İNSAN
FITRATI
İslâm
cemaatinin eğitilmesi gizli olan fıtrî duygularla ilgilidir. Bu gizli olan ve
doğuştan gelen duygulara sürekli bir uyanıklık ile hakim olunmadığı,
insanın arzu ve istekleri daha yüce ufuklara yönelmediği ve bu duygular
Allah katından gelen daha sağlam ve daha iyi ilkelerle temasa geçmediğinde
sapmanın ilk adımı atılmış olur.
Dünya
ihtiraslarında, nefislerin arzu ve istekleri ile doğuştan gelen eğilimlerin
etkisinde boğulmak insanın gönlünü basiretten ve ibret almaktan alıkoyar.
İnsanları somut günübirlik zevklerin dalgaları arasında boğar. Onların
daha yüksek ve daha yüce hedeflere yönelmelerine engel olur. Böylece
duyguları katılaşan insan yakın, günübirlik zevklerin ötesine uzanma
yeteneğinden yoksun kalır, onlara yükselemez. Oysa Allah, insanoğlunu yeryüzündeki
mahlukat arasından seçip ona halifelik görevini vermiştir.
-Bununla
beraber- söz konusu fıtrî duygular ve istekler doğuştan gelen tabiî
arzular olup hayatın korunması ve sürdürülmesinde gereklidirler. Yalnız
onları kontrol altına almayı, belli bir düzene sokmayı, aşırı
tahriklerini ve sivriliklerini frenlemeyi öğütler ki, insan onlara sahip
olsun ve onları gerektiği gibi kullansın, onlar insana egemen olup istediği
tarafa yöneltmesin, insanda yüce hedeflere yönelme ve daha üstün şeylere
talib olma sözünü takviye etsin. Bu nedenle cemaatin eğitilmesi için bu yönlendirmeyi
üstlenen Kur'an'ın bu ayetleri bir taraftan bu istek ve duygulara değinirken
öbür taraftan ahiretin maddi ve manevi zevklerinin sayısız lezzetine dikkat
çekmektedir. Bu dünya hayatında kendilerini onùn sevimli zevklerinde boğulmaktan
koruyan ve kendi yüce insanî niteliklerini muhafaza edenler ancak öbür dünyanın
nimetlerinden yararlanabileceklerdir.
Kur'an'ın
anlatım gücü yeryüzünün insan nefsine hoş gelen başlıca şehvetlerini
bir tek ayette toplamaktadır. Kadınlar, çocuklar, üstüste biriktirilmiş
mallar, atlar, verimli topraklar ve hayvanlar (deve, sığır, koyun...) Bunlar
bizzat kendileri ya da sahiplerine sağladıkları diğer zevkler açısından
yeryüzündeki isteklerin özünü oluşturmaktadır... Bundan sonra gelen
ayette ise, diğer alemdeki başka zevkler ortaya konmaktadır: Altından ırmaklar
akan Cennetler, el değmemiş eşler ve tüm bunların ötesinde Allah'ın rızası...
Gelecek iki ayetin de arz ettiği şekilde bunların hepsi, gözlerini dünya
zevklerinin ötesine diken ve gönlünü Allah'a bağlayanlar içindir:
14-
Kadınlara, evlâdlara, tartı tartı biriktirilmiş altın ve gümüşe, otlağa
yayılmış atlara, küçükbaş hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı
tutkunluk insanlara cazip gösterildi. Bunlar dünya hayatının nimetleridir.
Oysa asıl varılacak yer Allah katındadır.
"İnsanlara
câzip (süslü) gösterildi." Fiilin burada edilgen kipte verilmiş olması
onların fıtri oluşumlarının bu eğilimi kapsadığına işaret etmektedir.
Bu nedenle onlara sevimli ve hoş görülmektedir. Bu, aynı zamanda bir yönden
realitenin de ifadesidir. İnsanda bu "arzulara" yönelik bir eğilim
vardır. Bu onun temel yapısının bir parçasıdır. Öz itibariyle onu ne inkâr
etmeye, ne de çirkin görmeye gerek yoktur. -Daha önce belirttiğimiz gibi-
bunların kökleşmesi, gelişmesi ve bir düzen içinde varlığını sürdürmesi,
beşer hayatı için zorunludur. Yalnız realiteler, insan yaratılışında bu
eğilimi dengeleyen, insan hayatının yalnız bu tek yönde boğulmasına ve yüce
duygularının gücünü ve ilhamını yitirmesine engel olan bir yön daha
bulunduğunu da göstermektedir. İnsan fıtratının bu diğer yönü; yüce
hedeflere doğru yönelme yeteneği, nefse hakim olma, bu "arzulara" tümüyle
yönelirken nefsi en sağlıklı sınırda durdurma yeteneğidir. Bu, nefsi ve
hayatı yapıcı sınırında durduran, bunun yanında hayatın sürekli biçimde
terakkisini ve onun yüce davetin ufuklarına doğru yükselişini, insanın gönlünü
Melei A'lâ'ya, ahiret yurduna ve Allah'ın rızasına bağlanmasını sağlayan
fıtratın öbür yüzüdür. Bu ikinci yetenek birinci yeteneği düzene sokar,
terbiye eder, onu kirden, pisliklerden arındırır, onu güvenli bir düzeye çıkarır.
Böylece insanın duygusal arzuları ve günübirlik özlemleri, insanlığın
özüne ve gönlünün engin arzularına, Rabbine yönelişine, O'ndan sakınmasına
engel olamaz. Öyleyse fıtratın bu yönü, insanlığın yüce hedeflere doğru
yükselme ve yücelme çizgisidir.
"Zevklere
aşırı düşkünlük insanlara süslü (çekici) gösterildi." Öyleyse
bunlar sevilen, hoş görülen arzulardır. Pis ve tiksindirici olarak görülmüş
değildir. İfade biçimi onları pis görmeyi ve onlardan tiksinmeyi çağrıştırmıyor.
Yalnızca yapısının ve etkenlerinin bilinmesi ve yerli yerince kullanılıp
bu sınırın aşılmaması, hayatta kendisinden daha değerli ve yüce şeylerin
üstüne çıkarılmaması gerektiği belirtilmiştir. Bu "arzulara"
dalmaksızın ve onlarda boğulmaksızın zorunlu olanlarını alıp daha başka
ufuklara açılmamız gerektiği ifade edilmiştir!
Burada
İslâm, beşerin, fıtratına uygun hareket etmek, ona realitesinden hareketle
fıtrattan gelen duyguları baskı altına almaya ve kökünden söküp atmaya
değil, eğitmeye ve ilerletmeye çalışmakla farklı bir uygulama getirmiştir.
Günümüzde insanın şehevi arzularını baskı altına almaktan ve bunun
zararlarından, ayrıca bu duyguları, baskı altına almak ve söküp atmaktan
kaynaklanan "psikolojik bunalımlardan" söz edenler, bu bunalımların
sözü edilen duyguların "denetim altına alınmasından" değil,
onları baskı altında tutmaktan kaynaklandığını kabul etmektedirler. Bu
ise doğuştan gelen duyguları pis olarak değerlendirmek ve onları kökten
reddetmektir. O da insanı birbirine aykırı iki taraflı baskı altına sokar.
Düşüncenin
veya dinin ya da geleneklerin oluşturduğu bilinçten gelen baskı. Buna göre
fıtri olan duygular pis duygulardır. Hiçbir şekilde var olmaları doğru değildir.
