İNANÇ
HÜRRİYETİ
Yukardaki
ayette imana dayalı düşünce sisteminin temel esasları, en ince noktalarına
varıncaya kadar açıklandıktan, yüce Allah'ın sıfatları ile yaratıkları
arasındaki ilişki aydınlığa kavuşturulduktan sonra bu inancı taşıyan,
bu çağrıyı üstlenen ve yolunu kaybetmiş, şaşkın insanlığa önderlik
etme görevini omuzlamış olan müminlerin hangi yolu izleyecekleri, hangi
metodu benimseyecekleri anlatılıyor:
256-
Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır.
Kim Tağut'u, azgınlığı reddederek Allah'a inanırsa kopması söz konusu
olmayan, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işitir,
herşeyi bilir.
257-
Allah müminlerin dostu, kayırıcısıdır. Onları karanlıklardan aydınlığa
çıkarır. Kâfirlerin dostları ise Şeytan ve yardakçılarıdır. Bunlar,
onları aydınlıktan çıkararak karanlıklara sokarlar. Onlar, orada ebedi
olarak kalmak üzere Cehennemliktirler.
Bu
dinin ortaya koyduğu şekli ile inanç meselesi, anlatmayı, dinlemeyi ve
kavramayı izlemesi gereken bir ikna olma meselesidir, yoksa bir baskı, bir öfkelenme,
bir dayatma meselesi değildir. İslâm olanca gücü ve enerjisi ile insan
idrakine hitap ederek gelmiştir; düşünen akla seslenmiştir... Konuşan
bedahete (dolaysız algılama yeteneğine) seslenmiştir, aldığı uyarılara
karşılık veren vicdana seslenmiştir... Dengeli-istikrarlı fıtrata seslenmiştir...
İnsan varlığının bütününe seslenmiştir... İnsan idrakinin bütün yönlerine
seslenmiştir... Fakat seslenirken baskıya başvurmamıştır, hatta somut
harikaların, olağanüstülüklerin manevi baskısını bile kullanmaktan kaçınmıştır.
Olağanüstü olaylar, görenleri refleksif bir edilgenlikle inanmaya sürükleyebilir,
fakat insan onları bilinci ile inceleyemez, aklı ile idrak edemez; çünkü bu
tür olayların düzeyi bilincin ve aklın üzerinde olur.
Bu
din, insan mantığının karşısına inanmaya mecbur edici olağanüstü
olaylarla bile çıkmaktan kaçındığına göre onun karşısına kuvvetle ve
zorlama ile çıkmaktan, muhataplarına açıklama yapmaksızın, onları inandırmaksızın,
ikna olmalarını sağlamaksızın tehdit, baskı ve zorlama yolu ile kendini
kabul ettirmekten elbette kaçınacaktır.
Oysa
İslâm'dan bir önceki din olan Hıristiyanlık kendini süngü ile, ateşle, işkence
ve tepeleme yolu ile kabul ettirmişti. Bu politikanın yürütücüsü,
imparator Konstantin'in hıristiyan olmasından sonraki Roma İmparatorluğu
olmuştu Oysa Roma İmparatorluğu aynı işkenceleri, daha önce, ikna olarak
ve isteyerek hıristiyanlığı kabul etmiş olan çok az sayıdaki vatandaşına
uygulamakta tereddüt etmemişti. Üstelik Roma İmparatorluğu'nun hıristiyanlık
uğruna uygulamış olduğu baskıların ve toplu kıyımların kurbanları
sadece hıristiyanlığı kabul etmeyenler olmamıştı; devletin mezhebine
girmeyen, bu mezhebin Hz. İsa'nın konumuna ilişkin bazı doğmalarını
benimsemeyen değişik mezhep yanlısı hıristiyanlar da bu amansız vahşetten
paylarını almışlardı!
İşte
bütün bunlardan sonra gelen İslâm, ilk açıklamaları arasında şu önemli
ve büyük ilkeye yer verdi:
"Dinde
zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık birbirinden ayrılmıştır."
Bu
ilkede yüce Allah'ın insanı onurlandırdığı; iradesine, düşüncesine ve
duygularına saygı gösterdiği, inanç alanında hidayete ve sapıklığa ilişkin
tercihlerinde onu vicdanı ile başbaşa bıraktığı, bunların yanısıra
davranışlarının sonuçlarını ve nefsi ile hesaplaşma görevini omuzlarına
yüklediği açıkça görülür. Bu ilke insan özgürlüğünün en
karakteristik ilkesidir. O insan özgürlüğü ki, yirminci yüzyılın zorba
ideolojileri ve insan onurunu hiçe sayan sosyal düzenleri onu insanlara çok görüyor.
Bu baskıcı ideolojiler ve düzenler, yüce Allah'ın inanç seçme serbestliği
tanıyarak onurlandırdığı insan adlı bu varlığa hayat düşüncesini ve düzenini
serbest iradesi ile seçme hakkı tanımıyorlar; onu devletin çeşitli
propaganda araçları, yoğun yönlendirme önlemleri, bunların yeterli olmadığı
zaman da arkasından gelen kanunları ve oldu-bittileri ile dayattığı, dikte
ettiği düşünceyi ve düzeni benimsemeye zorluyorlar. İnsan ya evrene egemen
olan Allah'ın varlığını ve fonksiyonunu inkâr ederek sözünü ettiğimiz
devlet ideolojisini kabul edecek ya da her an nasıl ve nereden geleceği
belirsiz ölüm tehdidi altında titreyerek yaşayacaktır!
İnanç
özgürlüğü, insanı "insan" yapan, ona bu vasfı gerçek anlamda
sağlayan ilk "insan hakkı"dır. İnsanın elinden inanç özgürlüğünü
alan kimse, her şeyden önce onun insanlık niteliğini elinden almış
demektir. Baskıya ve işkenceye uğramama güvencesi altında inancı yayma ve
tanıtma özgürlüğü, temel inanç özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasını
oluşturur. Yoksa inanç özgürlüğü, pratikte hiçbir anlam taşımayan kuru
bir laftan ibaret kalır.
Hiç
kuşkusuz varlık bütününe ve hayata ilişkin en gelişmiş düşünce
sistemi, insan toplumu için en tutarlı sistem olan İslâm, herkesten önce ve
herkesinkinden gür bir sesle "Dinde zorlama yoktur" diye sesleniyor.
Bu din, kendi dışındakilerden önce öz taraftarlarına, insanlara bu dini
benimsetmek amacı ile zor kullanmalarının yasak olduğunu açıklıyor. Durum
böyleyken kendilerini devlet otoritesinin acımasız baskısı ile ayakta
tutabilen, muhaliflerine yaşama hakkı tanımayan zorba ve yetersiz yeryüzü
kaynaklı ideolojilerin ve sosyal düzenlerin yaptıklarına ne demeli?
Bu
ayetin ilk cümlesi mutlak olumsuzluk ifade ediyor; "Dinde zorlama
yoktur". Dil bilimcilerinin (Nahivcilerin) deyimi ile "Nefy-i
cins" öntakılı bir cümlecik. Yani zorlamanın her türlüsünü
olumsuzlayan, reddeden bir ifade karşısındayız. Zorlamanın varlığı kökünden
olumsuzlanıyor, reddediliyor. Başka bir deyimle, inanca yönelik baskı sadece
yasaklanmakla yetinilmiyor, varlık aleminden ve olaylar dünyasından tamamen
kovuluyor. Cümlede olumsuz bir üslupla kullanılan -herşeyi içine alan bir
şekilde- bu yasaklama, en etkili ve vurgulu bir yasaklama biçimidir.
Ayetin
devamında insan vicdanını okşamaktan, onu hidayete teşvik etmekten, doğru
yola iletmekten ve artık apaçık hale geldiği ilân edilen imanın mahiyetini
belirtmekten başka birşey yapılmıyor:
"Doğruluk
ile sapıklık birbirinden ayrılmıştır."
Yani
iman, insanın sahip olması ve titizlikle koruması gereken bir olgunluk (rüşd),
buna karşılık küfür, insanın kaçınması ve üzerine bulaşmasından çekinmesi
gereken bir azgınlık, taşkınlıktır.
Durum
gerçekten de böyledir. İman, insana verilmiş nimetlerin en büyüğüdür.
O, insan idrakine katışıksız ve belirgin bir düşünce bağışlar, insan
kalbine huzur ve barış sunar, insan vicdanına yüce amaçlar ve temiz
duygular kazandırır, insanlık için sağlıklı, dengeli, hayatı gelişmeye
ve ilerlemeye doğru itici bir düzen gerçekleştirir. İnsan, iman nimetini bu
şekilde düşününce onun olgunlukla eşanlamlı demek olduğunu kavramakta
gecikmez. Bu gerçeği kabul etmeyecek olanlar, sadece olgunluğu bırakıp azgınlığı
alan, hidayeti bırakıp sapıklığa koşan; kavram kargaşasını, kuşkuyu ve
haysiyetsizliği huzura, güvene ve onurluluğa tercih eden budalalardır.
Ayetin
devamında imanın mahiyeti daha belirgin, sınırları çizilmiş ve daha açık
hale getiriliyor. Okuyoruz:
"Kim
tağutu azgınlığı reddederek Allah'a inanırsa kopması söz konusu olmayan
sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.
Küfür,
hakettiği, lâyık olduğu bir kaynağa dayandırılmalıdır ki, bu da "tağut"tur.
İman da lâyık olduğu, yakıştığı bir mercie yöneltilmelidir ki, o da
"Allah"tır.
"Tağut",
"tuğyan (azgınlık)" kökünün anlamdaşı (sinonimi)dır. Sağduyuya
ters düşen, gerçeği çiğneyen, Allah'ın kulları için çizdiği sınırı
aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir. Bu düşüncenin, sistemin
ve ideolojinin Allah'a inanmaktan, O'nun koyduğu şeriatından kaynaklanan bağlayıcı
bir kuralı bulunmaz. İlkelerini yüce Allah'ın direktiflerine dayandırmayan
her sosyal sistem, yüce Allah'ın buyruklarından kaynaklanmayan her kurum, her
düşünce, her edep kuralı ve her gelenek bu kategoriye girer, bu kavramın
kapsamına girer. Kim, hangi biçimde karşısına çıkarsa çıksın, bunların
tümünü kökünden reddederek Allah'a inanır ve ilham kaynağı olarak sadece
Allah'ı bilirse o kimse kurtuluşa ermiştir. Ayette bu kurtuluş "kopması
söz konusu olmayan, sapasağlam bir kulpa yapışmak" durumu ile somutlaştırılmıştır.
Burada
soyut, manevi bir gerçeğe ilişkin somut bir tablo ile karşı karşıyayız.
Allah'a inanmak, asla kopmayacak olan sağlam bir kulptur, bu kulpa yapışan
kimse kurtuluşa götüren yolu kaybetmez. Çünkü bu kulp, yok oluşun ve
kurtuluşun sahibine bağlıdır. Gerçek anlamı ile iman. Şu varlık
alemindeki tüm gerçeklerin dayandığı ilk gerçeğe, Allah gerçeğine
ermek, Allah'ın şu varlık alemi için koyduğu ve varlık alemini ayakta
tutmanın sebebi olarak görevlendirdiği kanunlar sisteminin özünü kavramaktır.
Kim O'nun kulpuna yapışırsa O'nun kılavuzluğu altında O'na doğru ilerler.
Ne tökezler, ne geri kalır, ne aldatıcı başka yollarla karşılaşır ne
pusulayı kaybeder ve ne de yolunu şaşırır. Devam ediyoruz:
"Allah
herşeyi işitir, her şeyi bilir."
Dillerden
dökülen sözleri işitir, kalplerdeki saklı duyguları bilir. O halde O'nunla
ilişki halinde olan mümin, başkalarını dolandırmaz, aldatmaz ve kimseye
haksızlık etmez.
Daha
sonraki ayette hidayet ile sapıklık, hidayetin ve sapıklığın mahiyeti canlı,
hareketli ve somut bir tabloda canlandırılıyor. Bu tablo müminlerin dostu ve
yardımcısı olan Allah'ın nasıl onların elinden tutarak karanlıktan aydınlığa
çıkardığını, buna karşılık kâfirlerin dostları ve elebaşları olan
tağutların ise onları nasıl ellerinden tutarak aydınlıktan çıkarıp
karanlıklara soktuklarını tasvir ediyor.
Bu
manzara hayran bırakıcı, canlı ve duygulandırıcıdır. İnsan hayatı onu
da ötekisini de izliyor. Şuradan gelip oraya giden insan yığınları gözümüzün
önünden akıyor sanki. Bir bu canlı tabloyu, bir de insan hayalini kımıldatmayan,
duygulara dokunmayan, vicdanı harekete geçirmeyen, manalar ve sözler aracılığı
ile sadece zihne seslenen soyut ve kuru bir ifadeyi düşününüz.
Eğer
Kur'an'ın tasvir üslubunun üstünlüğünü daha iyi kavramak istiyorsak bu
canlı tablonun yerine herhangi bir soyut ifadeyi zihnimizde canlandıralım.
Meselâ şöyle diyelim; "Allah, müminlerin dostu, kayırıcısıdır.
Onları imana iletir. Kâfirlerin dostları, elebaşları ise tağutlardır;
onları kâfirliğe, inkârcılığa sürüklerler. İfade gözümüzün önünde
ölüyor; tüm sıcaklığını, hareketini, iz bırakıcılığını yitiriyor.
Bu
ifadenin tasvir ediciliği canlılığı, uyarıcılığı yanında gerçeği ne
kadar duyarlı ve titiz bir şekilde dile getirdiği dikkatlerimizden kaçmamalıdır.
Tekrar okuyalım:
"Allah
müminlerin dostu, kayırıcısıdır. Onları karanlıklardân aydınlığa çıkarır.
