BORÇ
ve SADAKA
Darlık
durumunda borca ilişkin hükümlerin sunuluşu; erteleme (Nesie) faizin, yani
ödeme süresini uzatıp buna karşılık ek bir mal almaksızın çözüm olmadığım,
aksine rahatlayana kadar beklemenin ve daha fazla iyilik elde etmek isteyene
sadaka olarak bağışlamayı sevdirmenin daha üstün bir davranış olacağını
bildirmekle tamamlanıyor:
280-
Eğer borçlunuz darda ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet tanıyın. Eğer
bilirseniz, alacağınızı bağışlamanız sizin hesabınıza daha hayırlıdır.
Bu,
İslam'ın beşeriyet için getirdiği hoşgörü ve cömertliktir. Bu,
bencillik, cimrilik, tamahkarlık, azgınlık ve susuzluğun kavurucu sıcağında
yorgun düşmüş beşeriyetin sığındığı sürekli bir gölgeliktir.
Nihayet bu, borç veren-borç alan ve bütün bunları gölgesinde barındıran
toplum için bir rahmettir.
Bu
sözlerin, çağdaş materyalist cahiliyenin kuraklığında yetişen bedbaht akıllarda
"makul" bir anlam ifade etmeyeceğini, taşlaşmış, ahmak duyguların
bunların tatlı zevkine varamayacağını biliyoruz. Bunlar özellikle, başlarına
bir felaket gelip mal, yiyecek, giyecek, ilaç ve bazan ölülerini gömmek için
paraya muhtaç olduğu halde şu materyalist, alçak, pinti ve cimri dünyada
kendilerine uzanacak bir yardım elini bulamayan, bu yüzden zorunlu olarak vahşilerin
yuvalarına sığınan muhtaç ve felaketzedelerin ihtiyaçlarının giderilmesi
ve zaruretlerinin karşılanması amacıyla kendi istekleriyle koşarak ayaklarıyla
kapana düşmesini, köpekler gibi ağızlarını yalayarak avlarını kollayan
yırtıcı faizcilerdir... Gerek böylesi, gerekse, suçlarını hoş göstermek
ve korumak için varolan ve faizin bunların kasalarına yasal yollardan
girmesini sağlamak için çırpınan bir yığın ekonomik kuramı, bilimsel
eseri, profesörü, enstitüyü, üniversiteyi, tüzük ve kanunu, polisi, yargı
organlarını ve orduları arkasına alan bankerlik kuruluşları ve bankalarda
muhteşem bürolarında rahat koltuklarına kurulan diğerleri olsun farketmez...
Biz,
bu sözlerin o kalplere ulaşamayacağını biliyoruz... Buna rağmen biliyoruz
ki, bu sözler gerçeğin ta kendisidir. Ve insanlığın mutluluğunun bunları
dinleyip sarılmasına bağlı olduğuna da içtenlikle inanıyoruz.
"Eğer
borçlunuz darda ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet tayın. Eğer
bilirseniz, alacağınızı bağışlamanız sizin hesabınıza daha hayırlıdır."
İslâm'da
darda olan borçlu, borç sahibinden ya da kanun ve mahkemeden kurtulamaz. Ancak
eli genişleyene kadar beklenir. Sonra müslüman toplum bu darda kalmış borçluyu
bırakacak değildir. Ayrıca yüce Allah, borç sahibini, .şayet bu iyiliği
istiyorsa borcunu sadaka olarak bağışlamaya davet etmektedir. Bu işin altında
gizli olanı, yüce Allah'ın bildiğini bilseydi bunun hem kendisi, hem borçlu,
hem de dayanışmalı hayat için çok daha iyi olduğunu bilirdi.
Çünkü,
borç verenin, darlıkta olup borcunu ödeyemediği halde borçluyu sıkıştırıp
boğazını sıkması faizin iptal ediliş hikmetinin büyük bir kısmım
ortadan kaldırır. Burada emir, -şart ve cevap şeklinde- eli genişleyip ödeyebilecek
duruma gelene kadar beklemek şeklindedir. Hemen yanında da varlık durumunda
borcun tümünün ya da bir kısmının sadaka olarak bağışlanması yer
almaktadır.
Bununla
beraber borcunu ödeyip hayatını kolaylaştırması için diğer ayetlerde
zekat dağıtımında dara düşmüş bu borçluya pay ayrılmaktadır: "Kuşkusuz
sadakalar; fakirler, miskinler... ve borçlular içindir."·(Tevbe Suresi,
60)
Bunlar
borçlarını şehvetleri ve zevkleri uğruna harcamayıp iyi ve güzel şeyler
için harcayan, ancak şartların bu duruma soktuğu kimselerdir. Arkasından,
ayetin devamında, mümin nefsi titretecek ve bütün borcunu
ödeyip
hesap günü Allah'ın huzuruna kurtulmuş olarak çıkmayı temenni ettirecek
tarzda derin ilhamlar gelmektedir:
281-
.4llah `a döneceğiniz ve sonra hiç kimseye haksızlık edilmeksizin herkese
kazancının eksiksiz olarak verileceği günden korkun.
Allah'a
dönülüp herkesin kazancının eksiksiz verileceği gün, mümin kalpte etkisi
ve mümin vicdanında sürekli korku salan bu manzara zor bir gündür. Bu günde
yüce Allah'ın önünde durmak, insanın varlığını sarsacak bir duygudur.
Bu
uyarı muamele atmosferine; alış-veriş... kazanç ve muhalefet havasına
uygun düşmektedir. Çünkü bu, geçmişte olan herşeyin bütünüyle tasfiye
edileceği ve geçmişte bulunanlar arasındaki şeyler hakkında son hükmün
verileceği gündür. Mümin kalbin bu günden korkup sakınması en iyisidir.
Kuşkusuz
takva, vicdanın derinliğinde gizlenen bir bekçidir. İslâm onu oraya yerleştirmektedir.
Öyle ki kalp artık ondan kurtulamaz, çünkü O, bu derinliklerde yeretmiştir.
Bu
son derece güçlü, yeryüzünün pratiğinde temsil edilen, cömert, yumuşak,
Allah'ın beşeriyete rahmeti, insana ikramı, ancak beşeriyetin ondan kaçtığı,
Allah'ın ve insanların düşmanı olanların engelledikleri düzen olan İslâm'dır.
282-
Ey müminler, birbirinize belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdiğiniz
zaman bunu yazın. İçinizden biri bunu dürüst bir şekilde yazsın. Yazan
kimse onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin. Bu hesabı
yazıcıya borçlu taraf yazdırsın. Ama Rabbi olan Allah'tan korksun da bu
hesabı yazdırırken hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer borçlu taraf
aptal, zayıf ya da nasıl yazdıracağını bilmeyen biri ise yazdırma işlemini
onun yerine dürüst bir şekilde velisi yapsın.
Bu
işleminize erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutunuz, eğer iki erkek şahit
bulunmaz ise karşılıklı olarak onayladığınız bir erkek i!e iki kadını
şahit tutunuz, ta ki biri yanılınca öbürü ona hatırlatsın. Şahitler çağrıldıklarında
gitmemezlik etmesinler.
Borç
küçük olsun büyük olsun onu vadesini belirterek yazmaktan üşenmeyiniz.
Bu
Allah katında en dürüstçe şahitlik için en sağlam ve sizi şüpheden uzak
tutacak en kestirme yoldur.
Yalnız
aranızda peşin b!r alış-veriş olursa bu işlemi yazıya geçirmemenizin sakıncası
yoktur. Alış-veriş yaparken de şahit tutun. Ne yazana ne de şahide zarar
verilmesin. Eğer bunlara zarar verirseniz kendi hesabınıza fasık olmuş, günaha
girmiş olursunuz. Allah'tan korkun. O size nasıl hareket edeceğinizi gösteriyor.
Allah herşeyi bilir.
283-
Eğer yolculukta olur da işlemlerinizi yazacak birini bulamazsanız, karşılıklı
olarak alınan rehinler yeterlidir. Eğer birbirinize güvenerek borç işlemi
yapmış iseniz kendisine güvenilen kimse borcunu ödesin. Rabbi olan Allah'tan
korksun. Sakın şahitliği saklamayın. Kim şahitliği saklı tutarsa onun
kalbi günahkardır. Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir.
Borç,
ticaret ve rehin'e özgü bu hükümler, sadaka ve faiz derslerinde geçen hükümlerin
tamamlayıcısı konumundadırlar. Geçen bölümde faizle muamele, faizle borç
verme ve faizle alış-veriş hayattan uzaklaştırılmıştı. Burada ise faiz
ve kâr olmaksızın güzel borçtan (Karz-ı Hasen) ve faizden arınmış peşin
ticari işlemlerden sözedilmektedir.
