1-
Elif Lâm-Mim.
Birbirinden
kopuk, Elif, Lam, Mim harfleri hakkında Bakara suresinin giriş kısmında
kesin bir hüküm şeklinde olmamakla birlikte yaptığımız açıklamanın
paralelinde bir açıklamayı burada da yapmayı uygun görüyoruz. "Bu
harfler Kitabın bu tür harflerden meydana getirildiğine dikkat çekmek içindir.
Bu harfler, Kur'an ile muhatap olan Arapların o güne kadar kullana geldikleri
harfler olmasına rağmen bu olağanüstü edebi Kitabı oluşturmaktadır ve
kendilerinin aynı harflerden yararlanarak Kur'an'ın bir benzerini meydana
getirebilmeleri asla mümkün değildir."
Surelerin
başında yeralan bu harflerin açıklanmasında, `kesin bir hükümdür'
demeden ve fakat tercilı ettiğimiz bir görüş olarak yaptığımız açıklama,
değişik surelerdeki bu işaretlerin ilgilerini de kolayca kavramamıza uygun düşmekte
ve onlara paralel olmaktadır. Nitekim Bakara suresinin başında bu işaret
kullanıldıktan sonra, ileride şu ayeti kerimeyle inanmayanlara meydan
okunuyordu...
"Allah'ın
kitabından kendilerine bir pay verilmiş olanları görmedin mi? Bunlar aralarında
hüküm versin diye Allah'ın kitabına çağrılıyorlar, fakat sonra aralarından
bir grup bu kitaba karşı çıkarak sırt çeviriyor." (Al-i İmran: 23)
Açıklamaya
çalıştığımız Ali İmran Suresindeki bu harflerin ise başka bir anlamı
ortaya çıkmaktadır.
Bu
kitap, kendisinden başka ilah bulunmayan Allah tarafından indirilmiştir. Sûrede
muhatap olarak seçilen ehl-i kitabın kabul ettiği kendisinden önceki semavi
kitaplar gibi bu kitap da harflerden ve kelimelerden oluşmaktadır. Öyleyse
Allah'ın (cc) bu kitabı Resûlüne bu şekilde indirmesinde anlaşılmayacak
bir durum yoktur
2-
O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten
Allah'tır.
3/4-
Sana daha önceki semavi kitapları onaylayan hakk içerikli kitabı indirdi.
Daha önce de insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat'ı ve İncil'i
indirmişti. Doğru ile eğriyi birbirinden ayıran bu kitabı da aynı amaçla
indirdi. Allah'ın ayetlerini inkâr edenleri ağır bir azap beklemektedir. Hiç
kuşkusuz Allah üstün iradeli ve intikam alıcıdır.2
5-
Hiç şüphesiz, ne yerde ve ne gökteki hiçbir şey Allah için gizli değildir.
6-
Size döl yataklarında dilediği biçimi veren O'dur. O'ndan başka ilah
yoktur. O, üstün iradeli ve hikmet sahibidir.
İşte
sure, Peygamberin (salât selâm üzerine olsun) mesajını reddeden ehl-i
kitaba hitaben başlıyor. Eğer mesele hüccet ve delil ile ikna olma meselesi
olsaydı Peygamberliğin, peygamberlerin, Allah tarafından indirilen kitapların,
Allah'tan gelen valıyin ne olduğunu daha iyi bilmeleri gereken ehl-i kitab, diğer
insanlardan daha önce davranıp kendilerine sunulan gerçeği tasdik edip müslüman
olmaları gerekirdi.
Sure,
onların içlerini kemiren ya da kasıtlı olarak müslümanların kalplerine
ekmeye çalıştıkları büyük şüphe tohumları hususunda meseleyi kesin çizgilerle
ayıran, bu şüphelerin hangi kanallardan ve gizli yollardan kalplere akıtıldığını
ortaya çıkaran, gerçek müminlerin Allah'ın ayetleri karşısındaki
tutumları ile kalblerinde hastalık ve sapıklığa eğilim duyanların tavırlarını
belirleyen, müminlerin Rabblerine karşı tutumlarını, O'na sığmışlarını,
O'na niyazda bulunuşlarını ve O'nu yüce sıfatlarıyla tanımalarını
tasvir eden bir bölümle başlıyor:
"O,
kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten
Allah'tır."
Bu
apaçık ve berrak Tevhid inancı, müslümanın inancıyla diğer bütün inançlar
arasındaki yol ayrımıdır. Bu açıdan bakıldığında ateistlerin ve müşriklerin
inançları ile Hakk yoldan sapmış olan yahudi ve hıristiyanların inançları,
aralarındaki tüm din ve mezhep ayrılığına rağmen aynı kategoriye girer.
Bu da müslümanın hayatı ile yeryüzündeki diğer inanç sahiplerinin hayatı
arasındaki ayrılış noktasıdır. İşte burada sözü edilen inanç, hayat düzenini
her alanda kontrol altına almakta ve ona yön vermektedir.
"O,
kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip, yöneten
Allah'tır."
Uluhiyette
O'nun ortağı yoktur. "Hayy"dır; Mutlak olarak hayatı kendisinden
kaynaklanır. O'nun hayatı her çeşit kayıttan uzaktır, sıfatlarında O'nun
bir benzeri yoktur. "Kayyum"dur; her canlı ve cansız O'nunla varlığını
sürdürebilir, bütün hayata ve tüm varlıklara hakim olan da O'dur. Bu
evrende O'nsuz ne bir varlıktan ne de hayattan söz edilebilir.
İşte
bu, düşünce ve inançta yol ayrımıdır; hayat ve ahlâk sisteminde yol ayrımı.
