272-
Onları doğru yola getirmek sana düşmez, ancak Allah dilediğini doğru yola
iletir. Hayır amacıyla ne infak ederseniz bu kendiniz içindir. Zaten siz sırf
Allah rızasını kazanmak için infak edersiniz. Yaptığınız her hayır amaçlı
harcamanın karşılığı size eksiksiz olarak verilir, kesinlikle size haksızlık
yapılmaz.
İbn-i
Ebu Hatem, İbn-i Abbas'a dayandırarak şöyle rivayet eder: "Resulullah
`onları doğru yola getirmek sana düşmez..: ayeti nazil olana kadar müslümanlardan
başka kimseye sadaka vermemeyi emretmişti.
Bu
ayetin nüzulünden sonra hangi dinden olursa olsun muhtaç olan herkese
verilmesini emretti."
Şüphesiz,
kalplerin hidayet ve sapıklığı, Allah'ın kullarının sorumluluk alanına
girmez. Bu kişi Allah'ın Resulü de olsa durum değişmez. Çünkü bu, yüce
Allah ile o kişi arasında bir sorundur. Kalpleri yaratan Allah'tır. O'ndan başkası
hükmedemez, dilediği gibi tasarrufta bulunamaz ve kimsenin kalpleri üzerinde
egemenliği söz konusu olamaz. Peygambere düşen yalnızca tebliğdir, hidayet
ise Allah'ın elindedir. Onu da çalışıp hidayeti hak edenlerden dilediğine
verir. Bu konunun insanların yetki alanından çıkarılması, hidayet istediğinde
yalnızca Allah'a yönelmesi ve hidayet kanıtlarını sırf Allah'tan edinmesi
için müslümanın duygularında yeretmesi kaçınılmaz olan bir gerçeği
yerleştirmekte, ayrıca sapıkların muhtemel inatları karşısında dava adamına
bir genişlik bahşetmekte, davet ettiğinde onlardan dolayı sıkıntı
hissetmemesini, onlara acımasını ve kalplerdekileri en iyi bilen Allah'ın
inançsızların kalbine de hidayet yerleştirmesi ve kendilerini bu davada başarıya
ulaştırması için O'nun iznini beklemesini sağlar.
"Onları
doğru yola getirmek sana düşmez, ancak Allah, dilediğini doğru yola
iletir."
O
halde onlara karşı gönlünü geniş tut, hoşgörülü ol, senden
bekledikleri sürece iyilik saç, yardımda bulun. Bundan sonrası Allah'a kalmıştır.
Ve infak edenlerin mükâfatı Allah katındandır.
Burada
İslâm'ın müslüman kalpleri yükselttiği ve bundan hoşnut kıldığı
parlak hoşgörü ortamının bazı üstün ufuklarını görüyoruz. Kuskusuz
İslâm yalnızca dinî özgürlük ilkesini yerleştirmekle kalmaz ve sadece
dinde zorlamayı yasaklamakla yetinmez; bunlardan çok daha geniş boyutlusunu
yerleştirir vicdanlara... Yüce Allah'ın direktiflerinden kaynaklanan insani
hoşgörü ilkesini yerleştirmekte ve müslüman kitle ile savaş halinde olmadıkları
sürece, inançlarına bakılmaksızın bütün ihtiyaç sahiplerinin müslümanlardan
yardım ve destek görme hakkını da teminat altına almaktadır. Ayrıca
infak, sırf Allah rızası için olduğu sürç infak edenlerin sevabının
Allah katında saklı olduğunu bildirmektedir. Bu ancak, İslâm'ın gerçekleştirebildiği
ve sadece müslümanların hakikatını kavradığı bir hamledir insanlık için...
"...Hayır
amacıyla ne infak ederseniz, hu kendiniz içindir. Zaten siz sırf Allah rızasını
kazanmak için infak edersiniz. Yaptığınız her hayır amaçlı harcamanın
karşılığı size eksiksiz olarak verilir, kesinlikle size haksızlık yapılmaz."
İnfak
eden müminlerin durumuyla ilgili Ayet-i Kerimede geçen şu kısacık değinmenin
özünü kavramadan geçmememiz yerinde olur:
"Zaten
siz sırf Allah rızasını kazanmak için infak edersiniz."
Kuşkusuz
bu yalnızca müminlerin özelliğidir, başkasının değil... Çünkü O,
Allah'ın rızası dışında bir amaç için infak etmez. Hevası için infak
etmediği gibi bir menfaat için de infak etmez. İnfak ederken bir de insanlar
ne diyor diye dönüp bakmaz. İnsanların sırtına binmek, onlara üstünlük
kurmak ve kibirlenmek için infak etmez. Otorite sahiplerinin hoşlanmaları ya
da kendisini ödüllendirmeleri için de infak etmez. Allah'ın rızası dışında
hiçbir amaç için infak etmez. Tamamen Allah için ve herşeyden
soyutlanarak... Bu yüzden yüce Allah'ın sadakasını kabul etmesinden, malını
bereketlendirmesinden, sevabı ve bağışından, Allah'ın kullarına yaptığı
iyilik ve ihsana karşılık Allah'ın iyilik ve ihsanından emindir.
Verdiklerinden dolayı, daha yeryüzündeyken yücelir, arınır, temizlenir.
Ahirette göreceği mükâfat ise en büyük kurtuluş, en yüce mevkidir.
Sonra
Ayet-i Kerime sadakanın dağıtılacağı yerlerden birini zikretmeye ve müminlerden
bir grubun durumunu; yardımına ihtiyacı olduğu halde durumunu söylemekten
kaçınan, kalplerindeki güzellikten dolayı ihtiyacını gidermesi için
kimseye yanaşmayan ruhları anlamaya sevkeden incelik, tokgözlülük, üstünlük
ve güzellik dolu bir tablo, duyguları coşturacak biçimde sunuluyor:
273-
Kendilerini Allah yoluna adamış, bu yüzden yeryüzünde (dünyalık için) koşmaya
fırsat bulamayan ve hayaları yüzünden. tanımayan!ar tarafından varlıklı
sanılan fakirlere yardım edin. .Sen onları yüz ifadelerinden tanırsın. Yüzsüzlük
edip hiç kimseden birşey istemezler. Yaptığınız her hayır amaçlı
harcamayı kuşku yok ki Allah bilir.
Bu
duygulandırıcı vasıflar, kendileri dışında, düşmanlardan hiç kimsenin
yaklaşmaması için Resulullah'ın evlerini korumak amacıyla Mescid-i
Nebevi'de kalan, bu arada Allah yolunda cihad etmeye kendilerini adayan ve
ticaret ve kazanç için imkan bulamayan, buna rağmen insanlardan hiçbir şey
istemeyen, ihtiyaçlarını açıklamaya onurları elvermeyecek kadar güzel
davranan, bu yüzden durumlarını bilmeyenlerin varlıklı sandığı ve gerçek
durumlarını da feraset sahiplerinden başka kimsenin bilmediği Ehl-i Suffa
gibi, mallarını ve ailelerini Mekke'de bırakıp, Medine'de oturarak
kendilerini Allah yolunda cihad etmeye ve O'nun Resulünü korumaya adayan
muhacirlerden bir topluluğun durumunu yansıtmaktadır.
Ancak
ayetin kapsamı geneldir, onların dışında her çağda aynı durumda
olabilecek herkese şamildir. Şartların kendilerini engellediği, çalışmaktan
alıkoyduğu, onurlarının yardım istemelerine engel olduğu, buna rağmen
ihtiyaçlarını açıklamaktan kaçınmaları yüzünden durumlarını
bilmeyenlerin, tokgözlülüklerinden dolayı zengin sandığı, ancak, derin
duygu ve açık basiret sahiplerinin bu rahat görüntünün ardındaki gerçek
durumu kavradığı ve onlar utançlarından her ne kadar gizleseler de ruhsal
durumları yüzlerinden okunan saygıdeğer fakirlerin durumuna uygun düşmektedir.
Bu,
şu kısacık ayetin o saygın örnek için çizdiği derin duygular uyandıran
ve başarıyla çizilmiş adeta canlı bir tablodur. Her bir kelime nerdeyse bir
fırçanın dokunması gibi, çizgileri ve imgeleri çizmekte, duygu ve
infialleri somutlaştırmaktadır. İnsan, daha okuması tamamlanmamışken, bu
yüzleri ve kişilikleri görür gibi oluyor. Kur'an'ın insan tiplerini çizerken
uyguladığı gibi bu yöntem, adeta canlı ve hareketliymiş gibi sunmaktadır
manzaraları...
Avret
yerlerini gizler gibi ihtiyaçlarını saklayan bu saygıdeğer fakirlere,
haysiyetlerini zedelemeden, onurlarını kırmadan ve ancak gizlice yardım
edilmelidir. Bu yüzden Ayet-i Kerime, sadakayı verenlerin, yüce Allah'ın
verdikleri sözleri bildiğine ve mükafatlarını vereceğine güvenlerini sağladıktan
sonra sadakanın gizlenmesini ve saklayarak verilmesini ilham ettiren bir tarzda
sürüyor:
"...Yaptığınız
her hayır amaçlı harcamayı kuşku yok ki, Allah bilir."
Gizli
olan şeyleri yalnızca Allah bilir ve iyilik onun yanında kaybolmaz. Sadakanın
ilkelerinin açıklandığı bu kısım, her çeşit yardımı ve Allah için
harcayan herkesi kapsayan genel bir hükümle son buluyor:
274-
Mallarını gece-gündüz, gizli-açık Allah yolunda harcayanların mükâfatı
Allah katında verilecektir. Onlar için bir korku söz konusu değildir ve
onlar üzülmezler de.
Konuyu
noktalayan şu Ayet- Kerimenin gerek başında gerekse sonunda, bütün ayetler
arasındaki uygunluk ve kapsayıcılıkla uyuşan bir düzen göze çarpmaktadır.
Bu son, kapsamlı ve kısa dokunuşlar..
"Mallarını...
infak edenler..."
Bu
şekilde genel ve bütün mal çeşitlerini kapsar bïçimde...
"...Gece-gündüz,
gizli-açık..."
Bütün
zamanları ve her durumu kapsamak içindir.
"...Mükafatları
Rabbleri katındadır..."
Bu
şekilde kesin, malın artması, ömrün bereketlenmesi, Ahiret mükâfatı ve
Allah'ın hoşnutluğu, hepsi bunun içindedir.
