TABİAT
KANUNLARI KARŞISINDA PEYGAMBERLERİN DURUMU
Bu
bölümde karşımıza çıkan ilk incelik peygamberlere ilişkin şu özel
ifade tarzıdır:
"Şu
peygamberler..."
Dikkat
edersek "Bu peygamberler.." denmiyor, bunun yerine güçlü ve
belirgin bir mesaj içeren yukardaki ifade tarzı ile peygamberlerden sözetmeye
giriyor. Bu kısmın ayetlerini incelemeye geçmeden önce bu incelik hakkında
birkaç söz söylememiz yerinde olur.
Evet
"Şu peygamberler..."
Gerçekten
"bunlar" karakteristik özelliği olan, kendine özgü bir grup,
orjinal bir topluluk oluştururlar. Her ne kadar onlar da teker teker bir insan
iseler de bu böyledir. Peki kimdir bunlar? Peygamberlik (Risalet) nedir? Nasıl
bir karakteristik özellik taşır? Nasıl gerçekleşir? Niçin sadece
"bunlar" peygamber oldular ve neyin sayesinde peygamberlık
mertebesine ulaştılar?
Bunlar
uzun süre kendilerine cevap bulmaya çalıştığım sorulardır. Bu konuda için
için algı alanım öyle duygular ve anlamlar ile dolu ki, bunları ifade
edecek kelime bulmakta güçlük çekiyorum. Fakat bu duyguları ve anlamları mümkün
olduğu oranda kelimelere ve cümlelere yüklemek gerekir!
İçinde
yaşadığımız ve ayrılmaz bir parçasını oluşturduğumuz bu evrenin
dayandığı birtakım köklü ilkeler vardır. Bu ilkeler yüce Allah'ın bu kâinata
sunduğu evrensel kanunlardır. Evren sistemi bu kanunlar uyarınca gelişimini
sürdürür, bu kanunlar gereğince hareket eder ve bu kanunlara göre çalışır.
İnsan
bilgi merdiveninin basamaklarım çıktıkça bu kanunların bir kısmını keşfeder.
İnsanoğlu bu kanunların sınırlı idrak kapasitesine sığacak kadarını
belirli bir süre zarfında keşfeder -ya da bu kadarı kendisine keşfettirilir-.
İdrak kapasitesi ise yeryüzü halifeliği görevinin üstesinden gelmesine
yetecek oranda yaratılmıştır.
İnsan
evrensel kanunların bu sınırlı bölümünü öğrenirken şu iki -kendi açısından-
temel araca, şu iki bilgi edinme yöntemine dayanır: a)Akıl yürütme
b)Deney. Bunlar öz nitelikleri itibarı ile göreli (izafî, relatif) yöntemlerdir;
nihaî, kesin ve mutlak sonuçlar verecek yetenekte değildirler. Bununla
birlikte uzun bir zaman sürecinde kimi zaman insana, genel geçerli (külli)
evrensel kanunların bir kısmını keşfettirirler. Ama başarılan bu keşifler
de göreli olma niteliklerini sürdürürler, nihaî ve mutlak olamazlar. Çünkü
bütün evrensel kanunlar arasında uyum sağlayan, bu kanunların tümüne
ahenkli bir bütünlük kazandıran ana ilke niteliğindeki sır, gizli ve çözümsüz
kalır; ne kadar uzun zaman geçerse geçsin göreli (izafi) ve göreceli (nisbi)
insan aklı, insanın akıl yürütme gücü, bu sırrın özüne yol bulamaz.
Çünkü zaman bu alanda nihaî bir unsur, kesin belirleyici bir faktör değildir.
Zaman, insanın yapısı ve varlık bütünü içindeki rolü gereğince insanın
kendisi için konmuş bir sınırlama, bir ölçü birimidir. İnsanın evren içindeki
rolü de göreli ve görecelidir. Sonra yeryüzü üzerinde yaşayan bütün
insan soyuna sunulmuş olan zamanın göreliliğine sıra gelir, o da göreli ve
sınırlıdır. Bütün bunlardan dolayı bütün bilgi edinme araçları, insanın
bu araçlar yolu ile elde ettiği bütün bilimsel sonuçlar sözünü ettiğimiz
görelilik (izafilik) ve görecelik (nisbilik) dairesinin sınırları içinde
kalır.
İşte
bu noktada peygamberliğin, yani Allah tarafından bağışlanan, ledünni
(Allah'ın kalbe ilham ettiği bilgi) bir yetenek sayesinde tüm evrenin dayandığı
genel geçerli ana ilke ile derinliklerinde -sonuçlarını kavramakla birlikte
mahiyetini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir yolla- iletişim kurabilen özel
ve karakteristik yapının rolü, fonksiyonu gündeme gelir.
İşte
vahyi alan, almaya güç yetiren harika cihaz, bu özel ve karakteristik yapıdır.
Çünkü bu karakteristik yapı vahyi karşılamaya hazırlıklıdır. Bu yapı
evren bütününün aldığı ilahi işaretin aynısını alır, çünkü bu
evren bütünü yönlendiren ana evrensel ilke ile dolaysız biçimde ilişkilidir.
Acaba bu karakteristik yapı bu ilâhî işareti nasıl alıyor, onu hangi
cihazla karşılıyor, algılıyor? Bu soruya cevap verebilmek için Allah'ın
(c.c) sadece seçkin kullarına bağışladığı bu karakteristik yapıya bizim
de sahip olmamız gerekir. Oysa "Allah, peygamberliği kime vereceğini çok
iyi bilir." (Enam Suresi, 124) Bu mesele, aklımızın ucundan geçebilecek
büyük evrensel sırların tümünden daha büyük ve ölçüler üstü
derecede önemli bir meseledir.
Bütün
peygamberler "Tevhid (Allah'ın birliği)" gerçeğini kavramışlar
ve hepsi de bu gerçeği insanlara duyurmak için gönderilmişlerdir. Çünkü
hepsinin yapısında varolan aynı ana ilkenin ilhamı, onları bu ilhamın tek
olan, birden fazlası söz konusu olmayan kaynağına iletmiştir. Bu ilhamın
kaynağı birden fazla olamaz, çünkü aksi halde gerek evrensel ana ilkenin ve
gerekse peygamberlerin bu ana ilkeden aldıkları ilhamın da birden fazla olması
gerekirdi. Bu idrak, insanlık tarihinin alacakaranlıklı başlangıcında, akıl
yürütme ve deneye dayalı nesnel bilgiler henüz ortada yokken, bu birlik (Tevhid)
ilkesine işaret eden evrensel kanunların henüz hiçbiri keşfedilmemişken de
vardı.
Bütün
peygamberler insanları bir olan Allah'a kulluk etmeye, ilâhi kaynaktan aldıkları
ve duyurmakla görevlendirildikleri bu gerçeğe çağırmışlardır. Onlar bu
ilkeyi, aynı evrensel ana ilkenin, evrenle bütünleşmiş fıtrata yönelik
ilhamının doğal mantığı gereği olarak kavramışlardı. Bu ilkeyi
insanlara duyurma görevini üstlenmeleri de onun gerçek olduğuna, kendilerine
tek olan Allah tarafından iletildiğine ilişkin mutlak imanlarının sonucu
idi. Onlar, fıtratlarında yer eden güçlü, kuşku götürmeyen ve zorlayıcı
ilhama göre birden fazla ilahın olamayacağını kavrıyorlar, bilinçaltında
hissediyorlardı.
Peygamberlerin
fıtratlarının bilincinde yereden bu ısrarlı zorlama, zaman zaman onların
Kur'an-ı Kerim'de nakledilen sözlerinde ya da kimi ayetlerde onları tanıtmak
için kullanılan ifadelerde ortaya çıkar.
Biz
bu içten gelen bilinci, meselâ Hz. Nuh'un (selâm üzerine olsun) kavmine yönelik
sözlerini nakleden şu ayetlerde buluyoruz:
"Nuh
dedi ki; `Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya
O bana katından bir rahmet bağışlamış ve siz de bunun farkında değilseniz,
siz istemediğiniz halde biz size onu zorla mı benimseteceğiz?
Ey
kavmim,ben buna karşı sizden bir mal istemiyorum; benim ücretimi verecek olan
Allah'tır. İman edenleri yanımdan kovmam söz konusu değildir, onlar
Rabb'leri ile buluşacaklardır. Fakat görüyorum ki, siz cahilce davranan bir
topluluksunuz
Ey
kavmim, eğer ben iman edenleri yanımdan kovarsam Allah'a karşı beni kim
savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?" (Hud Suresi, 28-30) Aynı
ısrarlı içten gelen bilinci Hz. Salih'in (selâm üzerine olsun) sözlerini
nakleden ayette de görebiliriz:
"Salih
onlara dedi ki; `Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde
isem, ya O bana katından bir rahmet bağışlamış ise, Allah'a karşı geldiğim
takdirde O'na karşı beni kim savunabilir? Sizin bana, yıkımımı artırmaktan
başka hiçbir katkınız olamaz." (Hud Suresi, 63)
Bu
ısrarlı zorlanmışlık duygusunu Hz. İbrahim'in (selâm üzerine olsun)
hayatını anlatan şu ayetlerde de bulabiliriz:
"Kavmi
onunla (İbrahim'le) tartışmaya girişince onlara dedi ki; `Beni doğru yola
iletmiş olan Allah hakkında benimle tartıyor musunuz? Ben O'na ortak koştuğunuz
şeylerden korkmam, Rabbim ne dilerse o olur. Rabbimin bilgisi herşeyi kaplamıştır.
