyor. Bu ifade, bu çabaların boşluğunu,
tutulan yolun yanlışlığını beynimize işlediği gibi ilahi takdirin
kesinliğini, Allah'ın istediğini yapma konusunda ne kadar seri olduğunu gözler
önünde somutlaştırıyor.
"Sonra
onları yeniden diriltti."
Gerçek
bu... Bu yeniden diriltmenin hangi yolla olduğuna ilişkin ayrıntılı bilgi
verilmeksizin... Ölümün ve hayatın dizginlerini elinde tutan, kullara ilişkin
gelişmelerde tek tasarruf yetkisine sahip olan yüce kudret ile karşı karşıyayız.
Bu yüce kudretin iradesine karşı konulamaz; O'nun dilediği olur. Bu ifade
zihnimizde ölüm ve hayat tabloları ile uyumlu bir izlenim uyandırır.
Biz,
öldürme ve diriltme, can alma ve can verme tablolarını izlerken önümüze rızık
meselesi geliyor ve burada da "Kısıtlayan da bol bol veren de Allah'tır."
ifadesi ile karşılaşıyoruz. Bu ifade de can alma ve can verme eylemi ile
uyumlu, aynı zamanda onun gibi veciz ve kısadır.
Bunların
yanısıra verilen mesajlar ile üslup güzelliği arasındaki şaşırtıcı
uyuma paralel olarak tabloların tasvirinde de şaşırtıcı bir uyum göze çarpmaktadır.
Bir sonraki ayette ikinci tarihi tecrübenin anlatımına geçiliyor. Bu tecrübenin
kahramanları da İsrailoğulları'nın Hz. Musa döneminden sonra yaşamış
olan bir kuşağıdır:
246-
Musa sonrası dönemde yaşayan bir grup ileri gelen İsrailoğlunu görmedin
mi? Bunlar Peygamberlerine `Başımıza bir hükümdar getir de onun emri altında
Allah yolunda savaşalım' dediler. Peygamberleri onlara; `Ya eğer savaşmak
size farz kılındığında bu emre karşı gelirseniz. diye sorunca,
Yurdumuzdan ve çocuklarımızdan ayrı düşürüldüğümüze göre niçin
savaşmayalım ki?' dediler. Fakat savaşmak kendilerine farz kılınınca pek
azı hariç hepsi yançizdiler. Hiç kuşkusuz Allah, zalimlerin kimler olduğunu
bilir.
SAVAŞTAN
KAÇANLAR
"Görmedin
mi?" Sanki şu anda olmakta olan bir olaydan ve gözler önünde cereyan
eden bir manzaradan sözediliyor. Yahudi ileri gelenlerinden ve sözü geçenlerinden
bir grup aralarında toplanıp peygamberlerinden birine başvuruyorlar. Bu
peygamberlerin adı belli değil. Çünkü kıssanın amacı, konusu o peygamber
değil. Onun adının söylenmesi kıssanın vermek istediği mesaja hiçbir şey
katmıyor. İsrailoğulları'na uzun tarihleri boyunca birbirinin peşisıra çok
sayıda peygamber geldi. İşte sözünü ettiğimiz seçkin yahudi önderleri,
aralarında toplanıp bu peygamberlerinden birine başvurdular ve ondan komutası
altında "Allah yolunda" savaşacakları bir hükümdar belirleyip başlarına
getirmesini istediler.
Onların
ağzından çıkan bu savaşın karakterini tanımlayıcı "Allah
yolunda" sözü kalplerindeki inanç coşkunluğunu, vicdanlarındaki iman
uyanıklığını, kendilerinin haklı bir inancın savunucuları, düşmanlarının
ise batıl yanlısı, sapık kâfirler olduklarının bilincinde olduklarını,
Allah yolunda cihad etmek için önlerindeki yolun kafalarında belirgin olduğunu
kanıtlar.
Bu
algı belirginliği, bu idrak kesinliği zafere giden yolun yarısıdır. Buna göre
kendisinin hak yolda, buna karşılık düşmanın batıl yanlısı olduğu, müminin
zihninde belirgin bir biçimde yeretmesi; hedefin, yani Allah yolunda olduğu
gerçeğinin kafasında mutlaka soyutlanıp kavramlaşması gerekir. Düşünceleri
nereye gittïğini bilmesini engelleyecek bir kavram kargaşasının egemenliği
altında olmamalıdır.
Peygamberleri
de onların azimlerinin gerçekliğinden, niyetlerinin sağlamlığından, bu ağır
görevi yerine getirmekte kararlı, önüne getirdikleri teklifte ciddi olup
olmadıklarından emin olmak istemişti:
"Peygamberleri
onlara; `Ya eğer size savaşmak farz kılındığında bu emre karşı
gelirseniz?' diye sordu."
Acaba
savaşmak size farz kılınırsa bundan kaçma ihtimaliniz yok mu? Şimdi bu bakımdan
serbest ve rahatsınız. Ama eğer isteğiniz kabul edilir de savaşmanız
karara bağlanırsa, o zaman savaş, hesabınıza yazılmış bir farz olur ve
artık bu karardan dönemezsiniz.
Bu,
peygambere yaraşacak bir konuşma tarzıdır; bu üsteleme, ısrarlı vurgulama
peygamberlere layık bir vurgulamadır. Peygamberlerin sözlerinin ve
emirlerinin tereddüt, oyalanma ve erteleme konusu olması caiz değildir.
Bu
noktada ayaklanma coşkusunun derecesi yükseliyor. Çünkü Peygamber ile görüşmeye
gelen heyetin mensupları kendilerini savaşmaya sürükleyen sebepler arasında
savaşmayı tereddüt götürmez, kesin bir zaruret haline getiren gerekçeler
bulunduğunu belirtiyorlar:
"Yurdumuzdan
ve çocuklarımızdan ayrı düşürüldüğümüze göre niye savaşmayalım
ki?" dediler.
Meselenin
zihinlerinde belirgin olduğunu, vicdanlarında karara bağlandığını görüyoruz.
Düşmanlar, Allah'ın ve O'nun dininin düşmanlarıdır, bu düşman onları
yurtlarından çıkarıp evlâtlarını tutsak yapmıştır. Buna göre bu düşmana
karşı savaşmak gereklidir. Önlerinde tek yol vardır ki, o da savaşmaktır.
Bu karardan ve bu mücadeleden geri dönmeyi gerektirecek hiçbir sebep yoktur.
Fakat
düşmanın ortada görünmediği tehlikesiz dönemde verdikleri bu kararda uzun
süre sebat edemediler, zira savaşla yüzyüzeydiler artık;
"Fakat
savaşmak kendilerine farz kılınınca az bir kısmı hariç, çoğu sözlerinden
döndüler."