"O, bir eksiklik ve şeytani bir dürtüdür" düşüncesi ile bu içgüdüleri
bastırmak kolayca başarılabilecek bir iş değildir. Çünkü bunlar, fıtratın
derinliklerinde yer eden beşer hayatının oluşmasında önemli bir görev
yapan içgüdülerdir. Hayat ancak onlarla tamamlanır. Ve Allah onları boşuna
fıtrata yerleştirmemiştir. İşte burada ve bu çalışma atmosferinde
"psikolojik kompleksler" oluşmaya başlar. Biz birbirine zıt olan bu
psikolojik teorileri kabul etsek bile İslâm bunu kabul etmez. İslâm'ın
insan bünyesini, beşeri psikolojinin iki ucu arasındaki çatışmadan uzak
tuttuğunu görürüz. İnsanın şehvet ve lezzet özlemleri ile yükselme ve yücelmeye
duyduğu arzular arasında bir güven ortamı hazırladığını görüyoruz. Böylece
İslam hem bu özlemlere hem öteki arzulara en güzel bir ortamda, dengeli sınırlar
çerçevesinde, sürekli bir gelişme zemini hazırlamış olmaktadır.(Bu
konuda daha geniş bilgi için Muhammed Kutub'un "islam ve Materyalizm arasında
insan" adlı eserine bakınız.)
"Kadınlara,
evlâtlara, tartı tartı biriktirilmiş altın ve gümüşe, otlağa yayılmış
atlara, küçükbaş hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı tutkunluk insanlara
cazip gösterildi. Bunlar dünya hayatının nimetleridir. Oysa asıl varılacak
güzel yer Allah katındadır."
Kadınlar
ve çocuklar insan nefsinin güçlü arzularından birer arzudur. Bunlar
"kantarlarca" yığılmış altın ve gümüş ile birlikte verilmiştir.
Burada "kantar kantar" yığılmış olma biçimi beşerin mala olan düşkünlüğünü
ifade eder. Eğer burada sırf mala duyulan eğilim amaçlanmış olsaydı:
Mallar, ya da altın ve gümüş denirdi. Yalnız, kantarlarca yığılmış
olma burada özellikle belirtilmek istenen özel bir vurgudur. Altın ve gümüşü
yığmak için duyulan aşırı düşkünlüktür. Burada, -malın sahibi için
sağladığı diğer arzulara ulaşma imkanını gözardı etsek bile- mal yığmak
kendi başına bir zevktir!
Sonra
kadınlara, çocuklara, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşe bir madde
daha ekleniyor... Meraya salınmış atlar. At, bugünkü teknik çağda bile
arzu edilen sevimli bir ziynettir. At, gençliğin, hareketin, kuvvetin ve güzelliğin..
sevginin, kaynaşmanın ve atılganlığın sembolüdür. İnsanın yapısında
genç atın görünümünü seyretmekle harekete geçen bir canlılık bulunduğu
sürece binicilik mahareti olmayanlar dahi onu seyretmekten hoşlanacaklardır.
Bu
arzulara bir de evcil hayvanlar (deve, sığır, koyun) ve arazi (ekim ve dikim
yapılan toprak) de eklenmiştir. Bu son iki madde düşünce ve realite olarak
birbirine yakındır. Hayvanlar ve verimli tarlalar... Ekinler, yeşerme ve gelişme
görünümleriyle beşer için ayrı bir zevktir. Orada hayatın açması tek başına
bile güzel bir manzaradır. Buna, oraya sahip olma zevkini de ilave ettiğimizde
arazi ve hayvanlar arzu edilen birer varlık olarak ortaya çıkar.
Burada
söz konusu edilen arzular, nefsani arzuların bir örneğini oluşturmaktadır.
Bu, Kur'an ile muhatab olan toplumun arzularını somutlaştırmaktadır. Bunların
bazıları her zaman geçerli olan ve herkesin arzularını temsil etmektedir.
Kur'an bu arzuları arz ederken, herbiri kendi konumunda değerlendirilsin, sınırını
aşmasın ve diğerlerine karşı taşkınlık yapmasın diye onların gerçek
değerini de ifade eder.
"Bunlar
dünya hayatının güzellikleridir."
Ayeti
kerimelerin burada temas ettiği bütün sevimli zevkler -ve bunlara benzer diğer
zevkler ve arzular- normal hayatın güzellikleridir. Bunlar ne yüce bir hayatın
ne de engin ufukların güzellikleridir. Yakın olan bu yeryüzünün güzellikleri...
Bunlardan daha iyisini arzu edenlere gelince onlara nimet Allah katındandır. O
nimetler daha iyidir; zira insanın nefsini yükseltir ve onu arzu ve isteklere
boğulmaktan, göklere yükselmesine engel olacak ve onu yere çakılmaktan
kurtaracaktır. Daha iyisini arzu edenlere Allah katındaki güzellikler daha
hayırlıdır. Bunlar aynı zamanda söz konusu arzuların yerini de doldurur
15-
Deki: Size bunlardan daha hayırlı olanı haber vereyim mi? Takvalılar için
Rabbleri katında sürekli kalacakları, altından ırmaklar akan Cennetler, el
değmemiş eşler ve Allah'ın hoşnutluğu vardır. Hiç kuşkusuz Allah kullarını
hakkıyla görür."
Ayeti
kerimenin burada temas ettiği, ve Rasulün (salât ve selâm üzerine olsun)
takva sahiplerini kendisiyle müjdelemesi emredilen güzellikler anahatlariyle
somut nimetlerdir. Yalnız bunlar ile dünya güzellikleri arasında temel bir
fark vardır. Bu güzelliklere ancak muttaki olanlar erişebileceklerdir. Allah'ın
korkusu ve Allah'ın zikri kalplerinde olan muttakiler. Takva bilinci hem ruhu
hem de somut duyguları eğiten bir bilinçtir. Nefsi, arzu ve isteklerde boğulmaktan
ve hayvanlar gibi ona uyum sağlamaktan kurtaran frenleyici bir bilinçtir.
Rabblerine karşı takva sahibi olanlar, kendisiyle müjdelendikleri bu somut güzelliklerden
haberdar olunca duyu organlarının kabalıklarından kurtularak arı-duru, şeffaf
bir düzlemde ona doğru ilerler! hayvani arzu ve isteklerden arındırılmış
bir duyarlılık içinde yol alırlar. Bu kimseler, yeryüzünde bulunmakla
birlikte bu yüce duygularından dolayı Allah'ın vaad ettiği yere varırlar.
Bu
tertemiz ve nezih olan güzellikler dünya güzelliklerinin hepsini tam olarak
karşılar. Onları geride bırakır...
Eğer
onların dünya güzellikleri verimli bir tarla ise, ahirette altlarında ırmakların
aktığı mükemmel Cennetler vardır. Bunun da ötesinde onlar sonsuzdur.
Kendileri de orada sonsuza dek kalacaklardır. Süresi sınırlı olan tarlalar
gibi değildir!
Şayet
dünya güzellikleri kadınlar ve çocuklar ise ahirette el değmemiş eşler
vardır. Bu hanımların tertemiz olmaları dünya hayatındaki arzulara karşı
daha üstün ve daha faziletli olmalarını ifade eder!
Otlağa
salınmış atlar, evcil hayvanlar -deve, sığır, koyun- kantarlarca yığılmış
altın ve gümüşe gelince, bunlar dünyanın asıl güzelliklerine erişmek için
birer vasıtadır. Ahiret nimetlerinde ise, amaçlara ulaşmak için vasıtalara
ihtiyaç yoktur!
Sonra..
orada tüm güzelliklerden değerli bir şey var... Orada "Allah'ın hoşnutluğu
var..." hem dünya hayatına hem de ahiret hayatına denk olan ondan daha
da değerli olan, Allah'ın rızası var. Kelimenin kapsadığı bütün sıcaklık
ve yine kelimenin ihtiva ettiği tüm merhametiyle Allah'ın hoşnutluğu...
"Allah
kullarını hakkıyla görendir"...
