ALLAH'IN
KUDRETİ
Bu
esnada hiç çocuğu olmayan Zekeriyya'nın iç dünyası harekete geçiyor. İnsanın
içindeki güçlü fıtri çocuk arzusu varlığını devam ettirme, ardında
birilerini bırakma arzusu... Kendilerini ibadete ve basit bir hayata adayan,
kendilerini kulluğa ve Havra'ya hizmete bağışlayan gönüllerde bile tamamıyla
yok edilemeyen istek... Bu, insanların hayatlarım sürdürmeleri ve onu daha
ileriye götürmelerinde yüce bir hikmetten dolayı Allah'ın insanları ona göre
yarattığı fıtratın yapısından gelen bir istektir.
38-
Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti; `Ey Rabbim, bana kendi tarafından temiz bir
soy bağışla, hiç kuşkusuz sen şu duayı işitensin' dedi.
39-
Bunun üzerine Zekeriyya, mabette namaz kılarken melekler ona şöyle
seslendiler; Allah sana Yahya'yı müjdeliyor. O, Allah'ın dolaysız kelimesini
doğrulayan, efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamberdir.'
40-
Zekeriyya `Ya Rabbi, kendim iyice yaşlanmış ve karım çocuktan kesilmişken
nasıl oğlum olabilir?' dedi. O da `Böyledir, Allah dilediğini yapar' dedi.
41-
Zekeriyya `Rabbim, bana bunun belirtisini göster' dedi. Allah ona şöyle
buyurdu; `Senin belirtin üç gün boyunca, işaretleşme dışında insanlarla
konuşmamandır. Rabbinin adını çokça an ve sabah akşam O'nu noksanlıktan
tenzih et :
Aynı
şekilde... Kendimizi normal olmayan bir olay karşısında buluyoruz. Bu olay,
Allah'ın sınırsız iradesinin görünümlerinden birini taşımakla, bu
iradenin insanların alışageldiği sınırlamalara bağımlı olmadığını görüyoruz.
İnsanoğlu asla değişmez bir yasa sandığı ve bu nedenle bu yasanın sınırlarını
taşan olayları kuşku ile karşıladığı ve bu türden bir olayla realite
olarak karşılaşıp yalanlayamaz duruma düştüğünde de onun etrafını
uydurmalar ve efsanelerle örmeye yönelir.
İşte
yaşı geçmiş bir ihtiyar olan Zekeriyya ve gençliğinde çocuğu olmamış kısır
karısı... Allah'ın bol rızık verdiği ve saliha bir kız olan Meryem'i gördüğünde,
nesil sahibi olma konusunda kalbinde fıtri bir arzu coşar, Rabbine yönelerek
niyaza geçer ve kendisine temiz bir nesil bağışlanmasını diler:
"Orada
Zekeriyya, Rabbine dua etti; `Ey Rabbim bana kendi tarafından temiz bir soy bağışta,
hiç kuşkusuz sen şu duayı işitensin' dedi."
Bu
samimi, sıcak ve gönülden gelen duanın sonucu ne oldu? Hiçbir yasayla ifade
edilemeyen ve insanların alışageldiklerinin tersine bir durum ile karşı karşıya
kalındı. Çünkü bu dileği yerine getiren kudret yüce `Allah'ın
kudretidir:
"Bunun
üzerine Zekeriyya, mabette namaz kılarken melekler O'na şöyle seslendiler;
Allah sana Yahya'yı müjdeliyor. O, Allah'ın dolaysız kelimesini doğrulayan
efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamberdir."
Arı-duru
bir gönülden kopup gelen çağrıya müsbet cevap verilmişti. Çünkü O
umudunu, duaları işitene ve dilediği zaman istekleri karşılayana bağlamıştı.
Melekler Zekeriyya'ya erkek bir çocuk müjdelediler. Doğmadan önce adı
biliniyordu. "YAHYA". Karakteri de biliniyordu, iyi, efendi, namuslu,
şehevi duygularını frenleyebilen, duygusal arzularının tepkilerini
dizginleyebilen, Allah'tan kendisine gelen her sözü doğrulayan bir mümin
(Bazı tefsirler Allah'tan olan sözü doğrulamaktan amacın Hz. İsa (selâm
üzerine olsun) olduğunu belirtmiştir. Burada bu anlayışı zorunlu kılan
bir neden yoktur.) ve iyi insanların kafilesine katılan bir peygamber...
Dua
kabul edildi. İnsanların bir kanun olduğunu sandıkları alışagelen şeyler,
yüce Allah'ın iradesinin gerçekleştirdiği bu olayı algılayamaz. Aslında
insanın kanun olarak sandığı ve gördüğü her yasa -sınırsız ve nihai
değil- göreli bir olgudan öteye geçemez. İnsan, bu sınırlı ömrü, sınırlı
bilgisi ve bütünüyle sınırlı aklıyla nihai bir kanunu bütünüyle algılayamaz
ve bu noktada mutlak bir gerçeğe varamaz. İnsana, Cenabı Allah'a karşı
edebini takınması yakışır. Tabiatının sınırları ile sahasının çerçevesini
taşmaması yaraşır ona. Böylece, kılavuzsuz olarak çöllerde bilinçsizce
yol tepmekten kurtulur. Olabilecek ve olamayacaklardan söz ederken bizzat
deneyimlerinden kendisinin belirlediği kurallardan ve bilgilerinden hareketle
Allah'ın bağımsız olan dilemesini dar kalıplara sokmaya çalışmaktan
kurtulur.
Duanın
kabul edilişi bizzat Zekeriyya'ya da bir sürpriz olmuştur. Çünkü Zekeriyya
da nihayet insanlardan biriydi. İnsanların alışageldiği olaylara oranla olağanüstü
bir niteliğe sahip bulunan bu,olayın, nasıl meydana geldiğini öğrenmeye
meraklanmıştı.
"Zekeriyya
`Rabbim, kendimi iyice yaşlanmış ve karım çocuktan kesilmişken nasıl oğlum
olabilir?' dedi. O da; `Böyledir Allah dilediğini yapar' dedi."
Ve
hemen cevap yetişiyor. Cevap sade ve kolaydır.. İşi ehline havale ediyor.
Anlaşılmasında hiçbir zorluk, oluşunda hiçbir ilginçlik bulunmayan gerçek
mahiyetine gönderiyor.
"Böyledir
Allah dilediğini yapar."
Aynı
şekilde... İş, Allah'ın dilemesine ve sürekli olarak bu şekilde meydana
gelen Allah'ın iradesine havale edildiğinde onun alışılagelen tekrar edilen
ve normal olan bir iş olduğu kavranabilmektedir. Fakat insanlar olay konumunda
değerlendirmiyor, Allah'ın yaratıcılığı üzerinde düşünmüyor ve gerçeği
gözlerinin önüne getirmiyorlar. Böylece kolaylıkla ve bağımsızlıkla
Allah dilediğini yapar. Öyleyse kendisi yaşlandığı ve karısı kısır
olduğu halde Allah'ın Zekeriyya'ya bir erkek çocuk bağışlamasında anlaşılmayacak
ne olabilir? Yaşın ve kısırlığın; ancak, insanların kendilerinin kural
olarak tesbit ettiği ve onlardan kanunlar çıkarttıkları zaman bir değeri
olabilir. Allah için ise böyle kıyaslama yoktur. O'nun için ne alışılagelen
ne de ilginç bir olaydan söz edilebilir. O'na göre her nesnenin kaynağı
dilemesinin ona yönelmiş olmasıdır. Onun dilemesi ise her çeşit bağdan
tamamen bağımsızdır. Fakat Zekeriyya beşeri araştırmaların suya
indirilmesine duyduğu aşırı üzüntüden ve müjdenin kendisinde şok etkisi
yapmasından ötürü Rabbine yönelmekte kendisine huzur bahşedecek bir işaret
vermesini istemektedir.