"Onlar
için bir korku söz konusu değildir ve onlar üzülmez de."
Gerek
dünyada gerekse Ahirette korkutucu hiçbir şeyden korkmadıkları gibi üzücü
hiçbir şeyden dolay da üzülmezler.
Sarsılmaz
ilkenin sonunda gelen bu uyum, işaret edilen kapsayıcılığı ve genelliği
ilham ettirmektedir.
Sonra
İslâm, mensuplarının hayatını sadaka ve infak gibi "vermek" üzerine
kurmaz. İslâm düzeni tamamen, gücü yeten herkesin kolayca iş bulması ve rızkını
temin etmesi ile çalışma ve ücret arasındaki dağılımı hak ve adalet
ilkesine dayandırarak servetin, mensupları arasında güzelce paylaşılması
esasına dayanmaktadır. Ancak sebeplere uymayan bazı istisnai durumlar söz
konusu olmaktadır. Bunları da sadaka ile çözümler. Bir kere Allah'ın şeriatım
eksiksiz uygulayan müslüman devletin topladığı, sadece kendisinin toplamaya
hak sahibi olduğu ve müslüman devletin maliyesinin gelir kaynaklarının en
önemlisi olan malı farzlar, ikinci olarak da daha önce değindiğimiz adabına
uygun bir şekilde ve bu Ayet-i Kerimenin açık bir örneğini tavsif ettiği,
alanların iffetini koruyarak gücü yetenlerin hiçbir sınırlama
getirilmeksizin doğrudan ihtiyaç sahiplerine verdiği gönüllü sadakalar şeklinde
çözümler.
(İslâm,
mensuplarının ruhlarında tokgözlülük duygusunu o kadar geliştirir ki
onlardan biri hayatını sürdürmek için yeterli miktarın çok altında birşeye
sahip olduğu halde gene de istemeyi onuruna yedirmez.)
Buhari,
kendi isnadıyla Ata b. Yessar ve Abdurrahman b. Ebi Umre'nin şöyle dediğini
rivayet eder: Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini işittik: "Resulullah;
`Yoksul, bir iki hurma ya da bir iki lokma verilen kimse değildir. Yoksul,
iffetli olandır. Dilerseniz yüce Allah'ın `yüzsüzlük edip hiç kimseden
birşey istemezler..: ayetinin kasdettiğini okuyun' buyurdu."
İmam
Ahmet; "Bize Ebubekir Hanefi, O'na da Abdülhamid b. Cafer babasından,
O'na da Müzeyne kabilesinden bir kişi annesinden şöyle anlattı" der;
"Annem bana `insanların istediği gibi gidip Resulullah'tan istesen olmaz
mı?' dedi. O'ndan istemek üzere gittiğimde O'nu ayakta hitap ederken buldum.
Şöyle diyordu: `Kim onurlu olmak isterse Allah onu onurlu kılar, kim kendini,
istemekten müstağni kılarsa Allah onu zengin kılar. Beş okka değerinde birşeyi
olduğu halde insanlardan isteyen yüzsüzlük etmiş olur.' Bunun üzerine
kendi kendime `Benim bir devem var ki beş okkadan fazla eder. Oğlumun da bir
devesi var, o da beş okkadan fazla eder' dedim ve O'ndan hiçbir şey istemeden
geri döndüm."
Hafız
Taberani kendi isnadıyla Muhammed b. Sirin'den şöyle rivayet eder: "Kureyş
kabilesinden olup Şam'da oturan Haris'e, Ebu Zer'in muhtaç durumda olduğu
haberi gelmişti. O da Ebu Zer'e üçyüz dinar gönderdi. Ebu Zer; `Benden daha
sıkıntıda olan bir Allah'ın kulunu bulamadın mı? Resulullah'ın; kırk
dinarı olduğu halde, isteyen yüzsüzlük etmiş olur buyurduğunu işittim.
Halbuki Ebu Zer'in kırk dirhemi var... Bir koyun ve iki hizmetçi var..."
İslâm,
hükümleri, direktifleri ve kanunlarında hiçbir parçanın ve ayrıntının gözden
kaçırılmadığı bir bütün olarak hareket eden mükemmel bir düzendir. O,
düzenini bunların aynı anda işlemesi için koyar, böylece olgunlaşır ve
aralarında uyum sağlar.
Beşeriyetin
bütün yeryüzü toplumlarında bir benzerini göremediği o eşsiz toplumu böyle
kurmuştu İslâm...
FAİZ
DÜZENİ
Geçen
bölümde ilkeleri sunulan sadakanın karşısında yeralan bir diğer uygulama
da çirkin ve asık suratlı faiz uygulamasıdır. Sadaka vermek; hoşgörü, arınma,
temizlik, yardımlaşma ve dayanışmadır. Faiz ise; cimrilik, murdarlık,
kirlilik, bencillik ve bireyselliktir.
Sadaka;
malın geri gelmesini beklemeksizin karşılıksız yapılan yardımdır. Faiz
ise borcun yanında, borçlunun emeğinden veya etinden koparılan haram bir
fazlalıktır. Borçlanan kişi malı çalıştırıp kâr etmişse bu onun çalışmasının
ve emeğinin karşılığıdır, dolayısıyla alınan faiz onun emeğinden
koparılmış demektir. Veya kâr etmeyip zarar etmişse ya da malı kendisi ve
ailesinin nafakası için almış dolayısıyla o maldan bir kâr edememişse bu
durumda alınan faiz onun etinden koparılmış demektir. İşte bu yüzden
faiz, sadakanın karşıtı çirkin ve asık suratlı bir uygulama olarak
beliriyor.
Bunun
için Ayet-i Kerime iyi, hoşgörülü, temiz, güzel ve sevimli uygulamadan
hemen sonra içindeki pislik ve çirkinliği, insan kalbini katılaştırmasını,
toplumda kötülük yapmasını, yeryüzünde bozgunculuğa neden olmasını,
dolayısıyla kulların helâk olmasını ortaya çıkaran nefret ettirici bir
tarzda sunuyor.
İslâm,
cahiliye geleneklerinden hiçbirini geçersiz kılmak için faizi kaldırmak
kadar uğraşmamış, hiçbir konuda bu ayette ve başka yerlerde geçen
ayetlerde görüldüğü gibi faiz konusundaki kadar tehditkâr bir üslup
kullanmamıştır. Bunun hikmetini kuşkusuz yüce Allah bilir. Cahiliyede faiz,
birtakım fesat ve kötülüklerin kaynağı olmuştu. Ancak faizin bu asık yüzünden
kaynaklanan pislikler ve çirkinlikler günümüz modern dünyasında olduğu
kadar bütünüyle ortaya çıkmadıkları gibi bugünkü çağdaş toplumda
belirdiği gibi bu kanlı yüzde bu denli sivilce ve çıban da görülmemişti.
Bu çirkin düzen hakkında okuduğumuz Ayet-i Kerimede beliren korkutucu
hamlenin hikmeti ilk cahiliyeden çok, günümüz cahiliyesinde insan hayatında
meydana gelen korkunç olayların ışığında anlaşılmaktadır. Allah'ın
hikmetini, bu dinin yüceliğini, bu metodun mükemmelliğini ve bu düzenin
titizliğini düşünmek isteyen herkes bunların tümünü, ilk defa bu
ayetlerle yüzyüze gelenlerden fazlasıyla kavrayabilirler. Çünkü bütün söylenenleri
bizzat doğrulayan dünyanın pratiği gözler önündedir. Faiz yiyen ve faize
dayanan sapık beşeri faiz düzeni insan ahlâkında, dininde, sağlığında
ve ekonomisinde meydana getirdiği yıkım sonucu, helâk edici ve mahvedici
belaya duçar olmuştur. Fert, toplum, ulus ve kavimce, sonuçta öç ve azap gördükleri
yüce Allah'la gerçek bir savaşa tutuşmuşlardır. Ancak yine de ibret alıp
bu durumdan kurtulmazlar.
Surenin
akışı, geçen bölümde sadakanın prensiplerini sunarken, kötü, kınanmış
ve verimsiz faizcilik temeline dayanan düzenin karşısında yeralan, yüce
Allah'ın müslüman toplumun dayanmasını istediği ve bütün beşeriyetin
ondaki rahmetten yararlanmasını dilediği toplumsal ve ekonomik düzenin
kurallarından birini de sunmaktadır.
Gerçekte
yeryüzünde iki düzen vardır. Düşüncede buluşmayan, temelde birleşmeyen
ve sonuçta uyuşmayan İslâm ile faiz düzeni... Bunlardan herbiri hayat,
hedefler ve gayeler hakkında diğeri ile tamamen çelişen bir düşünce
sistemine dayanmakta ve insan hayatında diğerinden tamamen ayrı sonuç
meydana getirmektedir. Bu korkutucu hamlenin ve bu ürpertici tehdidin sebebi
budur.
İslâm,
ekonomik düzenini, bütün hayat düzenini olduğu gibi varlık aleminde yürürlükte
olan hakkı temsil eden belli bir düşünceye ve bu evreni, şu yeryüzünü ve
insanı yaratanın, kısacası her varlığa varlığını bağışlayanın yüce
Allah olduğu esasına dayandırmaktadır.
Herşeyi
vareden olması hasebiyle herşeyin maliki olan yüce Allah, insan cinsini yeryüzünde
halifesi kılmış, ondan aldığı bir söze ve şarta bağlı olarak, onu rızık,
kuvvet, güç ve enerji kaynakları bahşettiği yeryüzüne yerleştirmiştir.
Ancak bu geniş mülkü içinde dilediğini dilediği gibi yapacak şekilde başıboş
bırakmamıştır. Onu açık sunuşlar dahilinde Allah'ın metodu ve yalnızca
O'nun şeriatına bağlı kalmak şartıyla halife tayin etmiştir. Kendisinden
sadır olan akitler, işler, davranışlar, ahlâk ve ibadetler bu anlaşmaya
uygun olduğu sürece doğru ve geçerli olurlar. Bu anlaşmanın şartlarına
uymayan herşey batıl ve geçersizdir. Bunu güç ve zor kullanarak yürürlüğe
koymak isterse bu durumda ne Allah'ın ne de Allah'a iman edenlerin kabul
etmeyeceği bir zulüm ve azgınlık sergilemiş olur. Bütün evrende olduğu
gibi yeryüzünde de hakimiyet yalnız ve yalnız Allah'ındır. Yöneten ve yönetileni
ile bütün insanlar O'nun şeriatını ve metodunu uygulama yetkisini O'ndan alırlar.
