YEGANE
MÜLK SAHİBİ
Burada
ayeti kerimeler Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) ve bütün müminlere
Allah'a yönelmelerini, insanların hayatlarında ve evrenin idaresinde tek olan
uluhiyet gerçeğini ve yine tek olan otorite gerçeğini kabul etmelerini aşılamaya
çalışmaktadır. Hem beşerin hayatı hem evrenin idaresi uluhiyetin ve
hakimiyetin görünümlerinden başka birşey değildir. Ve bunda Allah'ın hiçbir
benzeri ve ortağı yoktur:
26-
De ki; `Ey mülkün sahibi Allah'ım, sen mülkü (egemenliğin iktidarı)
dilediğine verir, dilediğinden geri alırsın. Dilediğini üste çıkarır,
dilediğini alçaltırsın. İyilik senin elindedir, senin gücün herşeye
yeter.
27-
Geceyi gündüze dönüştürür, gündüzü geceye dönüştürürsün. Diriyi
ölüden çıkarır, ölüyü diriden çıkarırsın. Dilediklerine hesapsız rızık
verirsin.'
Gönülden
gelen bir yakarış... İfade biçiminde dua tonu var... Manevi parıltısında
yalvarış özü hakim. Apaçık evren kitabına dikkat çekişinde, şefkat ve
yumuşaklıkla insanın duygularını coşturma var. Allah'ın iradesi ve
insanların işleri ile evrenin işlerinin yürütülmesini beraberce zikredişinde
büyük bir gerçeğe işaret vardır. Hem evrene hem de insana egemen olan tek
uluhiyet gerçeğine... İnsanın ihtiyacının, Allah'ın idaresinde bulunan büyük
evrenin ihtiyacının bir parçasından başka birşey olmadığı gerçeğine...
Yalnız Allah'a boyun eğmenin, insanın ihtiyacı olduğu gibi tüm evrenin
ihtiyacı da olduğu... Bu ilkeden sapmanın insanı, kuralların dışına çıkma
ile cahilliğe ve sapıklığa düşüreceği gerçeğine işaret var!
Bu,
tek uluhiyet gerçeğinden kaynaklanan bir gerçektir... Tek bir İlâh. Öyleyse
herşeye sahip olan da yalnız O'dur. Ortaksız olarak "Mülkün
sahibi" O'dur. Sonra O, kendi mülkünden dilediğine dilediği kadarını
verir. Allah'ın kendisine mülk verdiği kişi ancak emanet olarak onu
sahiplenebilir. Mülkün gerçek sahibi, dilediğinde dilediği kimseden mülkünü
geri alır. Hiçbir insanın gönlünce tasarruf yetkisi bulunan kalıcı bir mülkiyet
olamaz. Ancak kendisine emanet edilen bir mülkiyetten söz edilebilir ki o da
asıl mülk sahibinin şartlarına ve direktiflerine bağlı kalma zorunluğudur.
Mülkü emanet olarak alan kişi, mülkün asıl sahibinin şartlarına aykırı
bir harcamada bulunduğu zaman bu harcaması geçerli olmaz ve müminler dünyada
buna engel olmak zorundadırlar. Bu kişi ahirette de, mülkü canının istediği
şekilde kullandığından ve asıl sahibinin şartlarına aykırı hareket ettiğinden
dolayı ayrıca hesaba çekilecektir...
Aynı
şekilde dilediğini onurlandıran, dilediğini de güçsüz düşüren O'dur.
Kimse O'nun hükmünü yanlış göremez, O'nu saptırmaya yeltenemez ve verdiği
kararı bozamaz. O, yüce Allah'tır ve her şeyin sahibidir... Bu özel niteliği
Allah dışında hiç kimsenin üstlenmesi asla doğru olmaz.
Allah'ın
bu egemenliği, bütünü ile iyiliğin kendisidir. Çünkü O, bu hakimiyetini
doğruluk ve adalet ile yürütür. Doğruluk ve adalet ile mülkü dilediğine
verir, dilediğinden alır. Hak ve adalet ile dilediğini onurlandırır, dilediğini
güçsüz kılar. Tüm durumlarda O'nun murad ettikleri gerçekten hayırdır.
Her zaman bu iyiliğin gerçekleşmesi üzerindeki mutlak irade ve mutlak kudret
Allah'ındır. "İyilik senin elindedir" "Senin herşeye gücün
yeter"...
İnsanın
tüm işleri üzerindeki bu hakimiyet, onların işlerini iyilik temeli üzerinde
proğramlama, Allah'ın kâinat ve hayat üzerindeki mutlak ve büyük
hakimiyetinin bir parçasından başka birşey değildir:
"Geceyi
gündüze dönüştürür, gündüzü geceye dönüştürür. Diriden ölüyü
çıkarır, ölüden diriyi çıkarırsın. Dilediklerine hesapsız rızık
verirsin."
Bu
birbiri içine giren gizli hareketi, bu büyük gerçeği ifade eden tasvir
insanın kalbini, duygularını, gözlerini ve duyu organlarını doyurmaktadır...
Gecenin gündüze, gündüzün geceye çevrilişi, ölüden dirinin, diriden ölünün
çıkarılışı olgusu... Kalbin, dikkatlerini ona yönelttiğinde ve orada fıtratın
gerçek ve engin sesine kulak verdiğinde şüphesiz ve tartışmasız olarak
Allah'ın kudretine işaret ettiğini kavrayacağı hareket.
"Geceyi
gündüze, gündüzü geceye dönüştürür".
İster
mevsimlerin değişmesi esnasında geceden gündüze, gündüzden geceye alınıp
eklenme şeklinde anlaşılsın, ister sabah akşam vakitlerinde karanlığın
aydınlığın hareketiyle birinin diğerine geçmesi biçiminde anlaşılsın.