İnsan;
yasal düzenlemede hayret verici dikkat unsurunu öne çıkarıp hiçbir lafı
diğerinin yerine geçirmemesi, hiçbir maddeyi olması gerekenin öncesine
almadığı gibi sonraya da bırakmaması, yasal düzenlemelerde gösterilen bu
kesin dikkatin, ifadenin güzelliğini ve parlaklığını bozmayacak şekilde
olması, hükmün kanuni yönünü ihlal etmeksizin şeriatı dini duygulara
latif nüfuzlu, derin ilhamlı ve güçlü etkisiyle bağlaması; anlaşan
taraflar, şahitler ve yazanların konumuna ilişkin muhtemel etkenleri gözönünde
bulundurması, bu etkenlerin tümünü bertaraf edip her ihtimal için ihtiyat
payı bırakması ve yasal noktayı yeterince belirtmeden bir noktadan diğerine
geçmemesi ve ancak aralarındaki bağa işaret edilmesi gereken yeni bir
noktayla bağları ortaya çıkması durumunda aynı noktaya yeniden dönmesi
bakımından Kur'an'ın yasal düzenlemelerde bulunurken kullandığı bu ifade
tarzı karşısında hayret ve şaşkınlık içinde kalıyor.
Kuşkusuz
buradaki şer'i hükümleri bildiren ayetlerin sıralanışındaki olağanüstülük,
duygulandırıcı ve yönlendirici ayetlerin sıralanışındaki olağanüstülük
kadar vardır. Hatta bunun daha açık ve daha güçlü olduğu söylenebilir.
Çünkü buradaki hedef son derece incedir. Bir kelime bu inceliği değiştirebilir;
bu yüzden bir kelimenin yerine başka bir kelime kullanma yönüne gidilmemiştir.
Şayet bu vecizlik olmasaydı mutlak teşrii incelik ile mutlak edebi güzellik
bu kadar eşsiz bir tarzda gerçekleşemezdi.
Çağdaş
hukukçuların itiraf ettiği gibi bu, İslâm şeriatının, bu ilkeleriyle
medeni ve ticari kanunu on asır geride bıraktığı bir üstünlüktür.
BORÇLAR
YAZILMALIDIR
"Ey
müminler, birbirinize belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdi;iniz
zaman bunu yazınız..."
Bu,
yerleştirilmesi istenen genel bir ilkedir. Çünkü yazmak, ayetle farz kılınmış
bir emir olup ayetin sonunda hikmeti açıklanacağı gibi belli bir süre için
borç verme durumunda isteğe bırakılmış bir işlem değildir.
"..içinizden
biri bunu dürüst bir şekilde yazsın..."
Bu
da, borcun yazılma işlemini yürütecek bir kişinin belirlenmesi ile
ilgilidir. O da, yazacak biridir, anlaşmaya taraf olanlardan biri değil. Anlaşmaya
taraf olanların dışında üçüncü bir kişi gerektirmesi ihtiyat ve mutlak
tarafsızlık içindir. Yazanın da iki taraftan birine meyletmeden, metinde
eksiltme veya arttırmaya gitmeden dürüstçe yazması gerekmektedir.
"..Yazan
kimse onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin..."
Burada
yüce Allah'ın yazan kişiye yüklediği sorumluluk, yazmayı geciktirmemesi,
çekinmemesi ve nefsine ağır gelmemesidir. Bu, yüce Allah'ın hüküm
bildiren ayetle farz kıldığı bir emirdir, dolayısıyla bu konudaki hesapları
Allah'a kalmıştır. Üstelik bu, nasıl yazması gerektiğini öğreten yüce
Allah'ın nimetine şükretmektir... "...Yazsın..." Allah'ın
kendisine öğrettiği gibi...
Burada
yüce kanun koyucu, belli bir süre için verilen borçların yazılmasına ilişkin
ilkenin yerleştirilmesini, yazma işlemini yürütecek kişinin belirlenmesini
ve ona yazma sorumluluğunun yüklenmesini, Allah'ın, üzerindeki nimetini hatırlamasıyla
ilgili latif teklif ve adaletli davranmasını ilham ettirmekle beraber,
bitirdikten sonra yazma işinin nasıl olacağını açıklayan aşağıdaki
maddeye geçiyor.
"...Bu
hesabı yazıcıya borçlu taraf yazdırsın. Ama Rabbi olan Allah'tan korksun
da bu hesabı yazdırırken hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer borçlu
taraf aptal, zayıf ya da nasıl yazdıracağını bilmeyen biri ise yazdırma işlemini
onun yerine dürüst bir şekilde velisi yapsın..."
Yazıcıya
borcunun miktarını, şartını ve süresini söyleyecek ve yazdıracak, -yükümlülük
altına giren- borçlunun kendisidir. Bunun sebebi, borç verenin dikte
ettirmesi halinde borcun miktarını arttırmak, süreyi kısaltmak veya kendi
yararına belli şartlar zikretmek suretiyle borçluyu aldatması endişesinin
bertaraf edilmesidir. Borcu olan zayıf bir konumdadır. İhtiyacını gidermeye
şiddetle muhtaç olduğundan itiraz etmeyebilir, dolayısıyla aldanabilir. Borçlu
yazdıracak olsa, kendisinden istenen bağları güzel bir duyguyla yazdırır.
Sonra kendisi yazdırınca, ilerde borcunu kabullenmesi için daha sağlam ve güvenilir
bir yöntemdir. Aynı zamanda borcunu yazdıran borçlunun vicdanını harekete
geçirip kararlaştırılan borçtan ve diğer şartlardan herhangi bir şeyi
eksik yazdırmak hususunda Allah'tan korkmasını temin içindir bu emir. Şayet
borçlu aptal ise, kendi işini idare etmesi doğru değildir. Ya da zayıf ise,
-yani küçük veya akli seviyesi düşük ise- veyahut konuşma bozukluğu,
bilgisizlik, dilde herhangi bir arıza, hissi ve akli bir sebepten dolayı yazdıramayacak
olursa, işlerini üstlenen velisinin "...dürüstçe..." yazdırması
gerekmektedir. Borç şahsına ait olmadığından veli konumunda olan kişinin
az da olsa gevşek davranması mümkün olduğundan anlaşmanın sağlıklı yürümesi,
güvencelerin herkesi kapsaması burada dürüstlüğün zikredilmesi dikkatli
davranmak için gereklidir.
Bununla,
bütün yönleriyle yazma işlemine ilişkin açıklamalar son bulmaktadır.
Bundan sonra yüce kanun koyucu başka bir noktaya, şahitlik noktasına geçmektedir.
"...Bu
işlemlerinize erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutunuz. Eğer iki erkek şahit
bulunmaz ise karşılıklı olarak onayladığınız bir erkek ile iki kadını
şahit tutunuz, ta ki biri yanılınca öbürü ona hatırlatsın..."
Sözleşmelerde
"...onayladığınız şahitlerden..." iki şahidin olması kaçınılmazdır.
Onaylamak iki anlama gelmektedir: Birincisi; şahitlerin toplum içinde adil ve
sevilen kişilerden olması, ikincisi; sözleşmeye taraf olanların şahitliklerini
onaylamasıdır... Ancak belli şartlarda iki şahidin bulunması pek kolay
olmaz. Bu noktada şeriat, kolaylaştırma yönüne gitmekte ve kadınları şahitlik
yapmaya çağırmaktadır. Ancak, dengeli müslüman toplumda geleneksel olarak
bu tür işleri erkekler yaptıklarından, esas olarak onları şahitlik yapmaya
çağırmaktadır. Çünkü müslüman toplumda kadınlar geçimlerini sağlamak
için çalışmak zorunda değildirler. Böylece İslâm, kadının anneliğini,
kadınlığını ve bugün içinde yaşadığımız bedbaht, sapık toplumdaki
kadınlarda olduğu gibi, çalışmakla elde edeceği birkaç lokma, birkaç
kuruşa karşılık insanlığın en değerli hazinesi ve gelecek neslin
temsilcisi olan çocukları yetiştirme görevini korumuş olmaktadır. Şayet
iki erkek bulunamazsa, bir erkekle, iki kadın bulunsun. Ancak niye iki kadın?..
Ayet-i kerime varsayımlar ileri sürmemize imkan bırakmıyor. Çünkü kanun
koymada her hükmün sınırları belirlenmeli, açıklığa kavuşturulmalı ve
nedenleri bildirilmelidir.
"...Biri
yanılınca öbürü ona hatırlatsın..." Buradaki yanılma birçok
nedenden kaynaklanabilir. Öncelikle kadının anlaşmalar konusundaki eksik
bilgisin, den ve bütün inceliklerini ve şartlarını kavramamasından
kaynaklanır. Bu yüzden gerektiğinde dikkatli bir şahitlikte bulunabilmesi için
olay hakkında zihninde bir tür açıklık olmaz. Bu noktada konunun şartlarını
diğeriyle birlikte hatırlamaya çalışırlar. Ayrıca kadının heyecanlı
tabiatı da yanılmaya neden olabilir. Çünkü biyolojik, uzvi annelik görevi
kadında zorunlu olarak ruhsal tepki meydana getirmiştir. Bu zorunluluk kadını,
çocuğunun isteklerini düşünmeden ve gecikmeden, çabucak ve canlılıkla
karşılık vermesi için duygusallık ve acelecilikle karşılık vermesini
gerektirmektedir. Bu, Allah'ın kadına ve çocuğa olan bir lütfudur. Kadının
bu tabiatı bölünemez. Çünkü kadın -şayet dengeli bir kadınsa bu tabiata
sahip bir bütündür. Ayrıca bu tür işlemlerde anlaşmalara şahitlik
yapmak, bütünüyle heyecandan arınmayı ve olaylar üzerinde etkilenmeden ve
duygulanmadan durup düşünmeyi gerektirmektedir. Burada iki kadının bulunması
-herhangi bir nedenden dolay yanılacak olursa- diğerin hatırlatması için
bir garanti konumundadır. Böylece hatırlamaları ve olayı yalın bir şekilde
aktarmaları sağlanmış olur.
