EHLİ
KİTABIN AMACI
Sonra
ayetler ehl-i kitabın bu tartışmalar ve münakaşaların ardında neyi amaçladıklarını
müslüman cemaate açıklıyor. Oyunlarıyla, tuzaklarıyla ve planlarıyla
ehli kitabı, müslüman cemaatin göreceği biçimde karşısında oluyor.
Onların arkasında gizlendikleri perdeleri yırtıyor. Onların bütün plânları
ortaya çıkarılmış vaziyette müslüman cemaatin önüne çıkarıyor:
69-
Kitap ehlinden bir grup, sizi yoldan çıkarma sevdasına kapıldı. Oysa onlar
sadece kendilerini yoldan çıkarırlar, ama bunun farkında değildirler.
70-
Ey kitap ehli, niye göz göre göre Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?
71-
Ey kitap ehli, niye gerçeğin üzerine batılı örtüyor ve bile bile gerçeği
saklıyorsunuz?
72-
Kitap ehlinden bir grup dedi ki; `müminlere indirilen mesaja günün başlangıcında
inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından
dönerler.
Ehli
kitabın müslüman cemaate karşı içten beslediği kin, inançla ilgili bir
kindi. Onlar bu ümmetin hidayete ermesinden hoşlanmıyorlardı. Güç, güven
ve kesin inançla kendi özel inançlarına bağlanmalarını istemiyorlardı.
Bu nedenle onları bu sistemden saptırmak ve bu yoldan alıkoymak için var güçleriyle
çalışıyorlardı:
"Kitap
ehlinden bir gurup, sizi yoldan çıkarma sevdasına kapıldı.."
Bu,
gönül sevgisi, kalp isteği, her tuzağın, her aldatmanın her tartışmanın,
her münakaşanın ve her şaşırtmanın arkasında yeralan heva ve hevesin
kendisine koştuğu arzudur.
Kişisel
arzulara, kin ve kötülüğe dayalı olan bu isteğin sapıklık olduğunda kuşku
yoktur. Bu gibi kötü ve günahkâr arzulardan ne iyilik ne de doğruluk
kaynaklanmaz. Onlar müslümanları sapıklığa iletmeyi arzu ettikleri andan
itibaren kendilerini sapıklığa düşürüyorlar. Çünkü koyu sapıklığın
içinde yüzen sapıklardan başkası doğru yolda olanları saptırmak istemez:
"Oysa
onlar sadece kendilerini yoldan çıkarırlar, ama bunun farkında değildirler."
Müslümanlar
kendi dinlerine bağlı kaldıkları sürece bu düşmanlarının hakkından
gelirler ve onların müslümanlar üzerinde bir gücü de olmaz. Yüce Allah müslümanlar
müslüman kaldığı sürece, düzenbazların düzenlerini kendilerinden savacağına
ve düşmanlarının oyunlarını lehlerine çevireceğine söz vermiştir.
Burada ehl-i kitap şüpheci ve kusur arayıcı tutumlarının gerçekliği ile
azarlanmaktadır.
"Ey
kitap ehli, niye göz göre göre Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?"
"Ey
kitap ehli, niye gerçeğin üzerine batılı örtüyor ve bile bile gerçeği
saklıyorsunuz".
O
gün ehl-i kitap gerçeğin bu dinde olduğuna şahitlik ettiği gibi bu günde
aynı şahitliklerini sürdürmektedir. Bu gerçeği kitaplarındaki müjdeler
ve işaretlerinden haberi olanlar da olmayanlar da kabul ediyordu. Hatta
bunlardan haberi olan bazıları bu türden bilgilerini açıkça ifade ediyor,
bir kısmı da kitaplarında gördükleri ve gözleriyle tanık oldukları gerçek
karşısında müslüman oluyordu... Aslında ehl-i kitap İslâm'ın imana çağırdığını
apaçık bir gerçek olarak görüyordu... Yalnız buna rağmen inkar
ediyordu...Delil yetersizliğinden değil... İnkarlarının başlıca nedeni
heva-heves, menfaat ve saptırmaydı. Halbuki Kur'an onlara "Ey kitap
ehli!" diye hitap ediyordu. Zira bu sıfatın onları Allah'ın ayetlerine
ve yeni kitabına yaklaştırması beklenirdi!