Gerçi
burada yahudilerin ötedenberi bilinen köklü bir huyu ile karşılaşıyoruz.
Onlar sık sık sözleşmelerini tek taraflı olarak bozarlar, verdikleri sözlerden
cayarlar, liderlerine itaat etmezler, düzen tanımazlar, yükümlülüklerinden
kaçarlar herhangi bir konuda ortak bir karara varamazlar ve apaçık gerçeklerden
yüz çevirirler. Fakat bu tutum imana dayalı eğitimde olgunluk düzeyine yükselmemiş
bütün toplumların, hatta bütün insanlığın ortak özelliğidir. Bu huy
ancak imana dayalı, yüksek düzeyli, uzun vadeli, köklü ve etkin bir eğitimle
değiştirilebilir. Bundan dolayı çetin bir yola girmeye azmedenler bu konuda
son derece dikkatli olmalı, sarp yollara girecekleri sırada bu faktörü
hesaba katmalıdırlar. Yoksa insan mayasındaki zorluk anında kaçma huyu sürpriz
olarak karşılarına çıkarsa işlerini daha da zorlaştırır. Özellikle içgüdülerinin
tutsaklığından kurtulamamış, herhangi bir potada pişerek bu zararlı
unsurlardan arınamamış toplumlarda bu olumsuz tepki, beklenen bir tutumdur.
Ancak hakkı ortada bırakıp geri dönenler Allah'ın şu uyarı ve tehdidini
de göze almadılar:
"Hiç
kuşkusuz Allah zalimlerin kimler olduğunu bilir."
Bu
cümle savaşmayı istedikten sonra ve daha bilfiil savaşa girişmeden önce bu
görevden kaçan çoğunluğu azarlar ve onları zalimlikle suçlar
niteliktedir. Bu çoğunluk, hem kendilerine hem peygamberlerine ve hem de gerçek
olduğunu bile bile onun batıl yanlarının boyunduruğu altında kalmasına göz
yumdukları hakka karşı zalimlik etmiştir.
Bir
grup insan düşünelim ki, bunlar kendilerinin hak yolda ve düşmanlarının
batıl, eğri yolda olduğunu biliyorlar. Tıpkı burada söz konusu olan yahudi
heyeti gibi. Arkasından bunlar peygamberlerinden "Allah yolunda" savaşmak
amacıyla başlarına bir komutan görevlendirmesini istiyorlar. Sonra da
cihaddan kaçarak gerçek olduğuna iman ettikleri hakkın batıl karşısında
kendilerine yüklediği savaşma görevini yerine getirmiyorlar. Bunlar zulümlerinin
cezasına çarpılmaları kaçınılmaz olan zalimlerdir. "Allah zalimlerin
kimler olduğunu bilir."
247-
Peygamberleri onlara; Allah size hükümdar olarak Talut'u gönderdi' deyince,
`O bize nasıl hükümdar olabilir? Hükümdarlık bize ondan daha çok yakışır.
Çünkü ona bol servet verilmiş, değildir' dediler. Peygamberleri onlara;
Allah onu hükümdar olarak seçerek başınıza getirdi, Ona bilgi ve vücud gücü
bakımından üstünlük bağışladı' dedi. Allah mülkünü (egemenlik
yetkisini) dilediğine verir, Allah'ın lütfu geniştir ve O, herşeyi bilir.
Burada
görülen ısrarlı karşı koyma, İsrailoğulları'nın bu surede sık sık değinilen
bir özelliğini ortaya koyuyor. Bilindiği gibi onlar, sancağı altında savaşacakları
bir hükümdarları olsun istemişlerdi. Yine bilindiği gibi açıkça
"Allah yolunda" savaşmak istediklerini belirtmişlerdi.
Fakat
aynı kişiler hararetle istedikleri ve onayladıkları Allah'ın kendileri için
uygun gördüğü ve Peygamberleri aracılığıyla bilgilerine sunduğu tercihe
karşı çıkıyorlar, bizzat yüce Allah tarafından başlarına getirilen
Talut'un hükümdar olmasını içlerine sindiremeyerek ona itiraz ediyorlar. Niçin?
Çünkü onların düşüncelerine veraset gerekçesiyle hükümdarlığa
kendileri daha layıktır. Çünkü Talut eski yahudi hükümdarların soyundan
gelmiyordu! Üstelik serveti de yoktu ki kendisine verilen liyakat önceliğine
göz yumsunlardı. Bütün bunlar, yahudilerin tarih boyunca vazgeçmedikleri
bilinen karakteristik huyları olduğu gibi aynı zamanda sapık düşüncelerini
ve kavram kargaşası içinde olduklarını da açığa vurucu özelliklerdir.
Peygamberleri
onlara, Talut'un liyakat önceliğine sahip olduğunu ve Allah'ın ne hikmetle
onu tercih ettiğini açıklıyor:
"Peygamberleri
onlara; `Allah onu hükümdar olarak seçerek başınıza getirdi, ona bilgi ve
beden gücü bakımından üstünlük sağladı: dedi. Allah mülkünü
(egemenlik yetkisini) dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir ve O, herşeyi
bilir."
Talut,
doğrudan doğruya Allah'ın seçtiği bir kişidir. Bu onun için bir liyakat
gerekçesidir. Bunun yanısıra Allah ona bilgi ve beden gücü bakımından üstünlük
sağlamıştır. Bu da onun için bir başka liyakat gerekçesidir. Ayrıca
Allah "Mülkünü, egemenlik yetkisini dilediğine verir." Çünkü mülk,
O'nundur, onu dilediği gibi kullanma yetkisi kendisine aittir, buna göre
kulları arasından kimi isterse onu seçer. Yine Allah "engin kerem sahibi
ve herşeyi bilen"dir. Ne hazinesinin bekçisi ve ne de bağışlayıcılığının
sınırı vardır. Bunun yanında O, neyin hayırlı olduğunu ve işleri nasıl
düzenleyeceğini herkesten iyi bilir.
Bu
uyarılar ve öğütler, aslında insan kafasındaki kavram kargaşasını düzene
koyduracak ve düşüncelerdeki yanılgıyı ortadan kaldıracak nitelikte ve
yeterliliktedirler. Fakat önemli bir savaşın eşiğinde olan yahudilerin
karakter yapılarındaki olumsuzlukları bu yüce gerçekler tek başına düzeltmeye
yetmez. Onların karakter yapısındaki bu olumsuzlukları peygamberleri de
biliyor. Onlara, kalplerini sarsarak,güvene ve kesin kanaate vardıracak açık
bir mucize göstermek gerekir:
248-
Peygamberleri onlara dedi ki; `Talut'un hükümdarlığının belirtisi, size
meleklerin taşıdığı bir sandığın gelmesidir. Bu sandıkta Rabbinizden
size yönelik bir huzur ile birlikte Musa ve Harun ailelerinin geride bıraktıkları
bazı önemli eşyalar vardır. Eğer mümin kimseler iseniz, bu sizin için
kesin bir belirtidir.