Uluhiyet hakkını yalnız Allah'a veren bir inançla, birçok cahili düşüncenin
kargaşası sonucu ortaya çıkan çok ilahlılık inancı arasındaki yol ayrımı.
O zaman Arap yarımadasında hüküm süren müşriklerin inançlarıyla Allah'a
oğul isnad eden yahudi ve hıristiyan inancı arasında veya birden çok ilahı
benimseyen hıristiyan inancı arasında hiçbir fark yoktur.
Kur'an-ı
Kerim yahudilerin "Üzeyr, Allah'ın oğludur" dediklerini haber
veriyor. Nitekim bugün yahudilerin "Kitab-ı Mukaddes" olarak kabul
ettikleri kitap da buna benzer birtakım sapık düşüncelerle doludur. Tekvin
bölümü, altıncı babda buna değinilmiştir."(Bu kitabın "el-ishahhüssadis"
denen yerinde şunlar yazılıdır: "Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başlayıp
çok miktarda kız evlatları olunca, Allah'ın oğulları bu kızların güzelliğine
hayran kalıp beğendiklerini kendilerine zevce edindiler. Sonra Rabb dedi ki:
Benim ruhum insanoğlunda devamlı kalamaz. Zira o beşerdir. Bu durum yüzyirmi
yıl sürdü. O yıllarda yeryüzünde birtakım azgınlar vardı. Bilahare ise,
yine Allah'ın oğulları insanların kızlarıyla evlendiler ve çocukları
oldu. O günden beri bunlar birtakım isimlerle tesmiye olunan "zalimler"dir.)
Hıristiyanların
sapık düşüncelerine gelince, Kur'an onların bu inançlarından;
"Allah, üç ilahın üçüncüsüdür", "Allah Meryem oğlu
Mesih'tir" sözlerinin yanında, Mesih'i ve annesi Meryem'i Allah'ın dışında
iki ilah olarak benimsediklerini, keşişleri ve rahiplerini de kendilerine
Rabb'ler olarak kabul ettiklerini haber vermektedir.
T.V.
Arnold'un İslâm'a Çağrı adlı eserinde de bu düşüncelerin bir kısmına
rastlanmaktadır: "Jüstinyen, İslâm'ın ortaya çıkışından yüz yıl
önce Roma İmparatorluğu'nda halkın birliğini bir dereceye kadar sağlamayı
başarmıştı. Fakat onun ölümünden sonra bu birlik hemen dağıldı. Bunun
üzerine devletin başkenti ile diğer vilayetler arasında bir bağın kurulmasını
sağlayacak ulusal ortak bir bilince şiddetle ihtiyaç duyuldu. Bu amaçla
birtakım çalışmalar yapmasına rağmen Herakliyüs Şam'ı tekrar merkezî hükümete
bağlamayı tam anlamıyla başaramadı. Birliği sağlamaya yönelik benimsenen
tüm vasıtalar bölünmeleri yok edeceği yerde bu anlaşmazlıkları daha da
arttırıyordu. Ortalıkta dinî duyguların dışında ulusçuluk bilincinin
yerine geçebilecek başka bir şey de yoktu. Bu yüzden inancı; gönülleri
huzura kavuşturacak, birbiriyle kıyasıya savaşan ve birbirine kin besleyen
gruplar arasındaki düşmanlık ateşini söndürecek şekilde yorumlamaya yöneldi.
Dine karşı çıkanlarla Ortodoks kilisenin arasını bulmaya ve daha sonra .
da onlarla merkezi hükümetin birliğini sağlamaya çalıştı. Miladi 451 yılında
Halkadonya'da (İznik) toplanan Konsül'de şu karar alınmıştı:
"Mesih'in, birbirine karışmayan, değişmeyen, bölünmeyen ve ayrılmayan
iki tabiata sahip olduğu kabul edilmelidir. Bu iki tabiatın birleşmesi
nedeniyle onların ayrı ayrı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. İşin
doğrusu, her iki tabiat kendi özelliklerini muhafaza ederek bir tek bedende
birleşmiştir. İki parçanın tek bir cesette birleşmesi sonucunda Oğul
Allah ve Ruh'ul Kuds meydana gelir." Yakubiler (Bunlar, Yakub el-Baraziiye
tabi olanlardır ki hıristiyanlıkta tek Allah nazariyesini savunurlar. (el-Raid
S. 1634)) bu toplantıda alınan kararları reddettiler. Onlar Mesih'te yalnız
bir tabiatın varlığını kabul ediyorlar ve: "Mesih, tüm unsurları
kendisinde toplamıştır; hem İlahî hem de beşerî tüm niteliklere
sahiptir. Fakat bu nitelikleri taşıyan madde ikilik kabul etmez, aksine
unsurların toplandığı bir bütünlük arz eder" diyorlardı. Herakliyüs'ün
Mesih'i "Üçten biri" olarak kabul ettiği mezhebi halka benimsetmeye
çalıştığı bu dönemde, Ortodokslarla, özellikle Mısır, Şam ve Bizans
İmparatorluğu sınırları dışında yaşayan Yakubiler arasında yaklaşık
iki asır sürecek bir mücadele başladı. Jüstinyen'in benimsediği mezheb
ise, bir yandan iki tabiatın varlığını kabul ederken diğer yandan da bu
iki tabiatın Mesih'in bedeninde, tek bir varlığa dönüştüğünü ileri sürüyordu.
Onlara göre Allah'ın oğlu olan Mesih ilahî ve beşerî kuvvetleri kendinde
toplamış bulunan tek bir varlıktı. Bu ise, beden halinde somutlaşan bu şahsın
içinde tek bir irade olduğu anlamına geliyordu. Fakat Herakliyüs de, barışın
temellerini atmaya çalışan pek çok ıslahatçının akıbetine uğramaktan
kurtulamadı. Çünkü iki mezhep arasındaki mücadeleyi bir an olsun
durduramadığı gibi, bu savaşı daha da şiddetlendirmiş ve bizzat kendisi
de üçüncü bir taraf olup diğer iki grubun öfkesini üzerine çekmiş ve
Allahsız olarak damgalanmıştı."