İnsanın kalbi hem bu harekette hem diğerinde Allah'ın evreni harekete geçiren
kudretini görür gibi olmaktadır. Kapkaranlık kürenin apaydınlık küre önünde
nasıl katlandığını, karanlık yerleri nasıl aydınlık yerlere çevirdiğini
gözlemektedir. Yavaş yavaş gece karanlığının gündüzün aydınlığına
geçtiğini, sabahın azar azar karanlıkların derinliklerinden nefes almaya başladığını...
Kışın girişiyle gecenin gündüzden kemire kemire yavaş yavaş uzadığını...
Yazın başlangıcında ise, gündüzün geceden çala çala uzamaya başladığını
görür gibi olmaktadır. Bu hareket ile diğer hareketin ince ve gizli
iplerinin elinde bulunduğunu hiçbir insan iddia etmez. Ayrıca aklî dengesi
yerinde olan bir insan bunların proğramsız ve rastgele oluştuğunuda ileri sürmez.
Hayat
da ölüm de böyledir. Yavaş yavaş ve basamak basamak biri diğerine geçmektedir.
Canlılar üzerinden geçen her saniyede, hayatın yanında ölüm de harekete
geçmektedir. Ölüm, ondan bir tarafı yontuyor hayat ise onda yeniden bir
diriliş gerçekleştiriyor! Canlıların birtakım canlı hücreleri ölüp
gidiyor, onların yerini yeni hücreler alıyor ve eyleme geçiyor. Onda ölüp
giden, başka bir dolaşımla tekrar hayata dönüyor. Onda diri olarak meydana
gelen bir başka dolaşımda ölüme mahkûm oluyor. Bu, bir tek canlı
organizmadaki harekettir... Sonra çerçeve genişlemeye başlar ve bu sefer
canlı organizmanın tamamı ölüme mahkûm olur. Sonra onun hücreleri, başka
bir bileşimde görev alan atomlara dönüşüp canlı bir bedene girer ve orada
hayata kavuşur. Bu, gece ile gündüzün her saniyesinde hareket halinde olan
bir dolaşımdır. Tüm bu hareketlerden hiçbirini, insan kendisine mal etmeye
kalkamaz. Yine hiçbir akıllı, insan, bu hareketin proğramsız ve rastlantı
eseri olduğunu ileri süremez!
Tüm
evrenin ve her canlının yapısında varolan bir hareket. Gizli, engin, tatlı
ve dehşet yerici bir hareket. Kur'an'ın bu kısa işareti, o büyük hareketi
insanın kalbine ve beşerin aklına göstermektedir.' Her ye gücü yeten,
onları yoktan vareden, onlara merhamet eden ve işlerini proğramlayan Allah'ın
eliyle dokunan hareket. İnsanlar nasıl olur da işlerini merhametle proğramlayan
Allah'tan ayrı bir proğram yapmaya kalkışabilirler? Hakîm ve Habîr olan
Allah'ın düzene koyduğu bu evrenin birer parçaları oldukları halde, nasıl
olur da kendilerine canlarının istediği düzenler seçebilirler?
Sonra
hepsinin rızkı Allah'ın elinde olduğu ve hepsi de O'na muhtaç olduğu
halde, nasıl bir kısmı bir kısmını kul yapabilir, bazıları bazılarını
Rabbler edinebilirler?
"Dilediğine
sınırsız rızık verirsin"
Bu,
insanın kalbini büyük gerçeğe; Tek bir uluhiyet, tek bir gücün etkinliği,
tek bir hakimiyet bir tek asıl sahip olduğu ve bir tek zatın hüküm verme
yetkisi olduğu gerçeğine yöneltmektedir. Sonra herşeye hakim, mülkün
sahibi, onurlandıran, güçsüz bırakan, hayat veren, öldüren, bağışta
bulunan, mahrum bırakan, evrenin ve insanın işlerini sürekli olarak adalet
ve iyilikle düzene koyan Allah'ın dışında hiçbir kimseye bağlanılmayacağı
gerçeğine çekmektedir.
KÂFİRLERE
DOSTLUK BESLEYENLER
Bu
ifade, geçen bölümde söz konusu edilen kendilerine Kitap'tan bir pay verildiği
halde Allah'ın insanlara belirlediği yolu kapsayan Allah'ın kitabıyla
muhakeme olunmaya sırtını dönen ve O'ndan yüz çevirenlerin tutumlarının
eleştirisini pekiştirmektedir. Halbuki bütün kâinatın ve insanların işlerini
evirip-çeviren Allah'ın kitabıdır. Bu aynı zamanda gelecek bölümde söz
konusu edilen müminlerin müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmelerinden
sakındırmaya da bir giriştir. Zira bu evrende kâfirler için hiçbir kudret
ve tasarruf hakkı yoktur. Herşey yalnız Allah'ın elindedir. O da yalnız müminlerin
dostudur, başkasının değil:
28-
Müminler, müminleri bırakarak kafirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa
artık Allah ile arasında hiçbir ilişki kalmaz. Yalnız, kafirlerin size yönelik
tehlikelerinden korunabilirsiniz. Allah sizi kendinden korkmaya çağırıyor. Dönüş
Allah'adır.
29-
De ki; `İçinizdeki duyguyu saklasanız da açığa vursanız .da Allah onu
bilir. Göklerde olanı ve yerde olanı da bilir. Allah'ın gücü herşeye
yeter.'
30-
O gün herkes yapmış olduğu her iyiliği karşısında bulur, yaptığı her
kötülüğü de. Yaptığı kötülükle arasında uzak bir mesafe olsun ister.