Fıtratlarının
ve fıtratlarını oluşturan eğilimlerinin gerçek yapısını gören ve bu fıtrat
için yararlı olan şeyleri dünya ve ahiret için nasıl oluşturmak gerektiğini
takdir eden yüce Allah'tır 0...
Ayeti
kerime daha sonra bu kulların niteliklerinden söz eder. Takva sahiplerinin
Rabblerine karşı tutumları, onunla Allah'ın rızasına kavuştukları tavırlarını
göz önüne serer.
16-
Bu kimseler `Ey Rabbimiz, inandık, günahlarımızı affeyle, bizleri Cehennem
ateşinin azabından koru' derler.
17-
Bunlar sabırlılar, samimî bağlılar, gönülden kulluk edenler, mallarını
Allah yolunda harcayanlar ve seher vakitlerinde günahlarının bağışlanmasını
dileyenlerdir.
Davalarında
takvalarından kaynaklanan bir ahenk var. Bu, onların imanlarını açığa
vurmaları, onu Allah katında şefaatçı kılmaları, bağışlanmayı
dilemeleri ve ateşten sakınmalarıdır.
Onların
her bir sıfatında, hem insan hayatında hem de müslüman cemaatin hayatında
önemli bir değer olan nitelikler gerçekleştirmektir:
Sabırda:
Acıları basit görme, halinden şikayete yanaşmama, davanın yükümlülüklerine
karşı sebat etme, Hakkın yükümlülüklerini yerine getirme, Allah'a teslim
olma, Allah'ın kendileri için dilediği şeye teslimiyet gösterme, O'nun hükmünü
kabul edip gönül hoşnutluğu ile karşılama vardır...
Doğrulukta:
Varlığın temeli olan Hakk ile övünme, güçsüzlüğü basit görme vardır...
Çünkü yalan, herhangi bir zararı önlemek veya herhangi bir menfaati elde
etmek için gerçek sözü dile getirme güçsüzlüğünden başka birşey değildir.
Gönülden
Allah'a yönelmede: Uluhiyetin hakkını ve kulluk görevini yerine getirme vardır.
Kendinden başka hiçbir kimseye kulluk yapılmayan tek Allah'a kulluk etmesi,
insana onur kazandırmış olmaktadır.
Allah
yolunda malını dağıtmada: Mala boyun eğmekten özgür olma, cimriliğin
boyunduruğundan kurtulma, bireysel zevklerin arzusuna karşı evrensel insan
kardeşliğini ve insanların yaşadığı dünyaya yakışacak bir biçimde
insanlar arasında bir dayanışmanın gerçekleşmesini ilan etme vardır!
Bunların
hepsinden sonra, seher vaktinde bağışlanma dilemek ise; meltem rüzgarlarının
dalgalandığı serin, engin gölgeleri ortaya koymaktadır. Zaten yalnızca
"seherler" kavramı gecenin tanyerinin ağarmasından önceki zaman
dilimine gölgeler düşürmektedir. Havanın berraklaştığı, durgunluğa ve
sessizliğe kavuştuğu, insanın gönlünde saklı bulunan manevi duygularının
harekete geçtiği zaman kesiti!.. Buna bir de bağışlanmayı dileme tablosu
eklendiği zaman hem insanın iç dünyasında hem de varlığın özünde var
olan ahenk içinde bir atmosfer meydana gelir. Artık burada insanın ruhu ile
evrenin ruhu yaratıcılarına yönelmede el-ele tutuşurlar. İşte
sabredenler, doğru olanlar, gönülden kulluk edenler, mallarını Allah
yolunda harcayanlar, seherlerde bağışlanma dileyenler... Onlara, "Allah'ın
rızası vardır"... Zaten onlar Allah'ın rızasına layıktırlar; gölgesi
cömertlik ve manası merhamet olan Allah'ın rızasına... O, her çeşit
arzudan daha üstündür, her güzellikten daha güzeldir...
İşte
Kur'an bu şekilde, insanın beşeri duygularını toprak üzerindeki yerinden
başlayarak yavaş yavaş ufuklarda, aydınlıklarda dalgalandırmaktadır. Şefkat
ve merhametle,rahatlık ve kolaylık içinde, onun bütün fıtratını yani tüm
özlemlerini güçsüzlüğünü, zaaflarını, yeteneklerini ve eğilimlerini gözönünde
bulundurarak harekete geçirmektedir. Bunu yaparken herhangi bir baskıya ve
zorlanmaya başvurmaz. Hayatın akışını durdurmadan ve beşeri Melei A'lâ'ya
kadar yükseltir. İşte Allah'ın yarattığı fıtrat ve işte Allah'ın bu fıtrat
için belirlediği proğram... "Allah kulları görendir"....
EGEMENLİK
Surenin
buraya kadarki akışı, Tevhid gerçeği ile uluhiyyet, otorite ve risalet
birliğini ortaya koymayı hedef alıyordu... Gerçek müminler ile kalbinde eğrilik
bulunan sapıkların Allah'ın ayetlerine ve kitabına karşı tavırlarını
tasvir ediyordu... Sapıkları geçmişte ve günümüzde inkar edenlerin çarpıldığı
cezanın aynısıyla tehdit ediyordu... Daha sonra ibret almaktan alıkoyan fıtrî
dürtülerin yapısını ortaya koyuyor; takva sahiplerini Rabblerine karşı
tutumlarını ve onların Allah'a sığınışlarını tasvir ediyordu...
Şimdi
ise bu konunun sonuna kadar kendimizi başka bir hakikatin önünde buluyoruz...
Bu, temel hakikat olan Tevhid'in bir sonucudur. Beşerin pratik hayatında gerçekleştirmeyi
gerektirmektedir. İşte bu dersin ikinci bölümü bu hakikati ele almaktadır.
Bu
nedenle, birinci hakikati tekrar vermekle başlıyor ki, onun için gerekli olan
etkilerini bunun üzerine bina etsin.
..Önce
yüce Allah'ın "Kendisinden başka hiçbir İlâh olmadığına" şahidlik
etmesiyle; meleklerin ve ilim sahiplerinin de bu gerçeğe şahitlik
ettikleriyle başlıyor. Bununla beraber Allah'ın hakimiyet ile ilgili sıfatı
da açıklanıyor. Bu sıfat, hem insanların işlerinde hem de evrenin işlerini
düzenlerken adaleti gerçekleştirmesi sıfatıdır.
Allah,
uluhiyyet ve otoritede eşsiz olduğu sürece, bu gerçeği kabul etmenin ilk
sonucu olarak, yalnız Allah'a kulluğun kabul edilmesi ve kulların tüm işlerinde
O'nun yegane otorite sahibi tayin edilmesi, kulların Rabblerine teslim olmaları,
kendilerine hakim olan otoritesine itaat etmeleri, O'nun kitabına ve
Peygamberine uymaları zorunlu olacaktır.
Yüce
Allah'ın "Allah katında geçerli olan din İslâm'dır" sözü bu
gerçeği garanti etmektedir... Allah, İslâm'dan başka hiçbir dini hiç
kimseden kabul etmez... Teslim olma, itaat etme ve bağlanma anlamıyla İslâm...
Buna göre Allah'ın insanlardan kabul buyuracağı din, akıldaki sırf bir düşünce,
gönüldeki sırf bir doğrulama değildir. 'Allah'ın kabul edeceği din, ancak
bu doğrulamanın ve bu düşüncenin gereğini yerine getirmekle gerçekleşecek
olan dindir. Bu din, kulların tüm işlerinde Allah'ın yolunu hakem kabul
etmeleri, onun verdiği hükme itaat etmeleri ve Allah yolunda Allah'ın elçisine
uymalarıdır.