Acaba ders almaz mısınız?
Allah'ın
size, ilâh olduklarına ilişkin hiçbir delil indirmemiş olduğu şeyleri siz
O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan
niye korkayım? Biliyorsanız, söyleyin bakalım; sırf Allah'a inananlar ile
O'na ortak koşan iki gruptan hangisi korkmamakta daha haklıdır?" (Enâm
Suresi, 80-81)
Bu
ısrarlı zorlanmışlık duygusunun aynısına Hz. Şuayb kıssasında da rastlıyoruz:
"Ey
kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana kendi
katından güzel bir nasip bağışlamış ise? Size yasakladığım şeyi
kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum. Benim istediğim şey, gücümün
yettiği kadar eğrilikleri düzeltmektir. Başarım sadece Allah'a bağlıdır.
Sırf O'na dayanır, O'na yönelirim."·(Hud Suresi, 88)
Aynı
ısrarlı zorlanmışlık bilinci Hz. Yakub'un oğullarına söylediği şu sözlere
de yansımıştır:
"Ben
üzüntümü ve tasamı yalnız Allah'a açarım. Allah ile ilgili olarak sizin
bilmediğiniz şeyler biliyorum." (Yusuf Suresi, 86)
Gerek
bunlarda ve gerekse bunlara benzer nice örneklerde peygamberlerin fıtratlarına
yönelik bu derin ve ısrarlı mesajın izlerini, onların sözlerinde ve tanıtıcı
niteliklerinde görürüz. Onların sözleri, bu zorlayıcı mesajın vicdanlarının
derinliklerinde bıraktığı etki hakkında bize ipucu veriyor.
Gün
geçtikçe insanoğlu nesnel bilgiler alanında şu evrendeki birlik ilkesine
uzaktan işaret eden birçok bulgular keşfediyor. Bilim adamları şu uçsuz-bucaksız
evrende yaratılış (yapı) ve hareket birliği olduğunun farkına varmışlardır.
İnsanoğlunun bilgi edinme kapasitesinin sınırları içinde bütün evren yapısının
temel taşının atom olduğu ve atomun da aslında enerjiden başka birşey
olmadığı ortaya çıktı. Böylece, evrende varolan madde ile enerjinin
atomun yapısında bütünleştiği ve uzun yüzyıllar boyunca madde ile enerji
arasında varolduğu sanılan ikiliğin gerçek olmadığı ortaya çıktı. Görüldü
ki, atomlar yığınından oluşmuş olan madde aynı zamanda enerjidir, yapısındaki
atomlar parçalanınca enerji türlerinden birine dönüşmektedir.
Yine
insanın bilme kapasitesinin elverdiği ölçüde ortaya çıktı ki, atom, içyapısında
sürekli hareket halindedir, kalbini oluşturan (merkezinde yeralan) çekirdekten
ya da çekirdeklerin çevresindeki yörüngelerinde dönen elektronlardan
meydana gelmiştir. Bu hareket süreklidir ve her atomda aynıdır ve her atom,
vaktiyle ünlü İslâm şairi Feriduddin Attar'ın dediği gibi, çevresinde yıldızların
döndüğü bir güneştir; tıpkı sürekli biçimde yıldızların çevresinde
döndüğü şu bizim güneşimiz gibi.
Evrendeki
yapı ve hareket birliği insanoğlunun farkına vardığı, bilgi birikimine
eklediği iki evrensel kanundur. Bu iki kanun kapsamlı ve büyük birlik
ilkesine uzaktan birer işarettir. İnsan bilgisi, akıl yürütmenin ve deneyin
sağladığı imkân oranında bu ilkeleri keşfetti. Oysa peygamberlerin
kendine has ve Allah vergisi karakteristik yapısı, göz açıp kapayıncaya
kadar o geniş kapsamlı ve büyük birlik kanununu kavrayıverdi. Çünkü bu
yapı, o ilkenin mesajını direkt olarak alıyor, bu mesajı alabilen yalnız
odur.
Peygamberler
bu evrensel birliğe ilişkin belgeleri ve kanıtları bilimsel deneyler yolu
ile toplamadılar. Fakat onlara mükemmel ve dolaysız iletişim kurabilen bir
cihaz bağışlandığı için aynı ilkenin mesajını iç iletişim yolu ile
direkt olarak almışlar ve bu tek tip mesajın mutlaka aynı kapsamlı ilkeden
gelmiş olması ve aynı kaynaktan çıkmış olmasının kaçınılmaz olduğunu
kavramışlardır. O özel ve karakteristik yapılara bağışlanmış olan bu
ledünnî (Allah vergisi) cihaz, son derece duyarlı, mükemmel ve geniş
kapasiteli idi. Çünkü söz konusu mesaj birliğinin arkasındaki kaynak birliğini,
şu evrene egemen olan irade ve etkinlik birliğini anında fark ederek şu
evreni çekip çeviren yüce Allah'ın "birliği"ni iman olarak
belirlemiştir.
Şu
noktayı hemen vurgulayalım ki, modern bilim, evrensel birliğin kanıtlarından
birini ya da ikisini kavradığını görüyor diye bu sözleri söylüyor değilim.
Çünkü bilim, kendi alanında bazı şeyleri kimi zaman ispatlar, kimi zaman
da reddeder. Onun ulaştığı "gerçekler"in tümü göreli (izafi),
göreceli (nisbi) ve kayıtlıdır, o hiçbir zaman tek, nihaî ve mutlak bir
gerçeğe varamaz. Üstelik bilimsel teoriler, değişkendir, birbirini yalanlar
ve değiştirirler.
Ben
evrenin yapı ve hareket birliği hakkında anlattıklarımı, peygamberlerin
algısına yansıyan evrensel birliğe ilişkin mesajın doğruluğuna katkıda
bulunmak amacı ile anlatmış değilim. Asla. Benim amacım başka. Ben bu
anlattıklarımla evrenin mahiyetine ilişkin eksiksiz, geniş kapsamlı ve doğru
düşünce oluştururken dayanılacak algı kaynağını belirlemeyi
hedefliyorum.
Bilimsel
keşifler, büyük evrensel birliğin özüne ilişkin bazı kanıtların
bilgisine yol bulabilir, ulaşabilirler. Oysa peygamberlerin algılama gücü bu
birliği çok daha önce geniş, kapsamlı bir düzeyde ve direkt bir şekilde
somutluğa kavuşturmuş, onların ledünni fıtratı bu ilkeyi mükemmel, yaygın
ve dolaysız biçimde kavramıştır. Modern bilimsel nazariyeler, bu ilkeye ilişkin
bazı belgeleri ortaya koymuş olsa da olmasa da peygamberlere bahşedilen ledünni
ilim kesindir, nihaî doğrulardır. Çünkü bilimsel teoriler, bizzat bilimin
araştırma ve gözden geçirme girişimlerine açıktırlar. Onlar işin başında
değişmez şeyler değildirler, sonra da nihaî ve mutlak değildirler. O halde
bunlar peygamberliğin doğru olup olmadığını belirleyecek kriterler olmaya
elverişli değildirler. Çünkü ölçülerin, kriterlerin değişmez ve mutlak
doğrular olmaları gerekir. Bundan dolayı peygamberlik kurumu, değişmez ve
mutlak tek kriterdir.
Bu
gerçekten, son derece önemli bir başka gerçek çıkar ki, o da şudur:
İnsanlığa
geniş kapsamlı biçimde yön verebilecek olanlar, ona evrenin yaratılışı
ile, değişmez kanunları ile ve sürekli geçerliliğe sahip ilkeler
sistemiyle uyumlu olarak yön verebilecek olan, sadece varlık aleminin ilkeler
sistemi ile direkt biçimde bütünleşmiş olan bu özel karakteristik yapılardır.
Dolaysız biçimde Allah'tan vahiy alanlar onlardır. Bu gerekçe ile onlar yanılmazlar,
sapıtmazlar, yalan söylemezler, gerçeği saklamazlar, zaman ve mekan faktörleri
kendileri ile gerçek arasında perde ve engel oluşturmaz. Çünkü bu gerçeği
zamandan ve mekândan münezzeh olan yüce Allah'tan alırlar.
Yüce
irade, zaman aralıkları içinde peygamber göndermeyi diledi. Amaç, insanlığa
mutlak gerçeği iletmektir. O mutlak gerçek ki, insanlar akıl yürütme ve
deney yolu ile bunun bir kısmını ancak yüzlerce asır sonra kavrayabilmişler
ve gelecekteki çağlar boyunca bu araçlarla bu gerçeğin tümünü hiçbir
zaman kavrayamayacaklardır. İnsanlar hesabına bu ilişkinin değeri, attıkları
adımları evren ile paralel hale getirmek, evrenin hareketi ile kendi
hareketleri arasında yön birliği sağlamak, evrenin yaratılışı ile kendi
fıtrî yapıları arasında uyum temin etmektir.
İşte
bundan dolayı insanın gerek tüm varlıklar alemine gerekse kendi öz varlığına
gerek tüm varlık aleminin ve gerekse öz varlığının amacına ilişkin
eksiksiz, doğru ve geniş kapsamlı düşünce sistemini alabileceği tek
kaynak vardır. Evrenin kararı, hareketi ve doğrultusu ile uyumlu, insanları
topyekün varlıkları ile "barış"a kavuşturabilecek tek doğru ve
dengeli hayat sistemi, ancak bu düşünce sisteminden kaynaklanabilir. Bu hayat
sistemi ïnsan ile evren arasında, insanla evrenin yaratılışının doğal
uzantısı olan kendi öz fıtratı arasında; dünyada insan soyu için
imkanları hazırlanmış çalışma, girişim, büyüme, gelişme ve ilerleme
alanlarında insanların kendileri arasında "barış" sağlar.