Sonra
ayet ikinci defa onlara hitap ediyor... Bununla onların bilerek, kasıtlı ve
amaçlı olarak gizleyip örtbas etmek ve batılın karanlığında kaybetmek için,
hakk ile batılı karıştırmakla ne denli bir suç işlediklerini açığa çıkarıyor.
Yüce
Allah'ın ehl-i kitabı kendisi yüzünden eleştirdiği o günkü eylemleri,
onların bu güne kadar aynı çizgide izledikleri hareketlerdir. Tarih boyunca
onların izledikleri yol bu olmuştur. Yahudiler ilk andan itibaren bu yolu
izlediler. Sonra Hıristiyanlar onları takib etti!
Uzun
asırlardan bu yana sürüp gelen İslâm kültürüne -ne acıdır ki- asırlarca
süren çabalarla ancak ortaya çıkarılabilen gizli hilelere başvurdular!..
Bu kültürde baştan sona hakk ile batılı karıştırdılar. Allah'ın yüce
keremine hamdolsun ki Allah'ın sonsuza dek korunmasını garanti ettiği Kur'an
bunun dışında kaldı.
Yahudiler
tarafından beslenen bu hain eller, İslâm tarihini, kahramanlarını ve tarihi
olaylarını ters yüz ettiler. Aslı olmayan şeyler eklediler. Bununla da
kalmayıp Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) hadislerine el attılar.
Cenabı Allah bu işin üstesinden gelecek din adamlarını bu işe yöneltti.
İslâm bilginleri hadis namına ortaya atılan malzemeyi uzmanlıklarına
dayanarak dikkatle ve özenle çalışmalar yaparak ve insanın beşerî gücünü
aşanlar dışında hepsini yazdılar. Kur'an tefsirine de uzandılar. Onu o
kadar karıştırdılar ki araştırıcılar bu konuda yol işaretlerine
varamayacak gibi bir durumla karşı karşıya kaldı. Şahsiyetler üzerinde de
bir takım plânlar yaptılar. Yüzlercesi, binlercesi İslâm kültürü
aleyhinde kullanıldı. Bugün bu yöntemler hâlâ oryantalisler -Doğu
bilimciler- tarafından icra edilmektedir. Ayrıca halkları, müslüman ülkelerde
şu an düşünce önderliği makamlarını işgal edenler de oryantalistlerin
öğrencileridir. Haçlılar ve Siyonistler tarafından üretilerek İslâm ümmetine
kahraman diye lanse edilen onlarca şahsiyet ortaya çıkarılmıştır. Böylece
bu düşmanların açıkça yapmayı başaramadığı hizmetleri İslâm düşmanlarına
rahatlıkla takdim ettiler. Bu oyunlar hâlâ sürdürülmekte ve devam
etmektedir. Bu planların etkisinden kurtulma ve korunmanın tek yolu, muhafaza
altına alınan Kur'an'a sığınmak ve asırlarca süren savaşta istişare için
O'na dönüş yapmaktır.
Aynı
şekilde ehl-i kitaptan bir grubun müslüman cemaatı dininde kuşkuya düşürmek
ve onu doğru yoldan alıkoymak için gerçekten çirkin bir tuzak yoluna başvurduklarını
arzetmektedir.
"Kitap
ehlinden bir grup dedi ki; `müminlere indirilen mesaja günün başlangıcında
inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz; böylece belki onlar da inançlarından
dönerler."
73-
Aslında kendi dininize uyanlardan başkasına sakın inanmayınız: De ki; `Doğru
yol yalnız Allah'ın gösterdiği yoldur: Onlar birbirlerine `Size verilen
mesajın benzeri bir başkasına (peygambere) verildiği için ya da söyleyeceklerinizi,
Rabbiniz katında size karşı delil olarak kullanırlar diye müslümanların
dinlerine inanmayın' derler. De ki; `Lütuf, Allah'ın elindedir, onu dilediğine
verir. Allah'ın lütfu geniştir ve O her şeyi bilir.'
Bu,
belirttiğimiz gibi, gerçekten alçakça bir tuzak yoludur. Çünkü onların müslüman
olduklarını söyleyip sonra dönüş yapmaları henüz dinlerïnin gerçekliği
ve karakteri konusunda kesin bir kanaate varamamış bir takım akli ve
psikolojik durumları zayıf insanları kuşkuya, çelişkiye düşürebilirdi.