Yahudiler,
çöldeki perişanlık dönemlerinden ve Hz. Musa'nın ölümünden sonra
peygamberleri Hz. Yuşa'nın (Allah'ın selâmı her ikisi üzerine olsun)
liderliği altında mukaddes topraklara egemen olmuşlardı. Fakat bir süre
sonra düşmanları kendilerini bu topraklardan sürüp çıkarmış ve bu arada
Hz. Musa ve Hz. Harun'un oğullarından gelen peygamberlerinin geride bıraktıkları
değerli eşyaları içeren bir sandıkta somutlaşan kutsal emanetlerine de el
koymuşlardı. Bir rivayete göre bu sandıkta yüce Allah'ın Tur dağında Hz.
Musa'ya vermiş olduğu levhaların kopyaları saklı idi. Peygamberleri onlara,
belirti olarak Allah'tan kaynaklanan ve gözleri ile görecekleri bir mucize göstermeyi
ve bu amaçla sandukanın, üstelik "melekler tarafından taşınarak"
önlerine getirilmesini uygun gördü; bu sandukanın bu şekilde önlerine
getirilmesi onların kalplerini huzur ve güvenle dolduracaktı. Arkasından da
onlara "Eğer mümin kimseler iseniz, bu mucize, Talut'un Allah tarafından
seçilmiş olduğunu kanıtlamaya yeterli bir delildir" diyecekti.
Ayetin
akışından anlaşıldığına göre bu olağanüstü olay, gerçekten meydana
gelmiş ve yahudi ileri gelenlerinin kuşkularını dağıtarak peygamberlerinin
sözlerine kesinlikle inanmalarını sağlamıştı.
Daha
sonra Talut, cihad farzını terk etmeyen daha yolun başında peygamberleri ile
yaptıkları sözleşmeyi çiğnememiş olanlardan ordusunu oluşturdu. Kur'an-ı
Kerim, kıssa anlatımında kullandığı her zamanki üslubu uyarınca burada
iki tablo arasında bir boşluk bırakıyor ve doğrudan doğruya aşağıdaki
tabloyu sunuyor. Bu tabloda Talut, ordusu ile sefere çıkmıştır:
249-
Talut, ordusu ile birlikte sefere çıkınca askerlerine dedi ki; ;9llah sizi
bir ırmak aracılığı ile sınavdan geçirecek. Kim bu ırmağın suyundan
kana kana içerse benden değildir. Kim onun suyundan içmez de sadece bir avuç
dolusu ile yetinirse o bendendir. Askerlerin az bir kısmı dışında çoğu bu
ırmaktan su içtiler. Bir süre sonra Talut, yanında kalan müminlerle
birlikte o ırmağı geçince, askerlerin bir kısmı "Bugün bizim Calut
ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok." dediler. Fakat Allah'ın
huzuruna çıkacaklarına kesinlikle inanmış olanlar "Allah'ın izni ile
nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır."dediler.
"Hiç kuşkusuz Allah, sabırlılarla beraberdir."
Burada
yüce Allah'ın bu kişiyi hükümdar seçmesinin hikmeti somut biçimde ortaya
çıkıyor. O, adım adım savaşa doğru ilerliyor. Komutası altındaki ordu,
tarihinde birçok kez bozgunu ve ezikliği tatmış mağlup bir milletten oluşmuş,
bir süre sonra da galip bir milletin ordusu ile karşılaşacak. O halde,
ordusunun vicdanında gizli bir güç bulunmalıdır ki, onun sayesinde karşılaşacağı
üstün ve güçlü ordu karşısında durabilsin. Bu gizli güç olsa olsa
iradede bulunabilir. Nefsin arzularını ve içgüdülerini denetim altına
alan, mahrumiyetlere ve sıkıntılara dayanan, zaruretlerin ve ihtiyaçların
üstesinden gelen, itaati elden bırakmayan, bunun getireceği yükümlülüklere
katlanan ve böylece ardarda gelecek sınavları başarı ile aşan bir iradedir
onun aradığı.
O
halde Allah tarafından seçilmiş olan komutan, ordusunun iradesini, direnme gücünü
ve sabırlılık derecesini mutlaka denemeli, sınavdan geçirmelidir. İlk önce,
ordusunun isteklere ve arzulara karşı ne kadar dayanabildiğini, ikinci aşamada
da yokluklara ve sıkıntılara karşı ne derece sabırlı olduğunu
deneyecektir. Bu yüzden rivayetlerin verdikleri bilgiye göre Talut,
askerlerinin susuz oldukları bir sırada bu denemeyi yapmayı uygun gördü. Böylece
kendisi ile birlikte kalıp sabredecek olanlar ile rahatını tercih edip geri dönecek
olanları ayırt edebilecekti. Deneme sonunda ileri görüşlülüğü ortaya çıktı:
"Askerlerinin
az bir kısmı hariç, çoğu bir ırmağın suyundan içtiler."
Kana
kana içtiler. Oysa isteyenlere, ırmağın suyundan bir avuç dolusu olarak aşırı
susuzluklarını gidermeleri ve böylece ordudan ayrılmak isteğinde olmadıklarını
kanıtlamaları serbest bırakılmıştı. Ordunun çoğunluğu sırf
nefislerinin isteklerine boyun eğerek söz dinlemedikleri için ondan ayrıldılar.
Ondan ayrıldılar, çünkü onun ve kendilerinin omuzlarına yüklenen görev için
yeterli kimseler değillerdi. Onların düşmanla yüzyüze gelmenin eşiğinde
olan ordudan ayrılmaları hayırlı ve tedbirliliğe uygun bir olaydı. Çünkü
orduda zayıflık, moralsizlik ve bozgunculuk tohumu oluşturuyorlardı. Orduların
gücü, asker sayılarının kalabalıklığı ile değil, bu askerlerin
kalplerinin dirençlilik derecesi ile, iradelerinin kesinliği ile, yolundan
sapmaz ve sarsılmaz imanları ile ölçülür.
Bu
tecrübe sadece kalplerde gizli olan niyetlerin yeterli olmadığını, savaşa
girmeden önce ordunun pratik bir sınavdan geçirilerek, bu yolda kaçınılmaz
gerçekleri daha baştan ortaya çıkarıp tavrını ona göre belirleme gereğini
ispatladı. Bunun yanısıra bu tecrübe, Allah tarafından seçilen komutanın
cevherinin de dayanıklı olduğunu, çünkü ilk tecrübe sırasında ordusunun
dökülüşü yüzünden sarsılmayarak yoluna devam ettiğini kanıtladı.