"Rabbim
bana bir işaret ver dedi."
Burada
Allah O'nu gerçek huzura yöneltiyor... Kendisini içinde bulunduğu alışılagelen
olayların etkisinden kurtarıyor. Artık onun işareti üç gün boyunca
insanlarla konuşmaması, Rabbine yöneldiğinde ise zikir ve tesbihlerle onu yâd
edip dilini depretmesidir.
"Zekeriyya
`Rabbim, bana bunun belirtisini göster' dedi. Allah ona şöyle buyurdu; `Senin
belirtin üç gün boyunca, işaretleşme dışında insanlarla konuşmamandır.
Rabbinin adını çokca an ve sabah akşam O'nu noksanlıklardan tenzih
et."
Burada
açıklama kesiliyor... Fakat biz bunun pratik olarak gerçekleştiğini
biliyoruz. Şimdi artık Zekeriyya bizzat kendisinde yani kendisinin hayatında,
başkasının hayatında alışılmamış şeyleri yaşıyor. Bu dil onun eski
dilidir. Fakat o bunu insanlarla konuşmaktan alıkoyuyor ve Rabbine yakarmak için
serbest bırakıyor. Peki bu olaya egemen olan yasa hangisidir? Bu, yüce Allah'ın
iradesinin sınırsız ve bağımsız yasasıdır. Onsuz bu ilginç olayı açıklama
imkansızdır. Aynı şekilde ihtiyarladıktan sonra ve karısının kısırlığına
rağmen O'na Yahya'yı bağışlaması da bu yasa olmadan açıklanamaz.
HZ.
İSA'NIN DOĞUŞU
Sözün
akışı içinde ele alınan bu olağanüstü olay sanki her çeşit efsane ve
kuşkulandırmaların kaynağı olan İsa olayına bir giriştir. Aslında bu
olay, bağımsız ilahi iradenin zincirleme olayları içinde ancak bir halkayı
oluşturmaktadır. Burada Mesih kıssasına giriliyor. Meryem'in kötülüklerden
arınma, dua ve ibadet ile bu yüce üflenen nefesi kabul edebilecek seviyeye
gelmeden önceki hazırlığına kıssada yer veriliyor.
42-
Hani melekler şöyle demişti; `Ey Meryem, Allah seni seçti, arındırdı ve dünyanın
kadınlarına üstün kıldı :
43-
Ey Meryem Rabbinin huzurunda saygı ile dur. Secdeye kapan ve rükua varanlarla
birlikte sen de rükua var.
Bu
öyle bir seçmedir ki, bunu, seçme sözcüğü ifade edemez. Tamamen intihab
etmedi. Yaratılışın başında "Adem" bu doğrudan üfürmeyi aldığı
gibi Allah Meryem'i de bu doğrudan üfürmeyi alması için seçmiş
bulunmaktadır. O'nun vasıtasıyla ve O'nun yoluyla insanlara göstereceği bu
olağanüstü olay nasıl bir olaydı. Bu insanlık tarihinde eşine
rastlanmayan bir seçilmeydi. Onun büyük bir olay olduğu tartışma götürmezdi.
Fakat
Meryem o ana kadar bu büyük olaydan habersizdi. Burada işaret edilen arınma,
yüklü bir işarettir. Çünkü burada Meryem'in temizliğinin belirtilmesi İsa'nın
(selâm üzerine olsun) doğuşu etrafında meydana getirilen şüphelerden
dolayı tertemiz olan Meryem'e iftiralar yakıştırmaktan çekinmeyen
yahudileri yadsımaktadır.
Bu
iftiralarında, söz konusu doğumun yaşadığımız dünyada bir benzeri olmadığı
kuşkusuna dayanıyorlar ve bu doğumun perde arkasında bilmedikleri gizemli
bir ilişkinin olmadığını sanıyorlardı. Allah kahretsin onları...
Burada
İslâm'ın büyüklüğü ortaya çıkıyor. Asıl kaynağı kesin olarak belli
oluyor. İşte Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) İslâm peygamberi
ehli kitaptan -ki hıristiyanlar da onlardan bir kesimdi- onca yalanlamalara,
tartışmalara, kuşkulandırmalara ve antlaşmalarla karşılaşmalarına rağmen...
İşte İslâm peygamberi Rabbinden aldığı bilgilerle Meryem'in büyüklüğü
gerçeğinden ve O'nun bütün dünya kadınlarından daha üstün olduğunu öyle
genel olarak söz ediyor ki onu gerçekten zirveye çıkarıyor. O bunları dile
getirirken Meryem'le övünen ve O'nun ululuğundan hareketle Muhammed'e ve yeni
dine iman etmemek için kendilerine bir kulp bulmaya çalışan bir toplulukla
tartışmaktadır. Bu ne doğruluk. Bu ne ululuk. Bu dinin kaynağını ve O'nun
önderi bulunan güvenilir kişinin doğruluğunu gösteren şahane bir delildir
bu...
O,
Rabbinden Meryem ve İsa (selâm üzerine olsun) ile ilgili "Gerçeği"
alıyor. Bu gerçeği açıkça dile getiriyor. Hem de bu ortamda. Eğer Allah
tarafından görevlendirilen gerçek bir elçi olmasaydı bu ortamda söz konusu
gerçeği asla açıklamazdı!
"Ey
Meryem, Rabbinin huzurunda saygı ile dur, secdeye kapan ve rukuya varanlar ile
birlikte sen de rükûa var."
Bağlılık
ve ibadet, boyun eğmek ve rükû etmek... Tehlikeli ve büyük olaya giriş için
sürekli olarak Allah'a bağlı bir yaşam...
Kıssanın
bu bölümünde, büyük olaya geçmeden önce kıssaların veriliş hikmetinden
bir meseleye parmak basılıyor. Bu mesele Peygambere (salât ve selâm üzerine
olsun) görmediği gayb haberlerini getiren valıyin ispati meselesidir.
44-
Bunlar sana vahiy yolu ile bildirdiğimiz gayb alemine ilişkin haberlerdir.
Onlardan hangisi Meryem'in sorumluluğunu üstlenecek diye kalemleri ile kur`a
çekerlerken sen yanlarında değildin, bu konuda çekişirken de orada değildin.
Bu
âyet, annesi onu bir kız çocuğu olarak Havra'ya getirdiğinde, Rabbine verdiği
sözü ve adağı teslim ettiğinde Havra'nın hizmetlilerinin Meryem'in ihtiyaçlarını
üstlenmede yarıştıklarına işaret etmektedir. Ayetin metni elde bulunan
Eski Ahit (Tevrat) ve Yeni Ahit (İncil) de kaydedilmeyen bir olaya değinmektedir.
Yalnız bu olayın Hahamlar ve Rahipler tarafından havra hizmetlerinin
kalemlerinin atılması olayı bilinen bir mesele olması gerekmektedir.
Meryem'in kimin payına düştüğünü öğrenmek için atılan kalemlerin...