Özellikle ehl-i kitabın dinleri ve kitapları kendilerinden daha iyi bildiğini
sanan ümmi Arapların üzerinde etkisini gösterebilirdi. Bunlar onların iman
edip geri döndüklerini görünce, bunu onların bu dinde bir tutarsızlık ve
eksiklik gördükleri sebebine bağlayabilirdi. İki yöneliş arasında şaşırıp
dururlar ve böylece bir tavır üzere sebat etmeleri mümkün olmazdı. Evet bu
düzenler, bu güne kadar aynen kullanıla gelmiştir. Her nesildeki insanların
ve şartların gelişmelerine uygun olacak şekillerde sergilenmiştir.
Bugün
İslâm düşmanları bu tezgahı maskelemekten umutlarını kestiler. Onun için
İslâm'ın evrensel düşmanları daha değişik yollara başvurdular, fakat bu
yolların hepsi söz konusu eski tezgahların temeline oturmaktadır. Bugün dış
güçlerin, İslâm dünyasının her tarafında yerli işbirlikçilerden büyük
bir ordusu vardır. Bunlar bazan öğretim üyeleri, filozoflar, doktorlar ve
araştırmacılar, bazanda yazarlar, şairler, sanatçılar ve gazeteciler kılığında
görev yapmakta ve müslümanların adlarını taşımaktadır. Çünkü müslüman
bir aileden gelmektedirler. Yine onların bazısı müslümanların sözde
"bilginler"indendir.
Yerli
işbirlikçilerden oluşan bu ordu, çeşitli yöntemlerle gönüllerdeki inancı
sarsmakla mükelleftir. Bunu; araştırma, bilim, edebiyat, sanat ve gazetecilik
maskesi altında yapmaktadır. İmanın ilkelerini zayıflatmak asıl görevleridir.
Onların görevi; hem inancın, hem şeriatın değerini düşürmek ve ilgisi
olmayan te'vil ve yorumlara çekmektir. Şeriatın sürekli olarak
"gericilik" olduğunu ileri sürmektir! Ondan kurtulmaya çağırmaktır!
Ya onu hayattan çekerek ya da hayatı ondan uzaklaştırarak onu hayatın alanından
dışarı çıkarmaktır. İnançtan gelen düşünceleri, yaklaşımları yok
ederek onlarla çelişecek, düşünceler, ilkeler, kurallar üretmektir. İmana
dayalı düşünceler ve ilkelerin zayıflatıldığı kadarıyla uydurma düşünceleri
yaldızlı göstermektir. Şehevî arzuları çığırından çıkarmak,
tertemiz inancın, üzerine bina edildiği ahlâk kurallarını çiğnemektir. Böylece
alabïldiğine yaymaya çalıştıkları çirkefin içine onları sürüklemektir!
Bunlar aynı zamanda nassları tahrif ettikleri gibi, tarihi de tümden karıştırıp
tahrif ediyorlar!
Ve
onlar yine de müslümandır! Nitekim müslümanların adlarını taşımıyorlar
mı? Onlar bu müslüman isimlerle sabahleyin müslüman olduklarını ilan
ediyorlar. Bu çirkin eylemleriyle de akşamleyin onu inkar ediyorlar. Onlar, bu
iki görevleriyle önceki ehl-i kitabın görevini yapıyorlar. Bu eski görevde
değişen tek şey şekil ve çerçeveden başka birşey değildir!
"Kitap
ehlinden bir grup dedi ki: "Müminlere indirilen mesaja günün başlangıcında
inanınız fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından
dönerler."
"Aslında
kendi dininizden uyanlardan başkasına sakın inanmayınız. De ki; Doğru yol
yalnız Allah'ın gösterdiği yoldur. Onlar birbirlerine "Size verilen
mesajın benzeri bir başkasına (peygambere) verildiği için ya da söyleyeceklerinizi,
Rabbiniz katında size karşı delil olarak kullanırlar diye müslümanların
dinlerine inanmayın" derler. De ki; Lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine
verir. Allah'ın lütfu geniştir ve O her şeyi bilir"
"İman"
fiili "lâm" ile birlikte geçişli kılındığında kalb huzuru ve güven
anlamına gelir. Yani sizin dininize uyandan başkasına güvenmeyin, ancak
bunlara sırlarınızı verin, müslümanlara değil!