Gerçi
bu tecrübe, Talut'un ordusunu faydadan çok zararı olacak askerlerden arındırmıştı,
ancak aşılması gereken tecrübeler henüz sona ermiş değildi:
"Bir
süre sonra Talut, yanında kalan müminler ile birlikte o ırmağı geçince
askerlerin bir kısmı; `Bugün bizim Calut ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz
yok' dedi."
Sayıları
çok azalmıştı. Üstelik Calut komutasındaki düşmanlarının güçlü ve
sayıca kalabalık olduğunu biliyorlardı. Yukardaki sözü söyleyenler mümindi,
peygamberleri ile,yaptıkları sözleşmeyi bozmamışlardı. Fakat burada gözleri
ile gördükleri somut realite ile karşı karşıya idiler ve bu realiteye karşı
koyacak güçleri olmadığını algılıyorlardı. İşte şimdi belirleyici
tecrübeye, nihai sınava sıra gelmişti. Bu tecrübe gözle görünen somut
realiteden daha büyük bir gücü üstün tutmaktı. Bu sınavı ancak eksiksiz
imana sahip olarak kalpleri ile Allah arasında sıkı ilişki olanlar, insanların
somut durumlarından edindikleri ölçüleri bir yana bırakarak imanlarının
realitesi sayesinde edinilmiş yeni ölçüleri olanlar başarı ile aşabilirdi!
İşte
bu denemede bir avuç mümin grup ortaya çıktı. Sayıca az, fakat seçkin
grup. İlâhi ölçülere sahip olan küçücük grup:
"Fakat
Allah'ın huzuruna çıkacaklarına kesinlikle inanmış olanlar; `Allah'ın
izni ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır.
Allah sabırlılarla beraberdir.' dediler."
İşte
böyle... "Nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye
uğratmıştır." Dikkat edilirse çokluk ifade eden bir üslup ile karşı
karşıyayız; başka bir deyimle tek-tük görülen, istisnai bir durum değil
söz konusu olan. İşte Allah'a kavuşacaklarından kuşku duymayanların algıladıkları
kural budur. Kural bu mümin grubun az sayılı olmasıdır. Çünkü bu küçük
grup, sıkıntı merdiveninin basamaklarından bir bir çıkarak seçilme ve
kalbur üstünde kalma mertebesine ulaşmış kimselerden oluşur. Fakat galip
gelecek olan da bu gruptur. Çünkü o merkezi güç kaynağı ile sıkı ilişki
halindedir; çünkü üstün ve galip gücü, Allah'ın gücünü temsil ediyor.
O Allah-ki, iradesi tartışmasız, kulları üzerinde kesin egemenliğe sahip,
zorbaların belini kıran, zalimlerin burnunu yere sürten ve kendini beğenmişleri
kahredendir.
Onlar
"Allah'ın izni ile" derken elde edecekleri bu zaferi Allah'a dayandırıyorlar
ve "Allah sabırlılar ile beraberdir" derken de bu zaferi gerçek
sebebine bağlıyorlar. Böylece de hak ile batılı birbirinden kesinlikle ayıracak
hak savaşının Allah tarafından seçilmiş erleri olduklarını kanıtlamış
oluyorlar.
Kendimizi
hikâyenin akışına bırakıyoruz. Ve... Allah'a kavuşacağına kesinlikle
inanan, tüm sabırlılığını bu buluşmanın kesinliğine dair beslediği
imandan alan, tüm gücünü Allah'ın izninden alan, tüm inanç kesinliğini
Allah'a güveninden ve Allah'ın sabırlıların yanında olduğu gerçeğinden
alan bu bir avuç grup...
İşte
az sayılı ve zayıf olmasına rağmen, düşmanın sayılı üstünlüğünün
ve gücünün kalbindeki güveni sarsamadığı bu güvenle, sabırlı, kararlı
küçücük grup, savaşın sonucunu belirleyen etkin güç oluyor. Bu inanılmaz
başarıya, yüce Allah ile arasındaki taahhüdü yenileştirdikten, kalbi ile
O'nun dergâhına yöneldikten, savaşın korkunç dehşeti karşısındayken
zaferi sırf O'ndan dilemesinden sonra ulaşıyor:
250-
Talut ve askerleri, Calut ve ordusu ile karşılaştıklarında; `Ey Rabbimiz,
üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfirlere karşı
bize zafer nasip eyle' dediler.
251-
Derken, Allah'ın izni ile onları bozguna uğrattılar ve Davud, Calut'u öldürdü.
Arkasından Allah, Davud'a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet)
verdi; kendisine dilediği bazı bilgileri öğretti. Eğer Allah, bazı
insanların şerrini diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü
kargaşa kaplardı. Ama Allah, bütün alemlere karşı lütuf sahibidir.
İşte
böyle... "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır." Bu ifade sabır
tablosunu Allah'tan gelen feyize benzeterek tasvir ediyor. Allah, bu feyzini o
kahramanların üzerine yağmur gibi yağdırarak kendilerini onunla çepeçevre
kuşatıyor, bu feyiz yağmuru onların kalplerini huzur, güven, dehşete ve
sakıntıya tahammül gücü ile dolduruyor Ayaklarımızı sabit kıl." Bu
Allah'ın elinde olan birşey. Dilerse onların yere basan ayaklarını sabit
tutar, onları titretmez, kaydırmaz ve sarsmaz. "Kâfirlere karşı bize
zafer nasip eyle." Artık durum iyice aydınlandı, belirginleşti. Ortada
küfrün karşısına çıkmış bir iman, batılın önüne dikilmiş bir hak;
mümin dostlarına, düşmanı olan kâfirler karşısında yardım etsin, zafer
nasip etsin diye Allah'a yöneltilen bir dua var. Vicdanlarda tereddüt; düşüncelerde
karmaşıklık, amacın sağlıklılığından ve yolun belirginliğinden şüphe
yok.
Savaş,
bu kahramanların bekledikleri ve inandıkları gibi sonuçlandı. "Derken,
Allah'ın izni ile onları bozguna uğrattılar." Ayet "Allah'ın izni
ile" diyerek bu cümleciğin ifade ettiği gerçeği vurguluyor, pekiştiriyor.
Bu gerçeği müminlere öğretmek, ya da buna ilişkin bilgilerini güçlendirmek
istiyor. Şu evrende meydana gelen tüm gelişmelerin mahiyetine ve bu gelişmeleri
meydana getiren gücün kimliğine ilişkin eksiksiz düşünceyi iyice
belirginleştirmeyi amaçlıyor.
Müminler
bu gücün önündeki perdedirler. Allah onlar aracılığı ile dilediğini yapıyor,
tercihini yürürlüğe koyuyor. "O'nun izni ile"; olup bitenlerde aslında
onların bir rolü yok. Kullandıkları güç ve enerji aslında onlara ait değil.