Tek
kaynak, yani peygamber kaynağı. Bunun dışındaki kaynaklar sapık ve batıldır.
Çünkü bu diğer kaynaklar, sözünü ettiğimiz bütünleşmiş tek kaynakla
iletişim halinde değildirler, ondan mesaj almamaktadırlar.
İnsana
sunulan diğer bilgi edinme araçları, evrenin bazı görüntülerini, bazı
kanunlarını, bazı güçlerini yeryüzündeki halifelik görevinin üstesinden
gelmesine, hayatı geliştirip evrimleştirmesine yetecek derecede sınırlı
olarak keşfedebilmesi için kendisine kısıtlı olarak verilmiştir. İnsan bu
alanda gerçekten ileri adımlar atabilir. Fakat bu adımlar ne kadar ileri
olurlarsa olsunlar, insanı hiçbir zaman mutlak gerçeğin düzeyine ulaştıramazlar.
O mutlak gerçek ki, insanın, hayatını sırf geçici ve değişken durumlar
ve şartlar uyarınca değil, varlık aleminin dayandığı değişmez ve sürekli
evrensel kanunlar ve topyekün insan varoluşunun büyük amacı uyarınca düzenlemek
için ona muhtaçtır. Bu büyük amacı zaman ve mekan şartlarından münezzeh
olan yüce Allah görür, ama zaman ve mekân şartları ile bağımlı ve sınırlı
olan insan bunu göremez.
Ancak
bir yolu baştan sona kadar kavramış olan bir merci bu yolun tümüne ilişkin
bir yolculuk plânı yapabilir. Oysa insanın önünde bu yolun bütününü görmesini
engelleyen perde var. Hatta bir saniye sonrasını bile görmesi engellenmiştir.
İnsanın önünde ve içinde yaşadığı anın önünde, arkasını görmesine
imkan tanımayan yere kadar uzanan bir perde gerilmiştir. Buna göre insan,
kendisi için meçhul olan bir yolu aşmak üzere nasıl plân yapabilir?
Ya
çarpıklık, sapıklık ve başıboşluk ya da evrenin yaratıcısından alınmış
yaşama sistemine, peygamberliklerin ve peygamberlerin sistemine, varlıklar
alemi ve bu alemin yaratıcı ile ilişki halinde olan fıtratın sistemine dönüş...
Ardarda
gelen peygamberler insanlığın elinden tutup onu hidayete ulaştıran aydınlık
yolda ileriye doğru yürütüyor. Oysa insanlık bu yol boyunca ikide bir
kervandan ayrılıyor, rotadan sapıyor, kılavuzun yol gösterici çağrısını
umursamıyor, yeni bir kılavuzun gelişine kadar sapıtmışlığını sürdürüyor.
Her defasında biricik gerçek, yenilenen tecrübeleri ile uyumlu bir şekilde
daha olgunlaşmış olarak zihninde belirginleşiyor.
Böylece
son peygamberlik dönemine sıra gelince insan aklı olgunluk çağına eriyor.
Bu gerekçe ile son peygamber, insan aklına genel geçerli (külli) gerçeklerin
tümü ile sesleniyor. İnsanların bu nihaî ve geniş hatların, çizgilerin kılavuzluğunda
sürekli adımlarla ilerlemesini istiyor. Büyük gerçeğin çizgileri artık
yeni bir peygamberin gelmesini gerektirmeyecek derecede belirginleşmiştir.
Sadece yüzyıllar boyunca ortaya çıkacak yenileyici yorumcular yeterlidir.
Bundan
sonra insanlık ya her zaman gerek kendisine gerekse ilerici ve yenileyici atılımlarına
yetecek genişlikte olan bu şeridin içinde kalarak ilerleyecek ve bu yoldan,
başka hiçbir yolla ulaşamayacağı mutlak gerçeğe erecek ya da yolunun işaretlerinden
uzak düşerek belirsizlik çölünde şaşkın, sapıtmış ve başıboş bir
biçimde taban tepecektir!
253-
İşte şu peygamberler. Bunların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık.
Onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de derecelerce yükseltti.
Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik, O'nu Ruh-ul Kuds aracılığı ile
destekledik. Eğer Allah öyle dileseydi, bu peygamberlerin arkasından gelen ümmetler,
kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat
onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu.
Eğer Allah öyle dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi
dilerse onu yapar.
Bu
ayet, peygamberleri, diğer insanlardan ayırıp onların kendilerine özgü kişiliklerini
vurguladığı gibi tüm peygamberlerin ve Peygamberliğin (Risaletin) macerasını
da özetliyor. Bu ayet, yüce Allah'ın bazı peygamberleri diğer bazı
peygamberlere üstün kıldığını, bu üstünlüğün bazı belirtilerini ve
göstergelerini açıklıyor. Sonra da bu peygamberlerin arkasından gelen kuşaklar
arasında -açık belgelerin gelişmesinden sonra- anlaşmazlıkların baş gösterdiğine
ve bu anlaşmazlığın körüklenmesi sonucu patlak veren savaşlara işaret
ediyor. Bunların yanısıra ayet bu peygamberler sonrası kuşaklar arasında
kimilerinin mümin kimilerinin ise kafir olduğunu ve iman yoluyla küfrün,
iyilik yoluyla da kötülüğün savılıp bertaraf edilmesi amacıyla yüce
Allah'ın bu kuşaklar arasında savaşmayı takdir ettiğini açıklıyor. Bu
ayetin işaret ettiği bu çok sayıda gerçek, peygamberler kervanı ile bu
misyonun uzun tarihini sembolize eder. Tekrarlıyoruz:
"İşte
şu peygamberler. Bunların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık."
Burada sözü edilen "üstün kılma" olgusu herhangi bir peygambere
takdir edilen, onun çağrısına ve faaliyetlerine alan oluşturan çevrenin
niteliği ile ilgili olabilir. Meselâ söz konusu peygamberin bir kabilenin
peygamberi ya da bir milletin peygamberi veya belirli bir kuşağın peygamberi
yahut da bütün milletlerin ve kuşakların peygamberi olması gibi. Bunun yanısıra
bu "üstün kılma" olgusu, peygamberin şahsına ya da ümmetine bağışlanan
imtiyazlarla da ilgili olabilir. Ayrıca bu "üstün kılma" olgusu
peygamberlik misyonunun niteliği, insan ve evren hayatına ilişkin kapsamlılık
derecesi ile de ilgili olabilir.
Bu
ayet bu konuda Hz. İsa ve Hz. Musa (selâm üzerlerine olsun) hakkında iki
misal vermekte, diğer peygamberlere ise genel olarak işaret etmekle yetiniyor:
"Onlardan
kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu
İsa'ya açık mucizeler verdik, O'nu Ruh-ul Kuds aracılığı ile
destekledik."
Yüce
Allah'ın bir peygamberle konuştuğu gerçeği söz konusu olunca akla hemen Hz.
Musa geldiği için adı verilmiyor, fakat Hz. İsa'nın adı açıkça
belirtiliyor. Kur'an'da hemen hemen her zaman Hz. İsa'nın adı, anasına bağlanarak
(anasının adı anılarak) zikredilir. Bunun hikmeti açıktır. Çünkü
Kur'an-ı Kerim'in indiği dönemde Hz. İsa hakkında yoğun ve yaygın söylentiler,
hurafeler ortalıkta kol geziyordu. Kimi O'nun -haşa- Allah'ın oğlu olduğunu
ileri sürüyor, kimi O'nun şahsında Lâhut ile Nasut (ilâh ile insan)
karakteristiklerinin birleştiğinden sözediyor, kimi ise daha da ileri giderek
O'nun kişiliğinde insanlık karakteristiğinin, tıpkı bir bardak sudaki
damla gibi eridiğini, böylece ilâhi karakteristiğin yapısına tek başına
egemen olduğunu iddia ediyordu! O'nun hakkında bunlara benzer daha bir yığın
saçma yakıştırmalar üretiliyor ve bu saçma iddialar kiliselerde ve diğer
hıristiyanlık merkezlerinde şiddetli tartışmalara konu oluyordu. Hatta bu
tartışmalar yüzünden Roma imparatorluğu döneminde çıkan savaşlarda sel
gibi insan kanı akıtılmıştı! İşte bu yüzden, Kur'an-ı Kerim'de, sürekli
biçimde Hz. İsa'nın insan olma niteliği vurgulanıyor, hemen hemen her anılışında
anası da zikredilerek, kimliğinin bu yönünün altı çizilerek anılıyor.
Ruh-ul Kuds'e gelince, Kur'an-ı Kerim bununla ilâhi vahyi peygamberlere ulaştırmakla
görevli olan Cebrail'i (selâm üzerine olsun) kasdediyor. Cebrail,
peygamberler için en önemli ve en büyük destektir. Çünkü peygamberlerin
bu seçkin ve önemli görev için Allah tarafından seçildiklerini müjdeleyen,
onlara, uzun ve meşakkatli yollarında devam etmeleri hususunda sürekli
cesaret veren, bu yolculuğun korku ve dehşet dolu aşamalarında onların
kalplerine soğukkanlılık, direnme gücü ve zafer umudu indiren O'dur. Bütün
bunlar birer "destek" türüdür.