Bu
gün de siyonizmin ve misyonerliğin ajanları kendi aralarında aynı şekilde
hareket ediyorlar. Bu bir daha ele geçemeye bilecek fırsatta İslâm inancına
var güçleriyle yükleniyorlar. Bu anlaşma, bir sözleşme ya da toplantı
sonucu varılan bir anlaşma olmayabilir. Yalnız bu ajanın ajan ile efendi için
istenen görevde anlaşmasıdır! Burada herkes birbirine güvenir ve
birbirlerine açılır... Sonra onlar veya en azından bir kesimi isteklerinin
ve plânlarının tersini dışa lanse ederler. Bu çalışmaları için zemin
hazırlanır ve gerekli olan vasıtalar hizmetlerine sunulur. Bu dinin gerçekliğini
kavrayanlar ise yeryüzünün her tarafında dışlanmış ve gözlerden uzak
tutulmuştur!
"Aslında
kendi dininize uyanlardan başkasına sakın inanmayın."
Burada
yüce Allah peygamberine yalnız bu hidayetin Allah'ın hidayeti olduğunu, ona
gelmeyenin hiçbir sistemde, hiçbir yolda asla hidayete ulaşamayacağını
ilan etmesi için direktif veriyor:
"Doğru
yol, yalnız Allah'ın gösterdiği yoldur"
Bu
açıklama da onların şu sözlerini reddetmek üzere geliyor.
"Günün
başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece
belki onlarda inançlarından dönerler."
Böylece
müslümanlar bu çirkin oyuna gelmekten sakındırılmış olmaktadır. Bu hükmü
ile Allah'ın hidayeti dışına çıkmaktadır. Onun biricik hidayetinden başka
hidayet yoktur. Bu söz konusu tezgahçıların da arzu ettiği sapıklık ve küfürden
başka birşey değildir.
Ayrıca
bu açıklama ehl-i kitabın sözleri tamamlanmadan önce verilmektedir. Bu ara
açıklamadan sonra tekrar onların geri kalan komplolarını sunmaya devam
etmektedir.
"Kendi
dininize uyanlardan başkasına sakın inanmayınız." sözlerine bunu
sebeb olarak gösteriyorlardı. Yani onları bu eyleme sürükleyen neden,
Allah'ın herhangi bir kişiye ehl-i kitaba verdiği peygamberlik ve kitaptan
bir pâyı vermesine duydukları kin, kıskançlık ve intikamdı. Müslümanların
gönül huzuruna kavuşmaları ve ehl-i kitabın bu din hakkında bildiği,
fakat inkar ettiği gerçeğe ulaşmaları endişesiydi. Müslümanların Allah
katında kendilerine karşı kullanacağı delilin açığa çıkması
korkusuydu. Sanki yüce Allah onları hiçbir delille hesaba çekmeyecek de yalnız
bu delille hesaba çekecekti! Bunlar Allah'a ve O'nun sıfatlarına iman düşüncesinden,
risaletlerin ve peygamberlik misyonunun gerçekliğini tanımaktan, iman ve
itikad yükümlülüklerinden kaynaklanacak duygular olamazdı!
Ayet
yüce Allah'ın bir ümmete peygamberlik misyonu ve peygamber ile bağışta
bulunmasının ne denli büyük bir fazilet olduğunu onlara ve müslüman
cemaate bildirmesi için aziz peygamberine direktif veriyor.
"Aslında
kendi dininize uyanlardan başkasına sakın inanmayınız". De ki;
"Doğru yol, yalnız Allah'ın gösterdiği yoldur". Onlar
birbirlerine "Size verilen mesajın benzeri bir başkasına (peygambere)
verildiği için ya da söyleyeceklerinizi, Rabbiniz katında size karşı delil
olarak kullanırlar diye müslümanların dinlerine inanmayın" derler. De
ki; "Lütuf Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu
geniştir ve O her şeyi bilir."
74-
O rahmetini dilediğinin tekeline verir. Hiç kuşkusuz Allah'ın lütfu büyüktür.