Allah onları meramını yürütmek için seçiyor, aslında O'nun dilediği,
O'nun izni ile onların eli ile oluyor. Bu gerçek, müminin kalbini barış, güven
ve kesin imanla dolduracak nitelikte bir ilkedir. Zira o, Allah'ın kuludur.
Onun, Allah'ın seçtiği rolü oynaması, Allah'ın karşı durulmaz takdirini
uygulama alanına geçirmesi, Allah'ın ona yönelik bir keremi, bir bağışıdır.
Sonra da onu -istediğini yapabilme şerefinin arkasından- sevaplandırma, ödüllendirme
payesi ile onurlandırıyor. Eğer Allah'ın lütfu olmasaydı o birşey
yapamazdı, eğer Allah'ın keremi olmasaydı sevap elde edemezdi, ödül
kazanamazdı. Bunun yanısıra o gayesinin soyluluğundan, amacının arılığından
ve yolunun temizliğinden emindir. Çünkü bütün bu olup-bitenlerde hiçbir
ard maksadı yoktur; o sadece meramını mutlaka gerçekleştiren Allah'ın hayırdan
ibaret olan dileğinin yürürlüğe koyucusudur. O bütün bunları iyi niyeti
ile, itaat etmeye yönelik kararlılığı ve samimi olarak Allah'a yönelişi
ile haketmiştir.
Ayetin
devamında Hz. Davud'un (selâm üzerine olsun) rolü belirtiliyor:
"Davud,
Calut'u öldürdü."
Davud,
İsrailoğulları'ndan genç bir delikanlı, buna karşılık Calut, güçlü
bir hükümdar, herkesin yüreğine korku salan bir komutan idi. Fakat o sırada
yüce Allah istedi ki, İsrailoğulları olayların, dış görünüşlerine göre
değil, asıl mahiyetlerine göre geliştiklerini, yakından görsünler.
Olayların asıl mahiyetlerini yalnız Allah biliyordu, bunların akibetlerini
belirlemek sadece O'nun elinde idi. Buna göre kullara sadece görevlerini
yerine getirmek, Allah'a verdikleri sözleri tutmak düşüyordu. Sonra Allah
neyi diledi ise O'nun dilediği biçimde oluyordu.
Nitekim
yüce Allah Calut adındaki kan içici zorbanın ölümünün -ileride Hz. Davud
olacak- bu genç delikanlının eliyle olmasını dilemiş, böylece yüreklere
korku salan zalimlerin, Allah öldürülmelerini dileyince genç delikanlılar
tarafından yere serilecek derecede zayıf kimseler olduklarını insanlara göstermek
istemişti.
Bu
olayın arkasında Allah tarafından amaçlanan, murad edilen bir başka gizli
hikmet daha vardı: Yüce Allah Hz. Davud'un, Talut'tan sonra hükümdar olmasını,
arkasından da yerine oğlu Hz. Süleyman'ın geçmesini ve Hz. Süleyman döneminin,
yahudilerin uzun tarihleri içinde "Altın dönem"leri olmasını
takdir etmişti. Bu altın dönem, uzun bir sapıklık, Allah'a karşı verilen
taahhütleri çiğneme ve perişanlık döneminin arkasından yahudilerin
vicdanlarında parıldayan inanç ateşlenmesinin, inanç gerekçeli
ayaklanmalarının mükâfatı olarak kendilerine sunulmuştu:
"Arkasından
Allah, Davud'a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi, kendisine
dilediği bazı bilgileri öğretti."
Hz.
Davud aynı zamanda peygamber olan bir hükümdardı. Kur'an-ı Kerim'in başka
surelerinde verilen ayrıntılı bilgilere göre yüce Allah ona başta zırh
olmak üzere çeşitli savaş araçları yapmayı öğretmişti. Burada ise
ayetlerin akışı, yukardaki kıssanın tümünde güdülen bir başka amaca yöneliyor.
Hikâyenin bu şekilde son bulduğu, yani nihaî zaferin maddi güç yerine
Allah'a güvenen inanç tarafından, sayı çokluğunun oluşturduğu kuru
kalabalık yerine özüne saygı besleyen irade tarafından kazanıldığı ilân
edilince, tam bunun arkasından bu kuvvetler arasındaki çatışmanın yüce
amacı açıklanıyor. Bu yüce gaye savaş ganimetleri, yağmalar, ünvanlar ve
görkemli törenler değildir. Bu yüce gaye, yeryüzünde dirlik ve huzur sağlamak,
kötülüğe karşı kavga vererek iyiliği, hayırlıyı egemen kılmak,
iktidara getirmektir:
"Eğer
Allah bazı insanların şerlerini, diğerleri aracılığı ile savmasaydı,
yeryüzünü kargaşa kaplardı."
Ayetin
bu kısacık bölümünde yeryüzünde hüküm süren kuvvetler çatışmasının,
güç odakları arasındaki yarışın; insan çabasının coşkun, dalgalı ve
çağıltılı hayat selinin akıntısına kapılarak sürüklenişinin
gerisindeki ilâhi hikmetin iyice belirgin hale gelmesi için kişiler ve
olaylar sahneden çekiliyor, gözlerden kayboluyor. Burada üzerinde karınca sürüleri
gibi insan kaynayan uçsuz-bucaksız hayat alanı gözler önüne seriliyor. Bu
insan kalabalıkları kesintisiz bir karşılıklı savunma, yarışma ve aralarında
itişerek hedefleri peşinde koşuşma halindedirler. Bütün bu olup-bitenler süreci
içinde o yüce, hikmet sahibi ve önceden tasarlayıcı (mudebbir) el, bu
kalabalıkların tümünün iplerini elinde tutarak aralarında çatışan, yarışan,
itişen insan yığınlarını son aşamada hayra, dirliğe, yapıcılığa ve
gelişmeye doğru yönlendiriyor.
Eğer
Allah kötü insanların kötülüğünü, başka birtakım insanlar aracılığıyla
savıp önlemeseydi hayat bozulur ve yaşanmaz hale gelirdi. Bunun yanısıra eğer
insanlar arasında Allah tarafından öyle yaratılan fıtrî yapılarının
gereği olarak menfaat ve kısa vadeli, yüzeysel amaçlar çatışması
olmasaydı, bütün enerji birimleri özgür biçimde yarışmaya, yenişmeye ve
karşılıklı meşru savunmaya girişir, böylece insanlar tembelliği ve
aylaklığı üzerinden silkeleyip atar, potansiyel enerji kaynaklarım tam
kapasite ile harekete geçirir, sürekli biçimde uyanık, faal, yeryüzünün
üstündeki ve altındaki kaynakları ortaya çıkarma, onun çeşitli güçlerini
ve gizli hazinelerini keşfedip kullanma çabasını harcar durumda olurdu.