Hiç kimse bunun dışına çıkamaz. Çünkü onlar, yeryüzünde bir şart ve
sözleşme gereğince halife kılınmış vekillerdir; ellerindeki rızıkların
yaratıcı sahipleri değil...
Bu
sözleşmenin maddelerinden biri de, bazısının bazısına dost olması için
Allah'a iman edenlerin arasında yardımlaşmanın oluşması ve Allah'ın verdiği
rızıktan bu yardımlaşma uyarınca yararlanmasıdır. Ancak, Marksistlerin
dediği gibi mutlak ortaklık anlamında değil; sınırlı, ferdi mülkiyet
esasına göre yüce Allah'ın geniş lütfundan yararlandırdığı kişinin bu
genişlikten rızkını temin etmesi kadar başkasını yararlandırması anlamında...
Bununla beraber, daha önce belirttiğimiz gibi hiç kimsenin, gücü yettiği
halde kardeşine veya topluma yük olmaması için herkesin gücü ve yeteneğine
göre yüce Allah'ın müyesser kıldığı oranda çalışması zorunludur.
Bunun için zekat, miktarı belli bir farz kılındığı halde, sadaka, hiçbir
sınırlama getirilmeden isteğe bırakılmıştır.
Ayrıca,
iman edenlerin davranışlarında denge ve itidal gözetmeleri, gerek Allah'ın
kendilerine verdiği rızıktan infak ederken, gerekse kendilerine helâl kılınan
güzel şeylerden yararlanırken israf ve savurganlığa kaçmamaları şart koşulmaktadır.
Böylece tüketim ihtiyaçları denge unsuruyla sınırlandırılmış, geri
kalan fazlalık ise zekat farizası ve isteğe bağlı sadakaya bırakılmış
olur. Bunun için müminlerden, özellikle mallarını arttırıp çoğaltmaları
istenmektedir.
Aynı
zamanda mallarını arttırırken başkalarına zarar vermeyecek araçlara başvurup
malın akışına engel olmamaları, kullar arasında rızkın dolaşımını ve
"Sizden zengin olanlar arasında elden ele dolaşan bir imtiyaz olmaması için`.."
(Haşr Suresi, 7) malın her tarafa yaygınlaşmasını aksatmamaları da şart
koşulmaktadır.
İslâm,
niyet ve amelde temizliği, araç ve amaçlarda nezafeti gerekli kılarken,
bireyin vicdanını ve ahlâkını, toplumun da hayatını ve varlığını
rencide etmeyecek kazanç yollarına başvurmaları için malın artmasına da
bir kayıt koymaktadır.·
İslâm
bütün bunları, evrenin pratiğindeki gerçeği temsil eden düşünce ile
halife kılınmış insanın şu geniş mülkteki tüm uygulamalarına egemen,
istihfal (halife kılınma) sözleşmesi esasına dayandırmaktadır.
Bu
yüzden faiz, öncelikle mutlak imani düşüncenin kurallarıyla çatışan ve
içinde Allah'ın şeriatı gözetilmeyen, başka bir düşünce sistemine
dayanan bir düzendir. Bunun için faiz düzeninde yüce Allah'ın beşer hayatının
dayanmasını istediği ilkelere, amaçlara ve ahlâk kurallarına uyma söz
konusu değildir.
Öncelikle
bu düzen, Allah'ın iradesiyle beşer hayatı arasında hiçbir ilişki olmadığı,
herşeyden önce insanın yeryüzünün efendisi olduğu, Allah tarafından bir
sözleşmeye bağlı olmadığı gibi onun buyruklarına da uyması gerekmediği
esasına dayanmaktadır.
Sonra
birey, malı elde etmek için dilediği araca ve malını geliştirmek için
dilediği yola başvurmakta özgür olduğu gibi malından dilediği gibi
yararlanmakta da özgürdür. Bu konularda ne Allah'tan bir sözleşme veya şarta
uymak zorundadır ne de başkalarının yararı onu sınırlandırabilir. Bunun
için, yapabildiği kadar kasasına ve servetine eklemede bulunduktan sonra,
milyonlar ezilmiş, önemli değildir. Kuşkusuz, bazan insanların koyduğu
kanunlar kâr hırsını sınırlandırmak ve hile, makam, gasp, talan, aldatma
ve zarar vermeyi engellemek gibi bu özgürlüğe sınırlı oranda müdahale
ederler. Ancak bu müdahale daha çok insanların nefislerinin uyuştuğu ve
hevalarının sevkettiği sonuca yönelik olur, yoksa ilahi bir otoritenin koyduğu
değişmez prensiple herhangi bir ilişkisi söz konusu değildir.
Ayrıca
bu düzen, insan varlığının tek gayesinin ne suretle olursa olsun ma'
kazanmak ve dilediği gibi maldan yararlanmak olduğuna ilişkin hatalı ve
ifsat edici bir düşünceye dayanmaktadır. Bu yüzden insan, mal biriktirmek
ve ondan yararlanmak hususunda azgınlaşır ve yoluna konulan tüm prensipleri
ve başkalarının menfaatlerini çiğner geçer.
Sonuçta
beşeriyeti yokluğa sürükleyen bir düzen oluşmakta, bir avuç faizcinin
menfaati uğruna, fert, toplum, devlet ve halkların hayatında bedbahtlık
egemen olmakta, ahlâki, ruhsal ve sinirsel çöküntü baş göstermekte ve malın
el değiştirmesi ile beşeri ekonominin normal gelişmesi bozulmaya yüz
tutmaktadır. Sonunda modern çağda olduğu gibi, beşeriyet üzerindeki gerçek
otorite ve pratik nüfuz, Allah'ın yarattıklarının en alçağı, en kötüsü,
insanlar arasında hiçbir dostluğa ve sözleşmeye itibar etmeyen küçük bir
azınlığın elinde toplanır. Bunlar, insanları, fert fert olduğu kadar -ülke
içinde ve dışında- hükümetler ve halkları düzeyinde de borçlandırırlar.
Böylece hiçbir çaba sarf etmeden, faiz kârıyla bütün insanların çalışmalarının
karşılığını, emeklerini, alın terlerini ve kanlarını sömürürler.
Bunlar,
sadece mala hükmetmezler, bu arada otoriteyi de ellerinde bulundururlar. Her ne
kadar belli i:keleri, ahlâk kuralları ve mutlak anlamda dini veya ahlâki bir
düşünceleri olmasa da, dinler, ahlâk kuralları, idealler ve ilkelerle alay
ettikleri için daha fazla sömürmelerini sağlayan sistem, düşünce ve
yasaları koymak için bu korkunç otoriteyi kullanarak ihtiraslarını
dindirmek ve kötü emellerine ulaşmaktan geri kalmazlar. Bunun için de en yakın
araç; insanların ahlâken çökertilmesi ve kurulmuş tuzaklara ve şebekelere
kaptırmak suretiyle birçoklarının sahip oldukları son parayı da harcadıkları
zevk ve şehvetlerden oluşan kokuşmuş bataklığa düşürülmesidir. Bunu da
dünya ekonomi piyasasına kendi sınırlı menfaatleri doğrultusunda hükmederek
yürütürler. Her ne zaman bu durum, dünya ekonomisinde konjöktürel krizlere
yol açarsa ve bütün insanların ortak yararları olan sanayi ve ekonomik ürünlerde
bozulmaya sebep olsa, sorun, uluslararası servetin iplerini ellerinde
bulunduran faizci para babalarının yararına göre çözümlenir.
Modern
çağda beliren en büyük felaket; -ki cahiliye döneminde bu kadar çirkin bir
konumda değildi- eskiden bankerler, borsalar günümüzde de çağdaş bankaların
kurumları şahsında temsil edilen faizcilerin, ellerindeki uluslararası baskı
gereçlerinin içinde ve dışında gizli bulunan korkunç otorite ve sahip
oldukları gazete, kitap, üniversiteler, hocalar, yayın araçları, sinema
filmleri gibi propaganda ve reklam araçları vasıtası ile faiz düzeninin gölgesinde
faizcilerin, kemiklerini ve etlerini yediği, alın terlerini ve kanlarını
emdiği fakir halk yığınları arasında faizin tabii ve akla uygun olduğu,
ekonomik büyüme için kendisinden başka esas bulunmayan en doğru esas olduğu
ve batıdaki uygarlık alanındaki bu ilerlemenin, bu düzenin iyiliği ve
bereketiyle olduğuna ilişkin zehirli, pis fikirlerin genel bir kabul görmesidir.
Buna göre, bu düzenin ortadan kalkmasını isteyenler, gerçeklerle ilgisi
bulunmayan ütopyacılardır. Bunlar bu görüşleriyle pratikte hiçbir değeri
bulunmayan soyut, ahlâki teorilere ve ütopik ideallere dayanmaktadırlar. Şayet
müdahale etmelerine müsamaha edilecek olursa ekonomik düzen altüst olacaktır!
Bunun için faiz düzenini eleştirenler,gerçekte bu düzenin kurbanı, zavallı
halk yığınları tarafından alaya alınırlar. Bu kurbanların durumu olağandışı
bir akımın meydana gelmesiyle uluslararası faizcilerin sinirlerinin
gerilmesine neden olan dünya ekonomisinin durumu gibidir. Bir avuç kurdun
yoluna dikilecek her örgütlü ekonomik hareket bu faizcilerin karşı çıkmalarına
sebep olur. Ve giderek, insanlığın yararına olan bu hareket onlar tarafından
da dışlanır.
Faiz
düzeni ekonomi açısından da kusurlu bir düzendir. Kötülükleri; bizzat
onun gölgesinde büyüyen, akıllarını ve kültürlerini, kültür, düşünce
ve ahlâkın tüm alanlarına zehir saçan bu düzenden beslenen Batılı bazı
ekonomi uzmanlarının dikkatini çekecek boyutlara ulaşmıştır. Salt
ekonomik açıdan bile bu düzeni kusurlu bulanların başında Alman Raich
bankasının eski müdürü Dr. Schacht gelmektedir. 1953 yılında Şam'da
verdiği bir konferansta; "Sonsuz bir matematiksel işlem olarak yeryüzündeki
bütün malların çok az sayıdaki faizcinin elinde toplandığı bir gerçektir.