Allah sizi kendisinden korkmaya çağırır. Allah, kullarına karşı şefkatlidir.
Kur'an'ın
akış seyri, geçen bölümde yetkinin bütünüyle Allah'a ait olduğu, bütünüyle
kudretin Allah'a özgü olduğu, bütünüyle idarenin Allah'a mahsus olduğu, rızkın
tamamıyla Allah'ın elinde olduğu bilincini coşturmuştur. O halde, müminin
Allah düşmanlarına dostluğu mümkün müdür? Aralarında hüküm
verebilmesi için Allah'ın kitabına çağrıldıkları halde sırtını dönen
ve ondan yüz çeviren Allah düşmanlarına dostluk ile Allah'a iman gerçeği
bir tek kalpte buluşamaz. Onun içindir ki, müminler bundan ciddi biçimde sakındırılmış,
hayatta Allah'ın kitabının hakim olmasına taraftar olmayanlara dost olduğunda
müslümanın İslâm dairesinden dışarı çıkacağı kesin biçimde
belirtilmiştir. Artık bu dostluğun, kişinin gönlünün onlarla beraber
olması veya onlara yardım etmesi yahut da onlardan yardım istemesi biçiminde
gerçekleşmiş olması arasında fark yoktur.
"Müminler,
müminleri bırakarak kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa artık
Allah ile arasında hiçbir ilişki kalmaz. Yalnız kâfirlerin size yönelik
tehlikelerinden korunabilirsiniz."
İşte
böyle... Ne ilişkilerde ne de bağlılıkta, ne dinde ne de inançta, ne görevde
ne de dostlukta onun Allah ile hiçbir ilgisi kalmamıştır. O, Allah'tan uzaktır
artık. Her alanda Allah ile ilişkisini tamamen kesmiş olur.
Kişinin
korku içinde bulunduğu yer ve zamanlarda Takiyye ile buna izin verilmiştir.
Yalnız bu, dil ile gerçekleşen bir takiyyedir. Kalp ile beslenen bir dostluk,
ya da fiilî olarak gerçekleşen bir dostluk değildir. İbn-i Abbas (Allah
ondan razı olsun) diyor ki: "Takiyye, eylem ile olmaz. Takiyye, ancak dil
ile olur." Mümin ile kâfir arasında bir sevginin meydana gelmesi izin
verilen takiyye kapsamına girmediği gibi, mü'minin takiyye adı altında
pratik olarak herhangi bir şekilde kafire yardım etmesi de izin verilen
takiyye kapsamına girmez. Allah'a karşı bu tür düzenbazlıklara başvurmak
doğru değildir! Sözü edilen kâfir, Kur'an ifadesinin burada kapalı olarak
geçtiği fakat başka bir surede açık olarak gösterdiği gibi, hayatın her
alanında Allah'ın kitabının egemen olmasına taraftar olmayan kişidir.
Bu
durumda iş, vicdanlara, kalplerin takvasına ve bütün gizli şeylerden haberi
olan Allah'a havale edildiğinden, gerçekten dehşet verici bir biçimde müminleri
Allah'ın cezasından ve öfkesinden sakındırmayı da içeren bir tehdidle
ifade edilmiştir:
"Allah
sizi kendinden korkmaya çağırıyor. Dönüş de Allah'adır."
Ayetlerin
akış seyri sakındırmaya, kalplere dokunmaya ve Allah'ın kendilerini gözettiği
ve Allah'ın ilminin kendilerini izlediği bilincini vermeye devam ediyor.
"De
ki: `İçinizdeki duyguyu saklasanız da açığa vursanız da Allah onu bilir.
Göklerde olanı ve yerde olanı da bilir. Allah'ın gücü herşeye
yeter."
Bu
ifadê, sakındırma ve tehdidi daha da derinleştiriyor. İlim ve kudrete
dayanan kendisinden kurtulmak için hiçbir sığınak ve yardım yetkisi
bulunmayan Allah'ın cezasına çarpılmaktan korunma ve korkma duygusunu coşturuyor!
Ayetlerin
akışı, hiçbir eylem ve niyetin unutulmadığı, herkesin yaptıklarının tümüyle
karşılığını göreceği o korkunç günü gözler önüne getirerek, sakındırma
ve kalpleri etkilemede bir adım daha atıyor.
Bu
öyle bir karşılaşmadır ki, insanın kalbine açılan bütün yolları kapatıyor.
Ve onu, iyi-kötü herşeyini gözetleyerek kuşatıyor. İnsan bu gözetleyiciye
yönelirken kendi kendisini hesaba çekiyor. Kendisiyle işlediği kötülük
arasında uzun bir mesafe olmasını ya da kendisiyle bu günün tamamı arasında
aşılmaz bir uzaklık olmasını diler; fakat bu dilemenin iş işten geçtikten
sonra ne yararı olabilir ki! Çünkü artık karşılaşma günü gelmiş ve
onun gırtlağına yapışılmıştır. Artık kaçıp kurtulmak çok uzak.
Kurtuluş yok artık!
Sonra
ayetlerin akışı yine imanın kalbine bir hamle daha yapıyor ve Allah'ın
insanların kendisinden sakınmaları gerektiği şeklindeki telkini tekrar
ediliyor:
"Allah,
sizi kendisinden korkmaya çağırır..."
Yüce
Allah bu sakındırmada zaman geçmeden fırsatın genişliğini ve rahmetini
onlara hatırlatıyor:
"Allah
kullarına karşı şefkatlidir."
Bu
sakındırma ve bu hatırlatma da onun şefkatindendir. Bu da O'nun kullara
iyilik ve rahmet dilediğini göstermektedir...