Yüce
Allah'ın Hz. İsa'ya verdiği belirtilen "açık mucizeler"e gelince,
bu deyim, O'na indirilen İncil'i ve bu kutsal kitabın yanısıra Allah'ın,
O'nun eli ile gerçekleştirdiği çeşitli olağanüstü olayları içerir. İnatçı
yahudilere karşı Hz. İsa'nın gerçek peygamber olduğunu kanıtlama amacı güden
bu olağanüstü olaylar, Kur'an'ın değişik yerlerinde yeri geldikçe ayrıntılı
biçimde anlatılmaktadır.
Ayette
bizim peygamberimiz Hz. Muhammed'den (salât ve selâm üzerine olsun) sözedilmiyor.
Çünkü hitap O'na yöneltilmiştir. Tıpkı bir önceki "Bunlar Allah'ın
ayetleridir. Bunları sana hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de
peygamberlerden birisin."·(Bakara Suresi, 252) ayetinde olduğu gibi. Yani
okumakta olduğumuz ayetlerin egemen konusu Peygamberimize, diğer peygamberler
hakkında bilgi vermeyi içerir.
Peygamberlerin
derecelerine hangi açıdan bakarsak bakalım, Hz. Muhammed'in en yukarıda olduğunu
görürüz. Meseleye ister peygamberliğin geniş kapsamlılığı ve genelliği
açısından, ister hitap çevresi ve sürekliliği açısından bakalım, bu
sonuç değişmez.
İslâm,
mutlak anlamda evrendeki en önemli gerçek olan "birlik" gerçeğine
ilişkin en yetkin, en mükemmel düşüncedir. Bu birlik gerçeği şu alanların
birliğini içerir: Benzeri bulunmayan yaratıcının birliği, tekliği; Sadece
"ol" emrinin sonucu olarak bütün varlık alemini vareden iradenin
birliği... Bu iradenin eseri olarak meydana gelen varlık bütününün birliği...
Bu varlık bütününe egemen olan kanunlar sisteminin birliği... Basit bir hücreden
son derece karmaşık insana kadar uzanan "hayat" olgusunun,
"canlılık" realitesinin birliği... Hz. Adem'den O'nun yeryüzündeki
sonuncu torununa kadar uzanan insan soyunun birliği... Tek olan Allah'tan; aynı
zincirin halkalarını oluşturan insanlara gelen dinin birliği... Bu ilâhi çağrıyı
insanlara duyuran peygamberler topluluğunun birliği... Bu çağrıyı
benimsemiş olan mümin ümmetin birliği... Hepsi birlikte "ibadet"
kavramının kapsamına giren insanın Allah'a yönelik tüm faaliyetlerinin
(etkinliklerinin) birliği... Biri amel (eylem) ve öbürü karşılıklar (ödüller-cezalar)
yurdu olan dünya ve Ahiretin birliği... Yüce Allah'ın insanlar için yasallaştırdığı
ve bir başkasına uymalarını kabul etmediği yaşama biçiminin, hayat
sisteminin birliği... İnsanların tüm düşüncelerini ve hayat sistemlerini
dayandıracakları mesaj kaynağının birliği...
Hz.
Muhammed, ruhuyla bu büyük gerçek arasında mutlak anlamda iletişim kurmayı,
aklıyla bu birliği kavrayıp benimsemeyi ve de kişiliğiyle bu söz konusu
birliği herkesin gözü önünde pratik hayatında uygulamayı başarabilmiş
bir peygamberdir.
Hz.
Muhammed, peygamber olduğu andan dünyanın yıkılacağı ana kadar gelip geçecek
olan tüm insanlara gönderilmiş bir peygamberdir. O'nun peygamberlik
misyonunun dayanağı, bilinçli insan idrakidir, susturucu ve somut mucize türünden
de olsa hiçbir zorlamaya dayanmaz. Bu açıdan onun peygamberliği, insan aklının
gelişme döneminin ilânı niteliğindedir.
Bu
gerekçe ile Hz. Muhammed, son peygamber, O'nun misyonu da Peygamberlik
zincirinin son halkasını oluşturmuş, O'nunla birlikte vahyin akışı
kesilmiştir. O'nun misyonu ile sözünü ettiğimiz büyük gerçeğin ana
hatları insanların gözleri önünde belirginliğe kavuşturulmuş; O'nun aracılığı
ile gelecekteki bütün insan kuşaklarının faaliyetlerini içerecek derecede
geniş boyutlu, kapsamlı ve genel geçerli yaşama sisteminin ilânı gerçekleşmiştir.
Artık geriye insan aklının, ilâhi sistemin sınırları içinde çözüme bağlayabileceği
ve yeni bir peygamberlik misyonuna ihtiyaç duyurmayacak yorumlardan ve ayrıntılardan
başka hiçbir problem bırakılmamıştır.
Kuşku
yok ki, insanlığın yaratıcısı olan yüce Allah insanların kim ve ne
olduklarını geçmişte de biliyordu, şimdi ve ilerde de bilir; aynı zamanda
onların karşılaştıkları ve karşılaşacakları problemleri de bilir. İşte
yüce Allah, bu son peygamberlik misyonunun ve ondan kaynaklanan kapsamlı hayat
sisteminin, hayatın gelişimini yenilenmesini ve özgürce ilerlemesini en iyi
şekilde sağlayacak bir sistem olduğunu da bilir. Buna göre hangi insan yüce
Allah'ın kullarının ihtiyaçlarının çözümünü Allah'tan daha iyi bildiğini
ileri sürer ya da ilâhi sistemin artık yeryüzünde meydana gelen hayata ilişkin
gelişmelere ayak uyduramayacağını iddia ederse yahut yüce Allah'ın
iradesinin ürünü olan hayat tarzından daha yararlı bir hayat tarzı icat
edip ortaya koyacağını sanırsa, kim bu iddialardan birini ya da hepsini
ortaya atarsa o kimse şüphe götürmez derecede apaçık bir kâfirliğe düşmüş,
gerek kendisi ve gerekse tüm insanlık hesabına düşünebileceği kötülüklerin
en beterini düşünmüş, Allah'a karşı açıktan açığa düşmanca bir tavır
takındığı gibi, bu son peygamberlik misyonu aracılığıyla yüce Allah'ın
rahmetini sunduğu ve gene bu misyondan kaynaklanan, dünyanın son bulacağı
ana kadar da egemen olmasını arzu ettiği ilahi yaşam sistemine, ayrıca
iyiliğini dilediği insan nesline karşı da bariz bir düşmanca tutum içine
girmiştir.
PEYGAMBERLERE
KARŞI İNSANLARIN TAVRI
Şimdi
"şu peygamberler"in bağlıları aralarında savaşa tutuştular.
Peygamberler topluluğunun karakteristik yapı birliği, tümünün getirdiği
mesajlar arasındaki içerik birliği, bu peygamberlerin bağlılarının anlaşmazlığa
düşmelerini ve bu anlaşmazlığın sonucunda birbirlerini öldürmelerini önlemeye
yetmedi.
"Eğer
Allah öyle dileseydi, bu peygamberlerin arkasından gelen ümmetler,
kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat
onlar anlaşmazlığa düştüler. Kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer
Allah öyle dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi
dilerse onu yapar."
Peygamberlerin
ümmetleri arasında patlak veren bu savaşlar yüce Allah'ın dileğine aykırı
olarak meydana gelmedi. Çünkü şu evrende O'nun dileğine aykırı olarak hiçbir
olayın meydana gelmesi mümkün değildir. İnsan denen bu varlığın şimdi
olduğu gibi, şu yapısı ile, hem hidayete ve hem de sapıklığa yatkın olan
şu niteliği ile varolması, hidayete ya da sapıklığa götürecek yolu seçmenin
kendi yetkisinde olması, Allah'ın dileğinin gereğidir. Bundan dolayı bu yapıdan,
onun nitelik ve yönelmelerinden doğan her sonuç Allah'ın dileğinin çerçevesi
içindedir, bu dilek uyarınca meydana gelmektedir.
İnsan
neslinin bireyleri arasındaki yetenek farklılıkları da böyledir. Bunlar da
Allah'ın kanunlarından birinin sonucudur. Amaç, kaynak ve orjin birliği yanında
farklı yeteneklerin ortaya çıkması, bu değişik yeteneklerin yeryüzü
halifeliğinin farklı, çeşitli ve çok sayılı görevlerine karşılık
olmasıdır. Allah'ın muradı
,
fotokopi ile çoğaltılan kopya sayfalar gibi birbirinin tıpkısı olan
insanlar türetmek değildir. Üstelik yeryüzü halifeliğinin, hayat düzeyini
ilerletip geliştirme fonksiyonunun gerektirdiği görevler çeşitli, çok sayılı
ve birbirine benzemezler. Yüce Allah nasıl bu görevlerin farklılığını
diledi ise yeteneklerin farklılığını da dilemiştir, bu farklılık gelişmenin
itici faktörü olsun. Allah ayrıca her insanı kendisi için hidayeti, doğru
yolu ve imanı aramakla yükümlü kılmıştır. Çünkü her insanda bu
yetenek potansiyel olarak vardır. Bunun yanısıra her insanın önünde
evrensel hidayetin göstergeleri, ipuçları ve bütün zaman boyunca gelen
peygamberlerin rehberlikleri vardır. Hidayet ve iman çerçevesi içinde
yetenek farklılıklarının hayırlı olması, böylece bütün insanların
donmuş bir kalıbın içine sıkıştırılmaktan kurtulmaları mümkündür.
Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Fakat
onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir
oldu."