Kâfirlerin dostları ise, tağut ve yardakçılarıdır. Bunlar, onları aydınlıktan
çıkararak karanlıklara sokarlar."
Yani
iman aydınlıktır, özünde ve yapısında tek bir aydınlık. Oysa küfür
"karanlık"tır; çok sayıda ve değişik nitelikte karanlıklar. Ama
hepsi aslında "karanlık"tırlar.
Hiçbir
gerçek, imanı aydınlığa, küfrü de karanlığa benzetmek kadar doğru ve
hassas olamaz.
Gerçekten
iman, müminin vicdanına akar akmaz bütün varlığını aydınlatır. Müminin
ruhu iman sayesinde parlar, şeffaflaşır, arınır ve çevresine aydınlık,
parlaklık ve belirginlik ışıkları saçar. iman nesnelerin mahiyetini, değerlerin
mahiyetini ve düşüncelerin içyüzünü gözler önüne seren bir aydınlıktır.
İmanın aydınlığı sayesinde mümin, bunları algı yanılgısına meydan
vermeyen bir belirginlikle; karışıklığa meydan vermeyen bir açıklıkla ve
titreşimsiz bir netlikle görebilir ve bunlar içinden soğukkanlılıkla, gönül
huzuru ile, güven içinde ve titreşimsiz bir kararlılıkla alacağını alır,
bırakacağım bırakır. İman, evrensel kanunlar sistemine giden yolu meydana
çıkaran bir aydınlıktır. İmanın aydınlığı sayesinde mümin kendi
hareketini, çevresindeki ve özündeki evrensel kanunlar sisteminin akışı
ile ahenkleştirir; Allah'a ulaştıran ya da yavaş yavaş yumuşak adımlarla,
gerginlikten uzak bir rahatlıkla, öteye-beriye çarpmadan, orada-burada tökezlemeden
ilerler. Çünkü gittiği yol fıtratının bilmediği, yabancısı, acemisi
olduğu bir yol değildir.
İman,
tek yola ileten tek bir aydınlıktır. Küfrün sapıklığı ise çok sayıda
ve değişik karanlıkları içerir. Şahsi arzu ve ihtiras karanlığı, kılavuzsuzluk
ve yolu şaşırma karanlığı, kendini beğenmişlik ve azgınlık karanlığı,
zayıflık ve aşağılık kompleksi karanlığı, gösteriş ve münafıklık
karanlığı, açgözlülük ve kıskançlık karanlığı, kuşku ve endişe
karanlığı ve hadde-hesaba gelmeyen daha bir çok karanlık türleri... Bu
karanlıkların tümü, Allah'ın yolundan sapmakta, Allah'tan başka bir
kaynaktan ilham almakta ve Allah'ın sisteminden başka bir sistemin hakemliğine
başvurmakta toplanır. İnsan, yüce Allah'ın bir ikincisi bulunmayan aydınlığından,
karışıklığa meydan vermeyen biricik gerçeğin aydınlığından ayrılır-ayrılmaz,
kesinlikle değişik, türlü ve farklı nitelikli karanlıkların içine düşer.
Bunların türleri değişik ve nitelikleri farklı olmakla birlikte hepsi de
birer karanlıktır.
Bu
yanlış tercihin akıbeti, karanlıkların taraftarlarına, yardakçılarına
yakışacak cinstendir:
"Onlar,
orada ebedi olarak kalmak üzere Cehennemliktirler."
Madem
ki, aydınlıktan yararlanarak doğru yola girmek istemediler, o halde süresiz
olarak ateşte kalsınlar. ,
Hakk,
gerçek tektir, birden fazla olmaz. Sapıklığın ise çeşitli renkleri ve çeşitli
biçimleri vardır. "Hakktan sonra, sapıklıktan başka ne var ki?"
(Yunus Suresi, 32)
Bu
ayetler demetini noktalamadan önce dinimizde cihadın farz olduğu gerçeği ve
tarih boyunca İslâm'ın taraf olduğu savaşların niteliği ile daha önce
incelediğimiz "Fitnenin (bozgunculuğun, kargaşanın) kökü kazınarak
Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar kâfirler ile savaşınız."
(Bakara Suresi, 193) ayetini birlikte gözönünde bulunduran bir perspektifle
"Dinde zorlama yoktur." ilkesi hakkında birkaç söz söylememiz
yerinde olur.
İslâmın
bazı kötü maksatlı düşmanları onun "Dinde zorlama yoktur"
ilkesini ortaya koymasına rağmen kendini kılıç yolu ile kabul ettirdiğini
ileri sürerek bu dini çelişkili olmakla suçlarlar. Diğer bazı düşmanları
da İslâmı bu töhmet karşısında savunur görünerek müslümanların
ruhunda yanan cihad ateşini söndürmeye, tarihte İslâmın ortaya çıkmasında
ve yayılmasında bu aracın oynadığı hayati rolün önemini küçümsemeye
yeltenmekte, -kaypakça, uyutma ve aldatma yolu ile- günümüzde ya da yarın
bu araca başvurmanın gerekli olmadığı ve olmayacağı mesajını vermek
istemektedirler. Bütün bu zehirleri, güya İslâm'ı rencide eden bir töhmet
karşısında onu savunuyormuş gibi yaparak kusmaktadırlar.
Birinciler
de ikinciler de İslâm'ın sistemini yozlaştırmak, onun uyarıcı mesajlarını
müslümanların zihninde dumura uğratmak, öldürmek amacı ile aynı cephede
İslâm'a karşı savaşan Batılı şarkiyat uzmanları (oryantalistler) arasından
çıkıyor.·(Bu kişilerin basında Sir T.W. Arnold adlı oryantalist gelir.
Onun Dr. İbrahim Hasan ve kardeşi tarafından "Ed-Davetül İslamiyye"
adı altında Arapça'ya çevrilmiş bir eseri vardır.) Bunlar bu sinsi oyunları
cihad ruhu bir daha uyanmasın diye oynuyorlar. O cihad ruhu ki, savaş alanında
onun karşısında bir kere bile tutunamamışlardır! Yine o cihad ruhu ki,
ancak onu zehirledikten, türlü türlü hileler ile zincire vurduktan, aralarında
birleşerek dünyanın her yanında başına öldürücü ve vahşice darbeler
indirdikten sonra pençesinden kurtularak rahat nefes alabilmişlerdir. Bunların
yanısıra emperyalizm ile müslüman ülkeler arasındaki savaşların cihadı
gerektirecek birer inanç savaşı olmadıkları, bunların sadece pazar,
hammadde ve stratejik üsler uğruna yapılan savaşlar oldukları, buna göre
cihadı gündeme getirmek için ortada hiçbir sebep bulunmadığı aldatmacasını
müslümanların beyinlerine işledikten sonradır ki güven ve rahatlarını
daha da perçinlemişlerdir.
Evet,
İslâm'ın uzun tarihi boyunca kılıcını çekerek vuruştuğu, cihad ettiği
dönemler olmuştur. Fakat bu kılıçlar hiç kimseyi zorla müslüman yapmak için
değil, cihadı gerektiren birtakım amaçları gerçekleştirmek, hedeflere ulaşmak
için çekilmiştir. Bu hedeflerin başlıcaları şunlardır.
1-
İslâm, her şeyden önce, müslümanlara yönelik işkenceleri, zulümleri ve
fitneleri savmak, bunlara karşı koymak, bağlılarının can, mal ve inanç güvenliklerini
sağlamak için cihada girişmiştir. Bu amaç doğrultusunda bu surenin daha önceki
ayetlerinden birinde incelediğimiz "Fitne, adam öldürmekten daha ağır
bir suçtur" prensibini ortaya koydu·(Bakara Suresi, 217). Böylece inanca
yönelik saldırıyı, müminlere inançları yüzünden eziyet etmeyi, onları
dinlerinden ayırmaya çalışmayı insan hayatına yönelik saldırıdan daha büyük
bir insanlık suçu saydı. O halde bu kutsal ilkeye göre inanç, hayattan daha
önemli, daha değerlidir. Eğer mümin canını ve malını savunmak için savaşmaya
izinli ise inancını ve dinini savunmak için savaşmaya hâydi haydi
izinlidir.
Müslümanlar
tarih boyunca, dünyanın çeşitli yerlerinde inançları yüzünden baskılara,
vazgeçirme girişimlerine, eziyetlere, işkencelere uğramışlardır. Bu yüzden
en önemli varlıklarına yönelen bu zulümlere karşı koymaları kaçınılmazdı.
Çünkü bu baskılara ve eziyetlere inançları yüzünden uğratılıyorlardı.
Meselâ
bir zamanların İslâm diyarı olan Endülüs (yani bugünkü ispanya) müslümanları
dinlerinden koparılma amacına yönelik iğrenç ve vahşi işkenceler ile
toplu kıyımlara sahne olmuştu. Bu zulümlerin benzerleri, katolikliğe karşı
direnen diğer hıristiyan mezheplerinin bağlılarına karşı da uygulanmıştı.
Öyle ki, bugünün İspanya'sında İslâm'ın gölgesine, hatta öbür hıristiyan
mezheplerin gölgelerine bile rastlayamazsınız. Yine bir zamanlar Beytülmukaddes
(Kudüs) ile çevresi de aynı iğrenç haçlı saldırılarına hedef olmuştu.
Bu saldırıların tek amacı İslâm inancının kökünü kazımaktı. Fakat
bu bölgede de müslümanlar inanç sancağı altında silâha sarılarak düşmanlarına
karşı göğüslerini siper etmişler ve son aşamada zafere ulaşarak bu
kutsal İslâm beldesini Endülüs'ün acı akıbetine uğramaktan kurtarmışlardı.
Komünistlerin,
putperestlerin, siyonistlerin ve hıristiyanların pençesi altında bulunan dünyanın
çeşitli yörelerinde bugün de müslümanlar dinlerinden koparılmak
istenmekte ve inançları uğruna baskı görmektedirler. Bu yüzden müslümanlar,
eğer gerçek müslümanlar iseler, bu fitnelere karşı koymak için, bugün de
cihad etme yükümlülüğü ile karşı karşıyadırlar!
2-
İkinci olarak İslâm, inanç özgürlülüğünü gerçekleştirdikten sonra
inanç sistemini tanıtma ve duyurma özgürlüğünü de sağlamak amacı ile
cihad etmiş, savaş vermiştir. Sebebine gelince İslâm, evrene ve hayata ilişkin
en mükemmel düşünce sistemini, sosyal hayatı geliştirecek en ileri düzeni
getirdi. Bu nimeti, insanlığın tümüne iletmek, gene bu nimeti onların
kulaklarına ve kalplerine duyurmak için getirdi. Bu açıklama, anlatma ve
ilandan sonra isteyen mümin, isteyen de kâfir olsun, "Dinde zorlama
yoktur." Evet, ama önce bu nimeti, yüce Allah'ın katından tüm insanlar
için gelmiş olan bu nimeti, insanlığın bütününe ulaştırmanın yolu üzerindeki
engeller kaldırılmalıdır, insanların bu ilâhi mesajı işitmelerini ve doğruluğuna
inandıktan sonra, eğer isterlerse, hidayet kervanına, katılmalarım önleyen
engeller yok edilmelidir.
Bu
engellerden biri, toplumların ve milletlerin başında insanların bu ilâhî
mesajı işitmelerine izin vermeyen, bunun yanında İslâm'a girenlere baskı
uygulayan zorba rejimlerin bulunmasıdır. İslâm, bu tağutî, bu zorba
rejimleri yıkarak yerlerine adalete bağlı rejimler kurmayı ve bu rejimler
aracılığı ile her yerde hakkı tanıtma özgürlüğünü, hakkı tanıtmak
için didinenlerin güvenliğini sağlamayı amaçlamıştır. Bu amaç bugün için
de geçerlidir. Buna göre müslümanlar, eğer gerçekten müslüman iseler, bu
amaca ulaşmak için bugün de cihad etme yükümlülüğü ile karşı karşıyadırlar!
3-
Üçüncü bir amaç olarak İslâm yeryüzünde kendi düzenini kurmak, yerleştirmek
ve korumak için cihad etti. İslâm, insanın, insan kardeşi karşısında özgürlüğünü
gerçekleştiren tek sosyal düzendir. Çünkü İslâm, yüce ve büyük olan
Allah'a yöneltilmesi gereken tek kulluğun, tek bir tapınma sürecinin söz
konusu olduğunu belirleyerek bütün biçim ve türleri ile insanın insana
kulluğunu ortadan kaldırır, yasaklar. Buna göre ortada insanlar için hükümler
koyan, hukuk normları koyma yolu ile insanları boyunduruk altına alan, köleleştiren
hiçbir ferde, hiçbir sosyal sınıfa, hiçbir millete yer yoktur. Sadece
herkesin Rabbi olan tek bir Allah vardır, bütün insanların, önlerinde eşit
oldukları, hükümler koyma yetkisi sadece O'nundur; insanlar itaati ve boyun eğmeyi
de sırf O'na yöneltirler. Tıpkı imanı ve ibadeti de sırf O'na yöneltmeleri
gerektiği gibi.
Buna
göre bu düzende sırf Allah'ın şeriatının yürütücüsü olmayan, bu yürütme
yetkisi için toplumdan vekillik almayan hiçbir kimseye itaat edilmez. Çünkü
yürütme mevkiindeki görevlinin, temelde kanun koyma yetkisi yoktur. Çünkü
hukuk normları koyma yetkisi sadece Allah'a aittir, bu yetki ilâhlık
olgusunun insan hayatına yansıyan bir göstergesidir. o halde hiçbir insan,
öbür kullar gibi bir kul olduğu, başka hiçbir ayrıcalığa sahip olmadığı
halde bu yetkiyi kullanarak kendisi için ilâhlık iddiasına kalkışamaz,
insanlara karşı ilahlık makamı işgal etmeye yeltenemez!