Çünkü borçlanan kâr da etse, zarar da etse borç veren faizci, bütün işlemlerde
kâr etmektedir. Bu nedenle, sonuçta, matematiksel bir işlem olarak bütün
malların sürekli kâr edene dönmesi kaçınılmazdır." diyordu.
Bu
kuram gerçekleşmek üzeredir. Çünkü yeryüzündeki malların büyük çoğunluğuna
gerçek anlamda birkaç bin kişi sahip bulunmaktadır. Geriye kalan mülk
sahipleri, bankalara borçlanan sanayiciler, işçiler ve benzerleri ise mal
sahipleri adına çalışan ücretliler olup emeklerinin karşılığı bu birkaç
bin kişi tarafından devşirilmektedir.
Faizin
cinayetleri bununla bitmez. Bir kere faiz temeline dayanan ekonomik düzen, mal
sahipleri ile çalışanların, sanayi ve ticaret alanındaki ilişkilerini
kumar ve sürekli didişmeye dönüştürür. Çünkü faizci, daha çok kâr
etmek için çalışır. Bu yüzden, sanayi ve ticaret alanında ihtiyacı arttırmak
ve kâr haddini yükseltmek için piyasadan parayı çeker, sanayi ve ticaret
alanında çalışanların parayı bu şekilde kullanmanın hiçbir kâr
getirmediğini, ne bir kâr ne de artış sağlamadığını kavramalarına
kadar fiyatlar yükselmeye devam eder. Bu esnada, milyonlarca kişinin çalıştığı
bu alanlarda kullanılan paranın hacmini kısma yönüne gidilir. Fabrikalar
darboğaza girer, ardından üretimi düşürme yoluna giderler. İşten çıkarmalar
baş gösterir ve alım gücü düşer. İş bu noktaya gelip faizciler mala karşı
talebin azaldığını ya da durduğunu görünce zorunlu olarak kâr haddini düşürürler.
Sanayi ve ticaretle uğraşanlar yeniden etraflarına üşüşmeye başlar. Artık
hayat bolluk içinde geçmektedir... Böylece uluslararası ekonomi piyasasında
konjöktürel krizler meydana getirilerek insanlar sürü gibi oradan buraya sürülüp
dururlar.
Sonra,
sanayici ve tüccarlar borçlandıkları paranın faizini tüketicilerin
cebinden verdiklerinden bütün tüketiciler dolaylı olarak faizcilere vergi ödemiş
oluyorlar. Çünkü onlar, tüketim mallarının fiyatını yükseltmekte ve
sonuçta faizcilerin cebine girecek borç yükünü daima halklarının omuzuna
bindirmektedir. Hükümetlerin kalkınma ve bayındırlık faaliyetlerine girişmek
için hazineden aldıkları borçların faizini vatandaşlar ödemektedirler.
Çünkü bu hükümetler borçla birlikte faizini de kapatmak için değişik
vergiler çıkarmak zorunda kalırlar. Böylece tüm fertler bu kısır döngünün
sonunda faizcilere verilen haracın ödenmesine katılmış olurlar. İşin bu aşamada
kalması ve borçların sonunda sömürgeciliğe yolaçmaması pek az görülmüştür.
Üstelik sömürü yüzünden birçok savaşlar meydana gelmiştir.
Biz
burada -Kur'an'ın gölgesinde- faiz düzeninin bütün kusurlarını anlatacak
değiliz. Bu, bağımsız bir araştırmanın konusu olacak bir alandır. Ancak
müslüman olmak isteyenleri, İslâm'ın iğrenç faiz düzenini yasaklaması
konusunda temel bazı gerçeklerden haberdar ederek yaptığımız açıklamayla
yetinmeye çalışacağız:
1-
Ruhlarda iyice yeretmesi gereken birinci gerçek; İslâm ile faiz düzeninin
birarada bulunamayacağı gerçeğidir. Bunun dışında gerek din adamlarından
gerekse başkalarından fetva sahiplerinin söylediği tüm sözler yalandır,
aldatmadır. Daha önce de değindiğimiz gibi İslâm düşüncesinin temeli ve
insanların hayatlarında, düşüncelerinde ve ahlâklarında gösterilen
pratik sonuçları, faiz düzeniyle bizzat çarpışmaktadır.
2-
İkincisi; faiz düzeninin sırf, imanları, ahlâkları ve hayat görüşleri için
değil, insanların ekonomi ve iş hayatları için de bir yıkım olduğu,
insanların saadetini yok ettiği, genel ekonomik gelişme için uygun bir düzenmiş
gibi gösteren, aldatıcı ve yaldızlı görünümüne rağmen insanlığın
dengeli büyümesini dumura uğrattığı gerçeğidir.
3-
Üçüncüsü; İslâm'da ahlâki düzen ile uygulanan pratik düzenin birbirine
tamamen bağlı oldukları, insanın bütün davranışlarında hilafet sözleşmesi
ve şartına bağlı olduğu, hayatı boyunca sergilediği tüm yeteneklerinden
dolayı denendiğinin ve sınandığının, ahirette de bunlardan hesaba çekileceğinin
farkında olduğu ortadadır. Biri ahlâki diğeri pratik olmak üzere iki ayrı
düzenin bulunmadığı, insanın tüm davranışlarını her ikisini birlikte
oluşturduğu, her ikisinin de iyiliğine sevap, günahına azapla karşılık
verilecek ibadetin kapsamına girdiği, başarılı İslâm ekonomisinin ahlâksız
olamayacağı, ahlâktan da vazgeçildiği zaman, insanların pratik hayatlarının
başarıya ulaşmasının mümkün olamayacağı aslî bir unsur olduğu gerçeğidir.
4-
Dördüncü olarak; faiz düzeninin kişinin vicdanını, ahlâkım, toplum içinde
kardeşine yönelik düşüncesini ve genel anlamda, kötülük, ihtiras,
bencillik, aldatma ve kumar ruhunu yaymak suretiyle toplum hayatını ve sahip
olduğu değerleri bozmadıkça yerleşmeyeceği gerçeğidir. Modern çağda
ise sermayeyi en aşağılık sömürü yöntemlerine yönelten başlıca etken
sayılmaktadır faiz. Faizle borçlanan sermaye hem faizini ödemek hem de borçlarını
yararlandırmak için kârını garantiye almak zorundadır. Bu yüzden açık
saçık filmler, gazeteler, oyun ve eğlence yerleri, beyaz kadın ticareti gibi
insanlarda ahlâki çöküntü meydana getiren söz ve yönlendirmelerle doğrudan
sömürüye başvurmaktadır. Faizle borçlanan sermayenin derdi insanlık yararına
girişimlerde bulunmak değildir. Onun derdi en alçak huyları, en iğrenç eğilimleri
kullanarak sömürü şeklinde de olsa kâr etmektir... Yeryüzünün her köşesinde
görülen manzara budur. Bunun başlıca sebebi de faizci düzendir.
5-
Beşinci olarak, İslâm'ın mükemmel bir hayat düzeni olduğu gerçeğidir.
Çünkü O faizle işlem görmeyi yasaklarken düzenini de bunu gerektirmeyecek
esaslar üzerine kurmakta ve ekonomi, toplum ve insanlığın düzenli bir şekilde
gelişmesini engellemeden toplumsal hayatın diğer yönlerini de bu tür bir
muameleyi gerektirmeyecek şekilde arındırarak düzenlemektedir.
6-
Altıncı olarak; İslâm'ın, hayatı kendi düşüncesi ve özel metodu uyarınca
düzenleme imkanı bulduğunda, faiz işlemlerini ortadan kaldırırken çağdaş
ekonomik hayatın tabii ve sağlıklı gelişmesi için gerekli olan kurum ve
araçları da kaldırması gerekmediği gerçeğidir. Ancak, yalnızca faizin
kirinden ve pisliğinden arındırdıktan sonra başka sağlıklı kurallar uyarınca
çalışmasına müsaade eder. Bu kurum ve araçların başında bankalar, şirketler
ve benzeri modern ekonomi kurumları gelmektedir.
7-
Yedincisi ve en önemlisi, müslüman olmak isteyenin yüce Allah'ın, beşer
hayatının onsuz yapamayacağı ve o olmadan ilerleyemeyeceği birşeyi haram kılmasının
imkansız olduğuna inanmasının zorunlu olduğu gerçeğidir. Ayrıca herhangi
birşeyin olmasına rağmen insan hayatı için gerekli ve ilerlemesi için kaçınılmaz
olmasının da imkansız olduğuna inanılması gerekmektedir. Bu hayatı
yaratan yüce Allah'tır, insanı bu hayatın üzerine halife tayin eden, geliştirip
ilerletmesini emreden ve bunların tümünü dileyip uygun gören de O'dur. O
halde herhangi birşeyi yüce Allah'ın haram kılmasına rağmen insan hayatının
düzenlenmesi ve ilerlemesinin onsuz olmayacağını ve pis birşeyin hayatın düzenlenmesi
ve ilerlemesi için gerekli olduğuna ilişkin bir inancın müslümanın düşüncesinde
yeretmesi imkansızdır. Bu kötü bir düşünce olduğu kadar kötü bir anlayış
ve aşağıdaki fikirlerin nesiller boyu yayılmasına çalışan zehirli, pis
ve azgın bir propagandadır: Güya faiz, ekonomi ve uygarlığın gelişmesi için
zorunluymuş ve faiz düzeni tabii bir düzenmiş. Bu aldatıcı düşünce yeryüzünün
doğusuna, batısına, genel kültürün kaynaklarına ve insani faaliyetlerin
özüne kadar yayılmıştır. Ayrıca, çağdaş hayatın fiilen bu faiz
kurumlarınca düzenlenmesi ve başka temeller üzerine kurulu bir düşüncenin
zorluğu bu propagandaların yayılmasını hızlandırmaktadır. Öncelikle bu
zorluk imanın yokluğundan kaynaklanır. İkinci olarak, düşünmenin zayıflığından
ve faizcilerin, dünya hükümetleri içindeki nüfuzu bir de genel ve özel
propaganda araçlarıyla ve ellerindeki yönlendirme gücüyle yaygınlaştırıp
yerleştirmeye çalıştıkları bu vehimlerden kurtuluş aczinden kaynaklanır.