Kur'an ayetleri olayın detaylarına inmez. Bazen bunun, muhatap alınan
kimselerce bilindiğinden böylece yapar. Ya da bu detayların gelecek nesillere
vermek istediği mesajın gerçek temeline fazla bir katkısı olmadığından
onları öz olarak verir. Fakat biz Havra hizmetlilerinin Meryem'in kimin payına
düştüğünü anlamak amacıyla özel bir yöntem kullanmada kalemleri atma
yoluyla anlaştıklarını anlayabiliriz. Nitekim biz de bu tür olaylarda kura
yöntemini kullanıyoruz. Bir takım rivayetler onların kalemlerini Ürdün
nehrine attıklarını hepsinin kalemlerinin akıntıya kapıldığını yalnız
Zekeriyya'nın kaleminin atıldığı yerde kaldığını ve bu durumun aralarında
işaret olarak kabul edildiğinden Meryem'i O'na teslim ettiklerini
kaydetmektedirler.
Bunların
hepsi Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) görmediği, ilmini elde
etme imkânına ulaşmadığı gayp konularındandı. Hatta bunlar çoğu zaman
Havra'nın deşifré`edilmeyen ve açıklanması doğru olmayan sırlarından
sayılırdı. Kur'an bu sırları -o zamanki ehl-i kitabın ileri gelenlerine
karşı- bir delil olarak kullandı. O'nu doğru sözlü peygamberine Allah'tan
vahiy geldiğine bir işaret olarak gösterdi. Ehl-i Kitabın bu delili red ettiğine
dair hiçbir kayda rastlanmamıştır. Eğer bu mesele tartışma konusu olsaydı
peygamberle tartışırlardı. Zira kendileri tartışmaya gelmişlerdi!
BİR
MUCİZE
Şimdi
İsa'nın doğuşuna geliyoruz. İnsanlara göre gerçekten büyük bir
hayretengiz, Allah'ın mutlak iradesine göre ise normal bir iş olan
meseleye...
45-
Hani Melekler dediler ki; `Ey Meryem, Allah seni dolaysız Kelime'si İle müjdeliyor.
Onun adı Meryemoğlu İsa Mesih'tir. O dünyada da ahirette de yüce, şanlıdır
ve Allah'ın yakınlarındandır.
46-
O daha beşikteyken ve yetişkinlik çağında insanlarla konuşacaktır ve
salih kullarındandır.
47-
Meryem `Ey Rabbim, bana hiçbir insan dokunmamışken nasıl olur da çocuğum
olabilir?' dedi. De ki: `İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. O bir şeyin
olmasına karar verince ona sadece "ol " der o da hemen oluverir.'
48-
Allah O'na Kitab'ı, Hikmet'i, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.
49-
O'nu, İsrailoğullarına şöyle diyecek olan bir peygamber olarak gönderecek;
`Ben size Rabbinizden mucize ile geldim. Ben sizin önünüzde çamurdan kuş biçiminde
bir cisim yapar, sonra ona bir nefes üflerim de Allah'ın izni ile kuş
oluverir; Doğuştan körler ile alacalık (ebras) hastalarını iyileştiririm;
Allah'ın izni ile ölüleri diriltirim; evlerinizde hangi yiyeceklerinizi yediğinizi
ve hangilerini sonraya bıraktığınızı haber veririm. Eğer mümin iseniz,
bu sizin için ibret alacağınız kesin bir delildir.
50-
Benden daha önce inen Tevrat'ı onaylayıcı olarak size haram kılınmış
olan bazı şeyleri helâl ilan etmek üzere Rabbiniz tarafından kesin bir kanıtla
size geldim. Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz.
51-
Allah benim de sizin de Rabbimizdir, O'na kulluk ediniz, doğru yol işte budur.
Bu
sırada Meryem, arınması duası ve ibadetiyle bu üstün fazilete ve bu olayı
taşıyabilecek ehliyete sahip bulunuyordu. İşte şimdi O, -ilk defa- Melekler
aracılığıyla bu önemli olaydan haberdar ediliyor:
"Hani
melekler dediler ki; "Ey Meryem, Allah seni dolaysız kelimesi ile müjdeliyor.
Onun adı Meryemoğlu İsa Mesih'tir. O dünyada da ahirette de yüce şanlıdır
ve Allah'ın yakınlarındandır. O daha beşikteyken ve yetişkinlik çağında
insanlarla konuşacaktır ve salih kullardandır."
Bu,
gerçekten büyük bir müjde ve olayı bütünü ile ortaya koyan bir açıklamadır.
Adı Meryem oğlu İsa Mesih olan Allâh'tan bir sözün müjdesidir. Mesih
metindeki bir sözü konumundadır ve gerçekten de sözdür. Peki bu ifadenin sırrı
nedir?
Bu
ve benzeri olaylar, gerçek bir biçimde nitelikleri kavranamayacak olan gayb
olaylarındandır. Belki de bunlar Cenabı Allah'ın şu sözünde kastettiği işlerdir:
"Sana
bu kitabı indiren O'dur. Bu kitabın bir kısım ayetleri kesin anlamlı
(muhkem)'dir, bunlar O'nun özünü oluştururlar. Diğer bir kısmı da birden
çok anlamlı (müteşabih)dir. Kalplerinde eğrilik olanlar fitne çıkarmak ve
keyfî yorumlar yapmak amacı ile bu kitabın birden çok anlamlı ayetlerinin
ardına düşerler. Oysa onların yorumunu sadece Allah bilir. Köklü bilgiye
sahip olanlar ise `Bu kitaba inandık, o bütünü ile Allah katından gelmiştir'
derler. Bunu ancak aklı başında olanlar düşünebilirler."
Yalnız
biz bu gerçeğin özelliğini gönlümüzü Allah'a, O'nun sanatına, kudretine
ve özgür olan dilemesine bağlayacak bir anlayışla kavramak istediğimizde iş
gerçekten kolaylaşır.
Allah,
Adem'i topraktan yaratmakla beşerin hayatını başlatmayı diledi: Çünkü
insan bu Allah'tan başkasının bilmeyeceği gizli olgunun yapısında
ileri-geri en ufak bir fonksiyona sahip değildir. Bu gizli olgu ilk canlı
yaratığa giydirilen hayat sırrıdır. Ya da eğer onun yaratılışı doğrudan
ölü topraktan meydana getirilmişse, Adem'e giydirilen hayat sırrıdır!
Allah'ın yanında bu da diğeri gibidir. Varlıkta ve tabiatında biri diğerinden
daha ilerde değildir... (Biz burada tartışma gereği olarak böyle diyoruz.
Yaratılış ve tekamül teorisini tartışmıyoruz. Zaten bu teori bilimsel
temellerini yitirmek üzeredir. O artık sırf bir teoriden ibarettir.)
Peki
bu hayat nereden geldi? Nasıl geldi? Hayatın topraktan ve yeryüzündeki diğer
ölü maddelerden ayrı bir varlık olduğu kesindir. Bu bambaşka bir gerçektir.
Ne toprakta ne de ölü maddelerde asla bulunmayan etkileri ve görünümleri doğuran
bir sırdır o.
Peki.
bu sır nereden geldi? Bilemediğimiz varlık hakkında uluorta konuşmak ya da
O'nun varlığını inkar etmeye kalkışmak yeterli olmayacaktır! Nitekim
materyalistler, bu noktada, değil bilgin bir kimsenin, aklı başında normal
bir insanın bile değer vermeyeceği basit demagojilere dayanmaktadır!
Biz
bilmiyoruz! Biz insanlar olarak hayatın kaynağını tanımak istedik yahut
ellerimizle onu ölülerden çıkarmaya çalıştık. Bizim bu çalışmalarımızın
tamamı gerçekten boşa gitmiş bulunmaktadır!