İşaretler,
yöntemler, îmalar ve ilhamlar yönünden zengin olan bu geniş çaplı hamle,
müslüman cemaatin hayatında yaşanan olaylara ışık tutmaktadır. Müslüman
bloktan bazı bireyler ile kâfirler arasında akrabalık yahut ticaret
etkenlerinden ötürü birtakım ilişkiler vardı. Bundan dolayı burada müslümanların
Mekke'de müşrikler, Medine'de de yahudiler ile akrabalık, dostluk ve kölelik
ilişkilerinin gevşek tutulmasının tehlikesine işaret edilmektedir. Halbuki
İslâm yeni müslüman toplumun temelini yalnız inanç ilkesine dayandırmak
istiyordu. Bu inançtan kaynaklanan yolun ilkesine dayandırmak amacındaydı.
Öyle ki İslâm, bu konuda hiçbir cıvıklığa ve kaypaklığa asla izin
vermiyordu.
Aynı
şekilde bu tür ağlara takılmamak, buna benzer bağlardan kurtulmak, Allah'a
sığınabilmek, başkalarına değil, yalnız O'nun yoluna bağlanmak için
insan kalbinin sürekli olarak yorucu çalışmalara ihtiyacı olduğuna
gizliden işaret edilmektedir.
İslâm,
din hususunda müslümanlarla savaşmayan insanlara iyilik yapmayı yasaklamaz.
Yalnız, dostluk, iyilik yapmaktan apayrı bir olgudur. Dostluk; karşılıklı
bağlılık, yardımlaşma ve sevgi beslemedir. Bu ise, gerçekten Allah'a iman
eden bir kalpte ancak kendisi ile beraber Allah'a bağlanan, hayatlarında
Allah'ın yoluna onunla birlikte boyun eğen, itaat, bağlılık ve teslimiyet
ile Allah'ın kitabıyla muhakeme olunmaya taraftar olan müminler için varolan
bir dostluktur.
PEYGAMBERE
UYMA
Son
olarak bu konunun ve surenin en geniş ve temel çizgilerini ortaya koyucu,
kesin ve net olan, ele aldığı meselede kesinlik arzeden sonuç geliyor.
Geliyor ki, öz ifadelerle iman gerçeğini, din gerçeğini ortaya koysun, hiçbir
şüpheye yer bırakmayan bir netlikle küfür ile imanın arasını kesin
olarak ayırsın:
31-
De ki; `Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcı ve esirgeyicidir.'
32-
De ki; :4ilah'a ve peygambere itaat ediniz.' Eğer bu çağrıya sırt çevirirlerse
hiç şüphesiz Allah kafirleri sevmez.
Allah
sevgisi, ne laftan öteye geçmeyen bir iddia ne de insanın vicdanında kalan
bir aşktan ibarettir. Bu sevgi, Allah'ın Resulüne bağlılık, O'nun gösterdiği
yolda yürüme, O'nun yaşam biçimini gerçekleştirme ile ortaya konur. İman
da söylenen sözler, coşan duygular, yerine getirilen sembolik ibadetler değildir.
İman; ancak Allah'a ve Resulüne bağlılık, Peygamberin getirdiği Allah'ın
buyruklarına göre hareket etmedir. İmam İbn-i Kesir, tefsirinde otuzbirinci
ayetle ilgili olarak diyor ki: "Bu âyet-i kerime, Allah'ı sevdiğini
iddia ettiği halde Muhammed'e tâbi olmayan herkese karşı kesin bir hükümdür.
Böyle bir iddiası olan kişinin, tüm sözlerinde ve eylemlerinde Muhammedî
yaşayışı ve O'nun tebliğ ettiği dini izlemediği sürece, bunun yalancı
olduğuna hükmedilir. Nitekim Sahih (hadiste) sabit olduğuna göre Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) `Kim bizim emretmediğimiz bir işi yaparsa o
iş reddedilmiştir' buyurmuştur..."
İkinci
ayet hakkında ise; "De ki: Allah'a ve Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse..
" Yani emrine aykırı hareket ederlerse "Allah, kâfirleri sevmez...
Ya da ona aykırı hareket etmenin küfür olduğunu belirtiyor. Allah bu
nitelikte olanları sevmez, isterse O, Allah'ı sevdiğini iddia edip O'nu
savunsun.
İmam
İbn-i Kayyim el-Cezviyye, Zadu'l Meâd adlı eserinde diyor ki:
"Peygamberin
gerçekten Peygamber olduğuna ve onun doğru söylediğine şahitlik eden ehl-i
kitap ve müşriklerden pek çoğunun bu şahitliklerinin onların İslâm'a
girmeleri için yeterli olmadığı gerçeği üzerinde düşünen herkes, İslâm'ın
bunun ötesinde bir olgu olduğunu kavrayacak, İslâm'ın sırf kuru bir tanımadan
ibaret olmadığını fark edecektir. Yine, Onun yalnız tanıma ve kabul
etmeden ibaret olmadığını öğrenecek, İslâm'ın hem tanıma, hem kabul
etme, hem bağlılık, hem itaat etme zorunluluğu hem de içiyle-dışıyla
boyun eğme olduğunu anlayacaktır..."
Bu
dinin öyle belirgin bir gerçeği vardır ki, bu gerçek olmadan ondan söz
edilemez. Bu gerçek de, Allah'ın yasasına itaat etmek, Allah'ın Resulüne bağlanmak
ve Kur'an'ın hükümlerine teslim olmak gerçeğidir. Bu, İslâm'ın getirdiği
şekliyle Tevhid inancından kaynaklanan bir gerçektir. Bu da uluhiyette birlik
inancıdır. İnsanların kendisine ibadet etmesi, emrine bağlılık göstermesi,
yasasının onlar arasında uygulanması, kendisiyle muhakeme olunacakları ve hükmüne
razı olacakları değer ve ölçüleri belirlemesi ancak bu yegâne uluhiyetin
hakkıdır. Buradan da, insanın hayatında ve bütün ilişkilerinde hakimiyeti
yalnız Allah a veren egemenlikte birlik bilinci ortaya çıkar. Nitekim,
evrenin tüm işlerinin idaresinde hakimiyet yalnız ve yalnız Allah'ındır.