8-
Sekizinci olarak; "dünya ekonomisinin bugün, yarın faizin dışında başka
bir temele dayanması imkansızdır" tezi hurafeden ya da devam etmesinde
yararı olanların, ellerindeki geniş araçlarla besledikleri koca bir yalandan
başka birşey olmadığı gerçeğidir. Çünkü, sağlam bir niyet ve
uluslararası faiz borsalarının ellerinden özgürlüğünü alıp kendisi için
iyilik, mutluluk ve bereket arzuladığı kadar güzel ahlâk ve temiz bir
toplum arzulayan insanlık ya da müslüman ümmet azmettikçe, Allah'ın insanlık
için dilediği, fiilen uygulanmış, gölgesinde hayatın gerçekten geliştiği,
her zaman da yüceliği ve gölgesi altında gelişebildiği olgun düzenin
kurulmasının yolu her zaman açıktır. Şayet insanlar düşünüp doğruyu
bulsalar!..
Burada
bu düzenin uygulayış biçimi ve araçları hakkında detaylı söz söyleme
imkanımız olmadığından bu genel değinmeyle yetiniyoruz. Ancak, iğrenç
faiz işleminin ekonomik hayatın bir zorunluluğu olmadığı ve daha önce
metottan sapıp İslâm'ın tekrar çevirdiği insanlığın, bugün tekrar
sapan insanlığın kendisi olduğu ve güçlü , şefkatli ve sağlam metoda dönmek
istemediği de açığa çıkmıştır.
275-
Faiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar,
Bu onların "alış-veriş de faiz gibidir" demelerinden dolayıdır.
Oysa Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır. Kim kendisine
Rabbinden bir öğüt gelir-gelmez faiz yemeye son verirse geçmişte aldığı
faizler kendisinden geri alınmaz. Onun işi Allah `a kalmıştır. Fakat kimler
tekrar faizciliğe dönerlerse onlar, orada ebedi olarak kalmak üzere
Cehennemliktirler.
276-
Allah faizi eritir. Buna karşılık sadakaları artırır. Allah (haramda ısrar
eden) hiçbir günahkar kâfiri sevmez.
Bu,
gerçekten korkunç bir hamle ve son derece ürpertici bir tasvirdir.
"...Şeytan
tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar..."
Hiçbir
manevi tehdit, bu somut, canlı ve hareketli tablo kadar duygular üzerinde
etkili olamaz. Şeytan tarafından çarpılmış ve donakalmış insan
tablosu... İnsanların sıkça görüp bildiği bir tablo... Ayet-i Kerime, bu
tabloyu, duyguların korkutulması konusundaki uyarıcı rolünü yerine
getirmesi, faizcilerin duygularını harekete geçirmesi, onları sarsıp
ekonomik düzenlerinin alışkanlıklarından ve kendilerine kâr sağlayan hırslarından
çekip çıkarması için gözler önüne getiriyor. Bu tablo, eğitici etkisi
bakımından yerine göre yararlı bir araç olduğu gibi aynı zaman da gerçek
bir olguyu da ifade etmektedir. Gerçekte tefsirlerin büyük çoğunluğunda bu
korkunç tablodaki "kalkış"ın, diriliş günündeki kalkış olduğu
kamsı yeralmaktadır. Ancak, bize göre, bu tablo şu yeryüzünde insan hayatında
bizzat gerçekleşen bir olgudur. Ayrıca kendisinden sonra gelecek Allah ve
Resulüne karşı savaşmaktan korkutan ayet-i kerimeye de uygun düşmektedir.
Biz, şu anda bu savaşın varlığının sürdüğünü, faiz düzeninin ağına
düşüp, hummaya tutulmuş gibi çırpınan sapık insanlığın başına
musallat olduğunu görüyoruz. Bugün insanlığın pratik hayatından bu gerçeği
doğrulayan olguları detaylıca açıklamadan önce, Kur'an'ın Arap yarımadasında
karşılaştığı faiz manzarasını ve cahiliye mensuplarının bu konudaki düşüncelerini
sunuyoruz.
Cahiliye
döneminde bilinen bu ayetlerin ilk defa ortadan kaldırmak için indiği faizin
"Nesie (ertelenen)" ve "fadl (Arttırılan)" olmak üzere başlıca
iki şekli yaygındı.
Katade
"Nesie (ertelenen)" faiz hakkında; "Cahiliye ehlinin faizi; adamın
herhangi birine belli bir süre için birşey satması, günü geldiğinde borçlunun
ödememesi ve onun da borcunu arttırıp ertelemesi şeklindeydi" der.
Mücahit
şöyle der: "Cahiliyede bir adamın başka bir adama borcu olurdu. Adam,
borcunu ertelersen sana şu, şu var derdi. O'da ertelerdi."
Ebubekir
El Cessas: "Bilindiği gibi cahiliye döneminde faiz, şartlı arttırma
ile beraber, bir süre için borç şeklindeydi. Artış süreye karşılıktı.
Allah bunu ortadan kaldırmadı." der.
İmam
Razi de tefsirinde şöyle der: "Cahiliye döneminde en yaygın olan "Nesie
(ertelenen)" faizdi. Onlardan biri, her ay belli bir miktar almak üzere
malını bir başkasına verirdi, ama mal olduğu gibi kalırdı haliyle.
Belirlenen süre dolunca, anamalı isterdi. Şayet borçlu ödeyemeyeceğini
bildirirse hakkını ve süresini arttırırdı."
Üsame
b. Zeyd'in Resulullah'tan (selam üzerine olsun) rivayet ettiği hadisde
peygamberimiz şöyle buyuruyor: "faiz ancak `Nesie (erteleme)'de vardır."
(Buhari ve Müslim)
"Fadl
(Arttırılan)" faiz ise kişinin herhangi birşeyi benzeri birşey karşılığında
fazlasıyla satmasıdır. Altını altınla, parayı parayla, buğdayı buğdayla,
arpayı arpayla satmak gibi. Bu da, faize benzemesinden ve faiz muamelesinde hatıra
gelen duyguların benzerini barındırdığından bu kapsama alınmıştır. Çağdaş
işlemlerden sözederken bu noktanın bizim için büyük önemi olacaktır.
Ebu
Said El-Hudri, Resulullah'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Altına altın,
gümüşe gümüş, buğdaya buğday, arpaya arpa, hurmaya hurma, tuza tuz...
Herşey benzeri ile... Ele el.... Kim artırır ya da arttırmasını isterse
faiz yapmış olur. Burada alan da veren de eşittir."·(Buhari ve Müslim)
Ebu
Said El Hudri'nin rivayet ettiği bir başka hadiste şöyle denir: "Bilal,
Resulullah'a Burni cinsinden hurma getirdi. Resulullah `Bunu nereden aldın?,
buyurdu. Bilal: `Yanımızda kötü hurma vardı. Bir sa'a karşılık iki sa' gönderdik'
deyince Resulullah: `Ah! tıpkı faiz, tıpkı faiz, yapma bunu!.. Satın almak
istediğinde hurmayı başka bir şeye sat sonra da iyisini al' buyurdu." (Mutte
Fekun Aleyh)
Birinci
tür uygulamada; esas miktarın üzerine ekleme, bu ek miktarı belirlenen süreye
karşılık alma ve bu ek miktarın anlaşmanın bir şartı olması yani başka
hiçbir neden olmaksızın yalnızca zamanın geçmesiyle malın mal kazanması
gibi bütün faiz işlemlerinde görülen faiz unsurlarını barındırması
nedeniyle faiz olduğu açıkça görüldüğünden açıklamayı gerektirmez.
İkinci
tür uygulamaya gelince, arttırmayı gerektiren benzer iki şey arasında temel
farkların bulunduğu kuşkusuzdur. Bu durum iki sa' kötü hurma verip bir sa'
iyi hurma alan Bilal'in olayında açıkça görülmektedir. Ancak, iki türün
asıl itibarîyle benzer olması faiz kuşkusunu doğurmaktadır. Çünkü
burada hurma hurmayı doğurmuş oluyor. Bu yüzden Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) bunu faiz olarak nitelendirmiş ve yasaklamıştır. Ardından
değiştirilmek istenen çeşidin paraya çevrilmesini ve bu parayla da istenen
çeşidin alınmasını emretmiştir. Amaç, işlemden faiz şüphesini tamamen
uzaklaştırmaktır.
Herhangi
birşeyi benzeri karşılığında satarken arada bir sürenin bulunmaması için
"elden ele..." tutmanın şart koşulması da bu amaca yöneliktir.
Çünkü süre belirlemede ek bir kazanç söz konusu olmasa bile faizin gölgesi
vardır, faiz unsurlarından biri mevcuttur.
Herhangi
bir uygulamada faizin gölgesinin belirmesine karşı Resulullah'ın ne kadar
duyarlı olduğu ortaya çıktığı gibi cahiliyede yaygın faiz uygulamasına
karşı akılcı tedavisinin hikmeti de açıktır.
Günümüzde,
Batının kapitalist düşünce ve düzenleri karşısında ruhen bozguna uğramış
bazı kimseler bu haram kılmayı, Üsame'nin hadisine ve Selef'in cahiliyede
yaygın faiz uygulamasını tavsif edişlerine dayanarak çeşitli faiz şekillerinden
biri olan "Nesie"ye (ertelenen) faize indirgeyip cahiliyedeki faiz
uygulamasına tıpatıp uymayan çağdaş faiz şekillerini İslâm adına
-dinen- helâl saymak istiyorlar.
Ancak
bu girişim, ruhsal ve akli bozgunun bir belirtisinden öteye gidemez. Çünkü
İslâm, birtakım göstermelik davranışlardan ibaret bir düzen değildir. O,
köklü bir düşünceye dayanan bir hayat düzenidir. İslâm, faizi
yasaklarken bir çeşidini yasaklayıp diğer bir çeşidini bırakmaz. Kendi düşüncesine
aykırı her düşünceyi ortadan kaldırdığı gibi kendi mantığıyla uyuşmayan
her düşünceye savaş açar. Bu konuda o kadar duyarlıdır ki, faiz mantığının
gölgesini ve faizci duyguları iyice uzaklaştırmak için "fadl (Arttırılan)"
faizi bile yasaklamıştır.
Bu
yüzden, ister cahiliyenin bildiği şekilde olsun, ister yeni ortaya çıkan şekilde
olsun, faiz uygulamalarındaki temel unsurları içerdiği ve bencillik, açgözlülük,
bireysellik ve kumarbazlıktan ibaret faizci mantıkla zehirlendiği, `nasıl
olursa olsun, yeter ki kâr edeyim'den ibaret pis düşünceye bulaşmış olduğu
sürece tüm faiz uygulamaları haramdır.