Biz
bilmiyoruz! Yalnız insanoğluna hayatı bağışlayan Allah biliyor. Ve O bize
diyor ki: Hayat benim ruhumdan bir nefhadır. İş ondan gelen bir tek söz ile
tamamlanmıştır. "Ol" der, o da oluverir...
Peki
bu nefha nedir? Nasıl ölü elementlere üfürülür de insanların anlayamadığı
bir gizlilik ve incelikle onda bu sır meydana gelir?
O
sır nedir? Nasıl bir varlıktır? İşte bu insan aklının üstesinden
gelemeyeceği için anlamakla yükümlü olmadığı bir olgudur. Akla, onu
kavrayacak güç bağışlanmamıştır. -Hayatın niteliği ve nefhanın yolunu
öğrenmek Allah'ın yerine getirmesi için yarattığı insanın, görevi yeryüzünde
hilafet görevine katkıda bulunmayacaktır. İnsan, ölü varlıklardan bir
hayat yaratacak değildir... O zaman hayatın özelliğini, Allah'ın yarattığı
ruhtan gelen nefhanın niteliğini, Adem ile nasıl ilişki kurduğunu veya çamurun
ilk olarak canlanmaya başladığı hayatın birinci basamağını nasıl oluşturduğunu
öğrenmenin ne fonksiyonu olabilir?
Yüce
Allah Adem'i meleklere bile üstün kılan ve onu onurlandıran nesnenin
ruhundan O'na üfürmesi olduğunu belirtmektedir. Öyleyse bunun kurtcuklara ve
mikroplara bahşedilen soyut hayattan daha başka bir hayat olması gerekir!
İşte bu olay bizi insanı yalnız başına ayrı bir tür olarak kabul etme görüşüne
götürmektedir. Onu evrenin düzeni içinde diğer canlılarda bulunmayan özel
bir konumda değerlendirmemize neden olmaktadır!
Her
neyse burada konumuz bu değildir. İnsanın yaradılışı konusunda tartışma
gereği olarak kaydettiğimiz bir takım açıklamaların okuyucunun gönlünde
bazı şüphelere dönüşmemesi için bunları kısaca kaydetmeyi uygun gördük!
Burada önemli olan Allah'ın bize hayatın sırrından haber vermesidir. Bu sırrın
özelliğini ve ölülere nasıl üfürüldüğünü kavrayamasak da önemli değildir...
Cenabı
Allah Adem'i doğrudan yaratma şekliyle halk ettikten sonra, insanın yaratılışı
için belli bir yol belirlemeyi dilemiştir. Bu yol kadın ile erkeğin birleşmesidir.
Yumurtanın sperm ile döllenmesidir. Yumurta ile spermanın döllenmesi böylece
tamamlanır. Doğum da bu şekilde gerçekleşir. Yumurta ölü değil çanlıdır.
Sperm dé aynı şekilde diridir ve hareketlidir.
Artık
insanlar yaradılışın bu kurala göre meydana gelmesine alıştılar. Bu
esnada yüce Allah insanoğullarından biri üzerinde daha önce seçtiği
kurala aykırı bir uygulamak bulunmayı diledi. Onu, ilk yaratmaya tıpatıp
uymasa da ona yakın ve benzer bir biçimde yaratmak istedi. Bu yaratılışta
yalnız bir kadın unsuru vârdı. Burada başlangıçta hayatı meydana getiren
nefhayı almakta ve kadında bir hayat meydana gelmiş olmaktadır!
Bu
nefha sözün kendisi midir? Bu söz iradeyi yönlendiren bir söz müdür? Bu söz
hem gerçek olabilen hem de iradeyi yönlendirmekten kinaye olabilen
"ol" emri midir? Bu söz İsa mıdır? Yoksa İsa'nın kendisinden
yaratıldığı nesne midir?
Bunların
hepsi şüphelerin dışında hiç bir fayda sağlamayan konulardır. Bunlardan
anlaşılması gereken şudur: Yüce Allah benzeri bulunmayan bir hayat yaratmàyı
dilemiş, hayatı kendi ruhundan bir nefha ile fakat özgür iradesine uygun bir
biçimde bu hayatı yaratmıştır. Biz bu hàyatın sonuçlarını
kavrayabiliyor niteliğini bilmiyoruz. Aslında onu bilmememiz gerekir. Zira onu
bilmemiz yeryüzünde Hilafet görevini yerine getirmede gücümüzü artırmıyor.
Çünkü hayatı yaratma, halife olma görevinin kapsamına girmiyor.
İşte
mesele bu kadar kolay anlaşılabilecek niteliktedir. Olayın meydana gelişi şüpheleri
uyandırmaz!
İşte
bu şekilde melekler Meryem'i Allah'tan adı Meryem oğlu İsa Mesih olan bir söz
ile müjdelenmişlerdi. Bu müjde O'nun türünü, kapsadığı gibi, adını ve
nisbetini de içeriyordu. Onun bu nisbetten kaynağının annesi olduğu ortaya
çıkıyordu. Sonra bu müjde aynı zamanda O'nun niteliklerini ve Rabbinin katındaki
değerini de içeriyordu. "Dünyada da Ahirette de şanı yücedir. Ve yakınlaştırılanlardandır."
Doğuşu ile birlikte meydana gelen mucize bir olayada yer veriyordu: "Beşikte
insanlarla konuşur", geleceğine de bir işarette bulunulmuştu:
"Erginliğinde de..." Karakteristiğine ve katıldığı kervana da değinilmiştir.
"Ve o iyi kimselerdendir."
İnsanların
beşeri alışkanlıklarına bağımlı olan bakire, el değmemiş genç
Meryem'e gelince; O, bu müjdeyi bir genç kızın karşılayacağı biçimde
karşılamıştır. Rabbine yönelmiş, O'na niyazda bulunmuş, insanın aklını
hayrete düşüren bu bilmecemsi olayı deşifre etmesini taleb etmiştir:
"Dedi
ki: Rabbim! Hiç kimse bana dokunmamışken nasıl bir erkek çocuğum
olabilir?"
Derhal
kendisine cevap geliyor: İnsanların sebep-sonuçlarà bağlı kalışları,
bilgilerinin kıtlığı ve sınırlı bakışları nedeniyle hesaba katmadıkları
basit gerçeğe Meryem'in dikkatini çekiyor:
"Dedi
ki: İşte böyle, Allah dilediğini yapar. Bir işe hükmettiğinde yalnız ona
"ol" demesi yeter O da oluverir."
İş
bu birinci plandaki gerçeğe havale edildiğinde şaşkınlık ortadan kalkıyor,
hayret kayboluyor, gönül huzura kavuşuyor. İnsan kendi iç alemine yöneliyor
ve hayret içinde soruyor. Bu kadar yakın olduğum fıtrî ve açık bir işe
nasıl oldu da hayret ettim!
İşte
bu şekilde Kur'an İslâm düşüncesinin bu büyük gerçeklere bakış açısını
böylesine kolay yakın ve fıtrî yolla ortaya koyuyor. Aynı şekilde karmaşık
felsefelerin kördüğüm haline getirdiği şüpheleri aydınlatıyor, onu sağlam
biçimde hem kalbe hem de akla yerleştiriyor.
Sonra
Melek, Allah'ın doğurması için eşsiz bir şekilde Meryem'i seçtiği hakkındaki
müjdelerin ve İsrailoğulları arasında nasıl yaşayacağı ile ilgili
bilgileri vermeyi sürdürüyor. Burada Meryem'e verilen müjde Mesih'in geleceği
tarih ile kenet!eniyor. Bir anlatımda buluşuyor. Kur'an üslûbunda sanki iki
olay aynı anda gerçekleşiyor.