Aynı
şekilde Hıristiyan bir araştırmacı olan Canon Taylor İslâm'ın ortaya çıktığı
sırada doğu hristiyanlarının durumunu şöyle ifade ediyor: "O dönemde
insanlar gerçekten müşrikti; Azizlerden, keşişlerden ve meleklerden bazılarına
tapıyorlardı "(Hasan İbrahim ve iki arkadaşı tarafından yapılan tercüme
sayfa: 52-53)"
Müşriklerin
inançlarındaki sapıklıklara gelince; Kur'an, onların cinlere, meleklere, güneşe,
aya ve putlara taptıklarını bildiriyor. Onların inançlarında en hafif sapıklık
olarak değerlendirilebilecek sözleri şöyledir: "Biz, putlara ancak
bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz."
İşte
birkaç örnekle değindiğimiz bu bozuk ve sapık düşüncelere İslâm şiddetle
karşı çıkmış ve onların tutarsızlığını açık ve kesin bir biçimde
ortaya koymuştur:
"...O,
kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten
Allah'tır."
İşte
bu, hem düşünce ve hem de inançta yol ayrımı olduğu gibi yaşam biçimi
ve ahlâkta da yol ayrımıdır.
Kendisinden
başka hiçbir ilâh bulunmayan tek Allah'a inanan ve gerçek hayatın tek
sahibi; Hayy olan, her varlığın, her canlının kendisiyle ayakta durup O
nunla varlığını sürdürdüğü Kayyum olan bir Allah bilincine eren bir
insan düşünün.
Bu
varlığın bilincinde olan bir insanın yaşam biçimi ve hayat düzeni ile, tüm
duygularını sözü edilen çarpık ve tutarsız düşüncelerle bulandırmış,
vicdanında hayatına hükmeden ve onu yönlendiren uluhiyet hakkında hiçbir
his kalmamış bir insanın yaşam biçimi ve hayat tarzı temelde ayrı olması
gerekmektedir.
Apaçık
ve tertemiz Tevhid inancının yanında Allah'tan başkasına kulluğa yer
yoktur. Ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve ahlâkta, ne de ekonomik ve sosyal
alanda Allah'tan başkasından yardım dilemeye ve O'na şirk koşmaya yer
yoktur İslâm'da. Kısaca ne bu dünya için ne de ahiret hayatı için
Allah'tan başkasından yardım dileme yoktur bu dinde. Gerçeğinden saptırılmış,
doğru ve açık olmayan temeller üzerine kurulmuş bulunan düşüncelerde
ise, ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve ahlâkta ve ne de sosyal ve ekonomik
alanda... Bunların tamamında... Ama tamamında ne bağlanılacak taraf ve ne
de durulabilecek bir yerden sözedilebilir. 8u düzenlerde ne helal ve haramın,
ne de doğru ve yanlışın sınırı belirlenmiştir. Emirlerin kendisinden alındığı,
yönelmenin kendisine doğru olduğu, itaat, kulluk ve teslimiyetin yalnız
kendisine yapıldığı otorite açıklık kazanıp tek olarak kabul edildiğinde
herşey netleşir ve ahenk kazanır. Bu nedenle bu yol ayrımında kesin bir tavırla
karşılaşıyoruz:
"O,
kendinden başka bir ilah bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten
Allah'tır."
Onun
için bu yalnız bir inanç ilkesi değil, İslâmî hayatın yapısını ortaya
koyan, Onu diğer yaşam biçimlerinden ayıran temel ilke olmuştur. İslâmî
hayat, bütün ilke ve kurallarıyla İslâm düşüncesinin bu net ve kesin
olan Tevhid inancından kaynaklanır. Tevhid, pratik hayata tesiri olmadığı sürece
gönüldeki inanç olarak da gerçekleşemez. Allah'tan gelen hukuk düzeni ve
Tevhid inancı hayatın her alanında kendini gösterdiği an, Tevhid, anlam
kazanır. Allah'ın zatı ve sıfatlarında tek olduğu ilan edilip diğer hayat
düzenleriyle bu dinin ayrılış noktaları açıklandıktan sonra, bütün
insanlık tarihi boyunca beşeri hayatın düzenlenmesi için gönderilen
peygamberlerin, kitapların ve dinlerin de bu tek kaynaktan geldiği açıklanıyor:
"...Sana
daha önceki semavi kitapları onaylayan hakk içerikli kitabı indirdi. Daha önce
de insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Doğru
ile eğriyi birbirinden ayıran bu kitabı da aynı amaçla indirdi. Allah'ın
ayetlerini inkâr edenleri ağır bir azap beklemektedir. Hiç kuşkusuz Allah
üstün iradeli ve intikam alıcıdır."
Bu
ayetin birinci bölümü, İslâm inancının temel ilkelerinden bir kısmını
kapsaması yanında, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve O'nun Allah tarafından
getirdiği gerçekleri reddeden ehl-i kitab ve diğer inkârcıların iddialarını
da çürüten ifadeleri de içeriyor.
Peygamberlere
gönderilen kitapların tek bir kaynaktan gönderildiği bildirilen ayeti
kerimede şöyle deniliyor: "Daha önce de Musa'ya Tevrat'ı, İsa'ya da İncil'i
indiren kendisinden başka ilah olmayan, hayatın ve kudretin yegane kaynağı yüce
Allah'tır sana bu Kur'an'ı indiren". O halde uluhiyet ve ubudiyeti
birbiriyle karıştırma veya aynı bedende birleştirmeden söz edilemez.