İşte
böylece... Ehli kitabın hallerine hayret ediliyor ve onların durumları açığa
vuruluyor... Çünkü onlar Allah'ın dini üzere olduklarını iddia ediyorlar'
ama sonra: "Aralarında hüküm vermesi için Allah'ın kitabına çağrıldıklarında
onlardan bir grup geri duruyor ve onlar yüz çeviriyorlar"!.. Halbuki bu
tavır, dindarlık iddiasıyla temelden çelişiyor. İslâm dışında Allah'ın
kabul edeceği hiçbir din yoktur... Allah'a teslim olmadan, onun elçisine
itaat etmeden, O'nun yoluna bağlanmadan; hayatla ilgili hükümlerde O'nun
kitabını hakem kabul etmeden asla İslâm'dan söz edilemez.
Onların
Allah'ın dinine iman etmediklerini somut olarak ortaya koymakta olan bu yüz çevirmelerinin
nedenini de açığa çıkarmaktadır. Buna göre yüz çevirmelerinin nedeni,
hesap gününde "adaletle" cezalandırmanın gerçekleşeceğine sağlıklı
bir biçimde inanmamalarıdır: "Çünkü onlar `sayılı birkaç gün dışında
ateş bize dokunmayacaktır' demişlerdi." Zira Ehli Kitap olduklarına bel
bağlamışlardı: "Uydura geldikleri hükümler dinlerinde kendilerini
aldatmıştı." Bu ise aldatıcı bir cüretkârlıktan başka birşey değildir...
Onlar kitap sahibi değildir, aslında mümin de değillerdi. Mutlak olarak
onlar Allah'ın dini üzere de bulunmuyorlardı; çünkü aralarında hükmetmesi
için Allah'ın kitabına çağrıldıklarında onlardan bir grup geri duruyor
ve yüz çeviriyorlardı.
Yüce
Allah, Kur'an-ı Kerim'de dinin anlamını ve dine bağlılık gerçeğini bu şüphe
götürmeyen kesinlikle ortaya koymaktadır... Allah kullardan bunun berrak ve
kesin bir şekli olan dinden: İslâmdan başkasını kabul etmemektedir. İslâm
ise, Allah'ın kitabın hakem olarak kabul etmek, O'na itaat etmek ve Ona bağlanmaktır...
Kim bunları yapmazsa onun hiçbir dini yoktur ve o müslüman da değildir; ne
kadar İslâm iddiasında bulunsa Allah'ın dini üzere olduğunu ileri sürse
de... Çünkü bizzat Allah'ın kendisi, Allah'ın dinini belirlemekte, ortaya
koymakta ve açıklamaktadır. Bu din, tanımlanmasında ve sınırlarının
belirlenmesinde insanın arzu ve isteklerine boyun eğmez... Herkes istediği şekilde
O'nun sınırlarını belirleyemez, O'nu tanımlayamaz!
Hayır.
Aksine kâfirleri -Kur'an ayetlerinin de belirttiği gibi kâfirler; Allah'ın
kitabıyla muhakeme olunmayı kabul etmeyenlerdir- dost edinenler "Allah
ile hiçbir ilişkisi olmayan" kimselerdir... Onlar hiçbir işte Allah ile
bir bağları kalmamıştır... Onlar ile Allah arasında hiçbir şekilde bir
ilişkiden söz edilemez. Allah'ın kitabını hakem tutmayı reddeden kâfirleri
dost edinmek, onlara yardım etmek ya da onlardan yardım dilemek Allah ile tüm
ilişkilerin kesilmesi için yeterlidir!
Burada
müslüman, dini temelinden silip süpüren bir dost edinme eyleminden sert bir
biçimde sakındırılmaktadır. Kur'an'ın ifade biçimi bu sakınmaya evrensel
bir bakış açısını da ilave etmektedir. Müslüman cemaatin bu evrende işleyen
güçlerin gerçek mahiyetini kavraması istenmektedir. Buna göre Allah tek başına
hüküm ve tasarruf sahibi, mülkün sahibi, dilediğine mülkü veren, mülkü
dilediğinden alan, dilediğini güç ve onur sahibi yapıp, dilediğini güçsüz
kılandır... İnsanların işleri üzerindeki bu hükümranlığın tüm evren
üzerindeki hükümranlığının yalnızca bir parçasıdır. Geceyi gündüze,
gündüzü de geceye çeviren, ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkaran
O'dur... Hem insanların işlerini hem kâinatın işlerini adalet ile yürütmek
budur işte. Şu halde ne kadar malları, güçleri ve çocukları olursa olsun
O'nun dışında hiçbir varlığın dostluğuna gerek yoktur. Yer yer
tekrarlanan ve vurgulanan bu sakındırma o günkü müslüman cemaatin pratik
yaşantısını ortaya koymaktadır. Çünkü onlar henüz bu konuda tam bir
netliğe kavuşmamışlardı. Ayrıca Mekke'de müşrikler, Medine'de de
yahudilerle, bazıları ailevi, sosyal ve ekonomik bağları nedeniyle
ilgileniyorlardı. İşte söz konusu durum bu açıklamayı ve sakındırmayı
zorunlu kılıyordu. Yanısıra, insan psikolojisinin ortada olan beşeri güçlerden
etkilenmeye eğilim duyması, işin gerçek mahiyetini ve güçlerin gerçek
alanını hatırlatmayı zorunlu kılması açıklanmış olmaktadır. Bir
yandan da inancın temeli ve pratik hayattaki gerekleri açıklanmaktadır.
Bu
bölüm, şüphe götürmez kesin bir ifade ile sona ermektedir; İslâm,
Allah'a ve Resulüne itaat etmektir. Allah'a giden yol, Peygambere bağlılık
yoludur. Sadece kalp ile inanmak ve dil ile şehadet getirmek değildir:
"Deki: `Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun Allah da sizi sevsin..:,
"Deki: `Allah'a ve Resule itaat ediniz, şayet yüz çevirirlerse, Allah
kafirleri sevmez..." Ya Allah'ın sevdiği itaat ve bağlılık, ya da
Allah'ın hoşlanmadığı küfür... Apaçık ve net olan yol ayırımı budur
işte...
18-
Allah'tan başka ilâh olmadığına ve O'nun adaleti ayakta tuttuğuna Allah'ın
kendisi, melekler ve bilgili kullar tanıktır. O'ndan başka ilâh yoktur. O üstün
iradeli ve hikmet sahibidir.
ALLAH'IN
ŞEHADETİ
Bu,
İslâm'ın inançla ilgili düşüncelerin temelini oluşturan birinci gerçektir.
Tevhid gerçeği... Uluhiyet birliği, egemenlik birliği... Adalete dayalı
egemenlik... Bu aynı zamanda surenin kendisiyle başladığı gerçektir:
"Allah'tan başka ilah yoktur. Hayat ve egemenlik O'na aittir.' Bu ayet,
bir taraftan İslâm inancının gerçek oluşunu ortaya koymayı, diğer
taraftan da ehl-i kitabın ürettiği şüpheleri aydınlatıp bertaraf etmeyi
hedef almaktadır. Bu ayette bizzat ehl-i kitaptan bu kuşkuları gidermek, ayrıca
inançları etkilenebilecek olan müslümanlardan bu şüpheleri uzaklaştırmak
amaçlanmıştır.
Yüce
Allah'ın kendisinden başka İlah olmadığına şehadet etmesi... Allah'a iman
edenlere yeterlidir. Denebilir ki: Allah'a iman edenden başkası Allah'ın şehadetiyle
yetinmez. Allah'a iman eden de bu şehadete ihtiyaç duymaz. Yalnız işin
realitesi şudur ki: Ehl-i kitap Allah'a iman ediyordu. Fakat aynı zamanda O'na
bir oğul ve,bir ortak yakıştırıyorlardı. Hatta müşrikler de Allah'a iman
ediyorlardı. Yalnız onların sapıklığı, Allah'a ortak ve eşler koşmalarından,
kızlar ve oğullar isnat etmelerinden ileri geliyordu! Hem ehl-i kitaba, hem de
müşriklere, yüce Allah'ın kendisinden başka İlah olmadığına şehadet
ettiğinin belirtilmesi, onların düşüncelerinin düzeltilmesinde büyük ölçüde
etkili olabilirdi.