Bu
gerçeği iyice kavramamız ve Allah ve Resulü tarafından faizci toplumlara
karşı savaş açıldığını idrak etmemiz gerekmektedir.
"Faiz
yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa
kalkarlar..."
"Faiz
yiyenler" deyimiyle sadece faiz kârını alanlar kasdedilmemektedir. -Bu
korkunç ayetle tehdit edilenlerin başında gelseler bile- bu deyim, faiz
toplumunun tüm fertlerini kapsamaktadır.
Cabir
b. Abdullah'tan şöyle rivayet edilir: "Resulullah, faiz yiyeni, yedireni,
şahit olanı ve yazanı lanetledi. Ve `bunların tümü aynı oranda
sorumludurlar' dedi." (Müslim, Ahmet, Ebu Davud ve Tirmizi)
Bu,
bireysel faiz işlemleri içindi. Tamamen faiz esasları üzerine kurulu
toplumlara gelince, tüm bireyleri lanetlenmiş, Allah'ın açtığı savaşa
maruz kalmış ve hiç tartışmasız Allah'ın rahmetinden kovulmuşlardır.
Onlar hayatlarında istikrar, güven ve rahat yüzü bulamayan, hummaya tutulmuş,
muzdarip, sıkıntılı bir yaşantı içindedirler ve kalktıklarında şeytan
tarafından çarpılmışlar gibi hareket ederler.
Çağdaş
kapitalist düzenin, geçen dört asırda, oluştuğu ilk günlerde bu konuda şüphe
söz konusu olmuş olsa bile bu asırların deneyiminde şüpheye asla yer
kalmamıştır.
Bugün
içinde yaşadığımız dünya; aklı başında olan kişiler, düşünürler,
bilginler ve araştırmacıların itiraf ettiği ve Batı uygarlığının
merkezi olan bölgeleri dolaşan seyyah ve gözlemcilerin gördüğü gibi bu bölgelerdeki
maddi uygarlığın tüm görkemine, sanayi ürünlerinin gelişmişliğine, gözleri
kamaştıran maddi refahın tüm görüntülerine rağmen her yönüyle sıkıntı,
ızdırap, korku, sinirsel ve ruhsal hastalıkların yaygın olduğu bir dünyadır.
Üstelik
bu dünya sürekli; yaygın, öldürücü ve sinirsel savaşların orada-burada
bir türlü bitmeyen ızdırapların tehdidi altındadır.
Bu
maddi uygarlığın, maddi refahın birçok bölgedeki kolaylığının, geçim
sıkıntısının olmayışı ve rahatlığın dahi ortadan kaldıramadığı iğrenç
ve uğursuz bir bedbahtlıktır.
Görmemek
için kendi kendine gözlerini perdelemeyen herkesin görmek istediği sürece yüzyüze
geleceği bir gerçektir bu. Amerika, İsviçre ve maddi refahı olan birçok ülkede
insanların genelde maddi açıdan bir sorunlarının olmadığı bir gerçektir.
Ancak insanlar mutlu değildirler. Zengin oldukları halde sıkıntı, yüzlerinden
okunuyor. Yoğun üretim faaliyetinde bulundukları halde doyumsuzluk hayatlarını
yiyip bitiriyor. Bu doyumsuzluklarını kimi zaman çılgınlık ve haykırışlar
ile, kimi zaman ilginç görüntü ve aykırılıklarla, kimi zaman da cinsel ve
ruhi sapıklıklarla dışa vururlar. Ardından kaçına ihtiyacını duyarlar,
kendilerinden, içinde yaşadıkları boşluktan, hayatın akışından ve
nimetlerinden bir nedeni görülmeyen bedbahtlıktan kaçmaya başlıyorlar,
intihar etmekle, çılgınlıklar yapmakla ve anormalliklerle kaçıyorlar.
Sonra bu sıkıntı, boşluk ve hiçlik duygusu hiçbir zaman peşlerini bırakmıyor,
rahat yüzü göstermiyor bu zavallılara... Niçin?..
Tabiatıyla
bunün başlıca sebebi, insanların dertli, ızdıraplı, sapık ve bahtsız
ruhlarının, bunca maddi gelişmişliğe rağmen, ruhun gıdası olan imandan,
Allah'a güvenden, bir de Allah'a imanın ve O'nun ahdine ve şartına uygun
yeryüzündeki hilâfetin bahşedip çizdiği büyük insanlık hedeflerinden
yoksun olmalarıdır.
Bu
belli başlı ve büyük sebebin bir şıkkını da faiz belası ve gelişen ve
fakat gelişmesinin iyilik ve bereketini tüm insanlığa aynı düzeyde dağıtmak
suretiyle dengeli ve eşit bir şekilde gelişmeyen, ancak, bankalardaki bürolarına
kapanan bir avuç para babası faizcinin menfaatini gözeten ekonomi belası oluşturmaktadır.
Bu faizci para babaları sanayi ve ticareti, garantili ve belirli faizlerle borçlandırmakta,
böylece sanayi ve ticareti belli bir yöne yöneltmektedirler. Bu yolun da ilk
hedefi, herkesin onunla mutlu olacağı ve herkese düzenli iş ve garantili geçim
sağlayacak ve herkese ruhsal güven ve toplumsal huzur hazırlayacak şekilde
insanlığın sorunlarını ve ihtiyaçlarını gidermekten ziyade milyonların
ezilmesi, yoksulluğu ve hayatlarının bozulması ve bütün insanlığın
hayatına şüphe, sıkıntı ve korku tohumlarının ekilmesi pahasına da olsa
en fazla kâr gerçekleştirecek üretimi sağlamaktır.
Şüphesiz
yüce Allah en doğrusunu söylüyor:
"Faiz
yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa
kalkarlar..."
İşte
biz bu gerçeğin kanıtlarını dünyadaki pratik hayatımızda görebiliyoruz.
Faizciler, Resulullah döneminde faizin haram kılınmasına karşı çıkmışlardı.
Faiz işlemlerinin haram, ticaretin ise helal kılınmasını gerektirecek bir
nedenin bulunmadığını ileri sürerek itiraz etmişlerdi: "Bu onların
`alış verişte faiz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi
helal, faizi ise haram kılmıştır..."
Dayandıkları
benzetme, faiz gibi ticaretin de fayda ve kâr sağlamasıydı. Bu, boş bir
benzetmedir. Çünkü ticari işlemlerde kâr da zarar da mümkündür. Ayrıca
kişisel yetenek ve çaba, hayatta yürürlükte olan tabii şartlar kâr ve
zarar üzerinde etkili olmaktadır. Faiz işlemlerinde ise bütün durumlarda kâr
haddi belirlenmiş olur. İşte başlıca fark budur. Haram ve helâl kılınma
nedeni bu noktada yatmaktadır. Her ne şekilde olursa olsun, kârın garantiye
alındığı tüm işlemler, kârın kesin ve belirlenmiş olmasından dolayı
faiz kapsamına girerler. İnatçılık ve demagoji yapmaya gerek yoktur:
"Oysa
Allah alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır."
Bu
unsurun, alış-verişte bulunmayışı ve daha birçok neden, ticareti aslında
insan hayatı için yararlı ve faiz uygulamasını da zarar verici kılmaktadır.
İslâm o zaman mevcut olan sistemi, ekonomik ve toplumsal hayatta sarsıntı
meydana getirmeden gerçekçi bir şekilde tedavi etmişti.
"Kim
kendisine Rabbinden bir öğüt gelir-gelmez faiz yemeye son verirse geçmişte
aldığı faizler kendisinden geri alınmaz. Onun işi Allah'a kalmıştır."
Yüce
Allah, yasayı koyduğu andan itibaren yürürlüğünü başlatıyor. Kim
Rabbinin öğüdünü dinler ve faizden vazgeçerse geçmişte aldığı faizler
geri alınmaz. Onun işi Allah'a kalmıştır ve onun hakkındaki hükmünü
dilediği gibi uygulayacaktır. Bu ifade kalbe geçmişte işlenen bu günahtan
kurtuluşun Allah'ın dilemesi ve rahmetine bağlı olduğu duygusunu akıtmakta
ve bu işten ürperti duymasını sağlamaktadır. Giderek kendi kendine şöyle
demeye başlar: "Bu kötü işten elde ettiklerim yeter. Vazgeçip tevbe
edersem Allah, günahlarımı belki affeder. Bundan sonra artık faiz almayacağım."
Kur'an bu eşsiz metoduyla kalplerin duygularını işte böyle tedavi ediyor.
"Fakat
kimler tekrar faizciliğe dönerlerse onlar, orada ebedi kalmak üzere
Cehennemliktirler."
Ahiretteki
azabın gerçekliğine ilişkin bu tehdit az önce işaret ettiğimiz eğitim
metodunun güzelliklerini güçlendirmekte ve kalplerin derinliklerine yerleştirmektedir.
Ancak,
uzun vadeli ihtirasların şaşırttığı, vaad edilen azabın hakikatını
bilmeyen bazı kimseler, Ahiret gününü hesaba katmayabilirler. İşte Kur'an
bunları da dünya ve Ahirette topluca erimekle korkutuyor. Bu arada sadakanın
-faizin değil- artıp arındırdığı gerçeğini yerleştirmekte ve küfür
ve günahtan dolayı icabet etmeyenlerin kulaklarını sağır edecek tarzda
haykırmakta ve yüce Allah'ın günahkar kâfirlerden hoşlanmadığını
onlara göstermektedir.
"Allah
faizi eritir, buna karşılık sadakaları arttırır. Allah (haramda ısrar
eden) hiçbir günahkar kâfiri sevmez."
Kuşkusuz
yüce Allah'ın azabı ve va'di doğrudur. Faizle muamele gördüğü halde, içinde
bereket, huzur, mutluluk, güven ve sükunet adına birşey kalan bir toplum görmemiz
mümkün değildir. Yüce Allah faizi eritir. Bu pis uygulama bulunduğu topluma
kıtlık ve bedbahtlıktan başka birşey kazandırmaz. Görünürde bir refah,
üretim ve gelir kaynağı bolluğu göze çarpabilir; ancak bereket, gelir
kaynaklarının kabarıklığından ziyade güven içinde bu kaynaklardan güzellikle
yararlanmadır. Daha önce, gelir kaynakları bakımından son derece zengin ülkelerde
yaşayan insanların kalpleri üzerine çöken uğursuz bedbahtlıktan sözetmiştik.