Bu
ilke, İslâm'ın getirdiği ilâhi düzenin temel kuralıdır. Bu temel kuralın
üzerine tertemiz bir ahlâk düzeni oturur. Bu düzende her insanın özgürlüğü
teminat alımdadır, hatta İslâm inancını benimsememiş olanların özgürlüğü
bile. Bu düzende herkesin dokunulmazlıkları titizlikle gözetilir, hatta Müslümanlığı
kabul etmemiş olanların dokunulmazlıkları bile. Bu düzende İslâm vatanında
yaşayan her yurttaşın hakları korunur, varsın inançları ne olursa olsun.
Bu düzende hiç kimse zorla müslüman yapılmaz, hiç kimseye dini inançları
yüzünden baskı uygulanmaz, sadece İslâm'ın tanıtımı ve duyurusu yapılır.
İşte
İslâm, yeryüzünde bu yüce düzeni kurmak, yerleştirmek ve korumak için
cihad etti. İnsanın insana kulluğu esasına dayanan, kulların hiçbir hakları
olmadığı halde Allah'a ait yetkiyi kullanmaya yeltendikleri, kendilerini
Allah yerine koymaya kalkıştıkları zorba düzenleri devirmek İslâmın görevi
idi. Bunun yanısıra bu azgın rejimlerin dünyanın her yerinde İslâm'a karşı
direnmeleri, onu düşman bilmeleri kaçınılmazdı. Böyle olunca İslâm'ın
onları tepelemesi de kaçınılmaz oluyordu. Böylece yeryüzünde o yüce düzenini
ilân edebilecek, arkasından bu rejimin egemenliği altında herkesi kendi özel
inancında özgür bırakabilecekti. Onlardan sadece sosyal, ahlâkî, ekonomik
ve devletlerarası hukuk normlarına uymalarını isteyecekti. Bunlar dışında
vicdanlarındaki inançlarında, özel yaşantılarında özgür olacaklar, bu
alanlarda inandıkları gibi davranacaklardı. Bu arada İslâm, bu düzenin sınırları
içinde onları gözetecek, hayatlarını ve inançlarını koruyacak, haklarını
teminat altında bulunduracak, dokunulmazlıklarına el değdirmeyecekti.
Yeryüzünde
bu yüce düzeni kurmayı amaçlayan söz konusu cihad görevi, "Fitnenin kökü
kazınarak Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar" yeryüzünde
kulların, ilâhlık taslamalarına ve Allah'ın dini dışındaki bütün sahte
dinlerin egemenliklerine son verinceye kadar, sürekli biçimde müslümanların
boynuna borçtur.
Demek
ki, İslâm, insanlara kendi inanç sistemini zorla benimsetmek için kılıç
kullanmadı, o bazı düşmanlarının suçlamalarında ileri sürüldüğü
anlamda kılıçla yayılmış bir din de değildir. O sadece her inançtan
insanların himayesi altında güven duyabilecekleri, sınırları içinde inancını
paylaşmasalar bile egemenliğini kabul ederek yaşayabilecekleri emniyetli bir
düzen, bir rejim kurmak için cihad etmiştir.
İslâm'ın
yaşaması, yayılması, bağlılarının inanç sistemlerine güven duyması,
yeni müslüman olmak isteyenlerin güven içinde bu dine katılabilmeleri, bu
yapıcı düzenin kurulması ve düşmanlarına karsı korunması için bu dinin
güçlü olması şarttı. Demek ki, cihad, tarihteki önemi küçümsenebilecek
bir araç olmadığı gibi, İslâm düşmanlarının sinsi mesajlarında en iğrenç
metodlarla söylemek istedikleri gibi, İslâmın bugününde ve geleceğinde
zorunlu fonksiyonu olmayan bir silâh da değildir!
İslâm'ın
mutlaka bir sosyal düzeni, bir rejimi olması; bunun için onun mutlaka güçlü
olması ve güçlü olabilmesi için de mutlaka uğrunda cihad edilmesi, savaşılması
gerekir. Bu onun ayrılmaz özelliği, karakteristik vasfıdır, bu olmadan İslâm
ne yaşayabilir ve ne de başkalarına önderlik edebilir.
"Dinde
zorlama yoktur'', evet ama "Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek
Allah'ın gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın
bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak
savunma gücü ve atlı savaş birlikleri hazırlayınız." (Enfal Suresi,
60)" ayeti de yüce Allah'ın buyruğudur.
İşte
İslâm açısından işin aslı budur. Müslümanlar, dinlerinin özünü,
tarihlerinin içyüzünü böyle bilmeli ve dinleri konusunda sürekli savunma
çabası içinde bulunan bir sanık gibi davranmamâlı, böylesine pasif ve yılgın
bir rolü benimsememelidir. Tersine her zaman kendine güvenen, rahat, yeryüzü
kaynaklı düşünceleri, yeryüzü kaynaklı rejim ve düzenlere ve tüm yeryüzü
kaynaklı ideolojilere tepeden bakan insanların alnı açık tutumunu
sergilemelidirler. Buna bağlı olarak dinlerini, bağlılarının güvenliğini
sağlama, saldırgan batilin burnunu kırma ve getirmiş olduğu nimetten bütün
insanları yararlandırma amacını taşıyan cihaddan soyutlamak isteyen,
kendilerine bu zehiri şırınga ederken sözde İslâm'ı savunuyormuş gibi
davranan sinsi düşmanlarının aldatmacalarına kanmamalıdırlar. O cihad
ki,insanlığı ondan yoksun bırakanlar, insanlık ile onun arasına girenler,
insanlığa karşı hiç kimsenin işleyemeyeceği cinayeti işlemiş olurlar. Böyleleri
insanlığın en koyu düşmanlarıdır, eğer insanlık olgunluğa ermiş olsa,
aklını kullansa bunları kovalaması, yakalarını bırakmaması gerekir. İnsanlık
bu olgunluğa ereceği ve aklını harekete geçireceği güne kadar söz konusu
bu insanlık düşmanlarını, yüce Allah'ın seçtiği ve iman nimeti ile
onurlandırdığı müminlerin kovalaması gerekir. Bu, onların hem kendilerine
ve hem de tüm insanlığa karşı görevleridir. Yüce Allah'ın önünde bu görevi
yerine getirmekle yükümlüdürler.
HAYAT
ve ÖLÜM
İlerde
okuyacağımız ayetlerin her üçü de hayat ile ölümün sırrını, hayat
ile ölüm gerçeğini ele alıyorlar. Bundan dolayı bu ayetler İslâm düşüncesinin
bir bölümünü oluştururlar. Bu bölüm, bu cüzün başından beri incelediğimiz
ayetlerin belirttikleri temel kuralların eki, uzantısı olduğu gibi Ayet-ül
Kürsi ile ve bu ayetin belirlediği Allah'ın sıfatları ile birleşmiş bir bütünlük
gösterir. Bütün bu ayetler müslümanın vicdanında ve idrakinde şu evrenin
gerçeklerine ilişkin doğru bir imaj oluşturabilmek, sağlıklı bir kavram
meydana getirebilmek için Kur'an'ın cümlelerine somut biçimde yansıyan sürekli
çabanın bir kısmını temsil eder. Ancak, bu kavram oluşunca doğru,
belirgin, değişmez, güvenli ve kesinlikten kaynaklanan bir bakış açısı
ve sağlıklı bir göz algısının perspektifi ile hayata yönelmek mümkün
olabilir.
Çünkü
yaşam düzeni, davranış sistemi, ahlâk ve edep kuralları, inanç esaslı düşünceden
ayrı şeyler değildir, tersine ona dayalı,ondan kaynaklanan sonuçlardır. İnanç
sistemi ile, varlık bütününün mahiyeti ve yaratıcı ile arasındaki ilişkiyi
kapsayan yaygın düşünce ile bu saydıklarımız arasında sıkı bir bağlılık
olmadıkça bunların değişmez ve tutarlı olmaları beklenemez. Bundan dolayı
Kur'an'da inanç esaslı düşüncenin ilkelerine yoğun bir ilgi gösteriliyor.
Bu yoğun ilgi, Mekke'de inen ayetlerin tümünü içerdiği gibi Medine'de inen
ve hayata ilişkin yasaları ve direktifleri dile getiren ayetlerde de insanların
dikkatlerini çekme çabasını sürdürür.
Yukarda
okuduğumuz ayetlerin ilki, Hz. İbrahim (selâm üzerine olsun) ile zamanının
bir hükümdarı arasında geçen karşılıklı konuşmayı, diyaloğu
nakleder. Hükümdar, Hz. İbrahim ile Allah konusunda tartışmaktadır. Ayet,
bu hükümdarın ismini vermez. Çünkü söz konusu kişinin adının
verilmesi, ayetin yansıttığı ibret dersine bir katkı getirmez. Bu diyalog,
Hz. İbrahim ile Allah hakkında tartışmaya girişen hükümdarın davranışını
yadırgar, hayretle karşılar bir üslupla peygamberimize ve müslüman cemaate
sunuluyor. Ayrıca burada söz konusu tartışma sahnesini yeniden gözlerimizin
önüne getirecek derecede başarılı bir tasvir sanatı ile de karşı karşıyayız:
258-
Allah kendisine iktidar verdi diye şımararak İbrahim ile Rabbi hakkında tartışmaya
girişen adamı görmedin mi? İbrahim "Benim Rabbim, diriltebilen ve öldürebilendir"
deyince adam "Ben de diriltebilir ve öldürebilirim" dedi. Bunun üzerine
İbrahim "Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de onu batıdan getir,
bakalım" deyince o kâfir adam şaşırıp kaldı, söyleyecek söz
bulamadı. Allah zalimleri hidayete erdirmez.
Öyle
anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim ile Allah üzerine tartışmaya girişen bu hükümdar
Allah'ın varlığını kökünden inkâr eden biri değildi; O sadece Allah'ın
birliğine, ortaksızlığına, evreni ve bütün evrensel olayları tek başına
tasarlayıp yönlendirdiğine inanmıyordu. Tıpkı cahiliye zihniyetli bazı
sapıklar gibi. Onlar da Allah'ın varlığını kabul ediyorlar, fakat Allah'a
hayatları üzerinde etkili ve aracı olduklarını düşündükleri bir takım
ortaklar koşuyorlar. Ayrıca bu hükümdar, egemenliğin sadece Allah'a ait
olduğunu, dünyevi gelişmeler ve toplumun yasal düzenlemeleri konusunda
Allah'ın hükmü dışında hiçbir hükmün geçerli olmayacağı ilkesini de
benimsemiyordu.
Öteyandan
bu inkârcı ve haddini bilmez hükümdar, aslında iman etmesini ve Allah'a şükretmesini
gerektiren bir sebep yüzünden inkârcılığa ve haddini bilmezliğe sapıyor.
Bu sebep "Allah'ın kendisine iktidar vermesi", ona yönetim yetkisi
bağışlamış olması idi. Aslında eğer iktidar, Allah'ın nimetini takdir
edemeyenlerin,ellerine geçen nimetin kaynağını idrak edemeyenlerin bayı döndürmese,
onları azgınlığa sürüklemeseydi, söz konusu hükümdarın bu nimeti
bilmesi ve karşılığında Allah'a şükretmesi gerekirdi. Fakat iktidar
sahipleri bu azgınlıkları ve şımarıklıkları yüzünden nankörlüğü ve
kâfirliği, şükrediciliğin yerine geçiriyorlar ve doğru yola koyulmalarına
gerekçe olması beklenen sebep yüzünden sapıtıyorlar! Çünkü onlar, Allah
kendilerine iktidar verdiği için iktidardadırlar. Allah onlara halka köle işlemi
yapmak, yönetimleri altındakileri yanlarından koydukları keyfi kanunlara
uymaya zorlamak yetkisi vermiş değildir. Onlar da diğer insanlar gibi Allah'ın
birer kuludurlar. Yasal normları, halk gibi, Allah'tan almalı, Allah'ı bir
yana bırakarak keyiflerine göre hüküm ve yasak koymaya kalkışmamalıdırlar.
Çünkü onlar birer vekildirler, asil değildirler!
İşte
yüce Allah, bu hükümdarın tutumunu peygamberimize anlatırken bundan dolayı
hayret edici, yadırgayıcı bir üslup kullanıyor. Tekrarlıyoruz:
"Allah,
kendisine iktidar verdi diye şımararak İbrahim ile Rabbi konusunda tartışmaya
girişen adamı görmedin mi?"
"Görmedin
mi? ". Bu ifade kınayıcı ve horlayıcı bir ifadedir; Hem ifadeden ve
hem de anlamından, tuhaf karşılama ve çirkin sayma imajı fışkırır. Çünkü
hükümdarın tartışmaya girişmesi, dik kafalılığı, bunun yanısıra bir
kulun, Allah'ın olması gereken yetkiyi kendine yakıştırmaya kalkışması,bir
hükümdarın Allah'ın kanunlarını bir yana bırakarak halkı kendi keyfi
kanunlarına göre yönetmeye yeltenmesi, bütün bu davranışlar, gerçekten
çirkindir, iğrençtir. Devam ediyoruz:
"İbrahim
`Benim Rabbim diriltebilen ve öldürebilendir' dedi."
Öldürme
ve diriltme olguları, insanın duyu organları ile aklının önünde cereyan
eden ve her an sürekli tekrarlanan olgulardır. Bu iki olgu,aynı zamanda.
insanı şàşırtan ve idràkini ister-istemez insan dışı bir kaynağa,
yaratıkların fonksiyonları dışındaki bir fonksiyona yönelten birer sırdırlar.