İnsan da bu koca evrenin küçük bir parçasından başka bir şey değildir.
Surenin
bu birinci dersi -gördüğümüz gibi- bu gerçeği kapsamlı, mükemmel ve net
bir biçimde ortaya koymaktadır. Müslüman olmak isteyenin, O'nu olduğu gibi
kabul etmekten ve kendisini teslim etmekten başka çıkar yolu yoktur. Allah
katında din, İslâm'dır.. Ve yalnız Allah'ın belirlediği şekliyle İslâm'dır.
İftiracı ve kuruntu sahiplerinin belirlediği şekliyle değil...
HZ.
İSA'NIN KISSASI
Peygamber
ile Yemen'in Necran elçileri arasındaki tartışmaya parmak basan rivayetler
belirtiyor ki; İsa'nın (selâm üzerine olsun) dünyaya gelişi, annesi Meryem
ve Yahya'nın doğumu ile ilgili kıssalar ve bu surede yeralan diğer kıssalar
elçilerin etrafa yaymaya çalıştığı şüpheleri etkisiz hale getirmek amacıyla
inmiştir. Elçiler, bu şüpheleri yaymaya çalışırken: "O, Allah'ın
Meryem'e verdiği sözüdür ve O'ndan bir ruhtur." gibi Kur'an'ın İsa
hakkında verdiği bilgilere dayanmaya çalışıyorlardı. Sonra onların
Meryem suresinde geçmeyen birtakım sorular sorup cevap verilmesini istedikleri
belirtiliyor...
Kaydedilen
bu bilgiler doğru da olabilir.. Yalnız bu kıssanın bu surede bu şekilde
yeralması Kur'an'ın açıklamayı dilediği belli başlı gerçekleri yerleştirmede
kıssaları kullanma genel yöntemiyle paralellik arz etmektedir. Yerleştirilmek
istenen bu gerçekler çoğu zaman, kıssaların içinde geçtiği surenin de
konusu olmaktadır. Onun için kıssa bu gerçekleri odaklaştıracak, onları
ortaya çıkarıp diriltecek ölçüde ve ona uygun bir üslûpla verilir. Gerçekleri
açıklamada ve onları canlı bir şekilde engin bir etkiyle kalplere yerleştirmede
kıssaların kendilerine özgü bir yolu vardır. Kıssalar bu gerçekleri, imanın
hayatta pratik olarak oluşması biçiminde canlandırır. Bu yöntem ise, gerçekleri
sadece soyut bir biçimde verip geçmekten daha etkilidir.
Burada
bu kıssanın, surenin ötedenberi ele aldığı gerçeklerin aynısını ele
aldığını ve surede yeralan geniş çizgilerin burada da önemli ölçüde
ortaya çıktığını görüyoruz. Onun için bu kıssa, ele aldığı konuda
meydana gelen sınırlı karıştırmalardan soyutlanmakta köklü, bağımsız
ve değişmez bir etken olarak ortaya çıkıp, İslâm'ın inançla ilgili düşüncesinde
kalıcı ve değişmez gerçekleri kapsamaktadır.
Daha
önce de belirttiğimiz gibi, surenin ötedenberi üzerinde yoğunlaştığı
temel mesele şudur: Tevhid meselesi, uluhiyet birliği, hakimiyet birliği. İsa
kıssası -bu derste kaydedilen kıssalar onu tamamlamaktadır- da bu gerçeği
vurgulamakta, Allah'ın çocuk ve ortak edinme düşüncesini reddetmektedir, bu
şüphenin tutarsızlığını ve basit bir anlayış olduğunu açıklamaktadır.
Meryem'in doğuşunu ve hayatını açıkladıktan sonra; İsa'nın doğuşu,
Peygamber oluş tarihi ve bununla ilgili olayları öyle bir yöntemle
anlatmaktadır ki, onun gerçek bir insan ve Peygamberler zincirinden bir halka
oluşu ile, durumunun onların durumu, yapısının onların yapısı gibi olduğunda
herhangi bir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Doğuşu esnasında ve hayatı
boyunca meydana gelen olağanüstü olayları gizemlilikten ve kapalılıktan
uzak bir biçimde, insanın aklını ve gönlünü rahatlatacak nitelikte açıklamaktadır.
Böylece insan, İsa'nın doğuşu ve hayatını normal bir yaşam öyküsü
olarak algılamakta ve hiçbir şeyi yadırgamamaktadır. Kıssanın hemen ardından
şu ilave edilmektedir: "Allah katında İsa'nın durumu Adem'in durumu
gibidir. O'nu topraktan yaratmış, sonra O'na `ol' demiş Oda oluvermişti."
Burada kalp, kesin bilginin serinliğine ve neşesine kavuşuyor. Bir çırpıda
kavranabilecek şu gerçek etrafında bu şüphelerin nasıl oluşturulduğuna
hayret ediyor!