Bugün ise bu ülkelerden bütün dünyaya, sıkıntı, dehşet ve ızdırap saçılmaktadır.
İnsanlık sürekli öldürücü savaşların tehdidi altında sabah-akşam soğuk
savaş gerginliği ile yatıp-kalkmaktadır. Günbegün hayat -farkında olsun
olmasın- insanların sinirleri üzerinde bir ağırlık meydana getirmekte böylece
ne malında, ne ömründe, ne sağlığında ne de gönül huzurunda bereket yüzü
görmektedir.
Zorunlu
(zekat) ve gönüllü olarak verilen sadakalarda temsil edilen dayanışma ve
yakınlaşma esasına dayanan, şefkat, sevgi, hoşnutluk ve hoşgörü ruhunun
egemen olduğu, sürekli Allah'ın fazlı ve sevabı gözetildiği, O'nun yardımına
ve sadakayı ziyadesiyle arttırdığına sonsuz güvenin olduğu... Evet bu
esaslara dayanan bir toplumun, fert ve topluluğun mallarını, rızıklarını,
sağlıklarını, güçlerini, kalbi güvenlerini ve gönül huzurlarım hiç şüphe
yok ki yüce Allah bereketlendirir.
Beşerin
pratiğinde bu gerçeği görmeyenler, görmek istemeyenlerdir. Çünkü, görmemek
işlerine gelmektedir. Ya da bilerek ve kasden gözlerinin önüne bulanık sapıklık
perdesini geren, iğrenç faiz düzeninin kurulmasında yararları bulunan bu yüzden
gerçekleri görmekten kaçınanlardan başkası bu gerçekleri görmezlikten
gelemez.
"Allah
(haramda ısrar eden) hiçbir günahkar kâfiri sevmez."
Bu
sonuç, haram kılındıktan sonra faiz uygulamasında ısrar eden ve Allàh'ın
sevmediği kimseler hakkında kesinlik ifade etmektedir. Kuşkusuz bin defa
"lailaheillallah, Muhammedün Resulullah" deseler de Allah'ın haram kıldığını
helal sayanlar, küfür ve günah sıfatını hak etmektedirler. Çünkü İslâm,
dille söylenen bir kelime değildir. O bir hayat düzeni ve pratik hayat
metodudur. Onun bir parçasını inkâr etmek bütününü inkâr etmektir.
Faizin haram olduğunda hiçbir kuşku olmadığı gibi onu helal sayıp hayatı
faiz esaslarına dayandırmak da küfürdür, günahtır. Bundan Allah'a sığınırız.
Küfür,
günah ve faizci hayat metodu ve düzeni taraftarları karşısında, burada
iman ve salih amel sayfası, bu tarafta yer alan mümin kitlenin özellikleri ve
faiz düzeni karşısında bir başka düzen -zekat düzeni- etrafında odaklaşan
hayat kuralları sunulmaktadır.
277-
Onlar ki inandılar, iyi işler yaptılar, namazı kıldılar ve zekatı
verdiler. Rabbleri katında mükafatları kendilerine mutlaka verilecektir.
Onlar için artık korku söz konusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir
Bu
sayfada yeralan en belirgin unsur "Zekat" yani karşılık beklemeden
Allah için verme unsurudur. Surenin akışı bununla müminlerin sıfatını ve
mümin toplumun esas kuralını sunmaktadır. Ayrıca mümin topluma bahşedilen
güven, huzur ve ilahi hoşnutluk tablosu da sunulmaktadır...
Kuşkusuz
hayatın hiçbir alanında faiz düzeninin sağladığı garantilere ihtiyaç
duymayan, dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunan toplumun temeli de zekattır.
İslâm
düzeninin pratik hayatta uygulanmasına tanık olan müslüman ümmetten ayrı
düşmüş, imani düşünce, eğitim ve ahlâk esaslarına dayalı insan ruhunu
özel kalıbına sokup şekillendiren sonra da doğru düşüncesini, temiz ahlâkını
ve üstün faziletlerini teneffüs ettiği düzeni egemen kılan sisteme tanık
olmamış nesillerin ve bizim duygularımızda zekâtın şekli, değişikliğe
uğramıştır. Faiz temeline dayalı cahiliye toplumu karşısında yeralan İslâm
düzeninin temelini zekat oluşturmaktadır. Bundan sonra hayat gelişir ve
ekonomi de bireysel çaba ya da faizden arı dayanışma çizgisi üzerinde
yoluna devam eder.
İnsanlık
manzaralarının en yücesini görmemiş, bedbaht ve talihsiz nesillerin
duygularında bu tablo artık değişmiştir. Bu insanlar, faiz temeline dayalı
maddi düzenin sapıklığı içinde doğup büyümekte, her tarafta, cimrilik,
bencillik, azgınlık, ihtiras ve insanların vicdanlarına egemen olmuş iğrenç
bir egoizm görmektedir. Bu düzende mal, ihtiyacı olana ancak iğrenç faiz
yoluyla ulaşmaktadır. İnsanlar, birikmiş parası ya da faiz kurumlarından
birine sermayesinin bir kısmını yatırmak suretiyle ortak olmadıkça güvencesiz
kalmaktadırlar. Ticaret ve sanayi, ihtiyacı olan sermayeyi faiz ödemeden
bulamaz olmuştur. Artık bu kötü talihli nesillerin duygularında, bu düzenden
başka bir düzenin olamayacağı ve hayatın ancak bu esaslara dayanabileceği
düşüncesi yeretmiştir.
Zekatın
şekli o denli değişmiş ki, giderek bu nesiller onu,kendisine dayanılarak çağdaş
bir düzenin kurulamayacağı gülünç, bireysel bir bağış saymışlardır.
Ancak, zekat gelirlerinin ne kadar kabarık olduğunu, İslâm'ın özel bir yöntemle
meydana getirdiği, eğittiği, direktif ve yasalarla yönlendirdiği ve içinde
yaşamayanların vicdanlarının erişmeyeceği, kendine özgü hayat düzeniyle
idare ettiği insanların ödediği bu zekatın, kazancıyla birlikte esas
paradan yüzde iki buçuk (% 2,5) oranında alındığını biliyorlar mı? (Bu
oran ekin ve madenlerde % 5, % 10 ve % 20'ye kadar yükselir.) Zekat müslüman
devletin topladığı farz bir haktır, kişisel bir bağış değil... Bununla
müslüman kitle içinde ihtiyaç sahiplerine yardım edilir. Böylece her fert,
hem kendi hayatını hem de çocuklarının hayatını her halükârda güvencede
hisseder. Ayrıca ister ticari ister ticaret dışı olsun borcunu ödeyemeyenlerin
borcu da zekat gelirinden karşılanır.
Bir
düzenin şekli önemli değildir. Önemli olan ruhtur. İslâm'ın kendi
direktifleri, yasaları ve düzeniyle eğittiği toplum, düzenin şekli ve
uygulamalarıyla uyum içinde olduğu gibi yasalar ve direktiflerle de bütünleşir.
Yardımlaşma duygusu vicdanlardan ve düzenlemelerden uyum içinde ve birbirini
tamamlar şekilde fışkırır bu toplumda. Bu, diğer materyalist düzenlerin gölgesinde
doğup büyüyenlerin düşünemeyeceği bir gerçektir. Ancak biz -İslâm
mensupları- bu gerçeği biliriz, imani zevkimizle bunun tadına varırız. Şayet
bu zevkten yoksun olmuşlarsa bu onların kötü talihlerinin, bahtsız paylarının
sonucudur. -Onlara uyan ve önderliklerini onlara teslim eden beşeriyetin payı
da öyle- Ve payları da bu olsun. Yüce Allah'ın "Onlar ki inandılar,
iyi işler yaptılar, namaz kıldılar ve zekatı verdiler..." ayetiyle tanımladığı
kişilere müjdelediği hayırdan yoksun olsunlar. Ecir ve sevaptan yoksun
olmakla beraber güven ve hoşnutluktan da yoksun olsunlar. Tabii ki onlar,
bilgisizlikleri, cahiliyeleri, sapıklıkları ve inatlarından dolayı yoksun
oluyorlar.
Yüce
Allah, hayatlarını, iman, iyilik, kulluk ve yardımlaşmaya dayandıranlara,
ecirlerinin yüce katında korunacağını va'dediyor; korku nedir
bilmeyecekleri bir güven ortamı ve hiçbir zaman üzüntü duymayacakları bir
mutluluk va'dediyor:
"Rabbleri
katında mükafatları kendilerine mutlaka verilecektir. Onlar için artık
korku söz konusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir."
Faiz
yiyenlerin ve faiz toplumunun, yok edilmek, helak, çarpılma, sapıklık, sıkıntı
ve korkuyla tehdit edildikleri bir sırada...
İnsanlık
bu gerçeği müslüman toplumun pratiğinde bir olgu olarak görmüştü, bunu
da faiz toplumunun pratiğinde bugün görmektedir. Şayet her gafil kalbi tutup
şu ideal gerçeği görene kadar şiddetle sarsabilseydik, kapalı gözleri
tutup kapaklarını açarak bu olguyu gösterebilseydik.. Gücümüz yetseydi
mutlaka yapardık...
Ancak
belki yüce Allah kötü talihli insanlığı hidayete erdirir diye bu gerçeğe
işaret etmekten başka elimizden birşey gelmiyor. Kalpler Rahman'ın parmaklarından
iki parmağının arasındadır. Ve hidayet de Allah'ın hidayetidir.
Yüce
Allah'ın faizi hayatından silmiş, küfür ve günahı atmış, hayatını
iman, salih amel, kulluk ve zekat esasları üzerine bina etmiş müslüman
cemaate va'dettiği huzur ve güvenin gölgesinde... Evet iman edenlere bu huzur
ve güven gölgesinde hayatlarından iğrenç ve pis faiz düzenini atmaları için
son bir çağrı yapılmakta, aksi takdirde bunun Allah ve Resulü tarafından
ilan edilmiş, durdurulması, yavaşlatılması ve geciktirilmesi imkansız savaş
olacağı bildirilmektedir.
278-
Ey müminler, Allah'tan korkun ve eğer mümin iseniz henüz elinize geçmemiş
faizi almaktan vazgeçin.
279-
Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından açılmış bir savaşla
karşı karşıya olduğunuzu bilin. Eğer faizciliğe tevbe ederseniz ana
sermaye sizin olur. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış
olursunuz.
Ayet-i
Kerime iman edenlerin imanını faizden kalanı bırakma şartına bağlıyor.