"Ona
Kitabı, Hikmeti, Tevrat'ı ve İncili öğretecek."
Tevrat,
Mesih dininin temelidir. Toplum düzeninin üzerinde kurulduğu hayat nizamı
ondadır. İncil ancak, Tevrat'ın çok az bir kısmını düzeltmiştir. İncil
ise, dinin özünü yenilemek ve diriltmek için, bir nefhadır. İlahi
direktifler doğrultusunda doğrudan Allah'a bağlanmakla insanın vicdanını eğitme
çabasıdır. Zaten Mesih bu diriltme ve eğitme için gönderilmiş ve ilerde
değinileceği gibi, tuzağa düşürülünceye kadar bu uğurda çalışmıştır.
"O'nu
İsrailoğullarına şöyle diyecek olan bir peygamber olarak gönderecek
"Ben size Rabbinizden mucize ile geldim. Ben sizin önünüzde çamurdan kuş
biçiminde bir cisim yapar sonra ona bir nefes üflerim de Allah'ın izni ile kuş
oluverir; doğuştan körler ile alacalık (ebras) hastalarını iyileştiririm.
Allah'ın izni ile ölüleri diriltirim. Evlerinizde hangi yiyeceklerinizi yediğinizi
ve hangilerini sonraya bıraktığınızı haber veririm. Eğer mümin iseniz bu
sizin için ibret alacağınız kesin bir delildir"
Bu
ayeti kerime İsa'nın (selâm üzerine olsun) İsrailoğullarına peygamber gönderildiğini
ifade etmektedir. İsa, onların peygamberlerïnden biridir. Bu nedenle
Musa'ya.(selâm üzerine olsun) indirilen Tevrat, aynı zamanda İsa'nın da
kitabıydı. Onda da İsrailoğulları topluluğunun hayatı için düzenlenen
yasa vardı. Yani Tevrat yasama ve yürütme kanunlarını da kapsıyordu. İsa
buna ilave olarak İncil'e de sahiptir. İncil de ruhun dirilişini, kalbin eğitilmesini
ve vicdanın uyarılmasını kapsıyordu.
Allah'ın,
annesi Meryem'e O'nunla beraber olacağını müjdelemesi ve pratik olarak İsrailoğullarına,gösterdiği
mucizeler olan ölülere üflediğinde onların dirilmesi, kör olarak doğan çocuğu
iyileştirmesi, alacalıyı iyileştirmesi, -kendisi açısındàn- gayb olan
olayları haber vermesi (İsrailoğullarının gözlerinde sakladıkları yemek
ve saireyi gözüyle görmekten uzak olduğu halde, haber vermesi) mucizesidir.
Bu
olağanüstü olayların meydana gelişi sürekli olarak Allah'ın iradesine bağlanmıştır.
Hz. İsa (selâm üzerine olsun) daha gayb aleminde, Allah'ın takdirinde yàratılıp
Hz. Meryem'e müjdelendiğinde bu gerçeği dile getirmiş, daha sonra dünyaya
gelip büyüdüğünde de, o gerçeği her fırsatta dile getirmiştir. Ayetler
özellikle bu noktaya Allah'ın iznine detaylı ve yoğun biçimde yer
vermektedir. Yanlış anlaşılmasını önlemek amacıyla sonunda Allah'ın
iznine yer verilmeden sözü kesmemektedir!
Bu
mucizeleri genellikle hayat ve ölüm, sağlık ve afiyet, körlük ve görmeyle
ilgilidir. Bunlar öz olarak İsa'nın doğuşu, Adem'in (selâm üzerine olsun)
örneği dışında hiçbir eşine rastlanmayacak biçimde İsa'ya varlık ve
hayatın bahşedilmesiyle ilgilidir. Madem ki Allah, bu mucizeleri bir kulunun
eliyle gerçekleştirmeye güç yetirebiliyor. Öyleyse Allah bu tek varlığı
örneksiz de yaratmaya güç yetirebilir. İşi Allah'ın özgür dilemesine
havale ettiğimizde ve yüce Allah'ın insanların alışılageldiği sınırlamalara
bağımlı kalmadığımızda bu özel doğuşun yaratışı etrafında oluşturulan
bütün şüphelere ve masallara hiç de gerek kalmayacaktır!
HRİSTİYANLIK
"Benden
daha önce inen Tevrat'ı onaylayıcı olarak size haram kılınmış olan bazı
şeyleri helâl ilan etmek üzere Rabbiniz tarafından kesin bir kanıtla size
geldim. Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz.
"Allah
benim de sizin de Rabbimizdir, O'na kulluk ediniz, doğru yol işte budur."
İsa'nın
(selâm üzerine olsun) İsrailoğullarına yaptığı çağrının bu şekilde
sona ermesi Allah'ın dininin yapısı ve tüm peygamberlerin (salât ve selâm
üzerlerine olsun) çağrısında bu dinin nasıl anlaşıldığı noktasında
bir takım köklü gerçekleri açığa çıkarmaktadır. Ve bunlar bizzat İsa'nın
(selâm üzerine olsun) dili üzerè ifadesini bulurken gerçekten özel bir değer
kazanan gerçeklerdir. Çünkü İsa, doğuşu ve gerçek mahiyeti konusunda
ancak şüpheler üretilen bir kişidir. Fakat bu tür şüpheler bir
peygamberden diğerine değişmeyen Allah dininin özünden sapmaktan
kaynaklanmaktadır.
O
şunları söylerken "Benden daha önce inen Tevrat'ı onaylayıcı olarak
size haram kılınmış olan bazı şeyleri helâl ilân etmek üzere..."
derken. Mesihliğinin gerçek karakterini ortaya koyuyordu. Musa'ya (selâm üzerine
olsun) indirilen Tevrat -ki bu kitap o zamanın ihtiyaçlarına ve İsrailoğullarının
yaşam şartlarına uygun sosyal hayatı düzenleyen hükümleri kapsıyordu.
Zira Tevrat'ın öngördüğü dindarlık, belli bir zaman diliminde, belli bir
insan topluluğuna özgü bir yaşam tarzıydı. Evet aynı Tevrat, Mesih'in
(selâm üzerine olsun) peygamberliğinde de güvenilir bir kaynaktı. O'nun
peygamberliği de Tevrat'ı doğruluyordu. Bunun yanında Allah'ın kendilerine
haram kıldığı birtakım şeylerde düzeltmeler yaparak onları helal kılıyordu.
Aslında bu haram kılınan şeyler, zamanında İsrailoğullarının günahları
ve sapmaları sonucunda ceza olarak haram kılınmıştı. Allah onlara helâl
olan birtakım şeyleri haram kılmakla onları uslandırmak istemişti. Sonra
Allah'ın iradesi Mesih (selâm üzerine olsun) ile onlara merhamet etmek istemiş,
kendilerine haram kıldıklarından bir kısmını helal kılmıştır.
Buradan
da anlaşılıyor ki: Dinin karakteri -hangi din olursa olsun- insan yaşamına
bir düzenleme getirmeyi kapsamaktadır.
Böyle
din, yalnız ahlâki eğitim alanına sırf vicdanî duygulara sadece ibadetlere
ve sembolik uygulamalara yönelik tarafta yetinmemektedir. Bunların yalnız
birine yönelen sistem din olamaz. Öyleyse din Allah'ın insanlar için
belirlediği yaşam biçiminden insanın hayatını Allah'ın sistemine bağlayan
yaşam düzeninden başka bir şey değildir.