Bütün canlıları aciz bırakan bu bilmecenin çözümü için varetme ve yok
etme gücünde olan Allah'a başvurmaktan başka çare yoktur.
İnsanlar
olarak biz, hayatın ve ölümün mahiyetini şu ana kadar anlayabilmiş değiliz.
Sadece bu olguların yaşayanlarda ve ölülerde beliren görüntülerini algılayabiliyoruz.
Bu yüzden hayatın ve ölümün kaynağını mutlak anlamda bilmediğimiz bir güce,
yani Alla'ın gücüne dayandırmak, havale etmek zorundayız
İşte
bundan dolayı Hz. İbrahim başka hiç kimsenin ortak olamayacağı, başka hiç
kimsenin O'nu sahibi olduğunu ileri süremeyeceği sıfatı ile Allah'ı tanıtmak
ve kendisine kimin ilâh olduğuna inandığını ayrıca hüküm verici, kanun
koyucu olarak kimi gördüğünü soran hükümdara "Benim Rabbim,
diriltebilen ve öldürebilen" "buna göre de hüküm verme ve kanun
koyma yetkisini elinde tutandır" diye cevap verdi.
Bu
cüzün başında işaret ettiğimiz ledünni (Allah vergisi) yeteneklere sahip
bir peygamber olan Hz. İbrahim, "öldürmek"ten ve
"diriltmekten" sözederken, hiç kuşkusuz, bu olguları hiç yoktan
var etmeyi kasdediyordu. Bu da yüce Allah'ın elinde bulunan bir eylemdi, yaratıklarından
hiçbiri bu eylemde O'na ortak olamazdı. Fakat Hz. İbrahim ile Allah konusunda
tartışmaya girişen hükümdar, halkı üzerindeki egemenliğini, yönetimi
altındakilere ilişkin ölüm-kalım fermanları verip bunları yürürlüğe
koyma gücünü bir ilâhlık tezahürü, göstergesi gibi görerek Hz. İbrahim'e
şöyle demek istedi; "Ben bu toplumun efendisiyim, onlar arasında
olup-biten herşey benim tasarrufumun sonucudur. O halde ben, önünde boyun eğmek
zorunda olduğun, egemenliğini onaylamakla yükümlü olduğun bir Rabb'im!"
Okuyoruz:
"Ben
de diriltebilir (yaşatabilir) ve öldürebilirim dedi."
Söz
bu noktaya gelince Hz. İbrahim, bu dehşetli gerçeği, can alıp can verme
realitesini, insanlığın şu güne kadar hakkında hiçbir şey öğrenememiş
olduğu bu korkunç sırrı hafife alan, onu ucuz bir polemik konusu yapmaktan
çekinmeyen bu şımarık adamla arasındaki tartışmayı hayatın ve ölümün
ne anlama geldiği konusuna kaydırarak uzatmak istemedi.
Bunun
yerine bu gizli evrensel kanunu bırakarak, açık ve gözle görünür başka
bir evrensel kanuna geçmeyi uygun gördü. Ayrıca "Benim Rabb'im,
diriltebilen ve öldürebilendir" sözünde benimsediği evrensel kanunu ve
Allah'ın sıfatını sadece ortaya koyma metodunu da değiştirerek bunun
yerine meydan okumaya, Allah'ı inkar eden, haddini aşarak O'nun varlığını
ve gücünü tartışma konusu yapan bu küstah adamdan Allah'ın koyduğu bir
kanunu değiştirmeyi istemeye karar verdi. Böylece bu adama, yüce Allah'ın
sadece dünyanın ücra bir köşesinde yaşayan bir topluluğun hükümdarı
olmadığını, tüm evrenin hakimi olduğunu, böyle olmasının kaçınılmaz
bir sonucu olarak insanların Rabbi ve onların yasa koyucusu olması gerektiğini
göstermek istiyordu:
"Bunun
üzerine İbrahim `Allah, güneşi doğudan getiriyor, sen de onu batıdan
getir, bakalım' dedi."
Güneşin
doğudan doğması da hergün tekrarlanan, bakışların ve idraklerin
'dikkatini çeken, bir kerecik olsa bile normal zamanını değiştirmeyen,
gecikme yapmayan evrensel bir realitedir. Bu realite insan fıtratına seslenen
bir ilâhi tanıktır. Hatta evrenin yapısı, astronomik gerçekler, bu alanda
geliştirilen teoriler hakkında hiçbir bilgisi olmayan insanlara bile mesaj
veren somut bir belgedir. Zaten peygamberlerin mesajları aklî, kültürel ve
sosyal gelişmenin her aşamasındaki insana hitap eder, onları oldukları
yerde bulup ellerinden tutarlar. Bundan dolayı fıtrata hitap eden, aynı
zamanda konuşan ve karşı konulmaz meydan okuma üslubu benimsenmiş ve bu üslup
küstah hükümdarın yüzüne vurulmuştu:
"Bunun
üzerine o kâfir adam şaşırıp kaldı, söyleyecek söz bulamadı."
Meydan okuma, hedefine varmıştı. Durum açıktı. Yanlış anlamaya, yanlış
yorum yapmaya, tartışmaya, polemiğe yer yoktu. Bu durumda yapılabilecek en
iyi şey, teslim olmak, iman etmekti. Fakat şımarıklık ve büyüklük
kompleksi kâfiri; gerçeğe dönmekten alıkoyar. Adam şaşırıp kalır,
nutku tutulur, şaşkına döner. Yüce Allah da onu doğru yola iletmez. Çünkü
doğru yolu aramamıştır, gerçeği istememiştir, normal ve dengeli olmak
gereğini duymuyordur:
"Allah,
zalimler güruhunu hidayete erdirmez."
Yüce
Allah'ın Peygamberimize ve müslüman cemaate sunmuş olduğu bu tartışma, bu
sapıklık ve inatçılık örneği olarak, her dönemdeki davetçilere, inkârcılığa
nasıl karşı koyacaklarını öğreten, onlara kâfirlerin inatçılıkları
ile başa çıkabilme eğitimi veren bir tecrübe olarak müslümanların mücadele
birikimi içindeki yerini alıyor. Bu tartışma, aynı zamanda, berrak İslâmî
düşüncenin temelini oluşturan şu gerçeklerin belirmesine de vesile oluyor:
"Benim Rabb'im, diriltebilen ve öldürebilendir". "Allah, güneşi
doğudan getiriyor, sen de onu batıdan getir, bakalım". Biri insanların
kendi öz yapılarına, öbürü ise dış dünyalarına ilişkin iki gerçek.
İki müthiş evrensel gerçek. Bununla birlikte gece-gündüz sürekli
yinelenen, gözler önüne serilen, geniş bilgiye ve uzun boylu düşünmeye
ihtiyaç göstermeyen iki gerçek. Çünkü yüce Allah son derece
merhametlidir. Kullarını iman ve hidayet konusunda gelişmesi gecikebilecek ve
tökezlemeye uğrayabilecek olan bilgi ile hazırlıksız olanların üstesinden
gelemeyebilecekleri düşünceye bağımlı bırakmaz. Oysa iman meselesi kullar
için hayatidir, fıtratlar ondan yoksun kalamazlar, insanların hayatı onsuz
rayına oturamaz, onsuz toplumlar düzene giremez, o olmadan insanlar yasal
sistemlerini,değer yargılarını, edep kurallarını nereden alacaklarını
bilemezler. İşte kullarına karşı son derece merhametli olan Allah bu hayati
meseleyi, sadece fıtratın evrensel gerçekler ile karşılaşmasına bağlıyor.
Evrensel gerçekler ise herkesin gözleri önünde cereyan eder, kendilerini fıtrata
ister-istemez kabul ettiren yalın gerçeklerdir. Bu niteliklerinden dolayı
insan, onların refleksif mesajlarına ancak zorlukla, meşakkatle, özel bir
gayretkeşlikle, kendini zora koşmakla ve inatçılıklarıyla uymayabilirler.
İnsan
denen varlığın yaşaması için kaçınılmaz olan diğer temel ihtiyaçlar
konusundaki durum ne ise inanç konusunda da aynı durum sözkonusudur. Meselâ,
insan yiyecek, içecek, hava gibi, bunların yanısıra çiftleşme ve çoğalma
gibi temel ihtiyaçlarının peşinden fıtri bir dürtü ile koşar, bu hayati
ihtiyaçlarının tatminini, karşılanmasını, düşüncesinin gelişip
olgunlaşacağı ya da bilgisinin artıp genişleyeceği güne ertelemez. Aksi
halde hayatını yokluğun kucağına atmış olur. İşte iman da insan için
tamtamına yiyecek, içecek, hava gibi hayati bir ihtiyaçtır. Bundan dolayı,
yüce Allah, bu ihtiyacın tatminini, evrenin gerek insan yapısına ve gerekse
dış dünyasına ilişkin tüm sayfalarına yansıyan ayetleri ile fıtratın
karşılaşmasına bağlıyor.
ÖLÜMDEN
SONRA DİRİLME
Bir
sonraki ayette konusu yine ölümün ve hayatın sırrı olan bir başka kıssa
ile karşılaşıyoruz:
260-
Hani İbrahim `Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster' dedi. Allah
`Yoksa buna inanmıyor musun?' deyince İbrahim `Tabii inanıyorum. Fakat kalbim
kesin kanaat getirsin diye bunu istiyorum' dedi.
Bunun
üzerine Allah ona dedi ki; `Dört kuş al, bunları önüne koyup yakından
incele, sonra kesip parçalarını birer dağın üzerine at, arkasından onları
çağır, koşa koşa sana geleceklerdir. İyi bil ki, Allah üstün güçlüdür
ve hikmet sahibidir.
Burada
Allah'ın yaratma sanatının içyüzünü yakından görmeye yönelik bir arzu
karşısındayız. Bu arzu içli, yumuşak huylu, mümin, hoşnut, Allah karşısında
çekingen, ibadete düşkün, Allah'ın yakını ve dostu Hz. İbrahim'den
geliyor. Hz. İbrahim'in dile getirdiği bu arzu, Allah'ın yaratma sanatının
esrarını görme beklentisine ve özlemine ilişkin olarak Allah'ın önde
gelen kullarının bile kalplerinde ne gibi çırpıntılar meydana geldiğini
ortaya koyar!
Bu
arzunun, imanın varlığı, sarsılmazlığı, eksiksizliği ve kararlılığı
ile ilgisi yok. İman için delil ya da güçlendirici arayışı da değil söz
konusu olan. Bu arzu başka bir şey, değişik bir hazzı içeriyor. Bu arzu ilâhî
sırrın mahiyetine,oluş ve gerçekleşme anında tanık olmaya ilişkin bir
ruhi özlemdir. Bu fiilî deneyin insan ruhunda uyandırdığı haz, görmeden
inanmanın meydana getirdiği hazdan farklıdır. söz konusu olan kişi Allah'ın
dostu, İbrahim bile olsa bu böyledir. O İbrahim ki Rabbine soru yöneltiyor
ve Allah da kendisine cevap veriyor. Bundan öte bir iman ya da iman delili düşünülemez.
Fakat Hz. İbrahim, kudret elini çalışma, işleme anında görmek istedi. Bu
içli-dışlılığın vereceği hazzı tadarak doyumuna kavuşmak, havasını
solumak, onunla içiçe yaşamak diledi. Bu O'nun daha ötesi olmayan imanından
başka birşeydir.
Ayetin
anlattığı deney ve o arada geçen karşılıklı konuşmalar, bu hazların
merak ve beklentisi ile çarpan kalpte -Hz. İbrahim'in kalbinde-, bu imana ilişkin
hazların çok sayıda olduklarını ortaya koyuyor. Tekrarlıyoruz:
"Hani
İbrahim `Rabb'im, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster' dedi. Allah
`Yoksa buna inanmıyor musun?' deyince `Tabii inanıyorum. Fakat kalbim kesin
kanaat getirsin diye bunu istiyorum' dedi."
Yüce
Allah'ın kudret elini işler durumda görmek isteyen ruhun doyumu, perde gerisi
sırrın açığa çıkarken ve belirirken duyacağı hazzı duyumsama dürtüsü
dile geliyor. Yüce Allah bu has kulunun ve dostunun inanmışlığını
biliyordu. Buna göre O'ndan gelen soru açıklama, belirtme,fırsat sağlama,
özlemini tanımlama ve ilân imkânı verme amaçlıdır. Bunların da ötesinde
kerem sahibi, sevgili ve merhametli olan Allah ile duygulu, tatlı iyi huylu ve
Rabbine bağlı Hz. İbrahim arasında bir cilveleşmedir!
Yüce
Allah Hz. İbrahim'in kalbinden gelen bu özlemi ve beklentiyi olumlu karşılayarak
kendisine bu konuda aracısız, kişisel bir deney yapma imkânım sundu:
"Bunun
üzerine Allah ona dedi ki; `Dört kuş al, bunları önüne koyup yakından
incele, sonra kesip parçalarını birer dağın üzerine at, arkasından onları
çağır, koşa koşa sana geleceklerdir.
İyi
bil ki, Allah üstün güçlüdür ve hikmet sahibidir."
Yüce
Allah, Hz. İbrahim'e dört kuş seçmesini, bunları önüne koyup yakından
incelemesini, daha sonra onları kolayca tanıyabilmesi için nişanlarım ve özelliklerini
iyice bellemesini, arkasından kesip vücutlarını parçalamasını ve parçaların
herbirini çevredeki dağların biri üzerine atmasını, bir süre sonra da bu
kuşları çağırmasını emrediyor. Bu çağrı üzerine kuşların parçalanıp
dağıtılmış organları biraraya gelecek, tekrar vücutlarına can verilecek
ve koşa koşa Hz. İbrahim'e geleceklerdi. Tabii ki böyle de oldu.
Hz.