Eğer
insanlar arasındaki görüş ayrılıkları bu dereceye varır ve kâfir-mümin
farklılaşmasına dönüşürse o zaman savaş kaçınılmaz olur. "İnsanların
bazılarının, diğer bazıları aracılığı ile savılması", küfrün
iman aracılığı ile, sapıklığın hidayet aracılığı ile ve kötülüğün
iyilik aracılığı ile bertaraf edilebilmesi için savaşmak kaçınılmaz
olur böylece. Çünkü küfür, sapıklık ve kötülük yeryüzüne barış ve
huzur getiremez. Ayrıca aralarındaki düşünce ayrılığı mümin-kafir
boyutlarına varan hiçbir insan topluluğu, aynı peygamberin bağlıları
olduklarını ileri süremezler.
Bu
ayetin indiği günlerde İslâm cemaati böyle bir durumla karşı karşıya
idi. Mekke müşrikleri İbrahim'in dinine bağlı olduklarını ileri sürüyorlardı!
Medine'deki yahudiler Hz. Musa'nın dininden olduklarını iddia ederken bu şehirde
yaşayan hıristiyanlar ise Hz. İsa'nın dinini sürdürdüklerini sanıyorlardı.
Oysa bu toplulukların hepsi dinlerinin özünden ve peygamberlerinin mesajından
büyük çapta uzaklaşmışlardı. Dinlerinin aslı ile kendi yolları arasındaki
sapma açısı o kadar genişti ki, "kâfir" sıfatı kendilerine en
yakışır nitelik haline gelmişti. Müslümanlar bu ayetin indiği günlerde müşrik
Araplar ile savaş halinde idiler. Bunun yanında Ehl-i Kitaptan olan kâfir
gruplarla da savaşa tutuşmanın eşiğine gelmişlerdi. Bu gerekçe ile o günlerde
inen bu ayet, aralarında bu derece büyük görüş ve inanç ayrılığı
bulunan grupların savaşa başvurmalarının yüce Allah'ın dileğine ve
iznine uygun olduğunu belirtiyordu:
"Eğer
Allah öyle dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi."
Fakat
Allah böyle diledi. İmanın küfrü bertaraf etmesi için, bütün
peygamberler tarafından getirilen ve sapıkların özünden ayrı düştükleri
tek doğru inanç sisteminin yeryüzüne egemen olabilmesi için böyle olmasını
diledi. Yüce Allah biliyordu ki, sapıklık, olumsuzluğu ile bulunduğu yerde
donuk ve rahat durmaz. O kötü karakterlidir. Bu yüzden mutlaka saldırıya geçer,
mutlaka doğru yolda olanları saptırmaya girişir, mutlaka eğriliği ister ve
doğruluğa karşı savaşır. Bundan dolayı işlerin rayına oturabilmesi için
mutlaka onunla savaşa girişilmeli, ortadan kaldırılmalıdır.
"Ama
Allah neyi dilerse onu yapar."
Mutlak
bir dilektir bu, yanında etkin bir güç de vardır. Bu yüce dilek insanların
farklı yapıda olmalarını, yollarını seçme yetkisinin kendi ellerinde
olmasını, aralarında doğru yolda olmayanların başkalarını saptırmalarını,
kötülüğün saldırgan olmasını, eğrilik peşinde koşmasını, hidayet
ile sapıklık arasında savaş olmasını, iman sahiplerinin O'nun tek,
belirgin ve hakk doğrultusundaki gerçeği egemen kılmak için sürekli cihad
etmelerini takdir etti. Bunların yanısıra, O'na göre, ümmetlerin
peygamberlerine kuru kuruya bağlılık iddialarının hiçbir önemi yoktur. Önemli
olan bu ümmetlerin aslında neye inandıkları ve ne yaptıklarıdır. Buna göre
bu ümmetlerin özünden sapmış oldukları bir inanç sisteminin biçimsel
mirasçıları olmaları, bu peygamberlere gerçekten inananların, onlara yönelik
cihad bayrağı açmalarına engel değildir.
Yüce
Allah'ın Medine'deki müslüman toplum için belirlediği bu gerçek, zamana bağlı
olmayan mutlak bir gerçektir. Zaten münferit ve çevre şartlarına bağımlı
bir olayı fırsat ve vesile olarak kullanıp sürekli, mutlak bir gerçeği
belirlemek, Kur'an-ı Kerim'in her zamanki bilinen anlatım yoludur.
Bundan
dolayı düşünce ayrılığı ve savaşları anlatan bu ayeti izleyen şimdiki:
ayet, "inananlar"a yönelik bir seslenişle başlıyor ve bu sesleniş,
müminleri Allah yolunda mal harcamaya çağırıyor. Çünkü Allah yolunda malî
harcama cihadın ikiz kardeşi ve temel unsurudur:
254-
Ey müminler, ne alış-verişin ne dostluğun ve ne de iltimasın söz konusu
olmadığı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda
harcayın. Kâfirler, zalimlerin ta kendileridirler.
Burada
müminlere, sevdikleri, kendilerini bu çağrının sahibine bağlayan ve mümin
olmalarını sağlayan sıfatları ile seslenilerek "Ey iman edenler"
nidasıyla söze giriliyor.
Bu
çağrı müminleri, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu rızıkların bir bölümünü
harcamaya davet ediyor. Yani veren O, aynı zamanda vermiş olduklarının bir bölümünü
harcamaya çağıran da O; "Size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda
harcayın."
Bu
çağrı öyle bir fırsata dikkatleri çekiyor ki, eğer müminler tarafından
kaçırılacak olursa bir daha geri gelecek değildir; "Ne alış-verişin
ne dostluğun ve ne de iltimasın söz konusu olmadığı gün gelmeden önce..."
Bu
öyle bir fırsat ki, eğer müminler onu kaçırırlarsa ondan sonra artık
malların kazanç sağlaması, çoğalması söz konusu olmadığı gibi bu çağrıya
kulak vermedikleri takdirde ve onu umursamadıklarında akıbetinden kendilerini
kurtaracak bir dostluk ve iltiması da beklememelidirler.
Ayetin
sonunda uğrunda mal harcama çağrısı yapılan gerekçeye işaret ediliyor.
Bu gerekçe cihaddır, kâfirliği ve kâfirlikte somutlaşan zulmü bertaraf
etmektir:
"Kâfirler,
zalimlerin ta kendileridirler."
Kâfirler
hakka, gerçeğe karşı zalimlik ederek onu inkâr etmişlerdir. Kendi
kendilerine zulmederek mahvolma yollarına kapılmışlardır. Tüm insanlara
zulmederek onları doğru yola girmekten alıkoymuşlar, inançları yüzünden
başkalarına baskı uygulamışlar, doğru yolu belirsizleştirmişler ve onları
başka bir benzeri olmayan hayırdan; barıştan, rahmetten, gönül huzurundan,
dirlikli hayattan .ve inanç berraklığından yoksun bırakmışlardır.
İmanın
kalplere yerleşmesine karşı savaş açanlar... İmana dayalı sistemin hayata
egemen olmasına karşı savaş açanlar... İmana dayalı şeriatın toplumda yürürlüğe
girmesine karşı savaş açanlar... Bunlar insanlığın en amansız düşmanları
ve acımasız zalimlerdir. Eğer insanlık işin içyüzünü kavrayacak olgunluğa
erişmiş olsa zalimleri uygulamış oldukları zulmü yapmaktan aciz bırakıncaya
kadar kovalamaları, zulümlerine son vermedikçe peşlerini bırakmamaları,
bunlara karşı savaşabilmek için başta canı ve mali olmak üzere nesi varsa
ortaya koymaları gerekir. Bu iş, müslüman toplumun kutsal görevidir. Bu
toplumu bu göreve Allah aday gösteriyor, bu görevi yüzünden bu cemaati
yukardaki ayette anılan mümin sıfatı ile çağırıyor, ona o duygulandırıcı
ve derin anlamlı seslenişi yöneltiyor.
Peygamberlerin
arkasından baş gösteren düşünce farklılıkları, savaşlar ve açık
belgelerin gelişi, ayrıca imandan sonra beliren küfür olgusu ile uyumlu
olarak iman temelli düşünce sisteminin ana esaslarını içeren ve en ayrıntılı
alanları ve en belirgin özellikleri ile tevhid ilkesinin anlamının vurgulandığı
bir ayet geliyor. Bu ayet son derece önemli, derin anlamlı ve geniş kapsamlı
bir ayettir:
255-
Allah, O'ndan başka ilâh olmayan, diri, yarattıklarını gözetip yöneten,
kendisini uyuklama ve uyku tutmayandır. Göklerde ve yeryüzünde ne varsa
O'nundur. İzni olmadıkça O'nun katında kim şefaatçi olabilir? Onların önlerinde
ve arkalarında bulunan ve olup biten herşeyi bilir. Onlar onun bilgisinin
sadece dilediği kadarını kavrayabilirler. O'nun Kürsî'si (egemenliği) gökleri
ve yeryüzünü kaplamıştır. Bunları koruyup gözetmek O'na ağır gelmez. O
yüce ve büyüktür.
KUR'AN'DA
ALLAH
Bu
sıfatların herbiri İslâm düşüncesinin ana esaslarından birini içerir.
Kur'ana Kerim'in Mekke'de inen bölümleri genellikle bu düşünce yapısını
oluşturmayı konu edindi ise de Medine'de?inen ayetlerde çeşitli münasebetler
ile uyumlu olarak İslâm'a bütünü ile temel dayanak oluşturan bu önemli
konu ile karşılaşırız. Bu ana esaslar istikamet ve belirginlik kazanarak
vicdanlarca benimsenmiş kesin gerçeklere dönüşmedikçe bu ilâhi sistem
zihinlerde berraklığa kavuşamaz.