Şu
sûrenin ötedenberi ele aldığı ikinci mesele birinci meseleden
kaynaklanmaktadır. Din gerçeği; dinin İslâm oluşu, İslâm'ın anlamının
bağlılık ve teslimiyet demek olduğu meselesidir. Bu olgu, aynı zamanda kıssanın
arasında da kendini göstermekte ve İsa'nın (selâm üzerine olsun) İsrailoğulları'na
söylediği şu sözünde yer almaktadır: "Benden önceki Tevrat'ı doğrulayıcı
ve size yasaklananların bazılarını helâl kılmak üzere..." Bu sözde
Risaletin yapısına dikkat çekilmektedir. Gerçekten Peygamberlik; bir yol
belirleme, bir düzeni yürürlüğe koyma; helâl ve haramı açıklama için gönderilir
ki, müminler bu peygamberliğe bağlansın ve ona teslim olsun... Sonra
Havarilerin ifadesiyle teslimiyet ve bağlılık, anlamını buluyor: "İsa,
onlardaki küfrü far kedince, `Allah'a davet yolunda kim bana yardımcıdır?'
dedi. Havariler: `Allah'ın yardımcıları bizleriz. Allah'a iman ettik, bizim
müslüman olduğumuza tanık ol' dediler. `Rabbimiz; indirdiğine iman ettik,
Peygambere bağlandık, bizi tanık olanlarla beraber yaz."-(Al-i İmran
suresi; 52)
Surenin
akışı içerisinde önemli yer tutan konulardan biri de müminlerin Rabblerine
karşı tutumlarının tasviridir. Bu kıssalar, insanlar arasından seçilmiş
ve hepsini birbirinin soyundan kıldığı bu seçkin grubun hayatından, güzel
örnekler ortaya koymaktadır. İmran'ın karısının, Rabbi ile konuşmasında,
kızı ile ilgili niyazında... Meryem'in, Zekeriyya ile konuşmasında...
Zekeriyya'nın duasında, Rabbine yalvarışında... Havarilerin
Peygamberlerinin çağrısı karşısında verdikleri cevap ile Rabblerine dua
edişlerinde ve benzeri olaylarda bu parlak tablolar somutlaşmaktadır.
Nihayet,
kıssalar sona erip hemen ardından ifade edilen gerçekleri açıklamada kıssaların
olaylarına dayanılarak hakikatler kapsamlı ve özet olarak belirtiliyor.
İsa'nın
(selâm üzerine olsun) gerçek kimliği, yaratıkların yapısı, ilahî irade,
tertemiz vahdaniyet, ehli kitabın vahdaniyete çağrılışı, bu meselede
onların lânetlenmeye çağırılması konularına değiniliyor. Konu,
peygamberin tüm ehli kitabı aydınlatması için, bu gerçeğin aslını derli
toplu ve kapsamlı açıklama ile sona eriyor. Peygamber bu açıklamayı, söz
konusu tartışmaya katılan veya katılmayan, o nesilden olan yahut ondan sonra
kıyamete kadar gelecek olan tüm ehli kitaba yöneltmiş bulunmaktadır.
"De
ki; `Ey kitap ehli, sizinle aramızda ortak olan şu söze geliniz: Sırf
Allah'a kulluk edelim, hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp
birbirimizi ilâh edinmeyelim."-(Al-i İmran suresi; 72)
Bu
açıklama ile tartışma sona eriyor. İslâm'ın insandan ne istediği, insanın
hayatı için ne gibi ilkeler belirlediği ortaya çıkıyor. Dinin manası; İslâm'ın
anlamı açıklık kazanıyor. Başkalarının din veya İslâm olarak takdîm
ettiği her türlü karma ve bozulmuş anlayışlar reddediliyor. Bu, geçen
konunun nihaî hedefi olduğu gibi surenin de temel hedefidir. Kur'an kıssaları
bu nihai hedefi; etkili, engin ve anlamlı o güzel hikâye üslûbu ile anlatıyor
ve izah ediyor. Bu aynı zamanda Kur'an kıssalarının görevi ve pek çok
surede özel bir metoda bağlı olarak Kur'an'ın üslûbunu ve sunuş yöntemini
sağlamlaştırmak noktasındaki yapısının gereğidir.
İsa
kıssası hem burada hem de Meryem suresinde arz edilmiştir. Buradaki ve
oradaki ayet metinlerini karşılaştırdığımızda, burada birtakım farklı
bilgiler ortaya çıkmasına rağmen bazı hususların da özetlenmiş olduğunu
görürüz. Meryem suresinde İsa'nın doğuşuna detaylarına kadar yer verilmişkèn
Meryem'in doğuşu halkasına hiç yer verilmemiştir. Burada ise İsa'nın
peygamberliği ve Havariler detaylı yer alırken doğuşu özet halinde geçmiştir.
Burada
ayrıca,hikayeden sonraki açıklama daha uzundur. Çünkü açıklamalar daha
kapsamlı bir mesele etrafında tartışmalarla ilgili olarak yapılmıştır.
Bu mesele Tevhid, Din, Vahiy ve Risalet meselesidir. Bunlar, Meryem suresinde
yeralmaz. Bu açıklama da kıssaların sunuluşu ile ilgili Kur'an üslûbunun
yapısını belirlemektedir. Yani burada kıssa, içinde yer aldığı surenin
atmosferine ve ondaki fonksiyonuna göre farklılık arz edebilmektedir. Şimdi
ayet-i kerimeleri detaylı. olarak ele almaya geçelim.
Bu
kıssalar Allah'ın insanların yaratılışından beri tek olan Risalet görevini
ve tek olan dinin mesajını taşımaları için tercih edip seçtiği kullarını
açıklamakla işe başlıyor.',Asırlar ve nesiller boyunca birbirine bağlı
değişik merhalelerde iman kervanına öncülük yapacak olan kullarını açıklamakla
meseleye giriyor. Bu öncülerin birbirlerinin neslinden geldiklerini
belirtiyor. Elbette ki bu neslin, soy bağına bağlı,olması zorunlu değildir.