Ayetin
başında yüce Allah, yazmaktan kaçınmamaları için hitabı, yazanlara yönelttiği
gibi burada da şahitlikten kaçınmamaları için şahitlere yöneltmektedir.
"...
Şahitler çağrıldıklarında gitmemezlik etmesinler."
Buna
göre şahitlik için çağrı yapıldığında karşılık vermek isteğe bağlı
olmayıp farzdır. Çünkü şahitlik, adaletin yerine gelmesi ve hakkın gerçekleşmesi
için bir araçtır. Ve bunu yüce Allah, şahitlerin zorlanmadan, çekinmeden,
içtenlikle ve isteyerek şahitlik yapmaya gitmeleri için emretmektedir. Ayrıca
şahitler, şahitlik teklifi anlaşmaya taraf olanların ikisinden ya da
birinden gelse bile her ikisi veya biri hakkında eklemede bulunmamalıdırlar.
Burada
şahitlik hakkındaki söz noktalanmakta ve yüce kanun koyucu başka bir
hedefe, şer'i hükmün konmasındaki genel hedefe geçmektedir. Burada büyük
olsun, küçük olsun- tüm borçların yazılmasının zorunluluğunu
belirtmekte vé küçük borç yazılmaya değmez ya da iki arkadaş arasındaki
hoş görünmek, utangaçlık, tembellik ve önemsememek gibi nedenlerden dolayı
yazmak zorunlu değildir gibi nefse yazmanın ağırlığını hatırlatan
duyguları tedavi etmektedir. Sonra yazmanın gerekliliğinin nedenini duygusal
ve pratik nedenlerle güçlendirmektedir.
"...Borç
küçük olsun, büyük olsun, onu vadesini belirterek yazmaktan üşenmeyiniz.
Bu Allâh katında en dürüstçe, şahitlik için en sağlam ve sizi şüpheden
uzak tutacak en kestirme yoldur."
Üşenmeyiniz...
Bu, işin sorumluluğunun değerinden fazla olduğunu hisseden insan ruhunun
tepkilerini kavramanın ifadesidir. "Bu, Allah katında en dürüstçe olanıdır..."
Adalete en uygunu ve en iyisidir. Ayrıca bu, yüce Allah'ın bu davranışı
sevip beğendiğini bilinçlere ilham ettirmektedir. "...Şahitlik için en
sağlam... olanıdır"
Herhangi
birşey hakkında yazılmış bir şahitlik yalnızca hafızaya dayanan sözlü
şahitlikten daha sağlamdır. İki kişinin ya da bir erkek iki kadının şahitliği,
bir şahitlikten daha sağlam ve bir erkek veya kadının şahitliğinden daha
doğrudur. "...ve sizi şüpheden uzak tutacak en kestirme yoldur."
Gerek anlaşmanın kapsadığı açıklamaların doğruluğu hakkında gerekse iş
bağlanmadan bırakıldığında sizin ve sizden başkalarının nefsinde
meydana gelebilecek şüphelerin yok edilmesine daha yakındır.
Böylece
bu uygulamaların tümünün hikmeti ortaya çıkmakta ve iş yapanlar, bu hükmün
zorunluluğu, hedeflerinin inceliği ve uygulamasının doğruluğu konusunda
ikna olmaktadırlar. Çünkü bu doğruluk dikkat, güven ve huzurun ta
kendisidir.
Belli
bir süre için verilen borçlar konusunda uygulama böyledir. Peşin ticarete
gelince buradaki satış yazılmaktan müstesnadır. Sözleşmenin zorlaştırdığı,
çabucak tamamlanan ve kısa bir süre içinde yenilenen ticari işlemlerin
kolaylaşması için bu tür işlemlerde şahitlerin şahitliği ile yetinilir.
Çünkü İslâm, her şartı gözeterek hayatın her alanı için hükümler
koyar. İslâm şeriatı, içinde karmaşıklık bulunmayan, pratik ve gerçekçi
bir şeriattır. Onda hayatın kendi tabii yolunda seyrine devam etmesini
engelleyecek hiçbir hükme rastlanmaz.
"..
Yalnız aranızda peşin bir alış-veriş olursa bu işlemi yazıya geçirmemenizin
sakıncası yoktur. Alış-veriş yaparken de şahit tutunuz."
Ayetten
anlaşıldığına göre peşin ticarette yazmama, sakıncası bulunmayan bir
ruhsattır. Ancak şahitlik zorunludur. Şahitliğin de mendup olup zorunlu
olmadığına ilişkin bazı rivayetler olsa da tercih edileni budur.
Belli
bir süre için verilen borç ve peşin ticarete ilişkin hükümler, her
ikisinin de gerek zorunlu gerekse ruhsatlı olarak yâzma ve şahitlik şartlarında
buluşturarak son bulmuştu. Şimdi ise daha önce görevleri belirlenen yazıcı
ve şahitlerin hakları belirlenmektedir. Onlara yazmaktan veya şahitlikten kaçınmamaları
zorunluluğu getirilmişti. Şimdi de genel sorumlulukların yerine
getirilmesinde hak ve görev dengesinin içinde onların korunmasının
zorunluluğu dile getirilmektedir.
"...Ne
yazana ne şahide zarar verilmesin. Eğer bunlara zarar verirseniz kendi hesabınıza
fasık olmuş, günaha girmiş olursunuz. Allah'tan korkun. O size nasıl
hareket edeceğinizi öğretiyor. Allah herşeyi bilir."
Allah'ın
farz kıldığı görevlerini yerine getirmeleri nedeniyle yazana veya şahide
herhangi bir zarar gelmemelidir. Böyle bir şey söz konusu olursa bu sizin
hesabınıza Allah'ın şeriatından çıkmak ve onun yoluna karşı durmaktır.
Bu da kaçınılmaz bir tedbirdir. Çünkü yazanlar ve şahitler çoğu zaman
anlaşmaya taraf olanlardan birinin öfkesine maruz kalabilirler. O halde,
kendilerine güvenmelerini, görev sorumluluğu içinde, zimmet, emanet, gayret
ve her hâlükarda tarafsızlık içinde görevlerini yerine getirmelerini sağlamak
için birtakım güvencelerden yararlandırmak gerekmektedir. Sonra -sorumluluğun
yalnızca hükmün baskısı olmaktan çıkıp ruhların derinliklerinden
gelmesi için Kur'an'ın her zaman sorumluluk yüklemek istediğinde vicdanları
uyandırmak ve duyguları harekete geçirmek için yaptığı gibi- ayet-i
kerime müminleri sonunda Allah'tan korkmaya davet etmekte, yüce Allah'ın
onlara iyilik yaptığını, onlara, öğretip doğruluğa iletenin O'nun olduğunu
hatırlatmakta ve bu nimetin hakkını, itaat, hoşnutluk ve boyun eğme ile ifa
etmeleri için O'ndan korkmanın kalplerini bilgiye açtığını ve ruhlarını
öğrenmeye hazırladığını bildirmektedir.
"Allah'tan
korkun. O size nasıl hareket edeceğinizi öğretiyor. Allah herşeyi
bilir."
Sonra
yüce kanun koyucu aradaki genel hükmün içinde zikretmeyip özel şartlardan
dolayı bir başka ayete bıraktığı borca ilişkin hükümlerin tamamlanmasına
dönmektedir. Buna göre borç veren ve alan yolculuk yapıyorlarsa ve yazacak
birini bulamıyorlarsa yüce kanun koyucu işlerin kolaylaşması için ödeme
garantisiyle, borcun miktarını içeren birşeyin borç verene rehin bırakılmasıyla
yazmaksızın sözlü anlaşmaya izin vermektedir.
"Eğer
yolculukta olur da işlemlerinizi yazacak birini bulamazsanız, karşılık
olarak alınan rehinler yeterlidir."
Burada
yüce kanun koyucu, Allah korkusunun etkisiyle emanet ve söze riayet hususunda
mümin vicdanları harekete geçirmektedir. İşte bu, tüm yasaların
uygulanması, malların ve rehinlerin özenle korunup sahiplerine iadesi için
en son güvencedir. "Eğer birbirinize güvenerek borç işlemi yapmış
iseniz, kendisine güvenilen kimse borcunu ödesin, Rabbi olan Allah'tan
korksun." Borçlunun üstlendiği borç ona emanettir, borç verenin rehin
aldığı mal da ona emanettir. Her ikisi de Rabbleri olan Allah korkusu adına
emanetleri vermeye çağrılmaktadırlar. Rabb; idare eden, terbiye eden,
efendi, hükmeden ve kadı anlamlarına gelmektedir.