Gerçï
son aşamada dirlik, huzur, hayır ve gelişme gerçekleşir. Fakat bu olumlu
gelişmelerin görülebilmesi için iyilik yanlısı, doğru yol yolcusu ve
fedakâr bir cemaatin, sıkı dayanışmalı bir insan topluluğunun ortaya çıkması
gerekir. Bu cemaat, yüce Allah'ın kendisine açık açık anlattığı hakkı,
kendisini Allah'a ulaştıracak yolu kesin bir şekilde bilir. Yine bu cemaat
batılı ortadan kaldırarak yeryüzünde hakkı egemen kılmakla yükümlü
olduğunu, bu soylu görevi yerine getirmedikçe, bu uğurda sırf Allah'ın
emrini yerine getirmek ve O'nun hoşnutluğunu elde etmek amacı ile dünyada önüne
çıkacak her sıkıntıya katlanmadıkça yüce Allah'ın azabından asla
kurtulamayacağını da bilir.
Bu
çatışmalı hengamede yüce Allah hükmünü yürütür, takdirini pratiğe
uygular; hakka, hayra, dirliğe ve huzura söz üstünlüğü kazandırır; bu
çatışmanın, bu yarışın ve bu karşılıklı savunmanın olumlu
birikimini, hayır yanlısı ve yapıcı olan gücün avucuna koyar, kazanç
hanesine yazar. O hayır yanlısı ve yapıcı güç ki, giriştiği bu çatışma
sırasında içindeki en soylu, en onurlu, kendisini hayatta erişebileceği en
yüce kemal düzeyine yükseltecek itici yetenekler harekete geçmiş, ortaya çıkmıştır.
Bu
ayetler demetinin sonunda okuduğumuz kıssanın nihaî değerlendirmesi niteliğindeki
sonuç cümlesi geliyor:
252-
Bunlar Allah'ın ayetleridir. Bunları sana hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç
kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin.
Bu
yüksek düzeyli, geniş amaçlı ayetleri "sana okuyoruz". Yani bu
ayetleri okuyan,bizzat yüce Allah'ın kendisi. Eğer insan bu olayın, bu açıklamanın
içerdiği derin ve dehşet verici mahiyeti yeterince düşünebilse bunun ne
kadar korkunç ve büyük bir şey olduğunu kavrardı. "Bu ayetleri sana
hakka bağlı olarak okuyoruz". Yani bu ayetler beraberlerinde "hakkı"
taşıyorlar ve onları okuma ve indirme yetkisini elinde bulunduran yüce
Allah'tır bu ayetleri okuyan. Bu yetki Allah'tan başka hiç kimsenin elinde değil.
O
halde yüce Allah dışında kullar için sistem düzenlemeye yeltenen herkes
haddini aşarak Allah'ın yetki alanına dalan bir mütecaviz, kendine ve
kullara zulmeden bir zorba, gerçekte sahip olmadığı birşeye sahip olduğunu
iddia eden bir sahtekâr, itaat görmeyi beklemeye hakkı olmayan bir batıl
yolun yolcusudur. Kul, sadece Allah'ın buyruklarına ve bir de Allah'ın gösterdiği
yoldan ayrılmayan hakk kılavuzlarının emirlerine itaat eder, başkasının söylediklerine
değil.
"Hiç
kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin."
Onun
için sana bu ayetleri okuyoruz. Onun için seni bütün geçmiş yüzyıllarda
yaşanmış insanlık tecrübeleri ile, iman kervanının deneyim birikiminin bütün
aşamaları ile donatıyor ve bütün peygamberlerden kalan mirası sana aktarıyoruz.
Ve
tecrübe hazineleri ile dolu olan bu bölüm burada sona eriyor. Böylece müslüman
cemaati çeşitli alanlarda çeşitli yönlerde gezintiye çıkaran ve bu
gezintilerin izlenimleri aracılığı ile onu eğiterek son derece önemli görevine
hazırlayan bu cüz de burada noktalandı. O önemli görev ki, Allah onu müslüman
cemaatin üstlenmesini takdir etti, onu bu görevin başına dikti, yine onu
zamanın bitimine, dünyanın son anına kadar bu ilâhi sistem uyarınca
insanları yönlendirecek bir örnek ümmet olarak ortaya çıkardı.
GENEL
BİR DEĞERLENDİRME
Bu
cüz iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümü, Bakara suresinin geride kalan
kısmı, ikinci bölümü ise Al-i İmran suresinin ilk yarısıdır. Şimdi
burada bu cüzün ilk bölümü hakkında özet niteliği taşıyan birkaç söz
söyleyecek, bu Cüzün ikinci bölümüne ilişkin söyleyeceklerimizi ise inşallah,
Al-i İmran suresinin giriş yazısında dile getireceğiz.
Bakara
suresinin bu kalan bölümü, birinci cüzün başında açıkladığımız ve
ikinci cüzün sonuna kadar incelemeyi sürdürdüğümüz surenin tümüne ilişkin
ana konunun devamı niteliğindedir. Bu ana konu, müslüman toplumu, Medine'de,
İslâm ümmetinin yükümlülüklerini omuzlamaya hazırlamaktır. Bu toplum, söz
konusu emaneti taşıyabilsin diye daha önce şu ön hazırlıklardan geçirilmişti:
İmana ilişkin doğru düşünceye kavuşturuldu, daha önceki peygamberlerin mümin
ümmetlerinin yaşadıkları tecrübeler ile donatıldı, kendisine bu yolda karşılaşacağı
engeller ve gerekli olan ihtiyaçları tanıtıldı, aynı zamanda hakkın ve
imanın düşmanı olan kâfirlerin hileleri, tuzakları konusunda uyarıldı, böylece
yolunun her aşamasında düşmanlarını iyi tanıması amaçlandı.
Bütün
araçları, azığı, tarihî tecrübeleri ve amaçları ile bu hazırlık süreci,
Kur'an-ı Kerim'in tarih boyunca ilk müslüman kuşaktan sonra gelen bütün müslüman
kuşaklara aynen uyguladığı bir eğitim programıdır. Bu proğram, bu ümmetin
her kuşağında müslüman bir cemaat oluşturmak ve İslâmi hareketi yönetmek
için uygulanması gereken değişmez, belirgin ve istikrarlı bir proğramdır.
Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, canlı, hareketli ve etkin bir eğitim aracı,
her dönemde uygulanabilir, geniş kapsamlı bir ilkeler bütünüdür. Başka
bir deyimle Kur'an-ı Kerim, olgunlaşmayı, kılavuzluğu ve nasihatı
ayetlerinde arayan herkes için, her durumda her adımda ve her kuşakta
fonksiyonunu yerine getiren ideal bir kılavuzdur.