Buna rağmen bu neslin soyları Adem ve Nuh peygamberde birleşmektedir. Bu
neslin bağı her şeyden önce Allah'ın tercilı edip seçmesine bağlıdır.
Buradaki soy bağı aziz olan iman kervanında sürekli olarak muhafaza edilen
inanç birliğidir.
33-
Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini seçerek alemlere üstün
kıldı.
34-
Bunlar birbirinden türemiş tek bir kuşaktır. Hiç şüphesiz Allah işiten
ve bilendir.
Ayetlerde
Adem ve Nuh birer kişi olarak anılırken, İbrahim ve İmran; ailesi diye iki
aile olarak ifade edilmiştir. Bu, Adem'in de Nuh'un da tek başlarına bu ilâhı
seçmeye mazhar olduklarına işaret etmektedir. İbrahim ve İmran ise, hem
kendi hem de aileleri ile birlikte bu nimete mazhar olmuşlardı. Bakara sûresinde
belirtilip kurala bağlı olarak İbrahim'in evindeki peygamberli#'ve bereket
veraseti kan bağına dayalı bir veraset değildi. Bu ancak, inanç
verasetiydi. Ve İbrahim'in -"Rabbi O'nu bir dizi sözlerle denemişti".
"Hani
Rabbi İbrahim'i birtakım emirler ile denemiş O da onları yerine getirmişti.
Bunun üzerine Allah; `Seni insanlara önder yapacağım' demişti. İbrahim;
`Soyumdan da' deyince, Allah; `Zalimler bu taahhüdümün kapsamına asla
giremezler' buyurdu" (Bakara suresi; 124)
Birtakım
rivayetler İmran'ın İbrahim'in ailesinden olduğunu belirtmektedir. O haldè
İmran ailesinin burada özellikle söz konusu edilmesi özel bir durumdan
kaynaklanmış olabilir. Bu özel husus da Meryem ve İsa (selâm üzerlerine
olsun) kıssasının sunulmuş olmasıdır. Aynı şekilde bu ayetlerde İbrahim
ailesinden, ne Musa'nın ne de Yakub'un -ki Yakub İsrailoğullarındandır- İmran
ailesinin anıldığı gibi anılmaması hususunu düşündüğümüzde
ayetlerin burada Meryem oğlu İsa ve İbrahim -gelecek konuda ondan söz edeceğiz-
ile ilgili tartışmaları ele aldığım, burada Musa'yı ya da Yakub'u söz
konusu etmenin yeri olmadığını anlıyoruz.
HZ.
MERYEM'İN DOĞUŞU
Peygamber
seçilen kulların bildirilmesi ile yapılan girişten sonra ayetler doğrudan
İmran ailesi ve Meryem'in doğumuna geçmektedir.
35-
Hani,İmran'ın karısı `Rabbim, karnımdaki çocuğu, her türlü endişeden
arınmış olarak sırf sana adadım, O'nu benden yana kabul buyur. Hiç ,kuşkusuz
sen işiten ve bilensin' dedi.
36-
Fakat onu doğurunca Allah ne doğurduğunu gayet iyi bildiği halde şöyle
dedi: `Rabbim, doğurduğum kız çocuğudur, oysa erkek kız gibi değildir.
Ona Meryem adını taktım. O'nu ve soyunu lânetlenmiş şeytandan senin
himayene havale ederim.
37
-Bunun üzerine Rabbi onu güzelce kabul etti. Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi,
bakımıyla Zekeriyya'yı görevlendirdi. Zekeriyya ne zaman o mabede girse çocuğun
yanında yiyecek bulur ve `Ey Meryem bu sana nereden geldi' diye sorardı.
Meryem de: Allah tarafından geldi, hiç kuşkusuz Allah dilediğine hesapsız rızık
verir' derdi.
Adak
kıssası, Meryem'in annesi olan İmran'ın karısının kalbindekini deşifre
etmekte, gönlünü bayındır hale getiren iman ve sahip olduğu en değerli
varlığıyla Rabbine yönelişini açığa çıkarmaktadır. Bu en değerli
varlık karnında taşıdığı yavrusudur. İmran'ın karısı her çeşit bağ,
her çeşit ortak koşma ve yüce Allah dışında hak sahibi olabilecek
herkesten bağımsız bir samimiyet ve özgürce davranışla ifade edişi gerçekten
anlamlıdır. Gerçek bağımsızlık ancak, bütünü ile Allah'a teslim olmak
ve her kişi, varlık ve değere kulluk etmekten kurtulmakla elde edilebilir. Bu
durumda insan tek Allah'a kulluk eder. Gerçek özgürlük budur işte... Bundan
ötesi özgürlük gibi görünse de kölelikten başka bir anlam ifade etmez.
Burada, Tevhid özgürlüğünün en ideal biçimi ortaya çıkmaktadır. İnsan
kendi içinde, yaşama biçiminde, bu hayatta egemen bulunan konular, değer
yargıları, kanunlar ve yasalarda Allah'tan başka birine herhangi bir şekilde
boyun eğdiği sürece asla özgür olamaz. İnsanın hayatında; Allah'tan başkalarından
alınma yasalar, değer sistemleri ve ölçüler yok edilmedikçe insan özgür
olamaz. İslâm, Tevhid esasıyla insanın dünyasına özgürlüğün de
biricik şeklini getirmiş oluyordu.
İmran'ın
karısı, Rabbine adağını -ki bu onun ciğerparesiydi- kabul buyurması için
tüm samimiyeti ile ifade edilen bu duası, tertemiz olarak Allah'a teslim oluşun,
bütünü ile O'na yönelişin, O'nun onayını ve rızasını elde etmek dışında
her çeşit bağdan özgür oluşun ve kurtuluşun ifadesidir:
"Hani
İmran'ın karısı `Rabbim, karnımdaki çocuğu, her türlü endişeden arınmış
olarak sırf sana adadım, onu benden yana kabul buyur. Hiç kuşkusuz sen işiten
ve bilensin' dedi."