Bu
anlamların herbiri, iş yapma, emanet etme ve eda etme durumlarında duygulandırıcı
etkiye sahiptir... Bazı görüşlere göre bu ayet, karşılıklı güven
durumunda yazmayı emreden ayeti neshetmiştir. Ancak biz bu görüşte değiliz.
Çünkü yazma, yolculuk durumu dışında bütün borç işlemlerinde farzdır.
Güvenme ise bu duruma özgüdür. Bu durumda borç veren ve alan birbirine güvenmektedirler.
Takvaya
yöneltici bu duygulandırmanın gölgesinde şahitlik konusu -bu defa mahkeme sırasındaki
şahitlikten sözediliyor, anlaşma anındakinden değil- tamamlanmakta ve bunun
şahidin boynuna ve kalbine bir emanet olduğu bildirilmektedir.
"...Sakın
şahitliği saklamayınız. Kim şahitliği saklı tutarsa onun kalbi günahkardır."
Ayet-i
Kerime burada, her ikisinin de tamamlandığı nokta kalp olduğundan, günahı
gizlemek ile şahitliği saklamak arasında bir uygunluk kurmak için kalbe yüklenmekte
ve günahı ona dayandırmaktadır. Ardından hiçbir şeyin Allah'a gizli
olmayacağına ilişkin örtülü bir tehdit yer almaktadır: "...Hiç kuşkusuz
ne yaparsanız Allah onu bilir." Herşeye, kalplere gizlenmiş, günahları
ortaya çıkaran ilmi gereğince karşılığını verir.
Sonra
Ayet-i Kerimenin akışı, bu işareti güçlendirmek ve kalpleri, göklerin ve
yerin ve her ikisinde bulunanların Maliki, gizli-açık vicdanların
derinliklerinde bulunanları bilip ona göre karşılığını veren,
rahmetinden ve azabından dilediği gibi kullarının akıbetinde tasarrufta
bulunan ve hiçbir şeyden sorumlu olmadan dilediğini yapmaya kadir olan yüce
Allah'tan korkmak için harekete geçirmektedir
284-
Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekini açığa
vursanız da gizli tutsanız da Allah sizi onun yüzünden hesaba çeker. Sonra
dilediğini affeder ve dilediğini azaba çarptırır. Hiç şüphesiz Allah'ın
herşeye gücü yeter.
Böylece
tamamen medeni hukukla ilgili bir hükmün konusunun ardında sırf bilince yönelik
bir direktif yer almakta, hayatla ilgili yasalarla, hayatın yaratıcısı arasında
bir ilişki kurulmakta, yerin ve göklerin hükümranına karşı duyulan korku
ve umuttan meydana gelen bu sağlam bağ sayesinde yasal düzenlemelerden oluşan
güvencelere kalbin derinliklerinde yeralan güvencelerde eklenmektedir. Bu da
İslâm şeriatının müslüman toplum içinde müslümanların kalplerine
yerleşen en sağlam ve en belirgin güvencesidir. İslâm, öncelikle kendisi için
şeriat vazedeceği kalpleri ve kanunlarını uygulatacağı toplumları oluşturur.
Çünkü İslâm, her yönüyle mükemmel, ahenkli ve ilahi bir sistemdir. Hem eğitim
hem de şer'i düzendir. Hem takva hem otoritedir. Aynı zamanda insanın yaratıcısının
insan için seçtiği hayat metodudur.
Peki,
yeryüzü kaynaklı düzenlere, kanunlara ve metotlara ne demeli? Ömrü,
bilgisi ve görüşü sınırlı, heva ve hevesi daldan dala konup hiçbir zaman
istikrar bulmayan, iki kişinin aynı görüş, düşünce ve anlayış üzerinde
anlaştığı pek az olan insanın bakış açısına ne demeli? Kendini
yaratan, yarattığını ve her an ve her durumda yarattığının yararına
olanı bilen Rabbinden uzaklaşan beşeriyete ne demeli?
Kuşkusuz
Allah'ın hayat için koyduğu metottan ve düzenden uzaklaşmak beşeriyet için
bir bedbahtlıktır. Bu bedbahtlık, Batıda, zorba ve azgın kiliseden ve onun
adına konuştuğunu iddia ettiği tanrısından, onun adına insanları düşünüp
anlamaktan alıkoymasından, yine onun adına alınan ağır vergilerden ve bu
korkunç hükümlerden kaçış şeklinde başladı. İnsanlar bu kâbustan
kurtulmaya karar verdiklerinde kiliseden ve onun otoritesinden de kaçtılar.
Ancak bu işi makul bir noktada durdurmadılar. Daha da ileri giderek kilisenin
tanrısından ve onun otoritesinden de kaçtılar. Ardından, yeryüzündeki
hayatlarında Allah'ın metoduyla kendilerine öncülük eden dinin tümünden
uzaklaştılar. İşte bu bir bedbahtlıktı, bïr felaketti... Ya bize...
-kendi kendini müslüman sanan bize- ne oluyor?.. Bize ne oluyor da, Allah'tan,
O'nun hayat metodundan, şeriatından ve kanunundan kaçıyoruz?.. Hoşgörülü
ve sağlam dinimiz, üzerimizdeki tüm zincirleri parçalamış, bütün ağırlıkları
kaldırmış, bize rahmet, hidayet, kolaylık ve hidayete, ilerlemeye ve kurtuluşa
götüren yolda istikamet bahşetmişken bize ne oluyor?..
Burası,
bu büyük surenin sonucudur. Kur'an'ın en uzun suresi olması bakımından büyük
kelimesinin ifade ettiği anlamda olduğu kadar imani düşüncenin temelleri, müslüman
cemaatin niteliği, hareket yöntemi, sorumlulukları, yeryüzündeki konumu,
varlık içindeki rolü, kendisine karşı koyan düşmanlarının konumu,
tabiatları, kendisine karşı tutuştukları savaşta başvurdukları
taktiklerin mahiyeti bir yönden onların çıkardığı gailelerin savuşturulması
için kullanacağı yöntemi, diğer yandan onların bedbaht akibetlerinden
korunması gibi kabarık ve geniş bir bölümünü temsil eder. Konularıyla da
büyüktür bu sure. Ayrıca sure, insanın yeryüzündeki rolünü, tabiatını,
fıtratını, beşer tarihinde ve gerçek hikayelerinde görüldüğü üzere düşülen
hataları ve uzun ayetlerinin sunulması sırasında ayrıntılarıyla ele alınan
daha birçok sorunu açıklamaktadır.
Şu
iki ayet, bu büyük surenin sonunu teşkil etmektedir. Her iki ayet, surenin büyük
bir kısmının tam bir özeti olduklarından sureye yakışan, onun konuları,
atmosferi ve hedefleriyle uyum içinde bir sonuç meydana getirmektedirler.
MÜMİNLERİN
İMANI
Sure,
yüce Allah'ın şu sözleriyle başlamıştı:
"Elif,
lam, mim... Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap takva sahipleri için hidayet
kaynağıdır. Onlar görmediklerine inanırlar, namazı kılarlar ve
kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına verirler. Yine onlar gerek sana
ve gerekse senden önce indirilen kitaplara inanırlar ve Ahiretten hiç kuşku
duymazlar. İşte onlar Rabblerinden gelen hidayet yolundadırlar ve kurtuluşa
erenlerdir."
Bu
gerçeğe, özellikle de bütün Resullere iman gerçeğine orada işaret edilmişti.
İşte aynı konu yüce Allah'ın şu sözüyle son bulmaktadır:
"...Peygamber
kendisine rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de hepsi
birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine
inandılar. `O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız'..."
Bu, bir kitabın iki kapağı gibi surenin başlangıcıyla uyuşan bir sonuçtur.
Sure,
müslüman ümmetin sorumluluklarının birçoğunu ve hayatın çeşitli
alanlarına ilişkin hükümleri içermektedir. Nitekim, İsrailoğulları'nın
sorumluluk ve şeriatlarından yüz çevirmeleri de söz konusu edilmektedir.
Surenin sonunda, sorumlulukları yerine getirme ile onlardan kaçınma arasındaki
ayırıcı sınırı belirleyen, yüce Allah'ın bu ümmete zorluk ve ağırlık
dilemediği gibi -yahudilerin Rabbleri hakkında iddia ettikleri gibi- onlara
ayrıcalık tanımadığını ve başıboş bırakmadığını açıklayan şu
Ayet-i Kerime gelmektedir."
"...Allah
hiç kimseye kapasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin kazandığı
iyilik kendi yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır."
Sure
İsrailoğulları'nın kıssalarından bazılarını içermekte, yüce Allah'ın
onlara lütfundan verdiği nimetleri ve onların bu nimetlere nankörlükle karşılık
vermelerini, ayrıca yüce Allah'ın onlara bir kısmı öldürme cezasına
varan keffaretler yüklediğini açıklamaktadır. "Yaratıcınıza tevbe
edin ve kendinizi öldürün."·(Bakara Suresi, 54)· Surenin sonunda müminlerin
şu mütevazi duası yeralmaktadır:
"Ey
Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey
Rabbimiz, bizden öncekilere yüklemiş olduğun gibi, bize de ağır yük yükleme.
Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma. Bizi affet, günahlarımızı
bağışla, bize merhamet eyle..."
Surede,
küfrün ve kâfirlerin kovulması için müminlere savaş farz kılınmış,
Allah yolunda cihad ve infakla emrolunmuşlardı. Aynı sure, sorumlu kulların,
yerine getirmede yardımı ve düşmanlarına karşı zafer dilemek için müminlerin
Rabblerine yönelişleriyle son buluyor. "...Sen mevlamızsın bizim, kâfirlere
karşı yardım et bize." Bu, surenin ana çizgisini özetleyen, ona işaret
eden ve ona uyan bir sonuçtur.
Şu
iki ayette yeralan her kelimenin, ayrı bir yeri, değişik bir yolu ve kapsamlı
bir yol göstericilik özelliği vardır. Onların herbiri, ibarede, arka-planda
yeralan -daha büyük olan- akidenin hakikatlerini, bu dinde imanın tabiatını,
özelliklerini ve yönlerini, müminlerin Rabbleri ile olan durumlarını, bu
kelimelerle yüce Allah'ın onlardan istediği düşüncelerini, bunlarla farz kıldığı
sorumluluklarını, O'nun himayesine sığınmalarını dilemesine,
teslimiyetlerini ve O'nun yardımına dayanmalarını temsil etmek için yer
almaktadırlar. Evet... Her kelimenin olağanüstü bir şekilde yerine getirdiği
önemli bir rolü vardır. Kur'an'ın gölgesinde yaşayan, onun ifadesindeki sırlardan
az birşeyi kavrayan ve her ayette bu sırlara muttali olan ruhlarda bile bu rolünü
olağanüstü bir şekilde oynamaktadır. O halde bu ayetleri ayrıntılarıyla
ele almaya çalışalım.
285-
Peygamber kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler
de. Hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun
peygamberlerine inandılar. `Onun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız.
Duyduk ve uyduk. Günahlarımızı bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz, dönüşümüz
sanadır' dediler."
Bu,
müminlerin içinde iman gerçeğinin pratik olarak temsil edildiği seçkin
cemaatin ve bu ulu gerçeği temsil eden her topluluğun tablosudur. Bu yüzden
yüce Allah, üstün iman gerçeği konusunda onlarla peygamberleri birlikte
zikretmek suretiyle onları onurlandırmıştır. Bunu, yüce Resul gerçeğini
idrak eden mümin cemaat anlayabilir. Yüce Allah'ın onlarla peygamberi bir sıfat
altında Kur'an'ın bir ayetinde birlikte zikretmekle ne kadar yüce bir makama
yükselttiğini bilirler.
"Peygamber,
kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de..."
Peygamberlerin,
kendisine Rabbi tarafından indirilenlere iman etmesi, doğrudan algılanan bir
imandır. Tertemiz kalbinin yüce vahyi almasıdır. Hiçbir çabada, hiçbir
girişimde bulunmaksızın, bizzat varlığında, somutlaşan gerçeğe aletsiz,
araçsız, doğrudan bağlanmasından kaynaklanır bu iman. Bu, vasfetmeye imkan
bulunmadığı gibi tadına varandan başkasının tavsif edemediği bir iman
derecesidir. Gerçek anlamda tadına varamayandan başkası da bu tavsiften birşey
anlayamaz zaten. Bu imanı, -peygamberin imanı- yüce Allah mümin kullarına
bahşetmiş ve onları peygamberiyle aynı sıfat altında birleştirmiştir.
Ancak peygamberin yapısı ile bu gerçeği doğrudan mevlasından almayan başkalarının
yapısının bu imanın zevkine varması farklı olacaktır, haliyle. Bu imanın
tabiat ve sınırı nedir?
"Hepsi
birlikte Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar.
`O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk.
Günahlarımızı bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz! Dönüşümüz sanadır'
dediler."
Bu,
İslâm'ın getirdiği kapsamlı imandır. Bu iman, Allah dininin varisi, Kıyamete
kadar yeryüzünde davet görevini yürüten, kökleri zamanın derinliklerine
inen, beşer tarihi boyunca uzanan davet, Resul ve iman kervanında yol alan bu
ümmete yakışır bir imandır. Bu iman başlangıçtan sona kadar bütün
insanlığı iki gruba ayırır; müminler ve kâfirler... Allah'ın taraftarları
(hizbi), Şeytanın taraftarları (hizbi)... çağlar boyu, bunların dışında
bir üçüncü durumun varlığı söz konusu olmamıştır.
"Hepsi
birlikte Allah'a... inandılar."
İslâm'a
göre Allah'a iman; düşüncenin, hayata egemen olan metodun, ahlâkın,
ekonominin, orada-burada müminlerin yaptığı her hareketin temelidir.
Allah'a
iman, O'nun uluhiyet, rububiyet ve kulluk kılınma hususunda birlenmesi, dolayısıyla
insanın vicdanına ve hayatla ilgili herhangi bir konudaki tavrına tek başına
O'nun egemen olması-anlamına gelmektedir.
Buna
göre uluhiyet ya da rububiyette ortağı olmadığı gibi yaratma ve düzenlemede,
tasarrufunda da ortağı yoktur. Varlık alemi ve hayat üzerindeki tasarrufuna
kimse müdahale edemez. İnsanlara onunla birlikte rızık veren biri yoktur.
O'nun dışında kimse zarar ya da yarar dokunduramaz kimseye. O'nun izni ve rızası
olmadan varlık aleminde küçük-büyük hiçbir şey meydana gelemez.
Gerek
sembolik kulluk davranışları şeklinde olsun gerekse boyun eğme ve itaat
etme şeklinde olsun insanların kullukta yönelecekleri ortaklar yoktur.
Allah'tan başkasına kulluk söz konusu olamayacağı gibi O'na ve O'nun emri
ve şeriatı uyarınca hareket etmek suretiyle gücünü kendisinden başka
otorite bulunmayan kaynaktan alan başkasına itaat de söz konusu olamaz. Bu
imana göre, insanların vicdanları ve davranışları üzerindeki egemenlik
tek başına Allah'a aittir. Buna göre şeriat, ahlâk kuralları, toplumsal ve
ekonomik düzen tek başına egemenlik sahibi olan yüce Allah'tan alınmalıdır.
İşte
Allah'a imanın anlamı budur. Artık insan; Allah'ın dışında herkesin yanında
özgür, Allah'ın koyduğu şeriatten kaynaklanmayan sınırlamaların bağından
serbest ve otoritesini Allah'tan almayan her gücün karşısında son derece güçlü
olur.
"...ve
meleklerine... inandılar."
Allah'ın
meleklerine iman, surenin başında -birinci cüzde de- insan hayatındaki öneminden
sözettiğimiz gaybe iman etmenin bir yönünü oluşturmaktadır. Bu inanç
insanı, hayvanlara özgü duygular noktasından alıp bu hayvani çerçevenin
ötesindeki bilgiyi algılayacak aşamaya getirir bununla da belirgin özellikleriyle
"insanlığını" (Bakınız Fatiha suresinin açıklamalarına) ilan
eder. Aynı zamanda bu inanç, insanın, fıtratı gereği varlığını
hissettiği ancak duygularıyla kavrayamadığı, bilinmez şeylere olan fıtri
tutkusuna da cevap teşkil etmektedir. Şayet bu fıtri tutkusunu yüce Allah'ın
kendisine bahşettiği gibi gayp gerçeği ile tatmin etmezse, bu açlığını
gidermek için ya efsanelerin, hurafelerin ardına düşecek ya da insan varlığı
sarsıntı ve bunalımlara maruz kalacaktır.
Meleklere
iman; insan idrakinin kendisi için hazırlanan duygu ve akli araçlarla bizzat
öğrenmeye imkan bulamadığı gayp gerçeğine inanmaktır. İnsan varlığı,
gaybi gerçeklerden herhangi birşeyi bilme arzusuna sahip bir özellikte yaratılmıştır.
Bunun için, insanı yoktan vareden, bünyesini, arzularını, kendisi için
yararlı olan şeyleri ve kendisini ıslah edecek şeyleri hakkıyla bilen yüce
Allah, insana gaybi gerçeklerden bir kısmını göstermeyi ve her ne kadar kişisel
yetenekleri buna ulaşmaya yetmese de görüşünde somutlaşması için yardım
etmeyi dilemiştir. Bununla yüce Allah, bilmedikçe bünyesinin ve fıtratının
düzenlemeyeceği, elde etmediği sürece gönlünün tatmin olmayıp istikrar
bulamayacağı bu gerçeklere ulaşmak uğruna enerjisini dağıtıp yorulmaktan
kurtarmıştır. Fıtratına baskı yapıp, gayp gerçeklerini hayatlarından
silmek isteyenlerin bazısının gülünç, hurafe ve saplantıların tahakkümüne
girmesi ya da akılları ve sinirleri sürekli bunalım içinde bir yığın
kompleks ve sapıklıklarla dolup taşması bunun kanıtıdır.