Allah'ın
yoluna uygun bir biçimde insanın hayatını düzenlemek isteyen herhangi bir
dinde, imana dayalı inanç unsurunun, ibadetin sembolik uygulamalarından, ahlâki
değerlerden, düzenleyici yasalardan birinin olmaması mümkün değildir. Bu
alanların herhangi birinde meydana gelecek olan kopukluk dinin psikolojik ve
sosyal yaşam üzerindeki edimini sonuçsuz kılacaktır. Ve bu din Allah'ın
dilediği biçimdeki din anlayışına ve dinin karakterine aykırı düşecektir.
İşte hıristiyanlığın uğradığı felâket budur. Tarihin birtakım
cilveleri bir taraftan son din gelinceye kadar ki belli bir zaman dilimi için gönderildiği
halde belirlenen zaman dilimini aşarak yaşamını sürdürmesi öbür tarafından
bu dinin sosyal düzenle ilgili yaşamaların tarafını; Ahlâk, ibadet ve
maneviyat tarafından ayırmıştır. Böylece yahudiler ile Mesih (selâm üzerine
olsun) Mesih'in Havarileri ve daha sonra O'nun dinine bağlananlar arasında köklü
bir düşmanlık baş göstermiştir. Bu da yasaları içeren Tevrat ile Manevi
dinlisi ve ahlâki uslandırmayı kapsayan İncil'in birbirinden ayrılmasını
doğurmuştur. Sonra bu yasalar belli bir zaman dilimine özgü ve insanların
belli bir topluluğuna mahsustur. Allah'ın taktirinde bu açığı kapatacak
kendisi için belirlenen zaman diliminde gönderilecek insanlığın tamamını
yönlendirecek sürekli kalıcı bir yasa (Şeriat) vardı.
Ne
olursa olsun artık hristiyanlık yasasız bir inanç konumuna düşmüştür.
Bu nedenle de kendisine bağlanan ulusların sosyal yaşamlarını idare
etmekten aciz bir duruma düşmüştür. Sosyal hayatı idare etmek, bütün
evreni yorumlayan, insanın hayatını ve evrendeki konumunu açıklayan insanla
ilgili bir düşünceyi gerektirir. Bir ibadet sistemi ve ahlâkî değerleri
zorunlu kılar. Sonra bu inançla ilgili düşünceden ibadetle ilgili sitemden
ve ahlâk ile ilgili değer yargılarından kaynaklarına, toplumun hayatını düzenleyici
hükümleri zorunlu olarak gerektirir. İşte bu temel nitelikleri taşıyan bir
din ancak anlaşılabilir. Fonksiyonları ve sağlıklı güvenceleri bulunan
sosyal bir düzen kurmayı garanti edebilir. Hıristiyanlık dininde bu ayrılık
meydana gelince, Hıristiyanlık insan hayatı içinde kapsamlı bir düzen
olmaktan çıktı. Hıristiyanlar da manevi değerler ile bütün hayatlarında
yer alan pratik değerleri birbirinden ayırmak zorunda kaldılar. Tabii ki
hayatın, üzerinde kurulduğu sosyal düzen de bunların arasındaydı. O zaman
sosyal düzenlemeler tabii olan sarsılmaz temellerine değil de başka
temellere dayandırıldı. Dolayısıyla belli bir zemine oturmadan havada kaldı
ya da bozuk bir temele dayandırıldı!
Bu
durum, insanın hayatında basit bir iş, insanlık tarihinde de küçük bir
olay değildir. Bu gerçek anlamda bir felaketti. Talihsizliğin, şaşkınlığın,
çözülmenin, sapmaların, bugünkü Materyalist medeniyetin içinde yüzdüğü
belâların başlıca kaynağı olan büyük bir felaket. Bu ise, bugüne kadar
hâlâ hıristiyanlığa -ki hıristiyanlık bir yaşama sistemine sahip olmadığından
sosyal bir düzenden de yoksun kalmıştır- bağlı bulunan ülkelerde olsun büyük
bir tehlike oluşturdu. Aslında hıristiyanlığa tamamıyle sırtını dönen
ülkelerde olsun büyük bir tehlike oluşturdu. Aslında hıristiyanlığa sırtını
dönen ülkeler de Hıristiyan olduklarını ileri sürenlerden farklılık arz
etmemişlerdir. Hazreti İsa'nın getirdiği şekliyle Hıristiyanlık din
kavramına gerçekten layık olan her dinin özelliğinde olduğu gibi Mesihlik
de bir dindir. Allah ile ilgili inanç düşüncesinden ve bu düşünceye dayalı
ahlâki değerlerden kaynaklanan hayatı düzenleyici yasalardan oluşmuştur.
Bu
kapsamlı ve birbirini tamamlayan sütunlar olmadıkça Hıristiyanlıktan sözedilemez.
Ve mutlak anlamda hiçbir dinden de bahsedilemez! Bu kapsamlı ve birbirini
tamamlayan temellere dayanmaksızın insanın hayatı için gerekli manevi
ihtiyaçlarına cevap verilemez. Hayatının pratiğini oluşturacak maneviyatını,
hayal ve ruhunu Allah'a doğru yükseltecek sosyal bir düzen kurulamaz. Bu gerçek,
Mesih'in (selâm üzerine olsun) şu sözlerinde göze çarpan olgulardan
biridir.
"`Benden
daha önce inen Tevrat'ı onaylayıcı olarak size haram kılınmış olan bazı
şeyleri helâl ilân etmek üzere Rabbiniz tarafın dan kesin bir kanıtla size
geldim. Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz."
O
bu gerçeği tebliğ ederken birinci büyük gerçeğe dayanmaktadır: Hiçbir
şüpheye yer bırakmayan Tevhid gerçeğine istinad etmektedir.
"Ben
size Rabbinizden bir mucize ile geldim. Allah'tan korkun ve bana itaat edin.
Allah, benim de Rabbim sizin de Rabbinizdir. Ona kulluk ediniz. Doğru yol işte
budur."
Yüce
Allah'ın dininin bütünü ile üzerinde kurulduğu inanca dayalı gerçeği ilân
etmektedir. Göstermiş olduğu mucizeleri kendi katından getirmiş değildir.
O bir insan olduğundan bu mucizeleri yaratacak güçte olamaz. Kendisi bu
mucizeleri Allah katından getirmiştir. Onun çağrısı herşeyden önce Allah
korkusu ve Peygamberine itaat temeline dayanmaktadır. Sonra Allah'ın hem
kendisinin hem de yaratıkların Rabbi olduğunu pekiştirmektedir. İbadetle bu
yüce Rabbe yönelmelerini vurgulamaktadır. "Allah'tan başkasına kulluk
yoktur." Sözünü kapsamlı bir gerçek ile noktalıyor. Rabbi birleme,
O'na kulluk etme, peygambere ve onun getirdiği düzene itaat etme; "Bu doğru
bir yoldur"... Onun dışında kalanlar sapmadır, yanlıştır. Ve onlar
asla din değildir...
HAVARÎLER
Meleklerin
Meryem'e, beklenen oğlunun vasıflarını, Peygamberliğini mucizelerini ve sözleriyle
ilgili müjdelerini belirten ayeti kerimeler doğrudan doğruya İsa'nın (selâm
üzerine olsun) İsrailoğullarının inkâra kalkışacaklarını anlamasını
ifade ettikten sonra Allah'ın dinini tebliğ etmek amacıyla kimin kendisine
destek olacağını tesbit edişine geçmektedir.
52-
İsa, İsrailoğulları'nın inkarcı tutumlarını görünce Allah uğrunda
bana yardımcı, destekçi olacak olanlar kimlerdir?' diye sordu. Havariler `Biz
Allah'ın destekçileriyiz, Allah'a iman ettik, şahid ol ki biz müslümanız'
dediler.