Allah'ın
iradesi Risalet ve Kitab'ı, ehl-i kitaptan başkasına vermeyi diledi. Çünkü
onlar Allah'a verdikleri sözde durmadılar. Babaları Hz. İbrahim'in antlaşmasını
bozdular. Gerçeği bildikleri halde Onu batıl ile karıştırdılar. Allah'ın
kendilerine bağışladığı emanetten uzaklaştılar. Kitaplarının hükümlerini
ve dinlerinin yasalarını terk ettiler. Aralarında Allah'ın kitabını yürürlüğe
koymaya yanaşmadılar. İnsanların liderliği Allah'ın sisteminden, kitabından
ve mümin şahsiyetlerden uzaklaştı. Bu sırada liderlik Allah'ın bir
fazileti ve nimeti olarak müslüman ümmete teslim edildi. Emanet ona verildi.
"Allah Vasîdir, Alimdir, dilediğini rahmetiyle kuşatır" fazileti
geniş olduğundan ve rahmetiyle kuşatıcı yerleri bildiğinden... Allah büyük
fazilet sahibidir. Bir kitapta somutlaşan hidayet, bir peygamberlikte somutlaşan
iyilik ve bir peygamberde somutlaşan rahmet ile bir ümmete yapılan iyilikten
daha büyük bir fazilet olamaz. Müslümanlar bu müjdeyi duyduklarında Allah'ın
kendilerini seçip bu fazileti, onlara özgü kılmasıyla elde ettikleri,
nimetin kapsamını ve bağışın değerini idrak ediyorlardı. Ona tüm içtenlikleri
ve arzularıyla yapışıyor, azimle sağlam bir biçimde ona sarılıyorlardı.
Bütün dirençleri ve kesin inançlarıyla onu savunuyorlardı. Oyun
tezgahlayanların tuzaklarına, kindarların kinlerine karşı uyanık davranıyorlardı.
İşte Kur'an-ı Kerim'in "Zikri Hakim"in kendilerini eğitme yoluda
buydu ve bu uygulama aynı zamanda her nesilde müslüman ümmetin eğitim ve yönlendirmesinin
özünü oluşturur.
75-
Kitap ehlinden öylesi var ki, yanına yüklü bir emanet bıraksan onu sana
geri verir, buna karşılık öylesi var ki, eğer ona bir dinarcık emanet
versen, sürekli tepesinde dikilmedikçe onu sana geri vermez. `Ümmilere (kendi
dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur' dedikleri için
böyle davrananlar, böyle bile bile Allah adına yalan söylerler.
76-
Hayır, öyle değil Kim sözünü yerine getirir ve günahtan sakınırsa
bilsin ki Allah kesinlikle takva sahiplerini sever.
77-
Allah'a verdikleri sözü ve yeminleri birkaç para karşılığında satanlar
var ya, onların ahirette hiçbir payları olmaz. Kıyamet günü Allah onlarla
konuşmaz, taraflarına bakmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz; onları
acıklı bir azap beklemektedir.
EHL-İ
KİTAPTAN İKİ ÖRNEK
Sonra
ayetler ehl-i kitabın durumunu açıklamaya devam ediyor, eksiklerini açıklıyor.
Müslümanların dini olan İslam'ın üzerinde kurulacağı, sağlam değerleri
belirtiyor. Ehl-i kitabın uygulamaları ve sözleşmeleriyle ilişkin örneklerden
ikisini vererek başlıyor:
Bu,
Kur'an-ı Kerim'in o zamanki müslüman cemaate karşı koyan ehl-i kitabın
durumunu tasvir ederken izlemiş olduğu hakk, ve adaleti gözeten çizgisidir.
Burada hile ve aldatmaya yer yoktur. Kur'an'ın belirttiği bu çizgi kuşkusuz
ehli kitabın nesiller boyunca ortak özelliğidir. Bununla beraber ehl-i kitabın
İslâm'a ve müslümanlara düşmanlığı, çirkin hile oyun ve tuzakları
tezgahlamaları müslüman cemaate ve bu dine kötülük etme istekleri bunların
hepsi Kur'an'ın onlardan iyilik sahiplerini, tartışma ve karşı koyma
sadedinde bile, görmezlikten gelmesine neden olmuyor. Bu ortamda bile Kur'an,
ehl-i kitaptan güvenilir. İnsanların da bulunduğunu, onların ne kadar cazip
ve aldatıcı olursa olsun kimsenin hakkını yemediklerini belirtir:
"Kitap
ehlinden öylesi var ki, yanına yüklü bir emanet bıraksan onu sana geri
verir."