İbrahim, bu ilâhi sırrın gözleri önünde meydana gelişini gördü. Bu sır
her. an meydana gelen bir olgu. Yalnız insanlar, onun gerçekleştikten sonraki
belirtilerini, sonuçlarını görebiliyorlar. Bu sır, can verme, hayat bağışlama
sırrıdır. O hayat ki, ilk başta, hiç yokken meydana geldi ve her yeni canlı
ile birlikte oluşumu sayısız defalar tekrarlanmaktadır.
Hz.
İbrahim, işte sırrın gözleri önünde meydana gelişini gördü. Canları
çıkmış, parçalanmış organları birbirinden uzak yerlere atılmış kuşların
vücutlarına yeniden hayat sunuluyor ve koşarak yanına geliyorlar!
Peki
nasıl? Bu, kavranması, insan kapasitesini aşan bir sırdır. İnsan idraki
bunu Hz. İbrahim örneğinde olduğu gibi kimi zaman görür, ya da bütün müminlerin
yaptığı gibi ona inanır. Fakat karakteristiğini kavrayamaz, yordamını
bilemez. O, Allah'a özgü işlerden biri olup insanlar, Allah'ın bilgisinin
sadece O'nun dilediği kadarını kavrayabilirler. Allah, bilgisinin bu kısmının
insanlarca kavranmasını dilemedi. Çünkü O, onları aşan bir şey. İnsanların
karakteristik yapıları ile bu sırrın karakteristiği çok farklı. Üstelik
halifelik görevleri için bu bilgi gerekli de değil.
Bu
sır, sırf Allah'ı ilgilendiren, sırf O'na özgü bir olgu. Yaratıklarının
bilgisi buna erişmez. Eğer ona doğru boyunlarını uzatacak olurlarsa karşılarında
saklı sırrın önüne gerilmiş perdeden başka birşey göremezler, harcanan
emekler boşa gitmiş olur. Gizlilikleri, gayblerin bilicisi olan Allah'a özgü
tekelinde olmasını içlerine sindiremeyenlerin emekleri yani.
İSLÂM
TOPLUMUNDA İNFAKIN ÖNEMİ
Bu
cüzün geçen her üç bölümünde de bütünüyle imanî düşüncenin bazı
kurallarının belirlenmesi, bu düşüncenin açıklanması ve çeşitli açılardan
kökleşmesi konuları ele alındı. Bu ilke, daha önce de değindiğimiz gibi
müslüman cemaatin beşeriyete önderlik rolünün gereklerini yerine getirmeye
hazırlanması sorununu eksen olarak seçen bu sürenin seyir çizgisinde bir
istasyon konumundadır.
Konunun
akışı buradan itibaren surenin sonlarına kadar, farz kılınmış zekat ve
isteğe bırakılmış sadakalarla somutlaşan dayanışma ve yardımlaşma esası
ve cahiliye düzeninde revaçta olan faiz kurumuyla hiçbir ilişkisi olmayan,
İslâm'ın müslüman toplumu dayandırmak ve müslüman cemaatin hayatını
onunla düzenlemek istediği ekonomik-sosyal düzenin kurallarının yerleştirilmesi
konularına geçiyor. Bu yüzden, surenin geri kalan kısmında sadakanın yöntemlerinden
sözedilmekte, faiz lanetlenmekte, borç ve ticaret hükümleri yerleştirilmektedir.
Bunlar da İslâm'ın ekonomik düzeninin ve bu düzene dayalı toplumsal hayatının
esaslı bir yönünü teşkil etmektedirler. Surenin gelecek üç bölümü arasında
birçok boyutları bulunan tek konuyu, "İslami ekonomik düzen"
konusunu içermeleri nedeniyle sağlam bir bağ mevcuttur.
Bu
derste de, Allah yolunda yapılan harcamalardan, infakın yükümlülüklerinden,
sadaka ve yardımlaşmanın ilkelerinden sözedildiğini görüyoruz. Allah
yolunda infak; yüce Allah'ın müslüman ümmete farz kıldığı, onunla davet
emanetini omuzlara yüklediği, müminleri onunla koruduğu, kötülük, fesat
ve azgınlığı onunla defettiği, müminlere galip gelip yeryüzünü fesada
boğan, Allah'ın yoluna engel olan ve İslâm düzeninin taşıdığı
iyilikten beşeriyeti yoksun kılan güçleri bertaraf ettiği cihadın ikiz
kardeşi olan bir sorumluluktur. (Oysa beşeriyeti bu iyilikten yoksun kılmak bütün
suçlardan daha büyük bir suç; cana ve mala yönelik saldırıdan daha korkunç
bir saldırıdır.)
Surenin
geçen bölümlerinde, Allah yolunda infak konusu birkaç defa tekrarlanmıştı.
Şimdi ise surenin akışı sadakanın ilkelerini ayrıntılarıyla ve fakat
dolambaçsız olarak açıklamaktadır. Bu ilkeleri cana yakın sevgi gölgesiyle
donatarak çizmekte, sadakayı, verenin nefsine süslü bir amele, alanı da
yararlı ve kârlı bir davranışa dönüştüren, bu yolla toplumu yardımlaşma,
dayanışma, sevgi ve şefkat havası egemen bir aileye dönüştüren ve beşeriyeti,
vereniyle-alanıyla birlikte üstün bir düzeye çıkaran psikolojik ve
toplumsal adabı da açıklamış olmaktadır böylece.
Bu
bölümde gelen direktifler, zamana ve belli nedenlere bağlı olmayan sürekli
bir ilke meydana getirmiş olmakla beraber bunun ötesinde her zaman için müslüman
topluluklarda karşılaşılacağı gibi, o gün için müslüman cemaatte
ayetlerin karşılaştığı pratik durumlara cevap niteliğinde olduğunu, çünkü
o zaman müslümanlar arasında darb-ı mesellere ve gerçeklerin derinlere ulaşması
için konuşan sahneler şeklinde sunulmasına ihtiyaç duydukları gibi güçlü
uyarılara ve etkin ilhamlara muhtaç olan, mala son derece düşkün, cimri
ruhların bulunduğunu söylememize engel değildir.
O
gün, faizsiz borç vermeyen, mala son derece düşkün kişiler vardı... İstemeyerek
ve gösteriş için infak edenler vardı... Verdikleri sadakayı başa kakma ve
rencide etme vesilesi yapanlar da vardı... Tabi bu arada malın kötüsünü
verip iyisini alıkoyanlar da... Bütün bunlar, malının en iyisini cömertçe
veren, kötü duygulardan soyutlanmış, samimi ve arınmış olarak, gerektiğinde
gizli, gerektiğinde açık olarak Allah yolunda ihlasla infak edenlerin yanında
yeralıyordu.
Bu
karakterlerin her ikisi de o günkü müslüman cemaatin içinde birlikte yeralıyordu.
Bu gerçeği bu şekilde kavramamız bize birçok yarar sağlayacaktır... 1- Öncelikle;
canlı, hareketli bir varlık olan bu Kur'an'ın tabiatını ve görevini
kavramamızı sağlayacaktır. Kur'an'ı bu olayların gölgesinde, müslüman
cemaat arasında işlerini yürütürken, hareket ederken, pratik durumlarla karşılaşırken,
bunu kaldırıp şunu yerleştirirken ve müslüman cemaati harekete geçirip yönlendirirken
görüyoruz. O, sürekli bir çaba ve daimi hareket içindedir. Çünkü O, hem
savaş alanında hem de hayat sahnesinde hareket etmektedir. O, orta yerde, sürükleyici,
hareketlendirici ve yönlendirici bir unsur işlevini yürütmektedir.
Kur'an'ı
bu şekilde algılamaya, O'nu, canlı, hareket halinde ve sürükleyici bir varlık
olarak görmeye ne kadar ihtiyacımız vardır?.. Gerçekten, bizimle, İslâmi
hareket, İslâmi hayat ve İslâmi pratik arasında uzun bir süre geçti. Artık
Kur'an, bizim duygularımızda, tarihsel canlı pratiğinden uzaklaşmış ve
yalnızca müslüman cemaatin tarihinde, yeryüzünde belli bir zaman gerçekleşmiş
hayat tarzını temsil etmekten öteye gitmemektedir. O'nun, süregelen savaşta,
müslüman asker gözünde hareket ve uygulama için başvurulan "günlük
emir" konumunda olduğunu hatırlayamıyoruz bile... Kur'an, duygularımızda
ölmüştür... Ya da uyumaktadır. Artık Kur'an'ın ilk indiği dönemlerde müslümanların
duygularında yereden gerçek görüntüsü kalmamıştır. O'nu ya kendimizden
geçtiğimiz nağmelere ya da vicdanlarda karmaşık duygular bırakan tumturaklı
bir okuyuşa indirgemişiz. Ya da, kalpte, sadık müminlerin duygularında
meydana getirdiği etkiden çok uzak, anlaşılmaz olduğu kadar da belirsiz
olan vecd, huzur ve doygunluk meydana getiren bir vird manzumesi olarak algılamışız.
Kur'an bunların tümünü meydana getirir; ancak, O'ndan istenen, bunların yanında
müslümanlarda bir bilinç, bir canlılık meydana getirmesidir. Kur'an'dan
beklenen; inşa etmek için geldiği hayatı oluşturmaya yönelik bir bilinçle
birlikte hareket etmesi, müslümanın O'nu, giriştiği ve müslüman ümmetin
hayatında girişmeye hazırlandığı savaş alanında görmesi, bugün hayatın
çeşitli alanlarında kendisini kuşatan olaylar, problemler ve şartlara ilişkin
Kur'anî direktifleri kavrayabilmesi için, ilk müslümanlarda olduğu gibi, ne
yapması gerektiğini bilmesi için O'na yönelmesi, Kur'an-ı Kerim'de temsil
edilen, kelimeleri ve direktifleri arasında hareket eden müslüman ümmetin
tarihini görmesi, bu arada gördüğü şeyin kendisine yabancı olmadığını
duyumsaması, bunun kendi tarihi olduğunu anlaması, bugünkü olayların bu
tarihin bir uzantısı olduğunu algılaması, bugün için karşılaştığı
şeylerin Kur'an'ın kendilerini belli tasarruflara yönelttiği önceki müslümanların
karşılaştığı şeylerin meyvesi olduğunu idrak etmesi, böylece bu Kur'an'ın
kendi Kur'an'ı olduğunu, karşılaştığı olay ve şartlarda O'ndan
etkileneceğini ve O'nun, düşüncesi, ideali, hayatı ve hareketi için bir
anayasa konumunda olduğunu bilmesi ve bu durumun şimdi olduğu gibi kesintisiz
olarak bundan sonra da süreceğini kavramasıdır.
2-
İkinci olarak, iman çağrısı ve sorumlulukları karşısında beşer fıtratının
sürekli ve değişmez olduğu gerçeğini görmekte yarar sağlayacaktır. Bu görüş,
Kur'an ayetlerinin, üzerlerine Kur'an'ın indiği ve Resulullah'ın aralarında
bulunduğu bu cemaatin bünyesinde sürekli idare edilmeyi, yönlendirilmeyi ve
uyarılmayı gerektiren birtakım zaaf ve eksiklik noktalarının bulunmasının
onların topluca bütün nesillerden üstün olmalarına engel olmadığı, ïlk
müslüman cemaatin hayatında işaret ettiği gibi olayların ötesindeki gerçeklere
nüfuz eden pratik bir görüştür.
Bu
gerçeği böylece kavramamız birçok konuda bize yararlı olacaktır. Yararlı
olacaktır, çünkü beşer topluluklarının gerçek durumlarını, aşırılığa
kaçmadan; abartısız, yaygarasız ve ayağı yere basmayan düşüncelere
sapmadan göstermektedir bize. Kendimizi, İslâm'ın çizdiği ve insanları çağırdığı
yüce ufuklara ulaşmış gördüğümüzden ruhlarımızı kaplayan ye'si dağıtmakla
ve ulaşmamış olsak bile bu yolda olmamızın ve sonuca varmak için içtenlikle
sürekli bir çaba içinde olmamızın yeterli olacağını göstermekte yararlı
olacaktır. Bir kere tekâmüle çağrı yapanlar insanlara inmeli, bazı
eksiklikleri, kusurları belirince hemen gevşememeli, yılmamalı ve ümitsizliğe
kapılmamalıdırlar. Ruh da böyle... Yavaş yavaş, sırasıyla sorumlulukları
yerine getirmek ve olgunluğa çağırmakla, sürekli iyiliği güzelleştirip kötülüğü
çirkin göstermekle, eksiklik ve zaaftan nefret ettirmekle ve yol kendisine
uzun görünüp yoldan saptıkça elinden tutmakla yücelir.
3-
Bu gerçeği bilmemiz, genellikle farkında olmayıp unuttuğumuz şu basit gerçeğin
gönüllerde yer etmesini sağlamakla da yarar sağlayacaktır. O da; insanların
aynı insanlar oldukları, davanın aynı dava ve savaşın aynı savaş olduğu
gerçeğidir. Bu savaş, öncelikle nefsin derinliğinde, zaaf, eksiklik,
cimrilik ve ihtirasa, daha sonra da hayatın içinde, şer, batıl, sapıklık
ve azgınlığa karşı girişilen bir savaştır. Bu savaşı her iki alanda da
sürdürmek kaçınılmazdır. Aynı şekilde yeryüzünde bir müslüman cemaat
oluşturmaya çaba sarfedenlerin, ilk defa Kur'an'ın ve Resulullah'ın yaptığı
gibi bu iki alanda bir savaşa girişmeleri zorunludur. Şüphesiz birtakım
hatalar ve yolda tökezlemeler olacaktır; yine yolun aşamalarında bazı zaaf
ve eksiklikler de belirecektir. Olaylar ve denemeler bu zaaf ve eksiklikleri
ortaya çıkardıkça bunların tedavi yönüne gidilmelidir. Ayrıca Kur'an'ın
uyguladığı yönlendirme metodlarıyla kalpleri Allah'a yöneltmek kaçınılmazdır.