Birinci
cüzün başlarında, Allah'ın sıfatlarının insan vicdanında belirginliğe
kavuşmasının olağanüstü önemini vurgulamıştım. Çünkü cahiliye düşüncelerinin,
vicdanların üzerine ağır bir kara leke çökerten koyu bulutları, çoğunlukla
bu gerçeğin belirsizliğinden, hurafelerin ve masalların baskısı altında
kalmasından ve büyük düşünürlerin felsefï sistemlerinde bile karanlıklara
sarılmasından kaynaklanıyordu. Fakat sonunda İslâm geldi ve bu gerçeği gördüğümüz
parlaklığa, aydınlığa kavuşturdu. Böylece insan vicdanını o koyu
bulutların kara baskısından, o sapıklıktan, zifiri karanlıklar içinde
taban tepmekten kurtardı.
Bu
ayetin içerdiği sıfatların herbiri yalın İslâm düşünce sisteminin, bu
düşüncenin yanısıra berrak İslâmi sistemin dayandığı temel esaslardan
birini yansıtır:
"Allah,
O'ndan başka ilâh olmayan..."
Bu
cümle, kesin sözlü bir tek Allah inancını yansıtır. Burada eski dinlerin
başına gelen sapmalara ve karışıklıklara yer yoktur. Tıpkı Hz. İsa'dan
sonra kilise çevreleri tarafından uydurulan Teslis (üçlü ilâh) inancında
görüldüğü gibi. Yine bu cümlede aslında tek ilâh ilkesine yakın olmakla
birlikte içine hurafeler karıştırılmış, birtakım putperest inançları
barındıran bulanıklığın herhangi bir türüne de yer yoktur. Tıpkı eski
Mısırlıların savunduğu tek ilâh ilkesine dayalı, fakat sonra inanılan ilâhın
güneş yuvarlığında ve ona bağımlı küçük ilâhların varlığında
somutlaşıp putlaştırılan inanç sistemleri gibi.
Bu
kesin sözlü ve katıksız tek Allah inancı, İslâm düşüncesinin dayandığı
ve hayatın tümüne ilişkin, İslâm'ın kaynağını oluşturan temel esastır.
Kulluğu ve ibadet eylemlerini sırf Allah'a yöneltme ilkesi bu düşünceden
doğar. Buna göre hiçbir insan Allah'tan başka bir kimseye kul olamaz,
Allah'tan başka hiçbir mercie ibadete yöneltmez, kendisini Allah'tan ve
Allah'ın uygun görüp emre bağladığı mercilerden başka hiç kimseye itaat
etmekle yükümlü sayamaz.
Bu
düşünceden şu ilke doğar: Egemenlik yetkisi sırf Allah'a özgüdür. Bu
ilkeye göre kullar için tek yasa koyucu merci Allah'tır. Kulların koyacakları
yasalar, Allah'ın şeriatına dayanmak zorundadır. Yine bu düşünceden bütün
değer yargılarının Allah'a dayandırılması ilkesi doğar. Bu ilkeye göre
Allah'ın terazisinde ağırlığı olmayan herhangi bir sosyal değer yargısının
hiçbir önemi yoktur, Allah'ın sistemine ters düşen hiçbir gelenek, hiçbir
uygulama, hiçbir yasal düzenleme meşru değildir. Allah'ın birliği
ilkesinden, bunlara benzer daha birçok vicdani duygu sosyal hayat kuralı
kaynaklanır:
"...diri,
yarattıklarını gözetip yöneten..."
Tek
Allah'ın sıfatlarından biri olan hayat sıfatı O'nun kendinden kaynaklanır,
hayatlarını yaratıcılarının bağışına borçlu olan tüm yaratıkların
hayatı gibi başka bir kaynaktan gelmez. Bu gerekçe ile bu anlamda bir hayat,
sadece Allah'a özgüdür. Aynı zamanda bu hayat ezelî ve ebedîdir, yani ne
başladığı ve ne de bittiği bir nokta vardır. Başka bir deyimle bu hayat sıfatı,
yaratıkların başka kaynaktan gelen, başlangıcı ve sonu sınırlı hayatlarının
ayrılmaz niteliği olan zaman kavramından bağımsızdır. Bu gerekçe ile bu
anlamdaki hayat da sadece Allah'a özgüdür. Bunların yanısıra bu hayat,
insanların görmeye ve bilmeye alışageldikleri hayat belirtilerinden, canlılık
niteliklerinden de bağımsızdır. Çünkü hiçbir şey yüce Allah'ın
benzeri değildir. Bu gerekçe ile yaratıkların hayatta olduklarını kanıtlayan
bütün canlılık belirtilerine ilişkin benzerlikler ortadan kalkarak insanların
zihninde hayat kavramını tanımlayan bütün niteliklerden bağımsız, mutlak
bir hayat sıfatı yüce Allah ile özdeşleşiyor, böylece insanlığın
hayalinde öteden beri dolaşan bu yoldaki bütün uydurma kavramlar gündemden
çıkıyor.
"Kayyum"
sıfatına gelince; bu sıfat, yüce Allah'ın bütün varlıkları gözetip yönetmesi,
bunun yanısıra her varlığın varoluşunun O'na dayanması anlamına gelir.
Gerçekten hiçbir varlık, O'nun yüce varlığına ve tedbirine dayanmaksızın
varoluşunu sürdüremez, ayakta kalamaz. Yoksa mesele eski Yunan filozoflarının
en büyüğü olan Aristo'nun düşündüğü gibi değildir. Ona göre Allah,
yaratıklarından hiçbirini düşünmez; çünkü O, kendi zatından başka hiçbir
şey üzerine düşünmeyecek derecede yücedir. Yani Aristo bu görüşünün,
Allah'ı yüceltici, O'nu noksanlıklardan arındırıcı olduğu kanısındaydı.
Oysa diğer yandan, ona göre Allah, yaratıp kendi haline bıraktığı varlık
alemi ile ilişkisini kesmiş oluyordu.
Buna
karşılık bu konudaki İslâm düşüncesi olumsuz değil, yapıcıdır. Yüce
Allah'ın bütün varlıkları gözetip yönettiği, bunun yanısıra her varlığın
varoluşunun O'nun iradesine ve tedbirine dayalı olduğu ilkesine dayanır.
Bunun sonucu olarak müslümanın vicdanı, hayatı, varlığı ve çevresinde
bulunan canlı-cansız bütün nesnelerin varlığı, gerek kendisi ve gerekse
çevresindeki bütün nesnelere ilişkin gelişmeleri, hikmeti ve tedbiri uyarınca
çekip çeviren tek Allah'a sürekli olarak bağlıdır. İnsan, bu hikmete ve
tedbire dayalı ve ana hatları çizilmiş kaideler uyarınca yaşar; değer
yargılarını ve kriterlerini bu sistemden alır; bu arada bu değer yargılarını
ve kriterleri kullanırken yüce Allah'ın sürekli gözetimi (murakabesi) altında
bulunur.
"Kendisini
uyku ve uyuklama tutmayandır."
Bu
sıfat, yüce Allah'ın varlıkları gözetip yönetmesini ve varlıkların
O'nun sayesinde ayakta duruşunu pekiştiren bir sıfattır. Fakat bu pekiştirme,
yüce Allah'ın sürekli gözetleyiciliğini ve denetim altında tutuculuğunu
insanın kolaylıkla algılamasını sağlayan bir ifade özelliği taşır. Aynı
zamanda yüce Allah ile hiçbir varlık arasında benzerlik olmadığı gerçeğini,
"Hiçbir şey O'nun gibi değildir" realitesini somut biçimde yansıtır.
Bu sıfat, gizli uyuklamaktan (dalgınlıktan) ya da sürekli uykudan Allah'ı
arındırmayı, O'nu bu hallerin her ikisinden de kayıtsız şartsız bir
kesinlikle tenzih etmeyi içerir.
Yüce
Allah'ın, bütünü ve ayrıntıları ile bu varlık alemini her zaman ve her
durumda gözetip yönettiği gerçeği müthiş bir gerçektir. İnsan bu gerçeğin
ne kadar müthiş olduğunu, bunu derinliğine düşündüğü, şu dehşet
verici evrende yeralan sayısız atomu, hücreyi, canlı varlığı, cansız
nesneyi, bütün bunları gözetimi ve denetimi altında tutan ve bütün bu
varlıkların Allah'ın tedbirine dayalı olarak ayakta durma gerçeğini, evet
bu gerçeği insan ancak kendi dar kapasiteli hayalinde canlandırdığında ne
kadar müthiş olduğunu anlayabilir. Bu, insan idrakinin tasavvur edemeyeceği
bir iştir. Tasavvur edebildiği kadarı -ki o da çok azdır- ise başları döndürecek,
akılları hayrete düşürecek ve kalpleri huzurla dolduracak kadar müthiştir.
"Göklerde
ve yeryüzünde ne varsa O'nundur."
Bu
cümle geniş kapsamlı, yaygın, aynı zamanda mutlak anlamlı bir mülkiyeti
ifade eder. Kaydı, şartı, kaybedilme ihtimali ve ortaklığı olmayan bir mülkiyet
kavramı ile karşı karşıyayız. Bu sıfat, tek ilah ilkesinden türeyen
kavramlardan biridir. Yani tek olan Allah, aynı zamanda tek diri, tek gözetici
ve denetim altında tutucu ve bunların yanısıra tek mülkiyet sahibidir.