Bakara
suresinin bu son kısmı, ikinci cüzün sonunda yeralan Yüce Allah'ın
Peygamberimize yönelik "Bunlar Allah'ın ayetleridir. Onları sana hakka
bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin." şeklindeki
seslenişinin arkasından geliyor.·(Bakara Suresi, 253) Bu sesleniş de
"Hani onlar, Peygamberlerine; `Başımıza bir hükümdar getir de, onun
emri altında Allah yolunda savaşalım''diye başlayıp" (Bakara Suresi,
246) "Ve Davud, Calut'u öldürdü. Arkasından Allah, Davud'a hükümdarlık
(egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi, ona dilediği bazı bilgileri-öğretti."
diye noktalanan" (Bakara Suresi, 251) Hz. Musa'dan sonra yaşamış bir
yahudi heyetine ilişkin kıssayı izliyor. Başka bir deyimle ikinci cüz, Hz.
Musa'nın kavmi olan yahudilerden ve Hz. Davud'dan söz ederek, bu konuda
Peygamberimizin de peygamberlerden biri olduğuna ve kendisinin "daha önceki
peygamberler"in tecrübeleri ile donatıldığına işaret ederek noktalanmıştı.
İşte
bundan dolayı bu cüz, bir önceki cüzün sonu ile bütünlüğü ve devamlılığı
gözetip peygamberlerden, onlardan bazılarının diğerlerine üstün kılınışından,
bazılarına bağışlanan özel imtiyazlardan, bazılarının derece bakımından
yükseltilişinden, bunların yanısıra bu peygamberlerden sonra gelen birkısım
bağlıları arasında anlaşmazlık çıkmasından ve bu bağlılardan bazılarının
birbirlerini öldürmelerinden sözederek başlıyor:
"İşte
şu peygamberler. Bunların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık.
onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de derecelerle yükseltti.
Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik, O'nu Ruh-ul Kuds aracılığı ile
destekledik. Eğer Allah dileseydi, bu peygamberlerin arkasından gelen ümmetler,
kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat
onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu.
Eğer Allah dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi
dilerse onu yapar."
İkinci
cüzün sonu ile incelemekte olduğumuz üçüncü cüzün baş tarafı arasında
konu bakımından belirgin bir uyum, açık bir bütünlük vardır. Çünkü
her iki yerde de peygamberlerden sözediliyor. Bunun yanında surenin geride
kalan ayetleri arasında da yine açık bir konu uyumu, bir bütünlük göze çarpar.
Bu bölümün ağırlık noktasını Medine'de yeni yeni gelişmekte olan müslüman
cemaat ile yahudiler arasındaki mücadele oluşturur. Nitekim ilk iki cüzde de
bu konu bütünlüğü vardır.
Bundan
dolayı burada, peygamberlerin ölümünden sonra bağlıları arasında baş gösteren
görüş ayrılıklarından, bu bağlıların bir kısmı mümin ve diğer bir kısmı
kâfir olduktan sonra aralarında çıkan savaşlardan sözediliyor. Bu görüş
ayrılıklarının ve inanç kökenli savaşların gündeme getirilmesi gayet
yerindedir. Böylece müslüman cemaatin yoluna devam ederek gerek yahudilere ve
gerekse yahudi olmayanlara eski peygamberlerin bağlıları arasında hüküm süren
gerçek durumu gözönüne alarak, yani bunların doğru yolda olanları ile sapıtmışlarını
birbirinden ayırarak karşı koyması ve bu ümmetin sapıklara karşı sürekli
mücadele vermesi gereken doğru yol yolcusu bir cemaat sıfatı ile yükümlülüklerini
yerine getirmesi kolaylaştırılmış oluyor, amaç budur.
Bu
gerekçe ile eski peygamberlere, bu peygamberlerin ümmetlerine, bu ümmetler
arasındaki düşünce uyuşmazlıkları ile savaşlara ilişkin açıklamaların
hemen arkasından `Allah yolunda mal harcamaya yönelik bir çağrı ile karşılaşıyoruz:
"Ey
müminler, ne alış-verişin ne dostluğun ve ne de ayrıcalığın söz konusu
olmadığı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda
harcayın."
İnfak
her durumda cihad farzının ayrılmaz parçası olan malî bir farzdır. Özellikle
Medine'de gelişen müslüman cemaatin içinde bulunduğu şartlarda bu ayrılmazlık
daha da kaçınılmazdı. Çünkü o dönemde Allah yolu savaşçılarının
savaş teçhizatları kendi malı imkanları yanında Allah yolunda mallarını
ordunun hizmetine sunan müslümanların destekleri sayesinde sağlanıyordu.
Bunun
arkasından, İslâm cemaatinin dayanağını oluşturan İslâm düşüncesinin
temel kaidesine, alı yapısına ilişkin açıklama geliyor. Bu açıklamada şu
esaslara yer veriliyor: Yüce Allah tektir, diridir. Herşey O'nun gözetimi ve
yönetimi altındadır. Herşey O'nun sayesinde vardır. Herşey mutlak anlamda
O'nun mülküdür. Herşey bilgisinin kapsamı içindedir. Kayıtsız egemenliği
herşeyi içerecek genişlikte ve yaygınlıktadır. Herşey gücünün ve
himayesinin şemsiyesi alımdadır. O'ndan izinsiz hiç kimse O'nun katında başkasına
şefaat edemez ve hiç kimse O'nun bağışladığı dışında bir ilme sahip
olamaz.
Bu
açıklamanın amacı da müslümanın, sisteminin tümü ile üzerine oturduğu
inancına ilişkin düşüncesinde berraklık kazanmış olarak yoluna devanı
etmesini sağlamaktır:
"Allah,
O'ndan başka ilâh olmayan, diri, yarattıklarını gözetip yöneten,
kendisini uyuklama ve uyuma tutmayandır. Göklerde ve yeryüzünde ne varsa
hepsi O'nundur. İzni olmadıkça O'nun katında kim şefaatçı olabilir? Onların
önlerinde ve arkalarında bulunan ve olup-biten herşeyi bilir. Onlar O'nun
bilgisinin ancak dilediği kadarını kavrayabilirler. O'nun kürsî'si
(egemenliği) gökleri ve yeryüzünü kaplamıştır. Bunları koruyup gözetmek
O'na ağır gelmez. O yüce ve büyüktür."
Bunların
yanısıra, müslüman Allah yolunda savaşır. Fakat bu savaştaki amacı başkalarına
bu inanç sistemini ve düşüncesini zorla kabul ettirmek değildir. O sadece
doğru yol ile sapıklık net bir şekilde birbirinden ayırd edilebilsin, fitne
ve sapıklık unsurlarının kökü kazınsın diye savaşıyor. Bundan sonra
fertler istedikleri dini benimseme hakkına sahiptir:
"Dinde
zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır.