Burada tekrar konunun başına dönüyor, hayatımızda meydana gelen hareketler
ve şartlar konusunda Kur'an'a danışmaya ve O'nun ilk müslüman cemaatin
hayatında olduğu gibi bizim duygularımızda ve hayatımızda giriştiği
faaliyet ve hareketléri seyretmeye dönüyor ve bu dersteki Kur'an ayetlerini
ayrıntılı olarak almaya başlıyoruz:
261-
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağı yüz taneli yedi
başak veren bir tohum tanesine benzer. Allah dilediğine kat kat verir. Allah'ın
lütfu geniştir, O herşeyi bilir.
ALLAH
YOLUNDA İNFAK
Yerleştirilmek
istenen ilke, farz ve sorumlulukla başlamayıp insanın yapısındaki canlı
tepki ve duyguları harekete geçirmek suretiyle yakınlık ve teşvik havasıyla
başlıyor. Ayet-i Kerime, hayattan, hareketli, gelişmekte olan, verimli ve cömert
bir tablo sunuyor; ziraat tablosunu, toprağın aracılığıyla Allah'ın
hibesini gözler önüne seriyor. Çünkü ziraat, aldığından fazlasını
verir, mahsulünü tohumuna kıyasla kat kat fazla veriyor. İşte bu canlı
manzara, mallarım Allah yolunda infak edenlere örnek olarak sunuluyor.
"Mallarını
Allah yolunda harcayanların durumu, her başağı yüz taneli yedi başak veren
bir tohum tanesine benzer."
Bu
ifadeden zihnimizde, matematiksel bir işlem olarak bir tek tanenin yediyüz
taneye katlanması anlamı çıkmaktadır. Ancak ifadenin sunduğu canlı
manzara bundan çok daha kapsamlı ve güzel, duyguları harekete geçirmesi ve
vicdanları etkilemesi bakımından daha büyüktür. Bu, gelişen hayat
sahnesidir... Canlı tabiat sahnesidir.. Cömert ziraat sahnesidir... Sonra
bitkiler aleminden harika bir sahnedir; yedi başak taşıyan bir sap. Ve yüz
taneyi içeren bir başak...
Ayet-i
Kerime, cömert ve gelişen hayat kervanında beşer vicdanını Allah yolunda
harcamaya ve vermeye yöneltmekte, onlara, aslında vermeyip aldıklarım,
mallarında herhangi bir eksilme söz konusu olmadığını, aksine arttığını
göstermektedir. Böylece verim ve gelişme dalgası yoluna devam edip, ekin ve
ürün sahnesinin coşturduğu duyguları kat kat arttırmaktadır. "Allah
dilediğine kat kat verir..." Sayısız ve hesapsız derecede arttırır. Sınırını
hiç kimsenin bilmediği rızkından ve kapsamını hiç kimsenin kavrayamayacağı
merhametinden kat kat verir.
"Allah'ın
lütfu geniştir, O herşeyi bilendir."
O
geniş lütufludur; kullarına verdiklerini kısıtlamaz, kesmez ve kurutmaz...
Bilendir; niyetleri bildiği gibi kalplerin derinliklerinde gizlenenleri de
bilir. Hiçbir şey O'na gizli değildir... Ancak, gelişen ve çoğalan infak
hangisidir?.. Yüce Allah'ın dünya ve Ahirette dilediğine arttırdığı
hangi ihsandır?.. İnsanî duyguları yüceltip kirletmeyen infaktır, kimsenin
onurunu rencide etmeyen ve duygularını tırmalamayan infaktır... Özveriden
ve arınmışlıktan ve yalnızca Allah'ın rızasına yönelik olarak verilen
infaktır...
262-
Mallarını Allah yolunda harcadıktan sonra sadakalarını başa kakmayanlar,
onur kırma aracı olarak kullanmayanlar, sadakalarının mükafatını Allah
katında alacaklardır. Onlar İçin korku ve üzülmek de söz konusu
olmayacaktır.
Başa
kakma; çirkin, kınanmış,-seviyesiz ve aşağılık bir olgudur. İnsan,
yalancı bir üstünlüğü ya da infakta bulunduğu kimseyi küçük düşürmeyi,yahut
insanların dikkatini çekmeyi arzulamadıkça başa kakamaz. Başa kakma,
infakta bulunurken Allah'tan ziyade insanların dikkatini celbetme görünümüdür.
Bunların tümü temiz bir kalpte hareket alanı bulamadığı gibi, mümin bir
kalbe de uygun düşmeyen davranışlardır. Başa kakma -bu yüzden- sadakayı,
verene de alana da eziyete dönüştürür. Veren için; nefsinde büyüklük ve
kibir etkisi bırakmak, kardeşini yanında küçük ve kırgın görmeyi
arzulamak ve kalbini ikiyüzlülük, gösteriş ve Allah'tan uzaklaşma ile
doldurma bakımından eziyettir. Alan kimseye de; nefsinde yenilgi ve kırgınlık
etkisi, kin ve intikamla tepki gösterme duygusunu geliştirdiği için eziyet
olmaktadır. İslâm, infakla yalnızca kötülüğe set çekmeyi, karın
doyurmayı ve ihtiyaçları gidermeyi dilememiştir. Kesinlikle... Onunla
verenin nefsi için bir süs, bir arınma ve temizleme unsuru meydana getirmeyi,
insanlık ve Allah'ın dini açısından kardeşi sayılan fakire karşı insanlık
duygu ve bağlarını harekete geçirmeyi, Allah'ın kendisine verdiği
nimetten, kibirlenmeden, israfa kaçmadan ve başa kakmadan "Allah
yolunda" infak etmek suretiyle bu nimeti hatırlatmayı dilediği gibi,
alan için de bir hoşnutluk ve fazilet, insanlık bakımından ve Allah'ın
dini açısından kardeşi olanla arasındaki bağına bağlılık dilemekte,
yardımlaşma ve dayanışma esaslarına dayanması, üzerindeki otoritenin, yaşadığı
hayatın, yöneldiği merciïn ve yükümlülüklerinin birliğini hatırlatması
suretiyle de toplumun tümüne kötülüğün dokunmasını engellemeyi
dilemektedir. Ancak başa kakma, bunların tümünü giderir ve infakı zehir ve
ateşe dönüştürür. Elden ve dilden kaynaklanan eziyetle birlikte gelmese de
eziyettir, böyle bir infak... Bu duygular, infakı boşa çıkarması, toplumu
parçalaması, kin ve küskünlüğü yaygınlaştırması açısından da başlıbaşına
eziyettir.
Günümüzde
araştırmacı bazı psikologlar, iyiliğe karşı insan ruhundaki tabii
tepkinin zamanla düşmanlığa dönüştüğünü ileri sürmektedirler.
Bunun
nedeninin, alanın veren karşısında sürekli eziklik ve zayıflık duyması,
bu duygunun gitgide ruhunda huzursuzluk meydana getirmesi, iyilik edene karşı
kin ve düşmanlık besleyerek üstünlük kurmaya çalışması olduğunu
belirtiyorlar. Çünkü alan kişi verenle karşılaştıkça eziklik ve zayıflığa
kapılmakta, veren kimse de sürekli kendi iyiliğini düşünmesini
istemektedir. İşte bu düşünce, sahibinin ızdırabını arttırmakta, sonuçta
bu durum düşmanlığa dönüşmektedir.
Bunların
tümü cahiliye toplumları için doğrudur. Çünkü bu toplumlarda İslâmi
ruh egemen olmadığı gibi İslâm'ın kuralları da hükümran değildir.
Ancak, İslâm, sorunu bir başka açıdan çözümlüyor. Sorunu; ruhlara, malın
ve bunların elindeki rızkın Allah'a ait olduğunu yerleştirmekle çözümlüyor.
Bu gerçek konusunda rızkın uzak-yakın sebeplerinin farkında olmayanlar ve
bunların Allah'ın ihsanı olup insanların bunlara güç yetiremediğini
bilmeyenlerden başkası tartışmaya girişmez. Bir buğday tanesinin yetişmesinde,
güneşten toprağa, sudan havaya kadar varlık alemindeki birçok güç ve
enerji kaynaklarının katkısı olmuştur. Bunların hiçbiri insanın gücü
dahilinde değildir. Bir damla sudan tutunuz da elbise ipliğine kadar evrendeki
herşeyi buğday tanesiyle kıyaslayabilirsiniz. Elinde malı bulunduran ondan
herhangi birşey verdiğinde aslında Allah'ın malından vermiş olmaktadır.
Şayet güzellikle borç verirse kuşkusuz bu, yüce Allah'ın kat kat fazlasıyla
karşılığını vereceği bir borç olacaktır. Yoksun olan kişi ise, cömertçe
verenin Allah'ın malından kat kat fazlasına erişmesine bir aracı ve neden
olmaktan başka birşey değildir. Sonra, veren kimsenin büyüklük taslamaması,
alanın da rencide olmaması için şu anda açıklamakta olduğumuz adap, bu
anlamın ruhlara yerleşmesine yardımcı olması için yerleştirilmektedir;
Veren de alan da Allah'ın rızkından yemektedirler. Allah'ın kendileri için
belirlediği adapla mücehhez oldukları ve kendilerini bağladığı söze sadık
kaldıkları sürece Allah'ın malından Allah yolunda verenlerin ecirleri
Allah'ın indindedir.
"...Onlar
için bir korku yoktur..."
Fakirlikten,
kinden ve hileden kaynaklanan bir korkuları yoktur
"...Üzülmek
de söz konusu olmayacaktır."
Dünyada
infak ettikleri şeylerden dolayı ve Ahirette de varacakları `sondan ötürü
üzülmezler. İnfak ve Allah yolunda harcamanın hikmetinden az önce sözünü
ettiğimiz anlamı güçlendirmek ve bunu sunmaktaki amacın, ruhların eğitilmesi,
kalplerin hoşnut edilmesi ve verenle alanın sevgi bağlarıyla Allah'a bağlanması
olduğunun vurgulanması için aşağıdaki ayette şöyle denilmektedir:
263-
Tatlı söz ve hoşgörü, peşinden başa kakma ve onur kırma gelen sadakadan
daha iyidir. Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O Halimdir.
Böylece,
arkasından eziyet gelen sadakanın geçerli olmadığı güzel bir sözün, hoşgörülü
bir duygunun çok daha iyi olduğu gerçeği yerleştirilmiş oluyor. Güzel bir
söz, kalplerin yaralarını sarar, onları hoşnutluk ve güler yüzlülük
duygularıyla doldurur. Bağışlama, ruhların kinlerini temizler, yerine kardeşlik
ve doğruluğu yerleştirir. Bu durumda güzel bir söz ve bağışlama sadakanın
birinci görevini; ruhların arındırılması ve kalplerin yakınlaştırılması
görevini yerine getirmiş olmaktadır.
Sadakanın,
verenin alana karşı bir üstünlük aracı olmadığını, yalnızca Allah'a
verilen bir borç olduğunu belirtmek için hemen arkasından şu ayet geliyor:
"Allah'ın
hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O Halimdir."
Onun
eziyet veren sadakaya ihtiyacı yoktur. Hakimdir. Şükretmedikleri halde kullarına
rızık verir. Üstelik onları cezalandırmakta ve herşeyi veren kendisi olduğu
halde eziyet etmekte acele etmez. Herşeyden önce varlıklarını bahşeden
O'dur. O halde kulları O'nun hilmini bilerek Allah'ın kendilerine verdiği şeylerden
infak ettiklerinde karşılık alamadıkları ya da kendilerine teşekkür
edilmediği zaman eziyet ve kızmakta acele etmemelidirler.
Kur'an-ı
Kerim insanlara yapabildikleri oranda kendilerini O'na göre eğitmeleri için sürekli
Allah'ın sıfatlarını hatırlatmaktadır. Kuşkusuz müslüman, Rabbinin sıfatlarını
bilmek ve tabiatının gücü oranında payına düşen kısmını almak için eğitimle
o yüce basamaklara çıkmaya çalışır.
Vicdani
etkiler ulaşması gereken en son noktaya varınca mallarını Allah yolunda
infak edip arkasından başa kakma ve eziyet etmeyenlere örnek olarak gelişmekte
olan ve cömert hayattan bir sahne sunulduktan sonra, yüce Allah'ın bu tür
eziyet verici sadakadan müstağni olduğu açıklanıp, O'nun gazap ve eziyet için
acele etmeksizin rızıkları verdiği belirtilmektedir. Evet, vicdani etki
bunlarla hedefine varınca hitap, sadakalarını başa kakma ve eziyet etme ile
boşa çıkarmamaları için iman edenlere yönelmekte ve onlara önceki sahneye
uygun anlamı tablolaştıran, etkiye hareket kazandıran ve durumu hayallerde
somutlaşan sahneye dönüştüren, bunların edebi tasvir yöntemi gereğince,
içinde içtenlikle Allah için yapılan infak ile başa kakma ve eziyetle
kirlenen infakın tabiatının tasvir edildiği bir, daha doğrusu iki harika
ekim ve gelişme sahnesi sunmaktadır:
264- Ey müminler, tıpkı Allah'a ve Ahiret gününe inanmadıkları halde başkalarına gösteriş olsun diye mallarını harcayanların yaptıkları gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve onur kırma aracı haline getirerek boşa çıkarmayın. Böylesi, sağanak halindeki bir yağmura tutulunca, çır çıplak kalan toprakla örtülü bir kayaya benzer. Bunlar yaptıkları iyilikten hiçbir şey elde edemezler. Allah kâfir topluluğu doğru yola iletmez.