Bu
sıfat zihinlerde geçen ve algılara yansıyan biçimi ile ortaklığı
reddettiği gibi bunun yanısıra insanların dünyasında geçerli olması
gereken gerçek anlamlı mülkiyet kavramının oluşumuna da etkin bir katkı
sağlar. Çünkü gerçek mülkiyet sırf Allah'a bağlanınca, ilke olarak
insanların hiçbir şeye malik olmadığı sonucu ortaya çıkar. Bu durumda
insanlar, herşeyin mülkiyeti elinde olan, tek aslî mülk sahibinin
vekilleridirler sadece. Bu durumda bu vekillik işlevlerini yerine getirirken
onlara yetki veren asıl mülk sahibinin şartlarına uymak zorundadırlar. Asıl
mülk sahibi bu şartlarını şeriatında açıkça belirtmiştir. İnsanlar bu
şartların dışına çıkamazlar, onları çiğneyemezler. Yoksa vekillik sözleşmesinden
doğan mülkiyet hakları ortadan kalkar, bütün tasarrufları geçersiz olur
ve bu durumda Allah'ın mümin kullarına böylelerinin tasarruflarına karşı
çıkma, bu tasarrufları engelleme görevi düşer.
Böylece
İslâm düşüncesinin, İslâm şeriatını ve bu şeriata dayanan pratik
hayatını nasıl sıkı sıkıya etkilediğini yakından görüyoruz. Başka
bir deyimle yüce Allah "Göklerde ve yeryüzünde ne varsa O'nundur"
buyururken sadece inanç sistemine ilişkin soyut bir gerçeği belirlemekle
yetinmiyor, bunun yanısıra insanlık hayatına ve bu hayatta geçerli olan ilişkilerin
türüne yönelik sistemin temel kurallarından birini de ortaya koyuyor.
Üstelik
sırf bu düşüncenin vicdanlarda yeretmesi, sırf yüce Allah'ın göklerde ve
yerde bulunan canlı-cansız herşeyin gerçek maliki olduğu realitesinin insan
bilincinde kökleşmesi, sırf insanın "Bu benimdir" dediği herşeyin
mülkiyetinin elinden kaydığını düşünerek bu mülkiyeti, göklerde ve
yerde bulunan herşeyi elinde tutan asıl sahibine geri vermesi, sırf elinde
bulunan herşeyin sınırlı süreli bir emanet olduğunu, süresi dolunca bu ödünç
emanetin sahibi tarafından geri alınacağını bilmesi, sırf bu gerçekleri
ve duyguları içinde canlandırması bile tek başına doyumsuzluğun, tamahkârlığın,
cimriliğin, ihtirasın ve amansız servet yarışının şiddetini düşürmeye,
aşırılığını törpülemeye yeterli bir faktördür. Bu bilinç aynı
zamanda vicdana kanaat, elde edilen rızka ilişkin hoşnutluk, eldeki imkânlar
ölçüsünde özveri ve cömertlik duygularını aşılamanın; insan kalbini
varlıkta da yoklukta da güven duygusu ile doldurmanın da teminatıdır. Böylece
kaybedilen ya da elden kaçan maddî imkânlar karşısında insanın hayıflanması,
yazıklanması, kafasına taktığı ve peşinden koştuğu şeyler uğruna
kalbinin yanıp tutuşması önlenmiş olur!
"İzni
olmadıkça O'nun katında kim şefaatçı olabilir?"
Bu
sıfat Allah'ın bir diğer sıfatıdır, ilâhlığın derecesini ve kulluğun
konumunu açıklar. Buna göre bütün kullar, Allah'ın huzurunda kulluk
konumunun gerektirdiği yerde dururlar; bu konumu geçemezler, aşamazlar. Onlar
çekingen, boynu bükük, Rabbinin önünde ileriye doğru adım atmayan, O izin
vermedikçe başkalarına şefaatçi olmaya cüret etmeyen, izne uyarak bu iznin
sınırları içinde şefaatçilik etmeye girişen, edepli bir kulun konumunda
dururlar. Aralarında birbirlerinden üstündürler ve Allah'ın terazisinde de
bu üstünlük farklılıkları geçerlidir, ama hepsi kulun aşamayacağı sınırın
önünde dururlar.
Bu
cümle, insana yüce ve celil olan Allah'ın heybeti karşısında saygı ve çekingenlik
duygusu aşılar. Cümlenin olumsuz soru biçimindeki yapısı bu duygulara
derinlik kazandırır. Bu sorulu cümle yapısı bu işin olamayacağını,
olmasını düşünmenin bile mümkün olmayacağını düşündürür. Allah'ın
izni olmadıkça O`nun katında şefaatçı olmaya kalkışacak kim olabilir
acaba?
Oysa
bu konuda peygamberlerden sonra ortaya çıkmış bir yığın sapık düşünce
vardır. Bu sapık düşünceler, Allah realitesi ile kulluk realitesini
birbirine karıştırmışlardır. Bu mantıksız düşüncelere göre, Allah
-haşa- oğul edinmiş ya da değişik şekillerde ortağı olan veya birden çok
parçanın oluşturduğu bir sentezdir. Kimine göre O'nun -haşa- katında şefaatçilik
eden ve aracılıkları kesinlikle kabul edilen rakipleri vardır. Kimine göre
-haşa- O'nun, yetkilerini O'nun yakını olmaktan alan insandan vekilleri vardır.
Bu gerçeğin ışığında bütün bu saçma düşüncelerin akla gelmeyecek,
duygular dünyasına uğramayacak ve hayale gölgesi düşmeyecek çirkin, gerçeklerden
yoksun uydurmalar olduğu açıkça ortaya çıkar!
İşte
bu berrak inanç, İslâm düşüncesine özgü bir saflık, bir katışıksızlıktır.
Bu inançta kavram karışıklığına, asılsız kuruntulara, titrek görüntülere
yer yoktur. Uluhiyet, uluhiyettir; kulluk da kulluk. Bu iki farklı konum arasında
tek bir ortak nokta yoktur. Allah, Allah'tır; Kul da kul. Bu ikisinin
karakteristik özellikleri arasında hiçbir ortaklık, hiçbir benzerlik
yoktur.
Kulun
Rabbi ile ilişkisine, Allah'ın kula yönelik rahmetine, yakınlığına,
sevgisine ve yardımına gelince İslâm bu kavramları onaylar, onları vicdana
güçlü bir şekilde aşılar, müminin kalbini bunlarla doldurup taşırır,
onu hayatında bu nimetlerin tatlı ve ılık gölgelerinin altına alır. Fakat
bunu gerçekleştirirken ilâhlık ve kulluk tabiatlerini birbirlerine karıştırmaz;
kavramların tek, belirgin, katışıksız ve hatları belirli biçimde ortaya
çıkmasını önleyecek renk karmaşıklığına, belirsizlik bulutlarına,
kalpazanlığa ve anarşiye meydan vermez.
"İnsanların
önünde ve arkalarında bulunan ve olup-biten herşeyi bilir. Onlar O'nun
bilgisinin sadece dilediği kadarım kavrayabilirler."
Bu
gerçek iki kanattan oluşur; bu kanatların her ikisi de müslümanın Allah'ını
tanımlamasında ve O'nun karşısındaki konumunun belirlenmesinde pay
sahibidir. Evet, yüce Allah insanların önlerinde, arkalarında bulunan ve
olup biten herşeyi bilir. Bu ifade, Allah'ın eksiksiz, geniş kapsamlı ve
insanların çevresinde bulunan, olup-biten herşeyin en ince ayrıntısına
kadar uzanan bilgisini dile getirir. Bu bilgi insanların "önlerindeki"nin,
yani şimdiki zamanları ile görebildiklerinin bilgisini içerdiği gibi algısından
yoksun oldukları, kendileri için perde arkasında kalan geçmişe ve geleceğe
ilişkin bilgiyi de içine alır. Ayrıca bu bilgi her zaman için bildikleri ve
bilemedikleri meseleleri de içerir. Bu ifade genel olarak Allah'ın bilgisinin
yaygınlığını ve herşeyi kapsayan niteliğini anlatan mecazî olmayan yalın
bir ifadedir. İnsanlara gelince onlar sadece Allah'ın bilmelerine izin verdiği
şeyleri bilebilirler.
Bu
gerçeğin ilk kanadını Allah'ın "insanların önlerindeki ve arkalarındaki"
tüm nesneleri ve olayları içeren bilgisi oluşturur. Bu realite insanın
ruhunu titretecek, sarsacak niteliktedir. Çünkü insan vicdanı her an için
Rabbinin karşısında tüm çıplaklığıyla duruyor. O Allah ki, onun önünde
ve arkasında bulunan herşeyi bilir... İnsan vicdanının sakladığı ve açığa
vurduğu, bilebildiği ve bilemediği herşeyi bilir... Onun geçmişine ve
geleceğine ilişkin bilmediği ve anlayamadığı herşeyi bilir. İnsan
nefsinin, bütün sırları ile birlikte Kıyamet günü kendisini hesaba çekecek
olan Rabbinin huzurunda çırılçıplak durduğunun farkında olması, onun
derinliklerinde sarsıntılar doğuracak nitelikte olduğu oranda kalbe, herşeyin
açığını-gizlisini bilen Allah'a teslimiyet duygusu aşılayacak
karakterdedir de.