Artık kim şeytanı, azgınlığı reddederek Allah'a inanırsa kopması söz
konusu olmayan, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Hiç şüphesiz, Allah
herşeyi işitir, herşeyi bilir."
Müslüman,
Allah'ın koruması ve kayırıcılığı altında, Allah'ın hidayet ediciliğinden
ve gözeticiliğinden emin olarak gönül huzuru içinde yoluna devam ediyor:
"Allah,
müminlerin dostu, kayırıcısıdır. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
Kâfirlerin dostları ise şeytan ve yardakçılarıdır. Bunlar, onları aydınlıktan
çıkararak karanlıklara sokarlar. Onlar orada ebedi olarak kalmak üzere
Cehennemliktirler."
Bu
cüzün başında ardarda sıralanan, bu çeşitli konulara ilişkin kısa ve özlü
açıklamalar, surenin başından beri benimsenen yolu izleyerek müslüman
cemaatin hayatına ve hedeflerine yönelik amaçlarını gerçekleştiriyorlar.
Bu
açıklamaları, ölümün ve hayatın mahiyetine ilişkin imana dayalı düşünceye
belirginlik kazandırmayı amaçlayan, öncesi ve devamı ile bütünleşmiş
bir ayetler demeti izliyor. Bu ayetler ölüm ve hayatla ilgili birkaç somut
deneyi anlatır. Bu tecrübelerden ilk ikisinde Hz. İbrahim'in adı anılır,
üçüncüsünde ise adı belirtilmeyen birinden sözedilir. Bu deneylerin her
üçü de ölümün ve hayatın mahiyetini açıklayarak, bu iki önemli olgunun
doğrudan doğruya Allah'ın iradesi ve bilgisi ile ilişkili olduğunu, insan
idrakinin bu sır nitelikli olayların içyüzünü kavrayacak yeterlilikte
olmadığını, bu sırrın idrak alanının ötesine düştüğünü Allah`tan
başka hiç kimsenin bu sırrı çözemeyeceğini vurgulayarak noktalanır. Bu
ayetler demetinin konusu ile savaş ve cihad konusu arasındaki ilişki açıktır.
Ayrıca
yine bu ayetler demeti ile genel anlamda imana dayalı doğru düşünce
edindirme amacı arasındaki ilişki de son derece açıktır.
Bakara
suresinin bu son bölümünde bu noktadan itibaren müslüman toplumun dayanağını
oluşturan çeşitli sosyal ilişkilerin ayrıntılı olarak söz konusu edildiğini
görürüz. Bu sosyal ilişkiler sayılırken şu ilkeler karara bağlanır:
Sosyal dayanışma bu toplumun temel kaidesidir. Faiz, bu toplum tarafından
silkelenip atılmış ve lânetlenmiş bir uygulamadır. Bu gerekçe ile Allah
yolunda mal harcama ve sadaka verme konusu, surenin geri kalan bölümü içinde
geniş yer tutacak şekilde uzun uzun anlatılır. Bu anlatım birtakım canlı
tasvirler, duygulandırıcı sezgiler, telkinler ve esintiler ile doludur ki,
bunlardan az sonra inceleyeceğimiz ayetleri geçerken sözetmeyi daha uygun görüyoruz.
Bu konu ile surenin akışı arasındaki uyuma gelince, özellikle savaş ve
cihad konusu ile bu konu arasında güçlü bir uyum vardır. Ayrıca bu Allah
yolunda başkalarına yardımda bulunma ve sadaka verme konusu, bu surede okuduğumuz
çeşitli yasal düzenlemeler ve çeşitli telkinlerle sistemleştirilen genel
İslâmi hayatın önemli dayanaklarından birini oluşturur.
Yardımseverlik
ile sadaka vermenin karşı kutbunda faiz uygulaması yeralır. Kur'an-ı Kerim,
bu iğrenç uygulamaya bu surenin tam bir sayfasını ayırarak ona son derece
şiddetli bir dille saldırır. Kur'an-ı Kerim'in bu saldırıyı seslendiren
ayetleri ekonomik ve sosyal hayatın bu uğursuz kurumu üzerine yıldırımlar
yağdırarak onu kökten yıkmak ve yerine yüce Allah'ın, Kur'an aracılığı
ile kurduğu İslâmî toplum yapısının üzerine oturacağı sağlıklı ve
sağlam bir başka temel koymak ister.
Faiz
konusunu borç alıp-verme işlemi ile ilgili bir yasal düzenleme izler. Kur'an-ı
Kerim, bu konuda yasal düzenleme getiren ilk kaynaktır. Bu konu iki ayette işlenir.
Bu ayetlerin ilki Kur'an'ın en uzun ayetidir. Bu ayetlerde Kur'an-ı Kerim'in
tamamen kendine özgü ve mucize niteliği taşıyan canlı ve düşünceye yeni
ufuklar açıcı kanun koyma üslubu açıkça görülür.
Sonunda
Bakara suresi, gerek başlangıcı ve gerekse içeriğinin ana çizgisi ile son
derece uyumlu bir şekilde noktalanır. Surenin bu son ayetlerinde İslâm düşüncesinin
temel esasını oluşturan Allah'a, meleklere, kitaplara ve peygamberlere
inanmak ilkeleri dile gelir ve İslâm'ın bu alandaki tutumu "Allah'ın hiçbir
peygamberini diğerlerinden ayırmayız" ifadesi ile vurgulanır·"
(Bakara Suresi, 285). Bu temel kural, zaten bu surenin daha önceki ayetlerinde
de tekrarlanarak vurgulanmıştı. Bu surenin en sonunda müslümanlardan yüce
Allah'a yöneltilmiş tatlı bir dua ile karşılaşırız. Bu duada mümin ile
Rabbi arasındaki ilişkinin karakteristik özelliği, Allah ile inanmış kul
arasındaki sıcak atmosfer kelimelere yansır. Bunun yanısıra bu duada Bakara
suresinin daha önceki ayetlerinde önemli olayları anlatılan İsrailoğulları
tarihine işaret edilir. Asıl geniş açıklamayı daha sonra yeri gelince
yapmak üzere bu ayeti şimdilik mealen okuyalım:
"Ey
Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey
Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ayrı yük yükleme. Ey
Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma, bizi affet, günahlarımızı
bağışla, bize merhamet eyle, sen mevlâmızsın bizim. Kâfirlere karşı
yardım et bize." (Bakara Suresi, 286)
Bu
dua, surenin başı ve uzun ayrıntılı içeriği ile uyumlu bir bitiş, bir
son sözdür.