265-
Buna karşılık mallarını Allah'ın rızasını elde etmek ve gönüllerindeki
imanı pekiştirmek için harcayanların durumu da yüksekçe bir tepedeki bol
yağmur alarak ürünlerini iki kat olarak veren ve bol yağmur görmediğinde
de mutlaka çisinti gören verimli bir bahçe gibidir. Hiç kuşkusuz ne
yaparsanız Allah onu bilir.
GÖSTERİŞ
ve BAŞAKAKMA
İşte
bu birinci sahnedir...
Görünüm,
durum ve sonuç bakımından birbirine karşıt iki manzaradan oluşan tam bir
sahne... Her manzaranın resim ve gösteri sanatı açısından birbiriyle
uygunluk arzeden cüzleri bulunmaktadır. Aynı şekilde bu cüzler, külli
manzaranın temsil ettiği, somutlaştırıp canlandırdığı duygu ve
anlamlarla da bir uyum içindedirler.
Birinci
manzarada biz, katı bir kalp karşısında duruyoruz.
"Allah'a
ve Ahiret gününe inanmadıkları halde başkalarına gösteriş olsun diye
mallarını harcayanların yaptıkları gibi..."
Bu
kalp imanın yüceliğini hissetmemekte ancak bu katılığını riya örtüsüyle
kapatmaktadır. Riya ile kaplı bu kaskatı kalbi, "...toprakla örtülü
bir kaya..." temsil ediyor. Nasıl ki riya, imandan yoksun kalbi örter,
onun gibi hafif bir toprağın, katılığını gözlerden sakladığı bitkiden
ve yumuşaklıktan yoksun bir taş.. "...Sağanak halinde bir yağmura
tutulunca çırılçıplak kalır..." Şiddetli bir yağmur o hafif toprak
örtüsünü giderince, hiçbir bitki yetiştirmeyen ve hiçbir meyve vermeyen
kayanın katılığı ve kasaveti ortaya çıkar. Tıpkı malını insanlara gösteriş
yapmak için infak edenin hiçbir iyilik, hiçbir sevap elde edememesi gibi...
Buna
karşılık sahnede yeralan ikinci manzarada ise; iman ile onarılmış,
sevgiyle yücelmiş, malını "Allah rızası için" ve hayırda
sabitleşip, imandan kaynaklanan ve vicdanın derinliklerinde yereden güven
duygusuyla infak eden bir kalp yeralmaktadır. Riya ile örtülü katı kalbi,
üzerinde topraktan bir örtü bulunan kaya temsil edince, mümin kalbi de bir
bahçe temsil etmektedir. Bu bahçenin toprağı, üzerinde bir avuç toprak
bulunan kayaya karşılık münbit ve derincedir. Manzaradaki şekillerin
uygunluk oluşturması için bir tepenin üzerindeki bahçeye karşılık, üzerinde
bir avuç toprak bulunan kaya yeralmaktadır. Şiddetli bir yağmur yağdığı
zaman oradaki hafif toprak örtüsünü giderdiği gibi buradaki verimli toprağı
gideremez. Üstelik bu, toprağı canlandırır, verimini artırır ve yeşertir.
...Bol
yağmur alarak ürünlerini iki kat olarak verir..."
Sadakanın,
mümin kalbi temizleyip Allah ile olan bağlarım güçlendirdiği, malını
temizlediği ve yüce Allah'ın da onun malını dilediği şekilde arttırdığı,
ayrıca, müslüman cemaatin hayatının da infak ile arınıp, düzeldiği ve
geliştiği gibi yağmur da bu toprağı canlandırır.
"...Bol
yağmur almasa da..." Çok şiddetli olmasa da verimli bir toprak için
hafif bir "..Çisinti..." hatta daha da azı yeterlidir.
Bu
manzaralar karşılıklı, bölümleri uyumlu, uyum ve tavır mucizesi denecek
bir yöntemle sunulan, kalbin derinliklerinde somutlaşan tablolarda temsil
edilen, sezgiler ve duyguları karşıt durum ve duyumlarla birlikte tasvir eden
ve şaşırtıcı bir kolaylıkla yolunu seçmesini kalbe ilham ettiren mükemmel
bir sahnedir. Sahne bir yönüyle gözlere ve görmeye hitap ettiğinden ayrı
zamanda görüntülerin arka-planındaki yüce Allah'ın görüş ve bilgisine döndürüyor
işleri... Bu yüzden şimdiki ayetin sonuç cümlesi kalpleri okşar bir üslupta
geliyor:
"...Hiç
kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir.":
İkinci
sahne ise başa kakma ve eziyet etmenin sonucunu ve sadaka sahibinin hiçbir güç
ve yardıma güç yetiremediği ve sadakanın etkisinin giderilmesine engel
olamadığı bir zamanda sadakanın izlerinin nasıl silindiğini temsil
etmektedir. Bu temsil, içindeki herşeyin güven ve rahattan sonra yok olduğu
bu kötü sonuç için duygulandırıcı ve fakat sert bir canlandırmadır.
266-
İçinizden biri ister mi ki, altından ırmaklar akan bir hurma ve üzüm bağı
olsun, bağda her türlü meyve ağacı bulunsun ve hayli yaşlanmış olduğu
halde bakıma muhtaç çocukları varken bu bağ ansızın esen bir samyeline
tutularak yanıp kül olsun. İşte Allah, düşünürsünüz diye size
ayetlerini böyle açık açık anlatıyor.
Bu
sadaka, kökleri ve sonuçları ile varlıklar aleminde somutlaştırılmaktadır.
"...Hurma ve üzümden, altında ırmaklar akan ve her çeşit meyvesi
bulunan bir bahçe..."
Bu,
koyu gölgeli, bereketli ve bol meyveli bir bahçedir. Verenin, alanın ve bütün
insanların hayatında kökleri ve etkileri itibarıyla sadaka da öyle... Canlıdır,
gölgesi vardır. Hayır ve bereketi vardır. Gıdası ve kokusu vardır.
Temizliği ve gelişmesi de...
Böyle
bir bahçeye -ya da güzelliğe- sahip olmasının ardından, içinde yakıcı
ateş bulunan kasırganın bahçede yaptığı tahribat gibi kim bahçesinin üzerine
başa kakma ve eziyet musallat edebilir.
Hem
de ne zaman?.. Onu kurtarmaktan son derece aciz olduğu, gölgesine ve
nimetlerine en fazla muhtaç olduğu bir saatte...
"...Hayli
yaşlanmış olduğu halde, bakıma muhtaç çocukları varken bu bağ ansızın
esen bir samyeline tutularak yanıp kül olsun..."
Kim
ister bunu?.. Ve kim bu sonucu düşünür de ondan sakınmaz?..
"Düşünürsünüz
diye Allah size ayetlerini böyle açıklar."
Ve
böylece, öncelikle içindeki hoşnutluk, refah ve zevkle birlikte ruhun arındırılmasa
ve güzelleştirilmesi yanında, içinde ateş bulunan kasırganın kopmasıyla
canlı ve somut sahne tamamlanmış oluyor. Bu harikulâde sahne, koyu gölgeli
ve bol meyveli bahçeye içinde ateş bulunan kasırganın zihinlerde tasavvura
bile imkan tanımadan musallat olduğu ürpertici duyguyu canlandırıyor.
Sonra, her sahnenin oluşmasında, sunuluş tarzında ve sıralanışında belli
düzeyde, ince; güzel ve ayrıntıları kaçırmayan bir uyum vardır. Bu ahenk
bireysel sahnelerle yetinmez, bu bölümün başlangıcından sonuna kadar gelen
toplu sahnelerin tümünü kapsayacak kadar uzanır perde... Bunların tümü
uygun ortamlarda sunulur... Ziraat ortamında... Yedi başak veren bir tek
tohum... Üzerinde toprak bulunan ve şiddetli yağmur isabet eden kaya... Tepe
üzerinde yemişlerini iki kat arttıran bahçe... Hurma ve üzümlerden bir bahçe...
Ziraat ortamını tamamlayan şiddetli yağmur, çisinti ve kasırga bile bu
etkileyici sanatsal ortamdan eksik edilmiyor.
Bu
etkin sanatsal sunuşun ötesindeki büyük gerçek, insan ruhu ile yeryüzü
toprağı arasındaki bağın gerçeği... Asıllarının ve tabiatlarının bir
olduğu gerçeği... Toprakta ve insan ruhunda aynı şekilde gelişen hayat gerçeği...
Ve bu hayatın, insan ruhunda ve toprakta duçar olduğu mahvoluş gerçeğidir.
Surenin
akışı, adabını ve sonuçlarını açıkladıktan sonra türünü ve yöntemini
açıklamak için sadakanın ilkeleri konusunda bir başka adım atarak sürüyor.
267-
Ey müminler, kazandıklarınızın temiz ve kaliteli olanları ile sizin için
topraktan yetiştirdiklerimizden sadaka verin, sakın kendiniz göz yummadan
almayacağınız, adi ve kalitesi bozuk şeyleri vermeye kalkışmayın. İyi
bilin ki Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, övülmek O'na mahsustur.
İNFAKTAKİ
ÖLÇÜ
Surenin
akışı içinde geçen ayetlerin ortaya çıkardığı, sadakanın dayandığı
ve kaynaklandığı esaslar varlıkların en üstününe karşı cömert
davranmayı, yaptığı bir alışverişte kendisine sunulduğunda değerini düşünmeden
alamayacağı eski ve kötü şeyleri sunmamayı gerektirir. Yüce Allah, kötü
ve iğrenç şeyleri kabul etmekten beridir.
Bu,
her çağda ve her nesilden iman edenlere, ellerine geçen tüm malları
kapsayan genel bir çağrıdır. Kendi elleriyle kazandıkları helâl ve iyi
olan şeyleri kapsadığı gibi ziraat ya da maden ve petrol benzeri ziraat dışı
Allah'ın onlar için topraktan çıkardığı herşeyi kapsar. Bu yüzden
Ayet-i Kerime Resulullah döneminde bilinen ve sonraları gündeme gelecek tüm
mal çeşitlerini içine almaktadır. Bütün mallara da ayetin gerektirdiği
zekat düşer. Zekatın miktarına gelince, onu da o zaman bilinen mal çeşitleri
üzerinde Resulullah bizzat uygulayarak açıklamıştır. Diğer bütün mal çeşitleri
onlara kıyaslanır ve onlara katılır.
Bu
ayetin ilk nüzul sebebi hakkında çeşitli rivayetler yapılmıştır. Kur'an'ın
karşı karşıya kaldığı hayatın hakikatini ve ruhları arındırıp kendi
düzeyine çıkartmak için giriştiği çabanın hakikatını gözler önüne
getirmek için bu rivayetleri hatırlatmakta bir sakınca yoktur.
İbn-i
Cerir, Berra b. Azib'e dayandırarak şöyle rivayet eder. Berra der ki:
"Bu ayet Ensar hakkında nazil olmuştur. Ensar, hurmaları toplama zamanı
geldiğinde henüz olgunlaşmamış olanları toplayıp Resulullah'ın
mescidinde iki direk arasında ipe asarlardı. Muhacirlerin fakirleri de
bunlardan yerdi. Onlardan biri ham hurmaların arasına caiz olduğunu sanarak
çürük olanlarını da katmıştı. Bunun üzerine yüce Allah böyle yapanları
kınayan şu ayeti indirdi:
"...Adi
şeyleri infak etmeye kalkışmayın..."
Aynı
hadisi, Hakim de Berra'dan rivayet eder ve "Buhari ve Müslim'in şartlarına
göre sahih olmasına rağmen ikisi de rivayet etmemiştir"der.
İbn-i
Ebu Hatem bir başka yoldan Berra'ya dayandırarak şöyle rivayet eder:
"Bizim hakkımızda nazil oldu. Hepimiz hurma sahibi idik. Adam, az çok ne
varsa hurmasından getirirdi. Bazısı hurma salkımlarını getirir, mescitte
bir yere asardı. Ehl-i Suffe'nin yiyeceği olmazdı. Onlardan biri acıktığında
gelir, bastonu ile vurur, .olgunlaşmış veya olgunlaşmamış düşen hurmayı
yerdi. İyiliği arzu etmeyen birtakım kimseler de en kötü salkımları ve
hatta dalından kopmuş olanları da getirip asarlardı. Bunun üzerine şu ayet
nazil oldu; `...Kendiniz göz kapamadan alamayacağınız adi şeyleri infak
etmeye kalkışmayın.' Ardından Hz. Peygamber `Sizden biriniz hediye edildiğinde
gözü kapalı olamayacağı ya da ancak utancından alabileceği şeylerin
benzerini infak etmeye kalkışmasın.' Bundan sonra herbirimiz yanındakilerinin
en iyisini getirirdi."
İki
rivayet de birbirine yakındır. İkisi de Medine'de meydana gelmiş bir duruma
işaret etmektedir. Bize, Ensar'ın harcama, hoşgörü, cömertlik ve üstünlük
tarihinden çizdiği safhaya karşıt bir safha göstermektedir. Bize, bir
cemaatin içinde olağanüstü örnekler olabileceği gibi, Ensar arasındaki, eğitilmeye,
arınmaya ve olgunluğa yönelmesi için yönlendirilmeye muhtaç kimseler gibi
başka örneklerin de olabileceğini göstermektedir. Nitekim bazısı
kendilerine verildiğinde geri çevirmekten utandıkları ya da bir alışverişte
gözü kapalı yani değerini tespit etmedikçe alamayacakları şeylerin
benzerlerini Allah için infak etmekten nehyedilmişlerdi. Ayetin son kısmı da
buna işaret etmektedir.
"...Bilin
ki Allah Ganidir, Hamiddir."