Daha
önce ayetleri tetkik ettiğimiz gibi ayetlerin ifade biçimi incelendiğinde
meselenin bundan başka enginlik ve incelik boyutlarının olduğu ortaya çıkar.
Yüce Allah'ın kendisinden başka ilah olmadığına şehadet etmesi burada bir
giriş olarak verilmiş, arkasından bunun zorunlu sonuçları sıralanmıştır.
Şöyle ki: Allah, kullarından yalnız kendisine yapılan kulluktan başkasını
kabul etmez. Bu kulluk da ancak İslam'a teslimiyet anlamıyla gerçekleşebilir,
sadece bir inanç ve bilinç olarak gerçekleşemez. Kur'an'ın hükümlerinde
somutlaşan realiteye dayalı pratik yolun gereklerine göre hareket etmek, ona
itaat etmek ve bağlanmakla gerçekleşebilir. Bu açıdan her zaman pek çok
kimseler görürüz ki, Allah'a iman ettiklerini söylerler; fakat uluhiyette
onunla beraber başkasını ortak koşarlar, O'ndan başkası tarafından ortaya
konan bir yasayla muhakeme olunurlar, O'nun kitabına ve Resulüne bağlanmayanlara
itaat ederler, düşüncelerini, değer yargılarını, ölçülerini, ahlâklarını
ve eğitimlerini başkasından alırlar... İşte bunların hepsi onların
"Biz Allah'a iman ediyoruz" sözlerine aykırı düşmektedir. Ve
Allah'ın kendisinden başka İlah olmadığına şehadet etmesiyle bağdaşmamaktadır.
Meleklerin
şahadetiyle ilim sahiplerinin şehadeti ise, onların yalnız Allah'ın
emirlerine itaat etmelerinde, yalnız Allah'tan emir almalarında, O'nun katından
gelen herşeye, O'ndan geldiği kesinlik kazandıktan sonra, kuşkuya kapılmadan
ve herhangi bir tartışmaya girmeden teslim olmalarında somutlaşmaktadır.
Daha önce yine bu surede ilim sahiplerinin bu tutumlarına işaret edilmişti:
"Köklü
bilgiye sahip olanlar ise, `Bu kitaba inandık, o bütünü ile Allah katından
gelmiştir' derler. Bunu ancak aklı başında olanlar düşünebilir".
İşte
ilim sahiplerinin şehadeti, işte Meleklerin şehadeti; doğrulama, itaat etme,
bağlanma ve teslim olma...
Yüce
Allah'ın birliğiyle ilgili şehadeti, meleklerin ve ilim sahiplerinin
uluhiyyetin vazgeçilmez temel niteliği olan Allah'ın adalet ile egemen olduğuna
şehadet etmeleri bir arada veriliyor.
"Allah'tan
başka İlah olmadığına ve O'nun adaleti ayakta tuttuğuna Allah'ın kendisi,
melekler ve bilgili kullar tanıktır. O'ndan başka ilah yoktur. O üstün
iradeli ve hikmet sahibidir."
Ayetin
ifade biçiminin de belirttiği gibi, bu Uluhiyetin vazgeçilmez bir niteliğidir.
İşte surenin başında geçen egemenliğin anlamı da budur: "Allah'tan
başka İlah yoktur. O üstün irade ve hikmet sahibidir." Bu, adalete
dayalı bir egemenliktir.
Allah'ın,
şu kainat ve insanların hayatıyla ilgili idaresi sürekli olarak adalet ile yürütülmektedir.
İnsanların hayatında mutlak adaletin oluşması, kâinatın içinde yer alan
her varlığın kendi görevini başka varlıkların görevi ile mutlak bir
ahenk içinde yerine getirmesi gibi insanlar arasındaki işlerin düzene
girmesi, Allah'ın insanların hayatı için seçtiği ve kendi kitabında açıkladığı
Allah'ın yolunu hakem kabul etmedikçe gerçekleşemez. Yoksa kâinatın
hareketi ile insanın hareketi arasında ne adaletten ne mükemmellikten, ne düzgünlükten,
ne ahenkten ve ne de uyumdan söz edilebilir. Bu hal ise, zulümdür, çatışmadır,
dağılmadır ve yok olmadır.
Böylece
görüyoruz ki, tarih boyunca ne zaman yalnız Allah'ın kitabı hükmetmişse,
ancak o zaman insanlar adaletin tadını çıkarabilmiştir. Hem itaat etmek,
hem de günahkârlığa eğilim duymak, şunun ile bunun arasında tercih
yapmak, Allah'ın yolu izlendiği müddetçe ve insanların hayatına Allah'ın
kitabı hükmettiği sürece itaat etmeye daha yakın olmakla belirginlik
kazanan beşer yapısının gücü oranınca insanların hayatları da evrenin
akışına paralel bir doğrultuda harekete geçer. Ne zaman da insanların
hayatına insanların ürünü başka bir yaşam biçimi hükmetmişse
beraberinde beşerin barbarlığını ve acizliğini getirmiştir. Bunların yanısıra,
onunla beraber herhangi bir şekliyle zulüm ve çelişki de eksik olmamıştır.
Bireyin topluma zulmü; toplumun bireye zulmü; bir sınıfın diğer bir sınıfa
zulmü; bir milletin başka bir millete zulmü; ya da bir neslin diğer bir
nesle zulmü... Yalnız Allah'ın adaleti bunların hepsinden uzaktır. Çünkü
Allah tüm kulların İlahıdır. Sonra yerde ve gökte ne varsa hiçbir varlık
O'ndan gizli değildir.
"O'ndan
başka ilah yoktur O, üstün irade ve hikmet sahibidir."
Aynı
ayette ikinci defa uluhiyetin birliği hakikati, izzet sıfatı ve hikmet sıfatı
ile vurgulanıyor. Otorite ve hikmet, adaleti yetkin biçimde gerçekleştirmek
için zorunludur. Adalet, her şeyi yerli yerince koymak ve onu uygulamak için
gerekli güce sahip olmaktır. Yüce Allah'ın sıfatları müsbet bir etkinliği
düşündürür ve aşılamaya çalışır. İslam düşüncesinde Allah için
olumsuz bir anlayışa yer yoktur. Çünkü İslâm, düşüncelerin en mükemmeli
ve en sağlıklı olanıdır. Zira bu düşüncede yüce Allah kendi kendisini
tanıtır. Bu olumlu etkinliğin önemi ise şudur: Böylece insanın kalbini,
Allah'a O'nun iradesine ve hükmüne bağlar. Sonuçta inanç, sırf donuk bir
fikir ve anlayış olmaktan kurtulup, canlı, etkin ve dinamik bir niteliğe
kavuşur!
HAKK
ve TEK DİN
Bir
ayet-i kerimede iki kere vurgulanan bu hakikatin üzerine tabii sonucu ilave
edilmektedir... Yalnız bir uluhiyet. Bu tek olan uluhiyetten başkasına asla
kulluk yoktur:
19-
Allah katında geçerli olan din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine
bilgi geldikten sonra karşılıklı ihtirasları yüzünden anlaşmazlığa düştüler.
Kim Allah'ın ayetlerini inkar ederse bilsin ki, Allah'ın hesaplaşması çok
çabuktur.
20-
Eğer seninle tartışmaya kalkışırlarsa de ki; `Ben bana uyanlar ile
birlikte tüm varlığım ile Allah'a teslim oldum.' Kendilerine kitap
verilenler ile kitapsız müşriklere `Siz de teslim oldunuz mü?' diye sor. Eğer
teslim olurlarsa doğru yola girmiş olurlar. Eğer sırt dönerlerse sana düşen
sadece duyurmaktır. Allah kullarını hakkıyle görür.