Yoksa onlar, Allah'tan korkup faizin kalan kısmından vazgeçmedikçe iman etmiş
sayılmazlar, mümin olduklarını ilan etmiş olsalar da... Çünkü iman;
Allah'ın emrettiğine itaat, bağlanma ve uyma olmadıkça gerçekleşmez.
Kur'an ayeti bu konuda insanları şüphe içinde bırakmadığı gibi Allah'ın
şeriatına itaat edip hoşnut olmadıkça, hayatında uygulamadıkça ve hayati
işlemlerinde hükmüne uymadıkça kimsenin iman kelimesinin arkasına sığınmasına
müsaade etmez. Dinde inanç ile uygulamanın arasını ayıranlar, iman iddiasında
bulunup dilleriyle bunu duyursalar ve hatta diğer ibadetleri yerine getirseler
de mümin değildirler.
"Ey
müminler Allah'tan korkun.. Henüz geçmemiş faizi almaktan vazgeçin... Eğer
mümin iseniz..."
Daha
önce aldıkları faiz, kendilerine bırakılıyor, geri alınması söz konusu
değildir. İçinde faiz vardır diye mal-larının tümüne ya da bir kısmına
da el konulmuyor. Çünkü nass olmadan "haram kılma" olmaz. Hüküm
de yasasız olmaz. Yasa ise meydana geldikten sonra uygulanır ve etkileri görülür.
Geçmişte olanlar ise Allah'a kalmıştır, kanunların hükmüne değil. Böylece
İslâm, hükmünü daha önce olanları kapsamayacak şekilde koymakla, büyük
ekonomik ve toplumsal sarsıntılar meydana getirmekten sakınmıştır. Çünkü
şeriat, bu konuyu ele almıştı.. Bunun nedeni, İslâm şeriatının, insan
hayatının pratiğini karşılamak, yürütmek, temizlemek ve birlikte gelişip
yücelmek için konulmasıdır. Bu arada, mümin sayılmalarını bu hükmün
inmesinden ve öğrenmelerinden itibaren kabul edip hayatlarında uygulamalarına
bağlamakta, beraberinde kalplerinde Allah'tan korkma duygusunu harekete geçirmektedir.
Bu duyguyu İslâm şeriatının uygulanması için bir dayanak ve yasal güvencelerin
ötesinde ruhların derinliklerinde gizli bir güvence kılmıştır. Çünkü
İslâm'ın, dış kontrole dayanan, insan yapısı yasalarda bulunmayan,
yasaların uygulanmasını sağlayan güvenceleri vardır. Güç sahibi Allah'ın
takvasından bir bekçi vicdanlarında yeretmedikçe dış kontrolü atlatmaktan
kolay ne vardır?
Bu
teşvik aşamasıydı. Hemen yanında da korkutma aşaması yer almaktadır.
Kalpleri titreten korkutma...
"...Eğer
böyle yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından açılmış bir savaşla karşı
karşıya olduğunuzu bilin..."
Ne
korkunç?.. Allah ve Resulünün ilan ettiği savaş... İnsanın kendisinin karşı
karşıya kaldığı savaş.. Sonu belli, akıbeti kararlaştırılmış korkunç
bir savaş... Zayıf ve fani insan nerde, mahvedici, silip-süpürücü, cebbar
güç nerede?..
Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) son dönemlerde nazil olmuş bu ayetlerin nüzulünden
sonra Mekke'deki valisine, şayet faiz uygulamasından vazgeçmezlerse Al-i
Mugire ile savaşmasını emretmişti. Resulullah, Mekke'nin fethedildiği gün
hutbesinde,. başta Abbas'ın (Allah ondan razı olsun) olmak üzere İslâm'ın
ilk dönemlerinde borçluların omuzlarında taşıdıkları tüm cahiliye dönemi
faizlerinin kaldırılmasını emretmişti. Bu şekilde, İslâm toplumu olgunlaşıp
temelleri yerleşince, ekonomik düzeninin temellerini bulaşıcı faiz
temelinden ayırmasının zamanı gelmişti. Resulullah bu hutbesinde şöyle
diyordu:
"Cahiliyedeki
tüm faiz uygulamaları şu iki ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım
faiz de Abbas'ınkidir."
Ancak,
cahiliyede aldıkları fazlalıkları geri vermelerini emretmemişti Resulullah.
İslami
bir toplum oluştuğu zaman, Hz. Ebu Bekir'in, "Lâilahe illallah Muhammedün
Resulullah" şehadet cümlesini söyleyip namaz kıldıkları halde zekat
vermekten kaçınanlara savaş açtığı gibi İslâm devletinin halifesi de müslüman
olduklarını ilan etseler bile faiz düzeni temelinde ısrar edip Allah'ın
emrine karşı gelenlere savaş açmak zorundadır. Çünkü, Allah'ın şeriatına
uymaktan yüz çevirenler ve onu pratik hayatlarında uygulamayanlar müslüman
olamazlar.
Üstelik,
Allah ve Resulü tarafından ilan edilmiş savaş, İslâm toplumunun liderinin
onlara karşı başlattığı kılıçla yapılan savaştan daha geneldir. Bu
savaş -en doğrusunu söyleyen ulu Allah'ın dediği gibi- ekonomik ve
toplumsal düzenini faiz temeline dayandıran her topluma karşı ilan edilmiştir.
Bu savaş, helak edici, mahvedici evrensel şekliyle ilan edilmiştir. Sinirlere
ve kalplere karşı bir savaştır. Bereket ve bolluğa karşı bir savaştır.
Mutluluk ve güvene karşı bir savaştır. Yüce Allah'ın, hayat düzenine ve
metoduna isyan edenlerin bazısını bazısına musallat ettiği bir savaştır.
Bu, atışma ve didişme savaşıdır. Aldatma ve zulüm savaşıdır. Sıkıntı
ve korku savaşıdır. Son olarak uluslar, ordular ve ülkeler arasındaki
silahlı savaştır. İğrenç faiz düzeninin sebep olduğu mahvedici, kasıp
kavurucu bir savaştır. Uluslararası faizci para babaları dolaylı ya da
dolaysız yollardan bu savaşlara öncülük yapmaktadırlar. Bu adamlar,
tuzaklarını kurup içine şirketleri ve sanayi kurumlarını düşürürler,
ardından halkları ve hükümetleri düşürürler. Böylece kurbanlarının başlarına
çullanıp savaş çıkarırlar. Ya da mallarının arkasına gizlenip hükümetleri
ve ordularının gücüyle savaş çıkarırlar veya borçlarının faizlerini
kapatmak için ağır vergiler ve yükümlülükler koyarlar, böylece emekçiler
ve üreticiler arasında fakirlik ve kıtlık baş gösterir, bunlar da
kalplerini öldürücü propagandalara açar, sonuçta savaş patlar. En kolayı
da şayet bunların hiçbirisi olmazsa- psikolojik savaş, ahlâkın bozulması,
şehvet pazarlarının serbest bırakılması, beşeri varlığın temelden çökertilmesi
ve en korkunç atom savaşlarının ulaşamayacağı yıkımı yapmaktır.
Yüce
Allah'ın faizle muamele edenlere karşı ilan ettiği bu savaş ateşi sürekli
yanmaktadır. Yaş-kuru demeden, fabrikaların ürettiği maddi üretimin kabarıklığını
gördükçe kazanıp ilerlediğini sanan gafil ve sapık insanlığın hayatında
ne varsa yakmaktadır bu ateş. Oysa üretilen bu yığın yığın mallar,
temiz ve arı bir kaynaktan meydana gelseydi tüm insanlığı mutlu etmeye
yetebilirdi. Ancak, faiz denilen bu kirli kaynaktan doğduğu için insanlığın
boğazını sıkan bir ağırlık ve mahveden bir felaket olmaktan öteye
gitmemektedir. Beri tarafta ise bu mel'un ağırlığın altında mahvolan
insanlığın acılarını duymayan dünyanın faizci azınlığı durmaktadır.
İslâm
ilk müslüman cemaati çağırdığı gibi tüm insanlığı da temiz ve pak şeriat
kaynağına çağırmakta ve günahtan, hatadan ve iğrenç hayat metodundan
tevbe etmeye davet etmektedir.
"Eğer
faizciliğe tevbe ederseniz ana sermaye sizin olur. Böylece ne haksızlık etmiş
ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz."
Bu,
hatadan, cahiliye hatasından dönmektir ki cahiliye herhangi bir döneme ya da
düzene bağlı değildir. Ne zaman ve ne şekilde olursa olsun Allah'ın şeriatından
ve O'nun hayat metodundan sapma söz konusu olduğu her durum cahiliyedir. Bu
hatanın etkileri, bireylerin duygularında, ahlâklarında ve hayata ilişkin düşüncelerinde
ortaya çıktığı gibi toplumsal hayatta ve genel ilişkilerinde de görülür.
Bu etkiler, beşeri hayatın her alanında, ekonomik gelişmesinde de görülür.
Faizcilerin propagandasına kananlar sadece onun ekonomik gelişme için en sağlam
esas olduğunu zannetseler de...
Sadece
anamalın geri alınması ise, ne borç verenin ne de borçlunun zulme uğramadığı
adil bir uygulamadır. Mal kazanmak için de daha başka temiz ve pak yollar
vardır. Kişisel girişim bunlardan biridir. Kâr-zarar ortaklığına göre çalışan,
sermaye vermek suretiyle ticaret yapmak, ortaklıklar kurmak ve piyasada
hisseleri satışa sunan -kârın büyük kısmını kendine ayıran kurucu
senetler olmaksızın- şirketler yoluyla da helâl kazanç sağlanabilir. Parayı
dolaylı ya da dolaysız şirketler, sanayi kuruluşları ve ticari faaliyet
yapan kurumlar arasında sabit kâr almadan paylaştıran sonra da kârı ya da
zararı belli bir düzen içinde mudileri arasında bölüştüren faizsiz
bankalara yatırmak da bir kazanç yoludur. Bu tür bankalar bu mallardan yönetim
hizmeti karşılığı olarak ücret alabilirler, ve burada ayrıntılarıyla
anlatamayacağımız daha birçok kazanç yolu... Kalpler inanıp, niyetler de
temiz ve pak kaynaklara yönelerek kokuşmuş, pis ve iğrenç kaynaklardan kaçınma
konusunda sağlam olduktan sonra bunların tümü mümkündür.