53-
`Éy Rabbimiz, indirmiş olduğun mesaja inandık, Peygambere uyduk, bizleri bu
mesajın canlı şahitleri arasına yaz :
Burada
ayetlerin anlatımında büyük bir boşluk göze çarpmaktadır. İsa'nın doğuşu,
annesinin onu topluluğa göstermesi ve kendisinin de beşikte onlarla konuşması,
yetişkin yaşta kavmine çağrıda bulunması anlatılmamıştır. Ayrıca
annesinin müjdelenmesinde sözü edilen bu mucizelerin onun tarafından
kendilerine. sunulması söz konusu edilmemiştir. Kıssanın bu kesiti Meryem
suresinde anırtılmıştır. Kur'an kıssalarında bu tür boşluklara
rastlanmaktadır. Zira bu kıssalarda, bir taraftan aynısı ile tekrara yer
verilmiyor, bir taraftan da yalnız surenin konusu ve temasıyla ilgili halkalar
ve buna ilişkin sahnelerin verilmesi yeterli görülüyor. Herbirinin ardından,
Allah'ın varlığına tanıklık ettiği, Allah'ın kudretinin kendisini
desteklediği gibi insanların gücünü aşan mucizelerin hepsini gözler önüne
seren Mesih, İsrailoğulları'nın birtakım bağlarım ve yükümlülüklerini
hafifletmek için gönderilmiş olmasına rağmen, İsrailoğullarının inkara
kalkışacaklarını anlıyor. İşte bu sırada nihai çağrısını yapıyor:
"Allah
uğrunda bana yardımcı, destekçi olacak olanlar kimlerdir?"
Allah'ın
dinine, mesajına, sistemine ve düzenine çağırmada kim bana destek olur? Kim
bana yardım eder ki ona tebliğde bulunayım ve onunla görevimi yerine
getireyim? Her inanç ve dâva sahibinin yanında, kendisi ile beraber hareket
eden onun davranışını yüklenen, savunan, ulaşabildiklerine ulaştıran ve
ondan sonra davasını yaşatan destekçilerin bulunması gerekir.
"Havariler:
Biz Allah'ın destekçileriyiz Allah'a iman ettik. Şahit ol ki müslümanız."
Havariler
burada İslam'ı, dinin özü anlamında kullanıyor. İsa'yı (selâm üzerine
olsun) bu müslümanlıklarına ve Allah'ın yardımına... Yani onun
Peygamberlerinin, dininin ve hayat sisteminin yardımına koşmalarına tanık
tutuyorlar. Sonra Rabblerine yöneliyorlar ve pratik olarak yaşadıkları bu
olaylarda doğrudan Allah ile ilişki kuruyorlar:
"Ey
Rabbimiz! İndirmiş olduğun mesaja inandık ve Peygamber'e uyduk. Bizleri bu
mesajın canlı şahidleri yaz."
Allah
ile doğrudan sözleşmek için bu yönelişte önemli bir nokta var. Mümin başta
Rabbi ile sözleşme yapar. Peygamber onu tebliğ ettiğinde inanç hususunda
Peygamberin görevi biter, Allah ile sözleşme gerçekleşir. Bu sözleşme
peygamberden sonra da mümini bağlayıcı niteliktedir. Bu sözleşmede
peygambere uyulacağına dair söz verilmiştir. Mesele, vicdanda yer alan bir
inançtan ibaret değildir.
Burada
önemli olan belirlenen yolu izlemek ve bu yolda Peygambere uymaktır. İşte İslâm'ın
bu anlamı, gördüğümüz gibi aynı zamanda surenin öteden beri üzerinde yoğunlaştığı
ve değişik üslûblarla tekrar ettiği bir olgudur.
Havarilerin
sözlerindeki başka bir ifade ayrıca dikkat çekiyor. .
"Bizi
şahidlerle beraber yaz."
Ne
şahidliği ve hangi şahitler? Allah'ın dinine iman etmiş müslümanın, bu
dine tanıklık etmesi istenmektedir. Bu tanıklık, dinin hayatta kalma hakkını
pekiştirecek bir tanıklıktır. Bu dinin insanlara vermek istediği hayırlı
mesajı destekleyen bir şahidliktir. Kişi canıyla, ahlâkıyla, yaşantısıyla,
hayatıyla bu dinin canlı bir şekli olmadıkça bu şahidliğin gereğini
yerine getirmiş olamaz. Bu öyle canlı bir tablodur ki insanlar onda bu dinin
var olmaya daha lâyık olduğunu, yeryüzünde var olan diğer sistemlere, düzenlere
ve organizasyonlara oranla daha iyi ve daha üstün olduğunu rahatlıkla görebilmektedirler.
İnsan
hayatının temelini, toplumun düzenini, kendisinin ve toplumunun yasasını bu
dinden almadığı, bu çerçevede bir toplum kurmadığı, bu sağlam ilâhî
sisteme uygun olarak işlerini idare etmediği,bu toplumu kurmak ve bu yaşam biçimini
gerçekleştirmek uğrunda cihad etmediği, toplum hayatında Allah'ın
sistemini gerçekleştirmeyen başka bir toplumun gölgesinde gerçekleştirmeyen
başka bir toplumun gölgesinde yaşamaktansa ilahi nizamın uğrunda ölmeyi
tercih etmediği sürece bu şehadetin gereğini ödemiş olmaz.
Böylece
insan, bu dinin bizzat yaşamaktan daha hayırlı olduğuna, yaşayanların elde
etmeye çalıştığı en değerli varlıktan daha aziz olduğuna şehadet etmiş
olacaktır. Bu nedenle o "şehid" diye anılacaktır.
İşte
bu havariler, kendilerini Allah'ın dinine şahidlik edenlerle birlikte yazması
için Allah'a dua ediyorlar. Yani bu dinin canlı bir örneği olabilmeleri için
kendilerine yardım etmesini ve başarılı kılmasını, O'nun hayat sistemini
gerçekleştirme, bu sistemin pratik olarak yaşandığı bir toplum kurma uğrunda
cihad etmeye göndermesini diliyorlar... İsterse, bu dinin gerçeğine "şahidlik
edenlerden olma kendilerine hayatları pahasına mâl olsun!
Bu
dua, kendisinin müslüman olduğunu iddia eden herkesin üzerinde düşünmesi
gereken bir niyazdır. İşte Havarilerin anladığı İslâm budur. Gerçek müslümanların
vicdanlarındaki İslâm budur! Dinine karşı bu şahidlikte bulunmayan ve onu
gizleyen, kalben günahkârdır. Kişi müslüman olduğunu iddia edèrde
kendisi İslâm'ın öngördüğü bir hayat yaşamaz veya bunu kendi içinde yaşar,
fakat onu hayatın her alanında uygulamaz da kendi yaşamını dinin yaşamasına
tercih edip Allah'ın hayat için öngördüğü yaşam biçimini yürürlüğe
koymak için cihad etmezse o şahitliğinde gedik açmış olur. Veya bu dinin
tersine bir şehadette bulunmuş olur. Böyle bir şehadet, başkasının da bu
dini kabullenmesiyle engel olacaktır. Çünkü başkaları, bu dine bağlı
olanların ondan yana değil onun aleyhine şahidlik ettiklerini göreceklerdir!
Kendisi iman edenlerden olmadığı halde, bu dine iman ettiğini iddia etmek
suretiyle başkalarını Allah'ın dininden alıkoyanlara yazıklar olsun.