Ortada, kulları arasından seçtiği bazı kimselere kitap veren tek bir ilâh
ve bir de o kitapları teslim alıp kabul eden Allah'ın kulları vardır. Sonuçta
onlar Nebi de olsalar Resul de olsalar Allah'ın kullarıdırlar.
Ayeti
kerime, Allah katından indirilen kitaplarda yer alan dinin ve hakkın da aslında
bir olduğunu açıklıyor. "Sana daha önceki semavi kitapları onaylayan
hakk içerikli kitabı indirdi". Bu kitapların her biri aynı ortak amacı
hedef almaktadır; "İnsanlara doğru yolu göstermek". Daha önce hıristiyan
bir yazar olan S.W. Arnold'un "İslâm'a Çağrı" adlı kitabından
yaptığımız alıntıda örneğini gördüğümüz gibi, bu kitap, aynen
kendinden önce indirilen kitaplardaki Hakkı içeren ve insanların heva ve
heveslerinin ürünü olan düşünce ekolleri ve siyasal akımların etkisiyle
bu kitaplara karıştırılan saptırmaları ve şüpheleri gerçek olandan ayrıştıran
"Furkan"dır.
Ayeti
kerimede kapalı bir üslupla ehl-i kitabın yeni gelen peygamberi ve
peygamberliği yalanlamasının tutarlı bir yanı olmadığı belirtilmekte.
Zira bu yeni Risalet de kendisinden önceki Risaletlerin metoduna bağlı
kalmakta; getirdiği kitap da daha önceki kitaplar gibi Hakk ile
indirilmektedir. Bundan önceki kitaplar insanların arasından bir elçiye indiği
gibi bu kitap da insanlardan bir elçiye indirilmiştir ve bu yeni Risaletin
kitabı Allah'tan gelen kendisinden önceki kitapları doğrulamakta; diğer
kitapların kanat gerdiği Hakki bu kitap da koruma altına almaktadır. Üstelik
bu yeni kitabı da kitap indirmede tek yetki sahibi olan Allah indirmiştir.
İşte bu kitap, insanların inanç hakkındaki düşüncelerini, hayat düzenlerini,
ahlâk, eğitim ve yasalarım belirleyen ve elçisine indirdiği kitap doğrultusunda
temelden kurma hakkına sahip olan Allah tarafından indirilmiştir.
Ayetin
ikinci bölümü ise, Allah'ın ayetlerini inkâr edenlere korkunç bir tehdit yöneltmekte,
Allah'ın kudretini, üstünlüğünü, azap ve intikamının dehşetini onlara
göstermektedir. Allah'ın ayetlerini kabul etmeyenler bu tek gerçek dini bütünüyle
reddedenlerdir. Daha önce kendilerine indirilen Allah'ın kitabından sapmış
olan ve bu hareketlerinin sonucu olarak, Hakk'ı batıldan apaçık bir şekilde
ayıran, bu yeni kitabı da yalanlama yoluna sapan ehl-i kitab, burada küfürle
nitelendirilmekte; Allah'ın dehşet verici azabı ve kaçıp kurtulmanın mümkün
olmayacağı intikamıyla tehdit edilenlerin başında yer almaktadırlar.
Bu
azap ve intikam tehdidinin hemen ardından da kendisinden hiçbir şeyin gizli
kalmadığı, hiçbir sırrın gizlenip kaçırılamadığı Allah'ın sınırsız
bilgisi vurgulanmaktadır:
"Hiç
şüphesiz, ne yerde ve ne gökteki hiçbir şey Allah için gizli değildir."
Burada,
Allah'ın hiçbir şeyin kendisinden gizli kalmadığı sınırsız ilim sıfatıyla
vasıflandırılması, surenin başında yeralan ulûhiyet ve otorite birliği
kavramlarıyla uyum arz ettiği gibi bir önceki ayette dile getirilen korkunç
tehditle de ahenk içindedir. "Ne yerde ne de gökte" tüm genişliğine
ve sınırsızlığına rağmen hiçbir şey Allah'ın bilgisinden
kurtulamayacaktır. Öyleyse niyetleri O'ndan gizli tutmak mümkün olmadığı
gibi, tuzakları örtbas etmek de mümkün olmayacaktır. O'nun o şaşmaz cezasından,
herşeyi en ince ve gizli yönlerine varıncaya kadar kuşatan engin bilgisinden
kaçma imkanı yoktur.
Ne
yerde ne de gökte hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığı, herşeyin en
ince ve gizli taraflarına varıncaya kadar bilinen kapsamlı bilginin
ışığı altında insanların duygularına hassas ve engin bir şekilde temas
edilmekte; gayb aleminin bilinmezliği ve ana rahminin karanlığında insanın
hiçbir bilgisi, gücü, kavrayışı olmadığı mahiyeti bilinmeyen yaratılışa
değinilmektedir:
"Size
dâl yataklarında dilediği biçimi veren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O
üstün iradeli ve hikmet sahibidir."
Böyle
"şekillendiriyor sizi". Allah insanı kendi mutlak iradesi ve isteğiyle
beşeri vasıflar doğrultusunda şekillendiriyor, o dilediğini yapar; O'ndan
başka ilâh yoktur; Aziz'dir; yaratma ve şekil vermede güç ve kudret
sahibidir; Hakim'dir; yarattığı ve şekil verdiği mahlukatının işlerini
kendi hikmetiyle hiçbir yardımcı ve ortağa ihtiyaç duymaksızın idare
edendir.
Bu
noktaya temas edilmekle Hristiyanların, Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun),
yaratılışı ve doğumu hakkında yaydıkları şüpheler aydınlanmaktadır.