Fakat
O bir kız doğuruyor, erkek doğurmuyor:
"Fakat
O'nu doğurunca Allah ne doğurduğunu gayet iyi bildiği halde şöyle dedi;
`Rabbim, doğurduğum kız çocuğudur, oysa erkek, kız gibi değildir. O'na
Meryem adını taktım. O'nu ve soyunu lânetlenmiş şeytandan senin himayene
havale ederim."
Halbuki
O, bir erkek çocuk bekliyordu. O gün tapınaklara erkek çocukların adanması
dışında başka bir adama şekli yoktu. Adanan çocuklar Havralara hizmet
ediyor, kendilerini ibadete ve Allah'a veriyorlardı. Fakat O kendi çocuğunun
kız olduğunu görüyordu. Üzgün bir nağme ile Rabbine yöneldi:
"Rabbim O'nu kız olarak doğurdum. Halbuki Allah O'nun ne doğurduğunu
daha iyi biliyordu: '
Fakat
yine o, gördüğünü Rabbine arz ediyordu. Bununla sanki adağını yerine
getirecek erkek bir çocuğu olmadığından Allah'tan özür dilemek istiyordu.
Halbuki
erkek, kadın gibi değildir. Bu alanda kadın erkeğin görevini yerine
getiremezdi. "Rabbim ben O'na Meryem adını verdim."
Bu
söz bu şekliyle yakın bir yakarışın ifadesidir. Rabbi ile başbaşa olduğunun
bilincinde olan, içini O'na dökmeye, ilerde yapmak istediklerini O'na açmaya
ve sahip olduklarını doğrudan bir nezaket ile takdim etmeye çalışan
bireyin niyazıdır. Allah tarafından seçilen kullar Rabblerine karşı bu hal
üzere olurlar. Doğrudan sevgi ve yakınlık hali... Basit ifadeleri olmayan,
zorlanarak söylenen cümlelerden de uzak, tabiî ifadelerle yakarma halini,
kendine yakın, sevimli, duyan ve cevap veren biriyle konuştuğunun bilincinde
olan kişinin niyazını simgelemektedir bu... "O'nu ve soyunu lânetlenmiş
şeytandan senin himayene havale ederim."
Bu
son sözü hediyesini Rabbine sunduktan sonra söylüyor: O'nun koruması ve
himayesine havale ediyor. O'nu ve soyunu taşlanmış şeytandan Allah'a sığındırıyor.
Bu da samimi,gönülden gelen bir sözdür, samimi, gönülden gelen bir
arzudur. Kızının Allah tarafından,kovulmuş şeytanın kötülüklerinden
korunmasından daha güzel bir hal düşünemiyor.
Rabbi
O'nu güzel bir kabul ile karşıladı. Veya O'nu güzel bir şekilde yetiştirdi.
Annenin
kalbini şenlendiren bu samimiyetin ve adaktaki mükemmel teslimiyetin mükafatı
olarak... O'nu da ruhun üfürülüşünü ve Allah'ın sözünü taşıyabilecek
ve insanın normal doğumuna aykırı biçimde İsa'yı doğurabilecek bir
nitelikte geliştirmiş olarak...
"Zekeriyya
O'nu, himayesine aldı"
Yani
Meryem'in ihtiyaçlarım karşılamayı ve O'nu korumayı Zekeriyya üstlendi.
Zekeriyya yahudi havrasının başkanıydı. Havranın hizmeti kendilerine geçmiş
bulunan Harun'un (selâm üzerine olsun) soyundandır. Meryem bolluk ve bereket
içinde yetişti. Allah lütuf ve kereminden bereket olarak O'na rızkını
veriyordu:
"Bunun
üzerine Rabbi O'nu güzelce kabul etti, onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi;
bakımı ile Zekeriyya'yı görevlendirdi. Zekeriyya ne zaman o mabede girse çocuğun
yanında yiyecek bulur ve `Ey Meryem, bu sana nereden geldi?' diye sorardı.
Meryem de `Allah tarafından geldi. Hiç kuşkusuz Allah dilediğine hesapsız rızık
verir' derdi."
Biz
bu rızkın nitelikleri hakkında pek çok rivayetin ayrıntılarına girmeyeceğiz.
O'nun mübarek olduğunu, etrafında bolluğun yayılıp taştığını ve rızık
olarak adlandırılan her nesnenin bollaştığını bilmemiz yeterli olacaktır.
Öyle ki O'nun geçimini üstlenen kişi -bir peygamber olmasına rağmen- bu rızık
bolluğuna hayret etmekte ve O'na bunların hepsi nasıl ve nereden geliyor diye
sormaktadır. O ise müminin samimiyeti ve alçak gönüllülüğü ile Allah'ın
nimeti ve bereketini dile getiriyor ve her işin dizginini O'na havale ediyor.
"Ve O Allah katındadır. Hiç kuşkusuz Allah dilediğine hesapsız rızık
verir!"
Bu,
müminin Rabbi ile durumunu belirten bir sözdür. Kendisi ile Allah arasındaki
sırrı korumayı, bu sırdan söz ederken alçak gönüllü olmayı dile
getiriyor. Onunla övünüp başkasına üstünlük taslamayı değil...
Allah'ın
elçisi Zekeriyya'nın bile hayret etmesine neden olan bu alışılmamış olayı
dile getirmekle ondan sonra gelecek olan Yahya'nın ve İsa'nın doğuşunda görülen
akıl almaz olaylara bir giriş yapılmıştır.