Bir
tek uluhiyet.. Öyleyse kulluk da yalnız bir ilâhadır. Bu uluhiyete teslim
olmak, kulların kalplerinde ve hayatlarında Allah'ın otoritesi dışında hiçbir
varlığa yer bırakmaz.
Bir
tek uluhiyet... Öyleyse insanların kendisine ibadet etmesinde, emrine bağlanmasında,
yasasını ve hükmünü kendi aralarında uygulamasında, onların değer yargılarını
ve ölçülerini belirlemesinde, bu değer yargılarına ve ölçülere uymalarım
emretmesinde, baştan sona kadar bütün hayatlarını razı olduğu direktife
uygun biçimde kurmalarını istemesinde gerçekten hak ve yetki sahibi yalnız
bir hah vardır.
Bir
tek uluhiyet... Öyleyse bir tek inanç vardır. O da Allah'ın kendi kullarından
kabul ettiği inançtır. Saf ve net olan tevhid inancı. Sözünü ettiğimiz
Tevhidin gerekleri ise:
"Allah
katında din İslâm'dır"...
O
İslâm ki, kuru bir iddiadan ibaret değildir, sadece bir sembol değildir,
sadece dil ile söylenen bir sözcük değildir, hatta kalbin huzur içinde
kapsamına aldığı bir düşünce de değildir... Bireylerin kendi başlarına
namazda, oruçta ve Hacc'da yerine getirdiği birtakım bireysel dini görevler
hiç değildir. Hayır... Allah'ın insanlar için kendisinden başka hiçbir
dini kabul etmediği İslâm bu değildir... Burada sözü edilen İslâm teslim
olmakla gerçekleşen İslâm'dır... İtaat ve bağlılıkla gerçekleşen İslâm'dır.
Kulların aralarında Allah'ın kitabını hakem tayin etmekle gerçekleşen İslâm'dır...
Nitekim, az sonra Kur'an'ın akışı içinde bunlar ele alınacaktır.
İslâm,
uluhiyet ve otorite birliğinin kabul edilmesidir, birlenmesidir... Halbuki ehl-i
kitap Allah'ın yüce zatı ile İsa'nın (selâm üzerine olsun) zatını karıştırdıkları
gibi, Allah'ın iradesiyle İsa'nın iradesini de karıştırıyorlardı. Bu düşüncelere
bağlı olarak aralarında şiddetli anlaşmazlıklara düşüyorlardı. Bu anlaşmazlıklar
çoğu zaman onları birbirini öldürmeye, aralarında savaşların çıkmasına
neden oluyordu... İşte burada Allah, ehl-i kitaba ve islâm topluluğuna bu
anlaşmazlığın nedenlerini belirtmektedir.
"...Kitap
verilenler, kendilerine bilgi geldikten sonra karşılıklı ihtirasları yüzünden
anlaşmazlığa düştüler."
Bu,
işin gerçek yüzünü bilmemekten kaynaklanan bir anlaşmazlık değildir.
Çünkü Allah'ın birliğini, uluhiyetin tekliğini, insanın yapısını ve
kulluk gerçeğini bildiren kesin ilim onlara gelmiş bulunmaktadır. Onlar
ancak "aralarındaki azgınlıktan", taşkınlıktan ve zulümden
dolayı ayrılığa düşmekteydiler; zira Allah'ın kitaplarının, yasalarının
ve belirlediği inanç sisteminin kapsadığı doğruluk ve adaletten ayrılmış
bulunmakta idiler.
Surenin
girişinde çağdaş hıristiyan yazar T V. Arnold'dan yaptığımız alıntıda,
siyasal akımların, bu mezhebî ayrılıkları nasıl körüklediğini görmüştük.
Burada gördüklerimiz Yahudilik ve hristiyanlık tarihi boyunca zaman zaman
tekrar sahnelenen olaylardan yalnız bir örnektir. Mısır, Şam ve bu iki ülkeye
bağlı bulunan yörelerin Roma idaresine karşı olduklarından Roma'nın resmî
mezhebini nasıl reddettiklerini ve başka bir mezhebe bağlandıklarını da görmüştük!
Aynı şekilde bir Roma imparatoru olan Herakliyüs' ün kendi ülkesinin parçalarını
birleştirme çabaları da orta yolu arayan bir mezhebin doğuşuna neden olmuştu.
İmparator bununla bütün amaçlarına ulaşacağını sanıyordu!! Sanki inanç,
siyasal ve ulusal manevralarda kullanılabilecek bir oyuncaktı!! İşte bu
tutum, azgınlığın en çirkin biçimiyle taşkınlığın tâ kendisidir. Hem
de kasıtlı ve bilinçli azgınlık!
Bu
nedenle en uygun yerinde korkunç tehdit yer almaktadır:
Bu
nedenle en uygun yerinde korkunç tehdit yer almaktadır:
"Kim
Allah'ın ayetlerini inkâr ederse bilsin ki, Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur."
Bu
tehdit Tevhid gerçeği üzerindeki ayrılığı küfür saymış, kafirleri de
hesaplarının çarçabuk görülmesiyle tehdit etmiştir. Böylece kendilerine
tanınacak zaman küfürde, inkârda ve ayrılıkta ısrara neden olmasın...
Sonra
Peygamberine (sâlat ve selâm üzerine olsun) ehl-i kitaba ve müşriklere karşı
tavrını belirlemede ayrılış çizgisini telkin etmiştir. Böylece Peygamber
onlara karşı mesajını net olarak ortaya koyabilecek, ondan sonra onların işini
Allah'a havale edecek, apaydınlık yolunda ve yalnız başına kalsa da yürümeye
devam edecektir:
"Eğer
seninle tartışmaya kalkışırlarsa de ki: `Ben bana uyanlar ile birlikte tüm
varlığım ile Allah'a teslim oldum: Kendilerine kitap verilenler ile kitapsız
müşriklere `Siz de teslim oldunuz mu?' diye sor. Eğer teslim olurlarsa doğru
yola girmiş olurlar Eğer sırt dönerlerse sana düşen sadece duyurmaktır.
Allah, kullarım hakkıyla görür."
Daha
öncekilere ilave olarak fazla açıklamaya gerek yok. Ya uluhiyet ve otorite
birliği itiraf edilerek teslim olmak ve bağlanmak gerekecek, ya da uzun uzadıya
pazarlıklara ve art niyete girişilecektir. O zaman da Tevhid ve İslâm gerçekleşmeyecektir.
Bu
nedenle yüce Allah, Resulüne (salât ve selâm üzerine olsun) hem inancını
hem de yaşam biçimini açıklayacak bir tek sözü telkin etmektedir:
"Eğer
seninle tartışırlarsa..." Yani Tevhid'de ve dinde: "De ki: `Ben yüzümü
Allah'a teslim ettim.", ben ve bana uyanlar.. burada "uyma"
ifadesinin bir esprisi vardır. Bu, sırf doğrulamaktan ibaret değildir. O, bağlanmaktan
ibarettir. Aynı şekilde "yüzünü teslim etmek" de önemli bir
espriye sahiptir. Yani bu sırf dille söylemek ya da kalple inanmak değildir.
Bu da ancak teslim olmakla gerçekleşir. İtaat ve bağlılık ile birlikte bir
teslim oluş.. Yüzünü teslim etme, bu teslim oluşun dolaylı anlatımıdır.
Yüz, insanın en değerli ve en üstün organıdır. Bu ifade, çağrıya kulak
veren, izleyen, boyun eğen, itaat eden bağlanışın tablosunu canlandırmaktadır.