Buna göre; İsa'ya "dilediği" şekli veren Allah'tır. Yoksa Hıristiyanların
ileri sürdüğü gibi İsa; Rabb, Allah, Oğul ya da beşeri ve ilahî
nitelikleri aynı anda üzerinde toplayan üç varlıktan biri değildir. Aynı
zamanda O, zihinlerin rahatça kavrayabildiği apaçık Tevhid düşüncesinin
karşısına çıkan saptırılmış ve gizemli bir nitelik kazandırılmış düşüncelerin
ileri sürdüğü gibi anlaşılması zor bir şahıs da değildir.
Daha
sonra, Kur'an'ın apaçık (muhkem) ayetlerindeki kesin gerçekleri bırakıp,
te'vil yapma imkanı bulunan (müteşabih) ayetlerini kuşku uyandırmak amacıyla
kurcalayarak eğip-büken ard niyetliler deşifre edilirken diğer taraftan
Allah'a samimiyetle inananların parlak simaları, tertemiz inançları ve
kendilerine Allah katından gelen herşeyi tereddütsüz kabul edip teslim
olmalarını tasvir eden ayetlere geliyor sıra:
7-
Sana bu Kitab'ı indiren O'dur. Bu Kitab'ın bir kısım ayetleri kesin anlamlı
(muhkem)dir, bunlar onun özünü oluştururlar. Diğer kısmı da birden çok
anlamlı (müteşabih)dir. Kalplerinde eğrilik olanlar fitne çıkarmak ve
keyfi yorumlar yapmak amacı ile bu kitabın birden çok anlamlı ayetlerinin
ardına düşerler. Oysa onların yorumunu sadece Allah bilir. Köklü bilgiye
sahip olanlar ise "Bu Kitab `a inandık, O bütünü ile Allah katından
gelmiştir" derler. Bunu ancak aklı başında olanlar düşünebilirler.
8-
(Böyleleri şöyle der): "Ey Rabbimiz, bizleri doğru yola ilettikten
sonra kalplerimizi kaydırma, bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen bağışı
bol olansın.
9-
Ey Rabbimiz, sen geleceği kuşkusuz olan bir günde insanları kesinlikle
biraraya getireceksin. Hiç şüphesiz Allah sözünden caymaz.
Rivayet
edildiğine göre, Necran hıristiyanları Peygamber efendimize; "Sen Hz.
İsa hakkında; `O, Allah'ın kelimesi ve ruhudur' demiyor musun?" demişlerdi.
Bu ifade ile, O'nun insan olmayıp Allah'ın ruhu olduğu şeklindeki kendi inançlarına
destek bulmaya çalışıyorlardı. Bu hristiyanlar, Allah'ın mutlak birliğini
ifade eden, O'na şekil, ortaklar ve oğullar yakıştıran her türlü düşünceyi
reddeden kesin ve muhkem ayetleri bırakıp mecazi ve te'vile müsait ayetleri
kendi yanlış inançlarına dayanak yapmak üzere kullandıkları için uyarılıyorlardı.
Yalnız,
ayetin kapsamı bu belirli olayla sınırlı değildir. Aynı zamanda Allah'ın
Hz. Peygamber'e gönderdiği inançla ilgili düşüncenin gerçeklerini ve İslâm'ın
hayat tarzını içeren, bu Kitap karşısında insanların benimsedikleri farklı
tutumların yanında insan aklının kendi özel vasıtalarıyla kavrama imkanı
olmayan ve nassların açıkladığının dışında hiçbir şekilde doğru
olarak anlaşılma imkanı bulunmayan gayb ile ilgili meseleler de bu ayetin
kapsamı içinde yer alıyor.
Akide
ve Şeriatın hassas ilkeleri ise içerik ve kapsam açısından anlaşılır ve
kesindir. Bunlarla ilgili amaçlar kavranabilir türdendir ve kitabın temelini
bunlar oluşturur. Hz. İsa'nın doğumu ve yaratılışı gibi sem'iyata ve
gaybe ait konulara gelince ayeti kerime bu tür konularda bize Allah'tan gelen
bilgiyle yetinmemizi ve ileriye gitmememizi, sadece tasdik etmemizi hatırlatmaktadır.
Çünkü bu tür ayetler de "Hakk" olan aynı kaynaktan gelmiştir.
Onların mahiyetini ve keyfiyetini kavramak insan tabiatının sınırlı olan düşünce
alanı ve kavrayış vasıtaları ile, mümkün değildir.
İşte
bu aşamada insanlar, fıtratlarının sağlamlık veya bozulmuşluk durumuna göre
bu "muhkem" ve "müteşabih" ayetleri farklı şekilde karşılıyorlar.
Kalplerinde eğrilik, saf fıtratında sapma ve bozukluk meydana gelenler; inanç,
şeriat ve pratik hayat tarzının üzerine bina edildiği apaçık muhkem
ayetlerdeki ilkeleri gözardı ederek, farklı anlamlar yüklenebilecek müteşabih
ayetlerin ardına düşerler. Halbuki bu ayetleri tasdik etmede temel dayanak
onların geldiği kaynağın doğruluğuna inanmak ve onların tümünün "Hakk"tan
geldiğini bilmeyi teslim etmektir. Bununla beraber insanın algılama gücü
gerçekten çok sınırlı ve alam da hayli dardır . Bu ayetleri anlamada başlıca
dayanaklardan biri de bu Kitabın tamamının doğru olduğunu, ne önce ve ne
de geldikten sonra ona batılın karışamayacağı, Hakk ile indiğini doğrudan
ilham ile kavrayabilme yeteneğine sahip olan fıtratın dürüstlüğüdür...