Şimdide
âyetler İsa (selâm üzerine olsun) ile Yahudiler arasında geçen kıssanın
sonuna değiniyor.
54-
Hile yaptılar. Allah da onları cezalandırdı. Ve Allah hile yapanların cezasını
en iyi verendir.
55-
Hani Allah şöyle demişti; `Ey İsa, ben senin canını alacak, katıma yükseltecek
ve kâfirlerin iftiralarından arındıracağım, sana uyanları da kıyamet gününe
kadar kâfirlere üstün kılacağım. Sonra hepiniz bana döneceksiniz ve ben
anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda hüküm vereceğim.'
56-
Kâfirler var ya, onları ağır bir azaba çarptıracağım, onların hiçbir
yardımcısı olmayacaktır.
57-
İman edip salih ameller (iyi işler) yapanlara gelince, Allah onların mükafatlarını
eksiksiz olarak verecektir, Allah zalimleri sevmez.
Kendi
peygamberleri İsa'ya (selâm üzerine olsun) inanmayan yahudilerin tezgahladığı
tuzak gerçekten enine boyuna büyük bir tuzaktır. Yahudiler İsa'ya (selâm
üzerine olsun) ve erkek eli değmemiş olan annesine iftira ettiler. Bir ara
Meryem ile evlenmek isteyen fakat İncil'lerinde belirttiği gibi, O'nunla
evlenmeyen Yusuf en-Neccar ile ilişki kurmakla suçladılar... Ona yalancılık
ve sihirbazlık itham ettiler. Kendisini Roma İmparatoru Platos'a jurnàl
ettiler; Hz. İsa'nın halkları hükümete karşı ayaklandıran bir "anarşist"
olduğunu ileri sürdüler! Halkların inançlarını sarsan ve karıştıran büyücü
biri olarak göstermeye çalıştılar! Nihayet, Kral O'nu kendi elleriyle
cezalandırmaları için Yahudilere teslim etti. Platos putperest olduğu halde,
adamın bu suçu işlemiş olduğunu gösteren hiçbir şüphenin izine
rastlamamıştı. Bu onların kurdukları desîselerden sadece bir tanesidir.
"Yahudiler
İsa'ya karşı komplo düzenlediler. Allah da onların komplolarını boşa çıkardı."
Burada
onların planları ile Allah'ın planları arasındaki benzerlik yalnız ifade
biçiminde göze çarpmaktadır. Tezgâh; plan demektir. Karşılarına Allah'ın
planını çıkarmakla onların tezgahlarının ve hilelerinin ne kadar gülünç
olduğunu ortaya koyuyor. Onlar nerede; Allah nerede? Onların tezgahları
nerede Allah'ın plânları nerede? Onlar Hz. İsa'yı (selâm üzerine olsun)
asmayı ve öldürmeyi istediler. Allah ise, O'nu vefat ettirmeyi ve kendisine yükseltmeyi
diledi. Küfredenlerin arasında yaşamaktan, pis ve aşağılık yaratıklar
olanlardan arındırmak ve kıyamet gününe kadar O'na bağlananları kafirlere
üstün kılmakla ikramda bulunmak istedi. Neticede Allah'ın dilediği oldu. Ve
Allah tuzak peşinde koşanların tezgahlarını etkisiz bıraktı:
"Hani
Allah şöyle demişti: "Ey İsa, ben senin canını alacak, katıma yükseltecek
ve kafirlerin iftiralarından arındıracağını, sana uyanları da kıyamete
kadar kafirlerden üstün kılacağım. Sonra hepiniz bana döneceksiniz. Ve ben
anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda hüküm vereceğim."
Fakat
O'nun vefatı nasıl gerçekleşti ve o nasıl yükseltildi... Bu konu Allah'tan
başkasının yorumunu bilemeyeceği "müteşabih" kapsamına giren
gayb meselesidir. Onları araştırmakla elde edilecek yararlı bir sonuç
yoktur. Ne inançta ne de hukukta bunun bir yararı olmaz. Bu meselelerin peşine
düşenler ve onları tartışma konusu edenler sonunda kuşkuya kapılırlar,
kafaları karışır ve çıkmaza girerler. Allah'ın bilgisine havale edilen bu
meselede ne kesin bir gerçeğe ne de gönül huzuruna kavuşabilirler. Allah'ın
İsa'ya bağlı olanları kıyamet gününe kadar kafirlerden üstün kılacağı
meselesine gelince burada yorumda bulunmak zor olmayacaktır. Ona bağlı
olanlar Allah'ın doğru dinine... İslâm'a iman edenlerdir. Tüm
peygamberlerin gerçekliğini tanıdığı, her peygamberin kendisine çağırdığı
Allah'ın gerçek dinine iman eden herkesin inandığı dine iman edenlerdir...
Bu nitelikleri taşıyanlar ise, Allah'ın terazisinde kıyamete kadar
kafirlerden üstündür. İman gerçeği ve bağlılık gerçeği ile kafirlerin
ordusuna karşı koydukları sürece bu üstünlük somut bir hakikat olarak
hayatta gözlenecektir. Allah'ın dini tektir. Meryem oğlu İsa'da kendisinden
önceki ve sonraki peygamberlerin getirdiği gerçeğin aynısına çağrıda
bulunmuştur. Hz. Muhammed'e (salât ve selâm üzerine olsun) uyanlar, Adem'den
(selâm üzerine olsun) zamanın sonuna kadar geçen bütün peygamberler kervanına
uymuş olurlar.
Bu
kapsamlı anlayış, sûrenin anlatımına ve bu anlatımın üzerinde yoğunlaştığı
din gerçeğine de uygun düşmektedir. Ayetler Allah'ın, Hz. İsa'ya (selâm
üzerine olsun) haber vermesi sayesinde hem müminlerin hem de kafirlerin son
duraklarına da değinmektedir.
"Sonra
dönüşünüz yalnız banadır"..
"Hani
Allah şöyle demişti; `Ey İsa, ben senin camı alacak, katıma yükseltecek
ve kâfirlerin iftiralarından arındıracağım, sana uyanları da Kıyamet gününe
kadar kâfirlere üstün kılacağım. Sonra hepiniz bana döneceksiniz ve ben
anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda hüküm vereceğim."
"Kâfirler
varya, onları ağır bir azaba çarptıracağım, onların hiçbir yardımcısı
olmayacaktır."
"İman
edip salih ameller (iyi işler) yapanlara gelince Allah onların mükâfatlarını
eksiksiz olarak vérecektir, Allah zalimleri sevmez."
Bu
ayetlerde cezanın ciddiyeti ve asla şaşmayan, hiçbir yersiz umut ve iftira
ile ilişkisi olmayan adaletin ciddiyeti açıklanıyor.
Bu,
kendisinden kaçılamayacak Allah'a dönüştür. Ayrılığa düşülen
konularda Allah'ın hiçbir şekilde reddedilemeyecek hükmünü vermesidir.
Kafirler için hem dünya hem de ahirette ağır bir işkencedir ve kimse onlara
destek olmayacaktır. İman edenlere salih amel işleyenlere mükafatları hiçbir
arttırma ve eksiltmeye yer verilmeksizin verilişidir... "Allah zalimleri
sevmez..." Zalimleri sevmediği halde zulmetmekten uzaktır.
Öyleyse
ehl-i kitabın, "Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmaz"
anlamındaki bütün sözleri, Allah'ın adalet sistemindeki "ceza"
ile ilgili hayal üzerine düzdükleri bütün bu anlayışlar boştur. Boştur...
Bir temele dayanmamaktadır.