İşte
bu, Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) inancı ve yaşam biçimidir.
Müslümanlar da inancında ve yaşam biçiminde O'nun takipçileri ve
izleyicileridir. Öyleyse ehl-i kitaba ve müşriklere, durumlarını
belirleyici, tavırlarım ortaya koyucu soruyu sormalıdır. Her iki kapıyı
birbirinden açık bir şekilde ayıran, karışma ve benzeşmeye yer bırakmayan
ayırıcı çizgiyi belirlemelidir.
"Kendilerine
kitap verilenler ile kitapsız müşriklere `Siz de teslim oldunuz mu?' diye
sor."
Onlar
birbirinin aynıdır. Bunlar da onlar da.. Müşrikler de ehl-i kitap da açıkladığımız
anlamı ile İslâm'a çağrılmaktadır. Bunu kabul ettikten sonra onun
gereklerini yerine getirmeye, hayatta Allah'ın kitabını ve yaşam biçimini
hakem olarak tayin etmeye davet edilmektedirler. Onu kabul ettikten sonra
gereklerini yerine getirmeye, hayatta Allah'ın kitabını ve yaşam biçimini
hakem olarak tayin etmeye çağrılmaktadır.
Eğer
İslâm'a girerlerse, doğru yolu bulmuş olurlar."
Hidayet
tek bir biçimde ortaya çıkmaktadır. O da İslâm biçiminde gerçekleşmektedir.
Bu gerçekliği ve bu yapısıyla İslâm; bunun dışında doğru yola ulaşmanın
başka biçimleri, başka şekilleri, başka şartları ve başka yolları da
yoktur... İslâm dışında kalanlar ise ancak sapıklık, cahiliyye, şaşkınlık,
eğrilik ve kaypaklık içindedir...
"Eğer
yüz çevirirlerse, sana ancak tebliğ etmek düşer"
Haberi
ulaştırdıktan sonra Resulün hizmeti sona erer, görevi biter. Tabi ki bu
durum, Allah'ın O'na İslâm'ı kabul etmeyenler vazgeçip şu iki şıktan
birini kabul edinceye kadar onlarla savaşmayı emretmesinden önceydi: Sonradan
gelen hükme göre onlar ya dini kabul edip din ile somutlaşan otoriteye boyun
eğecekler, ya da cizye ödemek suretiyle düzene itaat edeceklerine dair anlaşma
yapacaklardı... Çünkü inançta zorlama olmazdı...
"Allah,
kullarım hakkıyle görür."
Görmesi
ve bilgisine uygun biçimde onların işlerinde tasarrufta bulunur. Her bakımdan
insanların işi O'nun fermanına bağlanır.
Fakat
Allah, yalancı!ar ile isyankarlar hakkındaki sonsuza dek geçerli Sünnetullah'a
uygun olarak onları ve benzerlerini bekleyen sonlarını kendilerine açıklamadan
onları kendi halleriyle başbaşa -bırakmaz:
21-
Allah'ın ayetlerini inkâr edenleri, peygamberleri sebepsiz olarak öldürenleri
ve adaleti emreden insanları öldürenleri acıklı bir azapla müjdele!
22-
Onların emek ve çabaları dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlara
yardım eden bulunmaz
İşte
asla şüphe götürmeyen son budur.. Acıklı bir azap. Onu dünya ya da ahiret
ile sınırlamıyor. Burada da orada da beklenmektedir . Bu, aynı zamanda onların
dünya ve ahiretteki amellerinin boşa çıkarılışını da renkli bir
ifadeyle vermektedir. Ayet-i kerimede bunun için kullanılan "hubût"
kavramı; zehirli bir ot yiyen hayvanın öleceğine bir alamet olarak şişmesidir..
Bu insanların eylemleri de böyledir. Gözleride büyüdükçe büyür ve şiştikçe
şişer. Yalnız bu, boşa çıkma ve yok olma ile sonuçlanacak olan şişmeden
öte bir şey değildir. Çünkü hiçbir yardımcı onlara yardım etmeyecek ve
hiçbir avukat onları savunmayacaktır.
Burada
Allah'ın ayetlerini inkar etmenin yanında peygamberleri haksız yere öldürmekten
söz edilmiştir. Zaten bir peygamberi haklı olarak öldürmek diye bir olay
olamaz. Bununla beraber insanlar arasında adaleti yaymaya çalışanların,
yani gerçek adalet üzerinde kurulan ve adaleti gerçekleştirmenin biricik şekli
olan Allah'ın yoluna uymaya çağıranların öldürülmesinden bahsedilmiştir...
İşte bu niteliklerin burada söz konusu edilmesi tehdidin yahudilere yönelik
olduğunu ele vermektedir. Bunlar, tarihleri boyunca her anıldığında
yahudileri hatırlatan başlıca niteliklerdir! Fakat bu, aynı zamanda sözün
hıristiyanlarada yönelik olmasına engel değildir. Hıristiyanlarda bu tarihe
kadar hıristiyan olan Roma devletinin resmi mezhebine aykırı düşen
mezheplere bağlı insanlardan binlercesine öldürmüşlerdi. Bu haksız yere
öldürülenler arasında yüce Allah'ın birliğine ve İsa'nın (selâm üzerine
olsun) normal bir insan olduğuna inananlar da vardı. öldürülenler aynı
zamanda adaleti yaymaya çalışan insanlardandı... Bu, ayrıca buna benzer çirkin
eylemlere girişen herkesi kapsayan sürekli bir tehdittir... Ve bu tipler her
zaman o kadar çoktur ki...
Kur'an'daki
"Allah'ın ayetlerini inkar edenler" ifadesinin ne anlama geldiğini sürekli
hatırda tutmak gerekir. Bundan amaç, sadece açıkca kafir olduğunu söyleyenler
değildir. Uluhiyetin tek olduğunu ve yalnız O'na ibadet edilmesi gerektiğini
kabul etmeyen herkes bu ifadenin kapsamına girer. Bu ise, yasama, yönlendirme,
değer yargıları ve ölçüleri belirlemekle kulların hayatlarına hükmeden
otoritenin tek olması gerektiğini açıkça ortaya koyar. Kim başta bu
konulardan birinde Allah'tan başkasına bir pay ayırırsa o Allah'a ortak koşmuş
veya O'nun uluhiyetini inkâr etmiş olur.. )sterse dili ile bin defa müşrik
olmadığını, Allah'ın uluhiyetini kabul ettiğini söylesin. Gelecek ayeti
kerimelerde bu sözün doğruluğunu daha net olarak göreceğiz.
23-
Allah'ın kitabından kendilerine bir pay verilmiş olanları görmedin mi?
Bunlar aralarında hüküm versin diye Allah'ın kitabına çağırılıyorlar,
fakat sonra aralarından bir grup bu kitaba karşı çıkarak sırt çeviriyor.
24-
Bu olumsuz tutumları, onların `Cehennem ateşi bize sayılı birkaç gün dışında
dokunmayacak' demelerinden kaynaklanıyor. Onların bu iftiraları dinleri
konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür.
25-
Acaba geleceği kuşkusuz bir gün onların biraraya getirilecekleri ve hiç
kimseye haksızlık edilmeksizin herkese kazandığı verileceği zaman halleri
nice olur?
Bu
soru onların çelişkili tuhaf tutumlarını yadırgamak ve duyurmak içindir.