O ard niyetliler, müteşabih ayetlerin peşine düşüyorlar. Çünkü müteşabih
ayetlerde, inancı sarsıcı te'viller ve normal akılla yorumlanması mümkün
olmayan sahaya girmiş olmanın tabii bir sonucu olarak birbirine aykırı düşüncelerden
kaynaklanan fitneyi körükleme zemini bulabiliyorlar... "Halbuki bu tür müteşabih
ayetlerin gerçek anlamını Allah'tan başka hiç kimse bilemez."
İlimde
derinleşmiş olanlara gelince, bunlar; elde ettikleri bilgileri kullanarak aklın
sahasını ve beşerî düşüncenin yapısını kavradıkları gibi, kendisine
bahşedilen vasıtalarla üzerinde çalışma yapabileceği zeminin şartlarını
idrak etmiş kimselerdir. İşte bunlar gönül huzuru ve güven içinde derler
ki:
"Biz
ona inandık; hepsi Rabbimizin katındandır."
Kitabın,
Rabbleri katından indiğine inanmaları, onları bu gönül huzuruna
iletmektedir. Öyleyse o Hakktır ve doğrudur. Allah'ın bildirdiği şey
mutlak anlamda doğrudur. Onun nedenlerini ve illetlerini araştırma insan aklının
görevi olmadığı gibi, onun güç yetireceği bir şey de değildir. Yine
insan onun mahiyetini ve arka-plandaki gizli illetlerin yapısını
kavrayabilecek güce de sahip değildir.
Bilgide
derinleşmiş bulunanlar Allah katından kendilerine gelen herşeyin doğru olduğunu
daha baştan gönül huzuru ile kabul etmişlerdir. Onlar bu huzura dürüst ve
üretken fıtratları sayesinde varabilmişlerdir... Sonra, akılları da bu
konuda, hiçbir kuşkuya kapılmaz. Çünkü onlar ilmin sahasına girmeyen,
insanın araç-gereç ve vasıtalarla bilgisini elde edemeyeceği konulara aklın
girişmemesi gerektiğini bilirler.
İşte
bu, bilgide derinleşmiş olanların gerçek bir tasviridir... Büyüklük
kompleksine kapılıp inkâra kalkışmak, ancak bilginin dış yüzeyine
aldanan ve meseleye yüzeysel olarak yaklaşanların işidir. Onlar bu
halleriyle varolan herşeyi kavradıklarını, kavramadıkları şeylerin de yok
olduğunu zannederler. Ya da kendi kavrayışlarını gerçeğin ölçüsü
olarak kabul ederler ve kendilerinin kavradıkları sahanın dışında kalan
gerçeklerin varlığına izin vermek istemezler. Bu nedenledir ki Allah'ın
mutlak kelâmını da kendi aklî ölçüleriyle (!) değerlendirmeye kalkarlar!
Gerçek bilgi sahiplerine gelince, onlar çok daha mütevazidirler. Beşer aklının
gücünü aşan ve çerçevesi dışına taşan pek çok gerçeği kavramada
aciz kaldığını kabul etmeye daha yatkın oldukları gibi, fıtratları da
daha dürüsttür. Ve çok geçmeden dürüst fıtratları Hakk ile temasa geçer
ve gönül huzuru ile onu kabul ederler.
"Bunu
ancak akıl sahipleri bilebilir."
Akıl
sahipleriyle Hakkı kabullenme arasında yalnızca bir hatırlama vardır
sanki... O anda Allah'a bağlı olanların bozulmamış fıtratlarına yerleştirilmiş
bulunan Hakk, birden harekete geçip ortaya çıkar ve düşünceye yerleşir.
İşte
o anda dilleriyle ve kalpleriyle sükunet dolu bir duaya, samimiyet dolu bir
niyaza yönelerek, Allah'ın kendilerini Hakk'tan ayırmaması, hidayete
erdikten sonra tekrar kalplerini eğriliğe bulaşmaktan koruması, rahmet ve
iyiliğini kendilerinden esirgememesi için yalvarırlar.. Herkesi biraraya
getirecek olan kuşku götürmeyen günü ve asla değişmesi düşünülemeyecek
olan verilmiş va'di (sözü) hatırlarlar:
"Böyleleri
şöyle der: `Ey Rabbimiz, bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi
kaydırma, bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen bağışı bol olansın."
"Ey
Rabbimiz, sen geleceği kuşkusuz olan bir günde insanları kesinlikle biraraya
getireceksin. Hiç şüphesiz Allah sözünden caymaz."
İşte
bilgide derinleşmiş olanların Rabblerine karşı tavırları budur; ve zaten
imanla uyum içinde olan da bu tavırdır. Bu tavır, kişinin Allah'ın sözüne
ve va'dine gönül huzuru ile bağlılığından, O'nun sözüne ve va'dine güveninden,
O'nun rahmetini ve iyiliğini tanımasından, aynı zamanda O'nun değişmez
kazasından ve gözle görülmez kaderinden korkmasından, imanın bir sonucu
olan kalpdeki takvadan, duyarlılıktan ve uyanıklıktan kaynaklanır. Artık böyle
bir gönülde ne gece ne de gündüz dalgınlığa, duyarsızlığa ve unutkanlığa
yer yoktur.
İmanlı
bir gönül, sapıklıktan sonra ulaştığı hidayetin, karanlıktan sonra net
olarak görmenin, yolunu şaşırdıktan sonra doğru yolu bulmanın, geçirdiği
depresyondan sonra gönül huzuru ile Hakk'a varmanın, kullara kulluktan
kurtulup yalnız Allah'a kulluğun ve basit uğraşlarla bir süre vaktini öldürdükten
sonra yüce ve üstün uğraşlara kavuşmanın değerini idrak eder...