İnsanların
bütün verdiklerinden müstağnidir; Allah için birşey harcadıklarında, aslında
kendileri için harcıyorlardır. O halde iyisinden ve de seve seve
vermelidirler. Allah Hamiddir; iyilikleri kabul eder, onları över ve güzellikle
karşılık verir.
Bu
konuda zikredilen her iki sıfatta da, Ensar'dan oluşan o grubun kalplerini
fiilen titrettiği gibi bütün kalpleri titreten duygular mevcuttur.
"Ey
iman edenler, kazandığınızın iyisinden... infak edin..."
Yoksa
yüce Allah, sizin sadaka olarak vermeye yönelttiğiniz kötü şeylerden müstağnidir.
Üstelik Allah, infak ettiğinizde sizi iyilikle övmekle ve size hoşlanacağınız,
şükredeceğiniz bir mükâfat vermektedir. Çünkü Allah, rızıkları veren,
ihsanda bulunandır. Daha önce sahip olduklarınızı kendisi verdiği halde
yine de iyiliklerinize övgüyle karşılık vermektedir. Hangi duygu... Hangi
teşvik?.. Ve hangi eğitim bu olağanüstü üslup kadar kalplere etki
edebilir?
İnfak
etmekten kaçınmak ya da kötü şeyleri vermek, kötü etkenlerden, Allah'ın
yanında bulunana karşı kesin inancın sarsılmasından, Allah'a bağlı, O'na
dayanan ve yanında bulunan herşeyin sonuçta O'na döneceğini kavrayan
ruhlarda bulunmaması gereken fakirlik korkusundan kaynaklandığından, yüce
Allah'a iman edenlerin, bu etkenlerden arınmaları, nereden nefislere yer ettiğini
bilmeleri için bu duyguları kalplere serpenin kim olduğunu açıklıyor. Aşağıdaki
ayette bunun şeytan olduğunu bildiriyor.
268-Şeytan
fakirlikle korkutarak size cimriliği, kötülük işlemeyi emreder. Oysa Allah
size kendi katından bağışlama ve bol nimet vaadeder. Allah'ın lütfu geniştir,
O herşeyi bilir.
269-
O hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse ona çok hayırlı birşey
verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp anlayabilirler.
Şeytan
sizi fakirlikle korkutmakta, ruhlarınıza ihtiras, cimrilik ve azgınlık
duygularını serpmektedir. Yine şeytan size kötülüğü emretmektedir. Fuhuş;
haddi aşan bütün günahları kapsamaktadır. Her ne kadar bilinen bir günah
için kullanılıyor olsa da içerik olarak daha kapsamlıdır. Fakirlik korkusu
cahiliye döneminde halkı kız çocuklarını diri diri kuma gömmeye sevkettiğinden,
bir nevi fuhuştur. Servet biriktirmeye olan ihtiras, bazılarını faiz yemeye
yönelttiğinden, o da fuhuştur. Allah yolunda infak etmek nedeniyle meydana
gelen fakirlik korkusu zaten fuhuştur.
Şeytan,
sizi fakirlikle korkutup fuhşu emrediyorsa, Allah da size kendinden bir mağfiret
ve bolluk va'detmektedir.
"...Allah
ise kendinden bir mağfiret ve bolluk va'detmektedir."
Ayet-i
Kerimede önce mağfiret sonra bolluk zikredilmektedir. Çünkü bolluk mağfirete
bir ektir. Ve O, yeryüzünde rızkın verilmesini ve Allah yolunda harcayıp
infak etmenin mükâfatını kapsamaktadır.
"...Allah'ın
lütfu geniştir. Ve O herşeyi bilendir."
Geniş
lütfundan verir. Allah, kalplere vesvese vereni bildiği gibi vicdanda kuşku
duygusunu geliştireni de bilir. Allah sadece mal vermez, mağfiret vermekle de
kalmaz. Adalet ve dengeye yönelme, sebep ve sonuçları kavrama, basiret, görüş
ve algılama sonucunda herşeyi yerli yerine koyma anlamına gelen
"hikmet''i de verir.
"Hikmeti
dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse ona çok hayırlı birşey verilmiş
demektir."
Ona,
adalet ve denge duygusu verilmiştir, fuhşa dalıp haddini aşmaz. Sebep ve
sonuçları kavrama yeteneği verilmiştir, işlerin değerlendirmesinde sapıtmaz.
Hareket ve davranışlarında kendisine doğru ve salih olana ulaştıracak aydınlık
görüş yeteneği verilmiştir. Ve daha bunun gibi nice hayırlar...
"...Akıl
sahiplerinden başkası düşünemez."
Akıl
sahibi; düşünüp unutmayan, uyanık, gafil olmayan, ibret alıp tekrar sapıklığa
dalmayandır. Aklın görevi budur. Onun görevi, hidayete ilişkin ilhamları
ve kanıtları düşünmek ve bunlardan yararlanıp umursamaz ve gafil olarak yaşamamaktır.
Allah'ın,
kullarından dilediğine verdiği bu hikmet, O'nun dilemesine bağlıdır. Bu,
İslâm düşüncesinin temel kurallarından biridir; herşeyi yüce Allah'ın
mutlak ve serbest iradesine bırakma... Bu arada Kur'an-ı Kerim hidayeti
isteyerek gerektiği biçimde çabalayıp didinenlerin kalbine yüce Allah tarafından
bundan yoksun bırakılmayacaklarına ilişkin bir başka gerçeği yerleştiriyor.
"Bizim
uğrumuzda çaba sarfedenleri muhakkak yollarımıza hidayet ettiririz. Şüphesiz
Allah ihsan edenlerle beraberdir."
Allah'ın
hidayetine yönelen herkesin, Allah'ın bu gayretlerinin karşılığını ve
nasiplerini vereceğini ayrıca onlara hikmet verip böylece birçok iyilikler
bahşedeceğini bilsin ve kalpleri mutmain olsun diye bu gerçek açıkça ifade
edilmektedir.
Yüce
Allah'ın "Şeytan sizi fakirlikle korkutmakta ve size fuhşu
emretmektedir. Allah ise kendinden bir mağfiret ve bolluk va'detmektedir.
Allah'ın lütfu geniştir ve herşeyi bilendir."... "Hikmeti dilediğine
verir..." sözü hakkındaki konuyu bitirmeden önce iyice anlamamız
gereken bir başka gerçek daha var;
İnsanın
önünde bir üçüncüsü bulunmayan iki yol vardır... Allah'ın yolu... Şeytan'ın
yolu... Ya Allah'ın va'dine kulak verecek ya da Şeytan'ın... Kim Allah'ın
yolunda yürümez, O'nun va'dini dinlemezse, Şeytan'ın yolunda ve O'nun
va'dine uyuyordur. Gerçek olan bir tek metotdan başkası yoktur. Allah'ın
koyduğu bu hayat metodu... Bunun dışındakiler şeytan için ve şeytandandır.
Bu,
Allah'ın hayat için koyduğu metotdan sapanların, hiçbir şekilde hidayet ve
doğruluk iddiasında bulunmalarına delil bırakmamak için Kur'an'ın yerleştirdiği,
sıksık tekrarladığı ve bütün te'kid yöntemlerini kullanarak belirlediği
bir gerçektir. Ortada bir şüphe ya da bulanıklık söz konusu değildir.
Allah, ya da Şeytan... Ya Allah'ın metodu ya da Şeytan'ın metodu... Ya
Allah'ın yolu ya da Şeytan'ın yolu... Dileyen dilediğini seçsin...
"Bundan sonra, helak olan bile bile helak olsun. Yaşayan da bir kanıttan
dolayı yaşasın..."·(Enfal Suresi, 42)· Ne bir şüphe, ne kapalılık,
ne de bulanıklık... Ancak, hidayet veya sapıklık... Hakk birdir, birçok değil...
Hakktan sonra sapıklıktan başka ne var ki?.. (Yunus Suresi, 32)
Bundan
sonra surenin akışı ile birlikte sadaka konusuna dönüyoruz. Sadaka olsun,
adak olsun, gizli-açık olsun, yüce Allah infak edenin ne infak ettiğini çok
iyi bilmektedir. İşlenen amelin ötesindeki niyete göre mükâfatını vermek
bu bilgisinin gereğidir.
270-
Verdiğiniz her nafakayı, adadığınız her adağı kuşku yok ki, Allah
bilir. Zalimler için bir yardımcı yoktur.
271-
Eğer sadakaları açıktan verirseniz bu güzeldir. Şayet onları kimse görmeden
fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve bu, birkısım günahlarınızın
silinmesine vesile olur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Nafaka,
kişinin malından çıkardığı sair hayırları da kapsar. Zekat, sadaka ve gönüllü
olarak cihad için sarf edilen mallar gibi. Adak ise infak türlerinden olup
infak edenin belli bir miktar belirterek, üzerine vacip kıldığı bir
ibadettir. Adak, yalnızca Allah için, O'nun uğruna ve O'nun yoluna adanır.
Cahili değişik çağlarda müşriklerin tanrıları ve putları için kestiği
kurbanlar gibi O'nun kullarından falancası için adak adamak şirk türlerinden
biridir.
"Verdiğiniz
her nafakayı, adadığınız her adağı kuşku yok ki, Allah bilir."
Müminin,
niyetinin, vicdanın, hareket ve davranışlarının yüce Allah'ın gözetimi
altında olduğunu düşünmesi; ona riya ve gösteriş yerine takva, cimrilik
yerine cömertlik, fakirlik korkusu karşısında kurtuluş, mükafata güvenme,
Allah'ın mükafatına bağlılık, Allah'ın verdiği şeylerden hoşnut olmak,
huzur duymak ve Allah'ın kendisine rızık olarak verdiği şeylerden infak
ederek şükrünü ifa etmek gibi birçok duyguları bahşeder.
Nimetin
hakkını vermeyen, Allah'ın ve kulların hakkını vermeyen ve Allah kendisine
verdikten sonra iyilik yapmaktan kaçınan kişiye gelince, O zalimdir. Sözüne
zulmetmiştir... İnsanlara zulmetmiştir... Kendisine zulmetmiştir.
"Zalimler
için bir yardımcı yoktur."
Sözünü
tutmak adalettir, dürüstlüktür. İyiliğe engel olmak ise zulümdür,
despotluktur. Bu konuda insanlar, kendisine nimet verildiğinde ahdini yerine
getirip şükreden, Allah'a verdikleri sözü tutan adil kimseler; bir de hakka
itaat etmeyen ve şükrünü yerine getirmeyen zalim ve Allah'a verdikleri söze
ihanet edenler olmak üzere iki gruba ayrılırlar. "Zalimler için bir
yardımcı yoktur." Sadaka, içten gelerek ve gizlice verildiğinde bu, en
güzel verme biçimi olduğu gibi Allah'a da daha sevimli gelir. Gösteriş ve
riya kirinden arınmak için böylesi daha iyidir. Ancak, bir farzı yerine
getirmek de söz konusu olduğundan açıkça verildiğinde müslümanların
emirlere itaat ettiği, farzları yerine getirdiği sonucu çıkacağı için bu
davranış da iyidir. Bunun için Ayet-i Kerime "Eğer sadakaları açıktan
verirseniz güzeldir bu. Şayet onları kimse görmeden fakirle~: verirseniz bu
sizin için daha hayırlıdır." demektedir.
Ayet-i
Kerime her iki duruma da şamildir. Her duruma uygun uygulamayı da belirtiyor.
Yerine göre bunu, yerine göre onu övüyor. Bunun ve onun sonucunda müminlere
günahlarının giderileceğini va'dediyor:
"Günahlarınızdan
bir kısmı silinir..."
Ayet-i
Kerime bir yandan kalplerinde takva ve arınma duygusunu harekete geçiriyor, diğer
taraftan güven ve huzur havası estiriyor. Sonuçta hér durumda kalpleri
niyetiyle, ameliyle Allah'a bağlıyor.
"...Allah
yaptıklarınızdan haberdardır."
Aşağıdaki
iki sorunu kavrayabilmemiz için, infak konusunun bu kadar uzatılmasını, bu
konu anlatılırken bunca teşvik ve tehdit yöntemlerinin kullanılmasını
iyice düşünmek gerekir.
Birincisi,
İslâm'ın beşer ruhunun takatinin ve onun derinliklerinde gizli mal tutkunluğunun,
bu ihtirasın üstüne çıkması, bu tutkunluktan kurtulması ve Allah'ın bütün
insanlık için dilediği üstün seviyeye yükselmesi için kesintisiz harekete
geçirilmeye ve sürekli coşturulmaya olan ihtiyacını görmesidir.
İkincisi,
eli açıklığı ve cömertlikle ün salmış Arap toplumunda Kur'an-ı
Kerim'in böylesi bir tabiata sahip kimselerle karşılaşmasıdır.. Çünkü
Arapların sehavet ve cömertlikleri; hatırlanma, nam, insanların övgüsü,
çadır ve obalarda dilden dile nakledilme amacına yönelikti. Dolayısıyla İslâm'ın
onlara, bu tür beklentiler olmadan, bunların tümünden soyutlanmış olarak
insanlar için değil sırf Allah için sadaka vermeyi öğretmesi kolay olmamıştı.
Sorun, uzun vadeli bir eğitimi, çok çalışmayı; yücelmek, soyutlanmak ve
kurtulmak için kesintisiz bir çağrıyı gerektiriyordu. Öyle de olmuştu...
Bu
yüzden sürenin akışının müminlere hitap ederken, aniden Resulullah'a yönelmesi,
İslâmi düşüncenin kuralları üzerine bina edilmesinde ve İslâmi hayat
tarzının yolunda istikamet bulmasında derin etkileri bulunan birtakım büyük
hakikatlerin yerleşmesi amacına yöneliktir.