Kendilerine kitaptan bir pay verilenlerin tutumudur bu. Bu pay, yahudiler için
Tevrat, hıristiyanlar için Tevrat ile beraber İncil'dir. Hem Tevrat hem de İncil,
kitaptan "bir pay"dır. Çünkü Allah'ın kitabı, Allah'ın elçilerine
gönderdiği uluhiyetinin ve otoritesinin birliğini işlediği kaynaktır. Aslında
bu tek bir kitaptır. Bu kitaptan bir pay yahudilere bir pay da hıristiyanlara
verilmiştir. Kur'an daha önceki dinlerin bütün esaslarını kapsadığından
ve kendisinden önceki kitapları doğruladığından müslümanlara da kitabın
tamamı verilmiş olmaktadır... "Kendilerine Kitab'tan bir pay
verilenlere" Sonra da ayrılığa düştükleri konular ile yaşayışlarında
ve günlük hayatta aralarında hükmetmesi için Allah'ın kitabına çağırıldıklarında
hep birlikte bu çağrıya kulak vermeyenlerin durumu ile onlardan bir grubun
Allah'ın kitabını ve yasasını hakem kabul etmekten geri kalışına ve
ondan yüz çevirmesine hayret ifade eden bir sorudur bu. Allah'ın kitabından
herhangi bir paya iman etme iddiası ile çelişecek ve kendilerinin kitap
sahibi olduklarını söylemeleriyle bağdaşmayacak bir tavırdır bu...
"Allah'ın
kitabından kendilerine bir pay verilmiş olanları görmedin mi? Bunlar aralarında
hüküm versin diye Allah'ın kitabına çağırılıyorlar; fakat sonra aralarından
bir grup bu Kitaba karşı çıkarak sırt çeviriyor".
Böylece
yüce Allah, ehl-i kitabtan -hepsinin değil- bazılarının inanç konularında
ve hayatlarında Allah'ın kitabını hakem olarak.kabul etmekten yüz çevirmelerini
hayret edilecek bir tutum olarak göstermektedir. Durum böyle olunca;
kendilerinin müslüman olduklarını söyleyip, sonra da Allah'ın yasasını
hayatlarından tümüyle söküp atanların ve hala müslüman kaldıklarını
sananların durumu ne olacaktır! Bu aynı zamanda müslümanlara gösterilmiş
canlı bir örnektir. Böylece onlar, din gerçeğini ve İslâm'ın yapısını
öğrenecek; Allah'ın kendilerini yadırgamasına ve hatalarını açığa çıkarmasına
neden olabilecek hareketlerden sakınacaklardır. Müslüman olduklarım iddia
etmeyen ehl-i kitabtan bir grubun Allah'ın kitabı ile muhakeme olmaktan yüz
çevirmeleri bu şekilde reddedildiğine göre, O'ndan yüz çevirenler "müslümanlar"
olduğunda bu ne şekilde reddedilir acaba?.. Bu, gerçekten sonsuz bir hayreti
ifade eden korkunç bir felakettir. Sapıklığa ve Allah'ın rahmetinden
kovulmaya varan Allah'ın gazabıdır! Bu belâdan Allah'a sığınırız.
Sonra
bu çirkin ve çelişkili tutumun nedenine parmak basılıyor:
"Bu
olumsuz tutumları onların `Cehennem ateşi bize sayılı birkaç gün dışında
dokunmayacak: demelerinden kaynaklanıyor. Onların bu iftiraları dinleri
konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür."
İşte
Allah'ın Kitabı ile muhakeme olunmayı bu nedenle reddediyorlar ve yine bu yönden
iman iddiası ve kitap sahibi olma davası ile çelişkiye düşüyorlar. Başlıca
neden kıyamet gününde ciddî hesap vereceklerine, şaşmayan ve taraf
tutmayan ilâhî adaletin ciddiyetine inanmamış olmalarıdır. Bu, onların şu
sözlerinde ortaya çıkmaktadır: "Cehennem ateşi bize saydı birkaç gün
dışında dokunmayacak"... Yoksa onlar neden sayılı günler dışında
ateşin kendilerine dokunmayacağını söylesinler! Neden? Gerçekte ise onlar,
her şeyde Allah'ın Kitabını esas almaktan oluşan din gerçeğinden temelli
sapmış bulunuyorlar. Eğer onlar gerçekten Allah'ın adaletine inanıyorlarsa,
neden böyle söylesinler! Hatta, onlar gerçekten Allah'ın huzuruna varacaklarının
bilincinde olsalar böyle mi yaparlar! Onlar iftiradan başka birşey söylemiyorlar.
Sonra bu iftiraları kendilerini de kandırıyor:
"Onların
bu iftiraları dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştü."
Gerçekten
Allah'la buluşma inancının ciddiyeti ve bu buluşmanın gerçekliğinin
bilincinde olmak ile O'nun cezasını ve adaletini düşünmedeki bu gevşeklik
bir kalpte birleşemez...
Gerçekten
ahiret korkusu ve Allah'tan haya etme duygusu ile Allah'ın Kitabı ile muhakeme
olunmaktan ve hayatın her alanında onu hakem kabul etmekten yüz çevirmek bir
kalpte bulunamaz...
Bugün
kendilerinin müslüman olduğunu zannedip aralarında hüküm vermesi için
Allah'ın kitabına çağırıldıklarında arkalarını dönenler ve bundan yüz
çevirenler de bu ehl-i kitap gibidir. Bu müslümanlık iddiasında bulunanların
bazıları, sıkılmadan insan hayatının dünyayı ilgilendirdiğini, dinle
ilgisi bulunmadığını ileri sürmektedirler. Bunlara göre dinin insanların
ekonomik, sosyal hatta ailevi ilişkilerine varıncaya kadar bütün pratik
hayatına müdahale etmesi gerekmez. Bu inançlarına rağmen hâlâ müslüman
olduklarını sanırlar. Onların bazıları bu inançlarına rağmen, Allah'ın
kendilerine günahlardan temizleme dışında asla azab etmeyeceğine, bu
cezalarını çektikten sonra Cennet'e gönderileceklerine ahmakça inanırlar.
Nitekim müslüman değiller mi! Bu, ehl-i kitabın ileri sürdüğü iddianın
ta kendisidir. Dinde hiçbir temeli bulunmayan uydurma tezlerle kendilerini
avutmanın aynısıdır. Hem ehl-i kitab hem de kendilerini müslüman
zannedenler, dinin temelinden sapmakta, Allah'ın razı olacağı gerçekten;
...İslâm'dan... Teslim oluştan, itaat etmekten ve bağlanmaktan sıyrılma
noktasında aynı konumdadırlar. Hayatın her alanında yalnız Allah'tan
direktif almaktan uzaklaşma açısından da aralarında fark yoktur.
"Acaba
geleceği kuşkusuz bir gün biraraya getirilecekleri ve hiçkimseye haksızlık
edilmeksizin herkese kazandığı verileceği zaman halleri nice olur?"
Bu
nasıl bir tehdittir? Bu günün, Allah ile karşılaşmanın ve O'nun yüce
adaletinin ciddiyetini kavrayan, düşüncesi ve bilinci boş umutlar ve aldatıcı
uydurmalarla sulanmamış her müminin kalbi bu tür tehditlerle karşılaşmaktan
ürperir. Sonra bu, herkesi ilgilendiren genel bir tehdittir... Müşrikleri,
hakk ile batılı karıştıranları, ehli kitabı ve müslümanlık iddiasında
olanları bütün olarak kapsamaktadır. Onlar hayatlarında İslâm'ı gerçekleştirmeme
hususunda denktirler.
"Acaba
geleceği kuşkusuz bir günde... Halleri nice olur?
İlahi
adalet yerini bulduğunda nasıl olacak? "Ve herkese kazandığı verildiği
zaman"... Hiçbir zulme ve kayırmaya yer verilmeksizin. "Ve hiç
kimseye haksızlık edilmeksizin." Ve onlara Allah'ın hesaba çekmesinde müsamaha
gösterilmeyecektir. Bu, kendilerine yöneltilen, ancak cevapsız bırakılan
bir sorudur. Onun cevabına hazırlanırken kalp sarsılmakta ve titremektedir!