Bu
gerçeğin ikinci kanadı ise insanların sadece Allah'ın bilmelerini dilediği
şeyleri bilebilecekleridir. İnsanların bu gerçek üzerinde uzun uzun kafa
yormaları gerekir. Özellikle evrenin ya da hayatın herhangi bir alanında
edindikleri bilgi ile hemen şımarıklığa kapıldıkları şu günlerde bu
kafa yormaya daha çok ihtiyaçları vardır. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"İnsanlar,
O'nun bilgisinin sadece dilediği kadarını kavrayabilirler." Herşeyi
mutlak, kapsamlı ve eksiksiz olarak bilen, sadece yüce Allah'tır. O, kulları
tarafından bilgisinin bazı bölümlerinin keşfedilmesine izin verir ve bu
izni aşağıdaki ayette ifade edilen vaadini gerçekleştirmek için verir:
"Allah'ın
varlığının gerçek olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın
belgelerini onlara hem dış dünyada hem de kendi içlerinde göstereceğiz."
Fakat
insanlar bu gerçeği unutarak Allah'ın edinmelerine izin vermiş olduğu
bilgileri ile şımarırlar. Bu durum evrenin kimi ilke ve kanunlarına ilişkin
edindikleri bilgilerde böyle olduğu gibi, geçici, bir an için ve ancak bir
yere kadar edinebildikleri gayb bilgileri alanında da böyledir. Hem o alanda
ve hem de bu alandaki bilgilerine güvenerek şımarırlar ve bunun sonucunda
kendilerine bu bilgileri edinme imkânını bağışlamış olan ilk ilâhi müsaadeyi
unuturlar, bunu hatırlamazlar, karşılığında şükretmezler; tersine
pohpohlanırlar ve ilâhi bağışa karşı nankörce davranarak kâfir olurlar.
Oysa
Allah, yeryüzü halifeliğini insana yüklemeyi murad ettiği andan itibaren
insana bilgi sunmaya başladı; ona dış dünyada ve kendi içindeki varlığına
ilişkin belgeleri göstereceğini vaadetti. Bu vaadini gerçekleştirerek günden
güne, kuşaktan kuşağa hemen hemen hep yükselen bir çizgi halinde, yeryüzü
halifeliği sırasında kendisine gerekli olan bazı evrensel kanunları,
enerjileri ve güçleri keşfetmesine imkân tanıdı, böylece onun bu niteliği
belirli yolculuğunda kendisi için takdir edilen gelişmenin doruğuna ulaşmasının
önündeki yolu açık tuttu.
Fakat
Allah, insana bu kategoriye giren bilgileri keşfetme izni verdiği ve ona bu keşifleri
yapma başarısını sunduğu oranda ondan, halifelik görevinde ihtiyaç
duymayacağı başka birçok sırları da gizlemiştir. Meselâ hayat sırrını
onun bilgisinden gizli tuttu. Bu olgu onun için çözüm olmayan bir sır olma
niteliğini devam ettiriyor, bu konuda araştırma yapmak halâ uçsuz-bucaksız
bir çölde kılavuzsuz olarak taban tepmeyi andıran boş bir çabadır. O'nun
insan bilgisinden gizli tuttuğu bir başka sır da bir sonraki anda ne olacağı
bilmecesidir. Bu bilmece varılacak yolu olmayan bir gayb alanıdır, önüne öyle
kalın bir perde gerilmiştir ki, insanın onu kaldırma girişimleri yararsızdır.
Zaman zaman yüce Allah'ın özel izni ile aralanan bu perdeden tek tek bazı
insanların kalplerine kimi ışınlar sızıyor, sonra perde iniyor, ortalığa
karanlık çöküyor ve insan, aşamayacağı sınırın önünde durmak zorunda
kalıyor.
Allah,
insana daha birçok sırrı kapalı tutmuştur. Yeryüzü halifeliği ile ilgisi
olmayan bütün realiteleri onun bilgisinden gizli tutmuştur. Oysa yeryuvarlağı,
güneş ışınlarında görülen uçan bir toz gibi, boşlukta dönen küçücük
bir zerredir sadece.
Böyle
olmasına rağmen, Allah'ın izninden sonra edinebildiği bu sınırlı bilgisi
yüzünden şımarıyor, aklı başından uçuyor da kendisini yeryüzünün ilâhı
sanıyor! Bu evrenin bir ilâhı, bir yaratıcısı olduğunu inkâr ederek kâfir
oluyor! Gerçi yirminci yüzyılda bilim adamları ciddi oranda alçakgönüllülüğe
ve hadlerini bilmeye yönelmeye başladılar, yavaş yavaş kendilerine çok az
bilgi verilmiş olduğunu, edindikleri bilginin alabildiğine sınırlı olduğunu
anlamaya başladılar ve böylece çok şey bildiklerini sanan, cahil bilgiçler
ölçüsüz şımarıklıkları ile başbaşa kaldılar.
"O'nun
Kürsî'si (egemenliği) gökleri ve yeryüzünü kaplamıştır; Bunları
koruyup gözetmek O'na ağır gelmez."
Kur'an-ı
Kerim'in tasvir üslubu uyarınca burada, yani mutlak soyutlama anlatımının
egemen olduğu bir yerde böyle somut bir tablo ile karşılaşıyoruz. Çünkü
böyle yerlerde somut tablo, kalbe sunulmak istenen gerçeğe güç, derinlik ve
değişmezlik kazandırır. Çünkü Kürsi (koltuk, taht) normal olarak hükümdarlık,
egemenlik anlamında kullanılır. O halde "Allah'ın Kürsî'si, gökleri
ve yeri kaplayınca" O'nun egemenliği de gökleri ve yeryüzünü kaplamış
demektir. Hiçbir mecazi yoruma girişmeksizin kelimelerin düz anlamlarının
toplamından çıkarılacak olan budur. Fakat somut ifade yolu ile zihinde çizilen
tablo, bundan daha sağlam ve yerinden oynatılmazdır. "Bunları koruyup gözetmek
O'na ağır gelmez" ifadesi için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. O da
dolaylı biçimde eksiksiz kudreti dile getirir. Fakat bu anlam burada somut bir
tablo yolu ile, yorgunluğun ve bıkkınlığın yokluğu tablosu yolu ile anlatılıyor.
Çünkü Kur'an üslubu anlamlara, onları zihinde somutlaştıracak tablolar çiziyor,
böylece bu anlamlar sayesinde insan zihni daha iz bırakıcı, daha derinlikli
ve daha elle tutulur biçimde etkilenir.
Eğer
Kur'an'ın kendine özgü üslubunu, ifade biçimini iyi kavrayacak olursak onun
içerdiği bu tür ifadeler etrafında yapılan tartışmalara girmek gereğini
duymayız, bunun yanısıra bu amaçla Kur'an-ı Kerim'in yalınlığını ve
berraklığını büyük oranda bozan Batı kaynaklı yabancı felsefi kavramları
ödünç almaya kalkışmayız. Bu sözlerime şunu da eklemem yerinde olur ki,
Kur'an'da kullanılan "Kürsi" ve "Arş" terimlerini açıklayıcı
ve anlamlarını belirleyici sahih hadislere rastlamış değilim. Bundan dolayı
bu kavramlar üzerinde söylediklerimden daha geniş açıklamalara girişmemeyi
tercih ediyorum. Ayeti okumaya devam edelim:
"Yüce
ve büyük olan O'dur."
Ayette
geçen Allah'ın sıfatlarını noktalayan bu cümle bir gerçeği vurguluyor;
insan vicdanını onu düşünmeye özendiriyor, yücelik ve ululuk sıfatlarını
Allah'a özgü kılıyor. Çünkü bu şekli ile ifade "hasr-kasr (tekelleştirme
ve özgüleştirme)" anlamı taşıyor. Çünkü ayet "O, yüce ve büyüktür."
demiyor. Böyle demiş olsaydı, sadece bu sıfatların varlığını belirtmiş
olurdu. Bunun yerine "Yüce ve büyük olan O'dur" diyerek bu sıfatları,
ortaksız biçimde de sırf O'na özgü kılıyor.
Gerçekten
yücelik ve ululuk sıfatları sadece Allah'a özgüdür, bu sıfatlarda başka
hiçbir ortağı yoktur. Eğer kullardan biri kendisini dev aynasında görerek
bu dereceye yükseldiği saplantısına kapılırsa Allah onu dünyada horluğa
ve aşağılığa, Ahirette de azaba ve perişanlığa mahkum eder. Nitekim O,
bize bu konuda şöyle buyuruyor:
"Orası
Ahiret yurdudur. Onu yeryüzünde böbürlenme :r bozgunculuk peşinde koşmayanlara
veririz." (Kasas Suresi, 83)·
Yine
yüce Allah, helâk olmanın eşiğindeki Firavun'dan sözederken "O,
kendini beğenmiş bir azgın zorba idi" buyuruyor.(Duhan Suresi, 31)·
İnsan
istediği kadar büyüklük taslasın, istediği kadar kendini yükseklerde görsün
yüce ve ulu olan Allah'ın kulu olma düzeyinin üzerine çıkamaz. Eğer bu
gerçek insanın içine yerleşirse onu kulluk derecesine oturtur, büyüklük
ve azgınlık kompleksini törpüler; onu Allah korkusuna, Allah saygısına,
O'nun ululuğunun ve yüceliğinin bilincine varmaya, O'nun haklarına karşı
saygılı olmaya ve O'nun kullarına karşı büyüklük taslamaktan çekinmeye
sevkeder. Görülüyor ki, bu gerçek, bir yandan inanç ve düşünce, öteyandan
da uygulama ve davranıştır.