Bütün
bunlara ek olarak meleklerin gerçekliğine iman etmek -Allah'ın katından
gelen kesin gaybi gerçeklere iman etmek gibidir- insanın varlık hakkındaki
bilincinin ufuklarını genişletir, böylece varlık manzarası küçülerek müminin
düşüncesinde duyularla kavranan bir duruma indirgenmez. Sonra mümin, kalbi
çerçevesindeki mümin ruhlarla yakınlık kurar, Rabblerine iman noktasında
onlara katılır, Rabbinden bağışlanma diler ve Allah'ın izniyle O'nun yardımıyla
birlikte olur.
Bu,
son derece latif, sevimli ve cana yakın bir bilinçtir kuşkusuz... Sonra
ortada bir bilgi vardır; bu gerçeği bilme... Bu da yüce Allah'ın müminlere
onunla ve melekleriyle bahşettiği bir lütuftur.
"...0'nun
kitaplarına ve O'nun peygamberlerine... inandılar, `O'nun peygamberlerinden hiçbirini
diğerlerinden ayırmayız' dediler."
Allah'ın
kitaplarına ve hiçbirini diğerinden ayırmadan peygamberlere iman, İslâm'ın
belirttiği tarzda Allah'a iman etmenin tabii sonucudur. Allah'a iman, O'nun katından
gelen şeylerin sıhhatine, gönderdiği tüm Resullerin doğruluğuna, mesajlarının
dayandığı temelin birliğine ve kendilerine indirilen kitapların bu temeli içerdiğine
inanmayı gerektirir. Bu yüzden, müslümanın vicdanında peygamberlerin arasına
fark koymak gibi bir düşünce yer etmez. Çünkü bir tek dinin son şekliyle
bütün insanlığı Kıyamete kadar Allah'ın dinine davet etmek için gelen
son peygamber Muhammed'e kadar gelen tüm peygamberler, gönderildikleri kavmin
durumuna uygun bir şekliyle Allah katından İslâm ile gönderilmişlerdir.
Böylece
müslüman ümmet, bütün Risalet mirasını bu şekilde karşılayıp yeryüzündeki
hayatını varisi olduğu Allah'ın dini uyarınca düzenler... Bu yüzden müslümanlar,
yeryüzünde Kıyamete kadar üstlendikleri önemli rolün bilincinde olurlar.
Onlar, insanlığın uzun tarihi boyunca tanıdığı en değerli hazinenin bekçisidirler.
Onlar; kavmiyet, milliyetçilik, uyrukçuluk, ırkçılık, siyonizm, haçlı, sömürgecilik
ve dinsizlik gibi değişik çağlarda ve değişik yerlerde farklı isim ve
kavramlar altında yeryüzünde cahiliye mensuplarının kaldırdığı birçok
cahiliye sancağına karşı Allah'ın -tek başına Allah'ın- sancağını taşımak
üzere seçilmişlerdir.
.Müslüman
ümmetin, yeryüzünde bekçisi bulunduğu ve en eski Risaletlerden beri varisi
olduğu iman hazinesi, insan hayatının en şerefli ve en sağlam hazinesidir.
Bu hazine; hidayet, nur, bağlılık, güven, hoşnutluk, bilgi ve yakin'den
ibarettir. İnsan kalbi bu hazineden boş olduğu oranda, sıkıntı ve karanlığa
gömülür ve vesvese ve kuşkulara gark olur, üzüntü ve bedbahtlığın
istilasına uğrar. Bu tehlikeli bataklıkta ayaklarını nereye koyacağını
bilmeden, zifiri bir karanlıkta yol almaya çalışır.
Bu
gıdadan, bu yakınlıktan ve bu nurdan yoksun kalplerin feryatları her çağda
duyula gelen canhıraş feryatlardır. (Ömer Hayyam şöyle der:
Ruhumda
yokluğun ızdırabını hisseder gibiyim Hayatta bedbahtlıktan başka birşeyle
karşılaşmadım. Ne acı! ya bir de zamanım gelmişse
Oysa
henüz kaza ve kader bulmacasını çözemedim. Günlerim, geri gelmeden geçip
gidiyor.
Çöllerde
esen rüzgarlar gibi. Ruhun bütün yaşadığı iki gündür, Geçen, dün ve
gelecek, yarın
Yarın
gaybın arkasındadır, bugünse benim, Gelecek hakkında nice zanlar boşa çıkar.
Bu kadar gafil değilim, gördüğüm halde, Dünyanın güzelliğine, zevkine
bakmayayım. Rüyamda doğru bir ses işittim;
Uykunun
gençlik kozasını açtığı görülmemiştir, Uyan, çünkü uyku ölümün
ikizidir.
İç,
zaten son konağın topraktan bir döşek olacaktır. Çabucak gelen ölümü gözlüyorum.
Birgün
ismim varlık defterinden silinecektir. Getir, şarap sun ey sevgili?
Çünkü
günlerin amacı uzun bir uykudur.
Kitab-ı
Mukaddes'in "Eski Ahid" bölümünde şöyle denir: "Boşların
boşu. Herşey boş. Güneş altında insanın çektiği bunca yorgunlukların
yararı ne? Bir dönem geçerken bir başka dönem geliyor. Yeryüzü ise,
sonsuza kadar kalıcıdır. Güneş doğuyor, güneş batıyor. Yine doğduğu
yere koşuyor. Rüzgar güneye gidiyor, kuzeye dönüyor. Döne döne gidiyor. Dönüşlerini
tekrar ediyor. Bütün nehirler denize akar ancak deniz dolmaz. Nehirler akıttıkları
yere, tekrar oraya akıyorlar. Bütün sözler eksik kalıyor. İnsan herşeyden
haber veremiyor. Göz, bakmaya doymuyor. Kulak da işitmekle dolmuyor. Olan
oluyor. Yapılan neyse o, yapılıyor. Güneşin altında yeni birşey yoktur.
Bak bu yenidir, denilecek birşey bulunsa o da bizden önceki zamanlardan kalmadır.
Öncekiler hatırlanmıyor, sonrakiler de kendilerinden sonra gelenler nezdinde
hatırlanmayacaklardır,) Bu da o kalplerde, hassasiyet, canlılık, öğrenmeye
karşı bir arzu ve yakin'e karşı bir istek sözkonusuysa... Ahmak, ölü,
donuk ve katı kalpler ise bu üzüntüyü hissetmedikleri gibi bilgiye duyulan
şiddetli arzu da onları huzursuz etmez. Bu yüzden onlar, yeryüzünde dolaşan
hayvanlar gibi yerler ve zevk alırlar, tıpkı onlar gibi toslaşıp tekmeleşirler
veya vahşi hayvanlar gibi parçalayıp eşinirler. Böylece yeryüzünde, azgınlık,
despotluk, zorbalık, saldırganlık ve bozgunculuk yayarlar. Sonuçta Allah'ın
ve insanların lanetini hakederler.
Bu
nimetten yoksun toplumlar, maddi konfor içinde yüzseler de açtırlar, ne
kadar fazla üretim yapsalar da boşturlar, geniş bir özgürlük, güven ve dış
barış ortamı sağlasalar da kaygılıdırlar. Bunun kanıtlarını günümüz
toplumların-da açıkça görebiliriz. Elle tutulup gözle görülen gerçekleri
inkâr eden hakikat düşmanlarından başkası bu gerçeği görmezlikten
gelemez.
Allah'a,
O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inananlar, itaat ve
teslimiyetle Rabblerine yönelirler. O'na döneceklerini bilir, kusurlarının
bağışlanmasını O'ndan dilerler.
"...Duyduk
ve uyduk, günahlarımızı bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz, dönüşümüz
sanadır, derler."
Bu
sözlerde, Allah'a, O'nun meleklerine kitaplarına ve peygamberlerine imanın
etkisi ortaya çıkmaktadır. Duyup itaat etmek, Allah'tan gelen herşeyi
dinlemek ve O'nun emrettiği herşeye itaat etmek şeklinde ortaya çıkmaktadır
bu etki. Bu da daha önce de söylediğimiz gibi yüce Allah'ı egemenlikte
birlemek ve her işte O'na başvurmak demektir. Çünkü Allah'ın emrine itaat
edip O'nun metodunu hayatta uygulamadıkça İslâm söz konusu olamaz. Aynı
zamanda, insanlar, büyük-küçük, hayatla ilgili herhangi bir konuda Allah'ın
emrinden yüz çevirdikleri ya da ahlâk, hayat tarzı, toplum, ekonomi ve
siyasetle ilgili düşüncelerini O'nun dışındaki bir kaynaktan aldıkları sürece
imanın varlığından sözedilemez. Çünkü iman; kalbe yerleşip pratik hayatın
doğruladığı bir olgudur.
İşitip,
itaat etmekle beraber, Allah'ın nimetlerine hakkıyla şükretmekte ve O'nun
farzlarını gereği gibi eda etmekte eksiklik ve acizlik yeralmakta ve hoşgörüsüyle
bu eksiklik ve acizliği telafi etmesi için yüce Allah'a sığınmaktadır, mümin.
"...Bağışlamanı
dileriz, ey Rabbimiz!.."