Bu
olgunluğa eren kişi, tüm bu nimetlerin iman sayesinde Allah'tan geldiğini
kavrar. Aydınlık, dosdoğru bir yolda yürümekte olan bir yolcu, nasıl
karanlık, dolambaçlı yollara düşmekten korkar, gölgenin serinliğini tadan
biri nasıl tekrar kavurucu, kızgın çöllerde öğle sıcağında yola çıkmaktan
kaçınırsa, bu kişi de tekrar sapıklığa dönüş yapmaktan böyle korkar.
İmanın güzelliğinde öyle bir tatlılık vardır ki, sapıklığın çilesini
ve acı bedbahtlığını tadanlardan başkası onu kavrayamaz. İmanın verdiği
gönül huzurunda öyle bir haz var ki, azgınlık ve sapıklık batağında sürünmüş
olandan başkası onu algılayamaz!
İşte
müminler şu sükunet dolu dua ile Rabblerine yönelirler:
"Ey
Rabbimiz bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma."
Sapıklıktan
sonra birden hidayet ile kendilerine yönelen ve böyle iman gibi paha biçilmez
bağışta bulunan Allah'ın rahmetine talib olurlar:
"Bize
katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen bağışı bol olansın."
Onlar,
imanlarının ilhamı ile Allah'ın rahmeti ve iyiliği olmadan kendilerinin hiçbir
şeye güçlerinin yetmeyeceğini bilirler. Hatta onlar kendi kalplerine bile
hakim olamazlar; o kalpler de Allah'ın elindedir. Bundan dolayı dua ile O'na yönelerek
kurtuluş ve yardımını esirgememesini talep ederler.
Hz.
Aişe bir rivayetinde diyor ki: "Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) çoğu zaman şöyle dua ederdi; `Ey kalpleri (istediği yöne) çeviren
(Allah'ım), kalbimi kendi dinin üzere sağlamlaştır.' `Ey Allah'ın elçisi
bu duayı ne de çok yapıyorsun' dedim. `Her kalp, Rahman'ın parmaklarından
iki parmak arasındadır. O kalbi doğrultmayı dilerse doğrultur, saptırmak
isterse saptırır' buyurdu "
Allah'ın
dilemesini bu ölçüde kavrayabilmiş bir kalp, ısrarla Allah'ın himayesine
girmek ve ona tutunmak için çabalar, kendisine bağışlanan iman nimetinin
elinden çıkmaması için O'na yönelip dua etmekten başka çaresi olmadığının
bilincine varır!
KÂFİRLERİN
DURUMU
Bu
açıklamalardan sonra az sonra okuyacağımız ayetlerde inkâr edenleri
bekleyen kötü sona temas ediliyor ve günahları karşılığında cezalandırılmalarının
asla değişmeyen Sünnetullah'ın gereği olduğuna değiniliyor. Ehli kitaptan
inkâr edenlerin ve bu dine karşı çıkanların tehdit edildiği ayetlerde
Peygamber efendimize seslenilerek bizzat gözleriyle gördükleri Bedir savaşındaki
az bir topluluğun inkârcı kalabalık bir topluluğa nasıl üstün geldiğini
müslümanlara hatırlatması telkin ediliyor:
10-
Kafirlere gelince onların ne malları ve ne de evlatları Allah'ın karşısında
hiç bir işlerine yaramaz. Onlar Cehennem ateşinin yakacağıdırlar.
11-
Tıpkı Firavunoğulları gibi, daha öncekilerin durumu gibi. Onlar
ayetlerimizi yalanladılar. Allah da günahları yüzünden onların yakalarına
yapıştı. Hiç kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır.
12-
Kafirlere de ki: "Yenilecek ve Cehenneme sürüleceksiniz' : Orası ne fena
bir barınaktır.
13-
(Bedir savaşında) karşılaşan iki grubun durumunda sizin için ibret dersi
vardır. Taraflardan biri Allah yolunda savaşıyordu, öbürü ise kafirdi ve
karşı tarafı gözleri ile kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Hiç
kuşkusuz Allah dilediğini yardımı ile destek1er. Bu olayda basiret sahipleri
hesabına ibret dersi vardır.
Bu
ayetler İsrailoğullarına hitap sadedinde gelmiştir. Kendilerinden önceki ve
sonraki inkârcıların vardığı kötü âkıbetle tehdit edilmektedirler. Ayrıca
ibret verici hassas bir üslûbla Firavun hanedanının uğradığı kötü son
kendilerine hatırlatılmaktadır. Yüce Allah Firavun ailesini yok etmiş ve İsrailoğullarını
kurtarmıştı. Fakat bu durum sapıklığa düşüp inkâra kalkıştıkları
zamanda onlar için özel bir imtiyaz değildi. Bozuldukları zaman onları küfürle
damgalamaktan ve Allah'ın kendilerini zulümlerinden kurtardığı Firavun
ailesi gibi onları da hem dünyada hem de ahirette inkârcıların cezasına uğramaktan
kurtarmıyordu!
Aynı
şekilde -inkârcı olan- Kureyş'in Bedir'de uğradığı hezimet hatırlatılıyor:
"Allah'ın yasası değişmez. Hiç kimse Kureyş'in başına gelenlerin
onların da başma gelmesine engel olamazdı. Çünkü onları hezimete uğratan
neden küfürdü. Hiç kimse bu konuda Allah'a rağmen bir güce sahip değildir.
Sağlam bir imandan başka bir aracısı da yoktu, kimsenin!.."
"Kâfirlere
gelince onların ne malları ve ne de evlâtları Allah karşısında hiçbir işlerine
yaramaz. Onlar Cehennem ateşinin yakacağıdırlar."
Mallar
ve çocuklar; savunma ve korunma vasıtaları olarak kabul edilir. Yalnız,
geleceğinden şüphe edilmeyen ahiret gününde ikisi de hiçbir işe
yaramayacaktır. Çünkü Allah'ın verdiği sözde dönüş olmaz. Ve onları o
günde; "Ateşin yakıtıdırlar".. "İnsanın" tüm özelliklerini,
ve üstünlüklerini söküp alan ve onları odun, kütük ve benzeri varlıklar
şeklinde tasvir eden şu ifade ile "Ateşin yakıtı".
Hayır,
hayır! Mallar, çocuklar ile şan-şöhret ve otorite dünyada bile fazla bir işe
yaramaz:
"Tıpkı
Firavunoğulları ile daha öncekilerin durumu gibi. Onlar ayetlerimizi yalanladılar.
Allah da günahları yüzünden onların yakalarına yapıştı. Hiç kuşkusuz
Allah'ın azabı ağırdır."
Bu,
tarihte sık sık tekrarlanan ve Allah'ın bu kitabında detaylı olarak dile
getirdiği olaylardan bir misaldir. Ayetlerini yalanlayanlara karşı Allah'ın
murad ettiği şekilde takdirini gerçekleştirdiğinin ifadesidir bu olay...
Allah bu yasayı dilediği şekilde yürürlüğe koymaktadır. Öyle ise,
Allah'ın ayetlerini yalanlayan için ne bir güvence ne de bir kefaletten söz
edilebilir.
Şu
halde, Hz. Muhammed'in davetini (salât ve selâm üzerine olsun) ve O'na Hakk
ile inmekte olan Kitab'ın ayetlerini inkâr edip yalanlayanlar, hem dünyada
hem de ahirette bu acı sona uğratılacaklardır.
Bu
nedenle aşağıdaki ayetler peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun)
her iki dünyada da kendilerini kuşatacak olan bu acı sondan onları sakındırmasını
istemektedir. Ayrıca yalanlama ve bunun sonucu olarak katı biçimde cezalandırılmanın
Firavun ve ondan önceki örneklerini unutmuşlardır diye yakında meydana
gelen Bedir gününü onlara örnek göstermesini telkin etmektedir:
"Kâfirlere
de ki: `Yenilecek ve Cehenneme sürüleceksiniz' Orası ne fena barınaktır!
`(Bedir
savaşında) karşılaşan iki grubun durumunda sizin için ibret dersi vardır.
Taraflardan biri Allah yolunda savaşıyordu, öbürü ise kâfirdi ve karşı
tarafı gözleri ile kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Hiç kuşkusuz
Allah dilediğini yardımı ile destekler. Bu olayda basiret sahipleri hesabına
ibret dersi vardır."
Yüce
Allah'ın "...Karşı tarafı gözleri ile kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı..."
ayeti iki şekilde yorumlanabilir.
1-
"Görüyorlardı" ifadesindeki zamir kâfirleri, "Karşı
taraf" ifadesi de müslümanları kastetmiş olabilir. Buna göre anlamı
şöyle olur; "Kâfirler o kadar kalabalık olmalarına rağmen, bir avuç
müslümanı "kendilerinin iki katı" olarak görüyorlardı... Bu da
Allah'ın bir planıydı, Allah, müşriklere müslümanları çok, kendilerini
az göstermişti. Böylece kalpleri sarsılmış, ayakları kaymıştı.
2-
Ya da bunun tam tersi olmuştu... Buna göre anlamı şöyle olur: Müslümanlar
-müşrikler kendilerinin üç katı olduğu halde- müşrikleri kendilerinin
"iki katı" olarak görmelerine rağmen direnmiş ve onlara karşı üstün
gelmişlerdi.
Burada
önemli olan, zaferin Allah'ın desteğine ve takdirine havale edilmesidir...
Bunda kâfirleri bir tehdit ve kendi haliyle başbaşa bırakma söz konusu olduğu
gibi, inananlara bir destek, onların düşmanlarını küçümseme ve onlardan
korkmamalarını sağlama da yer almaktadır... Durum -surenin girişinde
belirttiğimiz gibi- hem bunu hem de onu gerektiriyordu... Kur'an burada da
orada da işliyordu...
Kur'an,
büyük hakikati ve bu hakikate benzer içeriğiyle bugün de işlemektedir...
İnkâr edenlerin, yalanlayanların ve Allah'ın yolundan sapanların hezimete uğramasıyla
ilgili Allah'ın sözü her zaman diliminde geçerlidir. -Sayıları az da
olsa-mümin topluluğun zafere ulaşması ile ilgili va'dide her an geçerlidir.
Zaferin Allah'ın dilediği kimseye bahşedilmesi, Allah'ın desteğine bağlı
kalışı, hükmünün yürürlükten kaldırılması mümkün olmayan geçerli
bir hakikat ve askıya alınması imkânı olmayan geçerli bir yasadır.
İnanmış
topluluğun görevi bu hakikati gönül huzuru ile kabullenmek, bu verilen söze
güven beslemek, elinden gelen bütün imkânlarını kullanarak ona en güzel
şekilde hazırlanmak, Allah izin verinceye kadar sabretmek, acele etmemektir.
Allah, kendisinin ilim sıfatında gizli olan ve kullarının bilemeyeceği
hikmetini bir müddet geciktirebilir. Bu durumda mümin kula düşen görev
acele etmemek ve umudunu yitirmemektir.
"...Bu
olayda basiret sahipleri hesabına ibret dersi vardır."
İbretin
tesbit edilmesi ve gönüllerin onu kavrayabilmesi için görebilen bir göz, düşünebilen
bir zekâ gerekmektedir. Yoksa ibret, gece-gündüz her zaman göz önünde olsa
ne fayda!