Bağışlama
dileği, öncelikle teslimiyetin sunulması, karşı çıkma ve inkâr söz
konusu olmadan işitip-itaat etmenin bildirilmesinden sonra gelmektedir. Bunun
da arkasından dönüşün yüce Allah'a olacağına ilişkin kesin inanç
yeralmaktadır. Dünya ve Ahiretteki dönüşün... Her iş ve her davranışın
dönüşü... Allah'tan, ancak Allah'a sığınılır. Çünkü O'nun kaderinden
insanı koruyacak hiç kimse bulunmadığı gibi O'ndan gelecek kazayı da kimse
defedemez. Rahmeti ve bağışlaması dışında azabından kurtuluş mümkün
değildir.
"...Dönüşümüz
sanadır."
Bu
söz daha önce gördüğümüz gibi Ahirete imanı içermektedir. Ahirete iman;
İslâm düşüncesine uygun bir şekilde Allah'a iman etmenin gereklerindendir.
Bu düşünce, insanın Allah tarafından koyduğu şartlar ve ahidler doğrultusunda
yeryüzünde büyük-küçük tüm faaliyetlerini kapsayacak hilafet için yani
dünya hayatında denenmek ve deneme sonrasında karşılığını almak için
yaşatılıp halife tayin edildiği esasına dayanmaktadır.
Ahiret
ve oradaki mükafat ve azap, İslâm düşüncesine uygun, iman etmenin kesin
kurallarındandır. Bu şekilde iman etmek; müslümanın vicdanını, hayat
tarzını, değer ölçülerini ve dünyada elde ettiği sonuçları şekillendirmektedir.
Bundan sonra müslüman, itaat yolunda, hayrı gerçekleştirmek, hakka dayanmak
ve yeryüzündeki meyvesi, rahat ya da yorgunluk, kâr veya zarar, zafer veya
yenilgi, zenginlik yahut yoksulluk, yaşamak ya da şehadet de olsa iyiliğe yönelmek
şeklindeki hayatını sürdürür. Onun mükafatı, imtihandan başarıyla çıktıktan
sonra Ahiret yurdunda verilecektir. Bütün dünya, karşı çıkmak, işkence
etmek, kötülük yapmak ve savaşmak şeklinde karşısına dikilse de onu,
Allah'a itaat, hakk, hayır ve iyilik yolundan alıkoyamaz. Çünkü o, Allah'la
beraber hareket etmekte, O'.nun sözünü ve şartını uygulamakta ve mükafatını
da O'ndan beklemektedir. Allah'a ve meleklerine iman, tüm kitaplarına ve
aralarını ayırmadan Resulleriné iman, işitip-itaat etmek, Allah'a tevbe
etmek ve hesap gününe kesin inanmak, şu kısacık ayetin çizdiği ve İslâm
akidesine tabi büyük bir birliktir. Bu, akidenin sonu ve Risaletlerin
sonuncusu olmaya yakışan İslâm'ın ta kendisidir. İslâm, yaratılışın
başlangıcından sonuna kadar sürekli olan iman kervanını tasvir eden akide
ve İslâm gelip, varlığa egemen, mükemmel kanunun birliğini ilan ederek
insan aklına ayrıntıları ve uygulamaları bırakana kadar beşeriyeti yükseliş
aşamalarında yükseltmek ve gücü oranında varlığa hakim, biricik kanunu
ortaya çıkarmasını sağlamak için, Allah tarafından gönderilen bütün
Resullerin elleriyle ulaştırılan kesintisiz hidayet çizgisidir.
Sonra
İslâm, insanı insan olarak kabul eden bir dindir. Hayvan ya da taş, melek
veya şeytan değil. Onu olduğu gibi, zaaf ve güç noktalarıyla birlikte ele
almaktadır. Onu, özlemleri olan bir beden, değerlendirme yeteneğine sahip
bir akıl ve birtakım arzuları olan bir ruhtan oluşan kapsamlı bir birlik
olarak görür. Gücünün yetebileceği sorumlulukları yükler, zorluk ve meşakkate
koşmaksızın sorumluluk ve güç arasındaki uyumu gözetir. Ayrıca, fıtratın
temsil ettiği şekilde beden, akıl ve ruh arasındaki uyumu sağlayarak ihtiyaçlarına
cevap verir. Bundan sonra, insana seçtiği yolun sorumluluğunu yükler.
286/a-
Allah hiç kimseye kapasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin
kazandığı iyilik kendi yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır.
"...Allah
hiç kimseye kapasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin kazandığı
iyilik kendi yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır." Ey
Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey
Rabbimiz, bizden öncekilere yüklemiş olduğun gibi bize de ağır yük yükleme.
Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma, bizi affet, günahlarımızı
bağışla, bize merhamet eyle, sen mevlamızsın bizim. Kâfirlere karşı yardım
et bize.
Böylece
müslüman, yeryüzündeki hilafetinde, yüklendiği sorumluluklarda, hilafet
esnasında karşılaştığı imtihanlarda ve sonuçta amelinin karşılığı
olarak aldığı mükafatta Rabbinin rahmetini ve adaletini düşünür. Bütün
bunlarda Rabbinin rahmetine ve adaletine güvenir. Bu yüzden, yükümlülüklerinden
bıkmaz, bunların karşısında göğsü daralmaz ve bunları ağır kabul
etmez. Çünkü O, bunları yükleyen Allah'ın kendi gücünü çok iyi bildiğine
inanır. Şayet gücü yetmeseydi bu sorumlulukları yüklemezdi. Bu düşüncenin
bir diğer özelliği de kalplere akıttığı huzur, güven ve yakınlığa
ilaveten müminde yükümlülükleri yerine getirme azmini harekete geçirmesidir.
O, bilir ki, bunlar gücü dahilindedir. Şayet böyle olmamış olsaydı Allah
böyle takdir etmezdi. Bir defa zayıflık gösterdiyse ya da yorulduysa veyahut
sorumluluk ağır geldiyse bunun kendi zaafından kaynaklandığını kavrar,
yoksa sorumluluğunun ağırlığından değil. Böylece azmi tekrar harekete geçer,
zaafını giderir, sorumluluğunu yerine getirmeye yeniden karar verir. Tabii ki
gücü oranında. Bu, uzun yol boyunca zaaf baş gösterdikçe gayretini
harekete geçirmek için son derece üstün etkileri bulunan bir duygudur. Bu
bilinç yüce Allah'ın kendisine yüklediği herşeydeki iradesinin hakikati
hakkındaki düşüncesini arttırdığı gibi mümin ruhu, himmeti ve iradesi için
de bir eğitimdir. Sonra, bu düşüncenin ikinci kısmı gelmektedir.
"...Herkesin
kazandığı iyilik kendi yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır."
Sorumluluk
bireyseldir. Dolayısıyla hiçbir nefis kazandığından başkasını alamaz, işlediğinden
başkasını da taşımaz. Sorumluluk bireyseldir; ve her insan özel hayatıyla,
lehinde ya da aleyhinde içinde kaydedilenlerle birlikte Rabbine dönecektir.
Orada hiç kimseye hile yapılmayacağı gibi kimseden yardım da beklenmez. Bütün
insanların fert fert Rabblerine dönecek olması -kalp yakınen inanırsa tüm
fertlerin birlikte, O'nun kullarından hiçbiri için Allah'ın hakkından
feragat etmemelerini, her zorbalık, azgınlık, sapıklık ve bozgunculuk karşısında
Allah'ın hakkını savunmaları için durmalarını gerektirir. O, kendi
nefsinden ve Allah'ın hakkından sorumludur -Allah'ın hakkı, tüm
emrettikleri, nehyettikleri konusunda itaat etmek; inanç ve hayat tarzı olarak
yalnızca O'na kulluk yapmaktır- zorbalık, sapıklık, zulüm ve azgınlık
altında -kalbi iman ile mutmain olduğu haldeki zorlama müstesna- herhangi bir
kul için Allah'ın bu hakkından vazgeçerse Kıyamet günü bu kullardan hiçbiri
onu savunamaz ve şefaat edemez. Bu kullardan hiçbiri onun günahını taşıyamaz
ve Ahiret günü Allah'a karşı ona yardım edemez. Bu yüzden herkes cezasını
tek başına çekeceğine göre hem kendi hukukunu hem de Allah'ın hakkını
koruma hususunda arslan kesilir. Bu ferdi sorumluluktan -bu aşamada- korkulacak
birşey yoktur. Çünkü her ferdin Allah'ın üzerindeki hakkı olarak toplum içinde
toplumun hakkını koruması imanının gereğidir. O, malı, kazancı, çabası
ve öğütleriyle toplumda dayanışma içinde olmalı, toplumda hakkın gerçekleşmesi
ve batılın yok edilmesi, hayır ve iyiliğin sağlamlaştırılması, şer ve
inkârın uzaklaştırılması için toplumla birlikte hareket etmelidir. Tek başına
Allah'la karşılaşacağı ve cezasını göreceği günde tüm bunlar,
defterinde lehinde veya aleyhinde hesaplanacaktır.
Sanki
müminler bu gerçeği duyup kavramışlardı... İşte bak, kalplerinden,
Kur'an ayetinin Kur'an'a özgü tasvir yöntemiyle zikrettiği gibi titrek ve coşkulu
bir dua yükselmektedir. Sanki biz, sorumluluk ve ceza gerçeğinin duyurulmasından
sonra mümin safların tekrarladığı bir dua sahnesinin önündeyiz.
286/b-
Ey Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey
Rabbimiz, bizden öncekilere yüklemiş olduğun gibi bize de ağır yük yükleme.
Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma, bizi affet, günahlarımızı
bağışla, bize merhamet eyle, sen mevlamızsın bizim. Kâfirlere karşı yardım
et bize.
MÜMİNLERİN
DUASI ve SURENİN SONU
Bu
dua; müminlerin Rabbleriyle olan durumlarını, zaaf ve acizliklerini idrak
etmelerini, rahmetine, affına, medet ve yardımına olan ihtiyaçlarını,
arkalarını O'nun desteğine dayamalarını, himayesine sığınmalarını,
O'na intisap edip O'nun dışında herkesten soyutlanmalarını, O'nun yolunda
cihada hazırlanmalarını ve zaferi O'ndan beklemelerini tasvir etmektedir.
Bunların tümü, ahengiyle kalplerin ürpertisini ve ruhların süzülüşünü
tasvir eden ürpertici ve tatlı bir nağme şeklinde sunulmaktadır. "Ey
Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma..."
Hata
ve unutkanlık, hiçbir ard niyet olmadan beşeri zaafların sonucu, müslümanın
tasarruflarına egemen olabilir. Bu durumda hemen Rabbine yönelir, affını ve
hoşgörüsünü talep eder. Ancak bu, hataları övmek veya emredilen şeylerden
yüz çevirmeye bir başlangıç ya da yüce Allah'a itaat edip teslim olmaktan
kaçınma yahut kasden ve bilerek sapıklığa dalmak anlamına gelmemelidir. Müminin
Rabbiyle beraber olduğu durumda bunlardan hiçbirinden eser bulunmaz. O'ndan af
ve hoşgörü dilerken bu duygulardan birine meyletmez. Onun tek amacı, tevbe
edip yüce Allah'a dönmek ve itaat etmektir. Bu durumda yüce Allah, mümin
kullarının duasını kabul eder. Resulullah şöyle buyuruyor: "Hata,
unutmak ve zorda yaptırılan şeyden ötürü ümmetimden sorumluluk kaldırılmıştır."
(Taberani ve başkaları rivayet etmiştir.)
"...Ey
Rabbimiz, bizden öncekilere yüklemiş olduğun gibi bize de ağır yük yükleme..."
Bu
dua, bütün Risalet mirasına varis müslüman ümmetten yükselmekte, bu
Kur'an da yüce Rabblerinin öğrettiği gibi önceki Risaletlerin muhatabı
olan ümmetlerin hayat tarzını ve içlerinde bulunan bazı kimseler yüzünden
yüce Allah'ın onlara yüklediği ağır yükleri bilmelerinden kaynaklanmaktadır.
Bilindiği gibi İsrailoğulları'na, amellerinden dolayı bazı şeyler haram kılınmıştı:
"Yahudilere bütün tırnaklı olanları haram kıldık. Sığır ve
koyunun iç yağlarını da haram kıldık. Bunların sırtlarına veya bağırsaklarına
yapışan ya da kemiğe karışanı müstesna." (En'am Suresi, 146) Bu
surenin başında değinildiği gibi buzağıya tapınmalarının keffareti
olarak kendilerini öldürmeleri emredilmiş ve "cumartesi" günü
ticaret veya avlanmaları yasaklanmıştı. Böylece müminler, kendilerinden öncekilere
Allah'ın yüklediği ağırlıkları yüklememesi için Rabblerine dua
etmektedirler. Kuşkusuz yüce Allah, ümmi peygamberini, müminlerden ve bütün
insanlardan "ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri" (A'raf
Suresi, 157) kaldırmak için göndermiştir. Kuşkusuz bu, hoşgörülü, kolay
ve yumuşak din, fıtrattan kaynaklanıp onun çizgisini takip etmek için gelmiştir.
Bu yüzden "Sana kolayına geleni kolaylaştırırız." (A'la Suresi,
7) şeklinde bir seslenişte bulunulmuştur peygambere.
Yüce
Allah'ın müslüman ümmetin omuzlarından kaldırdığı ve kendisinden önceki
ümmetlerin boynuna yüklediği, böylece hilafet ahdini bozup hadlerini aşmalarına
neden olan en ağır yük, beşeriyete kulluktur. Kulun kula kanun koyması ve
kulun şahsına, sınıfına veya ırkına boyun eğmesi şeklinde somutlaşan
kulun kula kulluğudur. Yüce Allah'ın mümin kullarını yalnızca kendisine
kulluk etmeye, yalnızca kendisine itaat etmeye ve hayatın düzeni konusunda
sadece ve sadece kendisine başvurmaya yönelterek kurtardığı en büyük yük
budur. Böylece müslümanlar, yalnız ve yalnız Allah'a kul olmakla, ruhlarını,
akıllarını ve hayatlarını kula kulluktan kurtarmışlardır.
Kuşkusuz,
hüküm, kanun, değer ve ölçüleri sırf O'ndan almak şeklinde somutlaşan
tek başına Allah'a kulluk, beşeriyetin serbestlik ve özgürlük noktasıdır...
Zorbaların, tağutların, mabed bekçilerinin, kâhinlerin, evham ve
hurafelerin, örf ve adetlerin, heva ve şehvetin, kısaca insanlığın boynunu
büken ve alınlarını bir ve güçlü olan Allah'tan başkasının önünde eğen
ağırlıkların temsil ettiği tüm sahte otoritelerden kurtuluş ve özgürlük
bildirisidir.
Müminlerin
şu duası, "...Bizden öncekilere yüklemiş olduğun gibi bize de ağır
yük yükleme..." Bu onların kula kulluk etme zilletinden kurtulup özgür
olma nimetinin bilincinde olduklarım gösterdiği gibi o iğrenç duruma dönmekten
korktuklarını göstermektedir.
"...Ey
Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma."
Bu,
kayıtsız şartsız teslimiyetin ruhuna uygun bir duadır. Çünkü ne olursa
olsun müminler Allah'ın yüklediği birşeyden kaçınmayı düşünmezler.
Ancak sadece O'na yönelerek, zayıflıklarına acımasını ve güçlerinin
yetmeyeceği sorumluluğu yüklememesini böylece, acizlik gösterip kusur işlememeleri
için O'na yalvarırlar. Yoksa kayıtsız şartsız itaat ve kesin teslimiyettir
niyetleri. Bu, büyük merhametten küçük bir beklentidir. Zayıf olan kulun,
herşeyin maliki ve mutlak egemenlik sahibi Allah'ın hoşgörüsüne ümit bağlamasıdır.
Yüce Allah'ın kullarıyla ilişkisine hakim; ikram, iyilik, sevgi ve kolaylık
atmosferine uygun bir istektir.
Sonra
etkisini Allah'ın fazlı, affı ve bağışlamasından başka birşeyin
gideremediği zayıflığı kabullenme ve kusuru hissetme duygusu yeralmaktadır:
"...Bizi
affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet eyle..."
İşte
imtihanda başarıya ulaşmanın ve Allah'ın hoşnutluğuna nail olmanın gerçek
güvencesi. Çünkü kul her ne kadar sorumluluklarını yerine getirmeye çalışsa
da kusur işler. Ona af, merhamet ve bağışlama ile muamele etmek de Allah'ın
merhametine yakışır.
Hz.
Aişe, Resulullah'tan şöyle rivayet eder: "Resulullah `sizden hiçbiriniz
kendi ameliyle Cennet'e giremez' buyurdu. Orada bulunanlar: `Sen de mi ya
Resulullah?' dediler. Resulullah da: `Şayet Allah beni rahmetine gark etmese
ben bile' buyurdu." (Buhari)
Müminin
duygusunda sorunun özü şudur; bütün gücüyle çalışmak, ancak her zaman
eksikliğinin bilincinde olmak, bundan sonra da Allah hakkında kesin ümit
sahibi olmak ve affını, bağışlamasını ve hoşgörüsünü beklemektir.
En
sonunda müminler, Allah'ın dilediği hakkı gerçekleştirmek "fitne
kalmayıncaya ve din yalnız Allah için oluncaya kadar.." (Bakara Suresi,
193) Allah'ın dinini ve hayat metodunu yeryüzüne yerleştirmek için Allah
yolunda cihad görevini yerine getirirlerken de arkalarını Allah'ın desteğine
dayarlar. Müminler arkalarını Allah'ın sarsılmaz desteğine dayayıp O'nun
sancağını yükseltirler, cahiliye, çeşitli armalar ve isimlere intisap
ederken, onlar sadece Allah'a intisap ederler.
Allah'ın
dininden çıkmış kâfirlerle savaşırken, dostlarına va'dettiği zaferini,
talep ederler. Çünkü onların yegane dostu Allah'tır.
"...Sen
mevlamızsın bizim, kâfirlere karşı yardım et bize.."
Bu
sonuç, sureyi özetlediği kadar, müminlerin akidelerini, düşüncelerini ve
Rabbleriyle olan her zamanki hallerini de özetlemektedir