Onlardan
hain, mal ve borcunu ödemede oyalayıcı olanlarda vardır. Az da olsa
istemeden, üzerine düşmeden, tepesine dikilmeden bir hakkı geri ödemezler.
Birde bu çirkin huylarını bile bile, kasıtlı olarak Allah adına yalan
uydurmak sûretiyle temellendirmeye çalışırlar:
"Kitap
ehlinden öylesi var ki yanına yüklü emanet bıraksan onu sana geri verir,
buna karşılık öylesi var ki, eğer ona bir dinarcık emanet versen, sürekli
tepesinde dikilmedikçe onu sana geri vermez. "Ümmilere (kendi dininizden
olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğunuz yoktur" dedikleri için böyle
davranırlar, böylece bile bile Allah adına yalan söylerler."
Bu,
özellikle yahudilerin bir karakteridir. Bu görüşü ileri sürenler onlardır.
Onlar değişik ahlâk ilkeleri belirlemişlerdir: Emanet anlayışı yahudi ile
yahudi arasında geçerlidir. Ümmi diye adlandırdıkları ve bununlada Arapları
kastettikleri (Aslında onlar bununla yahudi olmayan herkesi kastederler) Yahudi
olmayanlara gelince, Yahudilerin; onların mallarını alması, onları
aldatmaları, oyuna getirmeleri, gözlerini boyamaları gayri meşru vasıtalarla
çirkin yöntemlerle onları sömürmeleri hiç de sakıncalı değildir!
Ne
enteresandır ki onlar kendi ilahları ve dinlerinin bunu emrettiğine
inanmaktadırlar. Halbuki onlar bunun yalan olduğunu biliyorlar. Allah'ın kötülükleri
emretmeyeceğini insanlardan bir topluluğun başka bir topluluğun mallarını
haram yollarla uydurma bahanelerle yemesini helal kılmayacağını gayet iyi
biliyorlardı. Ayrıca birbirlerine karşı hiçbir sözleşme ve antlaşmaya bağlı
kalmamalarını çirkin görmeyip sıkılmadan onlara dilediklerini yapmalarına
müsaade etmeyeceğini biliyorlardı. Fakat bunlar yahudiydi. İnsanlığa düşmanlığı
ve onlara kin beslemeyi bir karekter ve din haline getiren yahudi...
"Onlar
Allah adına yalan söylüyorlar."
Burada
Kur'an-ı Kerim, kendisinin ahlâk ilkesini ve biricik ahlakî kriterini anlayışını,
Allah'a ve O'nun takvasına bağlıyor.
"Hayır,
öyle değil. Kim sözünü yerine getirir ve günahtan sakınırsa bilsin ki
Allah kesinlikle takva sahiplerini sever."
"Allah'a
verdikleri sözü ve yeminlerini birkaç para karşılığında satanlar varya,
onların Ahirette hiçbir payları olmaz; Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz,
taraflarına bakmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz; onları acıklı
bir azap beklemektedir."
Bu
değişmez bir ilkedir. Kim Allah'a verilen söze bağlı kalır ve takvasının
bilincine varma niyetiyle bu ilkeye uyarsa, Allah onu sever ve ikramda bulunur.
Kim de Allah'a verilen sözü ve yeminlerini bu dünya hayatının mallarından
ya da bütünü ile az bir pahadan ibaret olan dünya değerlerinden ucuza
satarsa ahirette onun hiçbir payı kalmaz. Allah katında ne korunması, ne
kabul edilmesi, ne arınması ne de temizlenmesi söz konusudur. Acıklı bir
azaptan başka hiçbir payı yoktur onun. Burada, verilen söze bağlılığın,
takva ile ilgili olduğuna işaret etmeliyiz. Bu nedenle bu husus dost ya da düşman
ile ilişkilerde değişmez. Burada söz konusu olan kişinin şahsi çıkarı
değildir. Sürekli olarak Allah ile ilişkidir burada söz konusu olan. Kiminle
ilişki kurulduğu önemli değildir.
Bu
ilke aynı zamanda İslâm ahlâkının genel karakteridir. Verilen söze bağlılıkta
olsun diğer konularda olsun fark etmez; ilişki her şeyden önce Allah ile ilişkidir.
Bu ilişkide Allah'ın rızası düşünülür, O'nun öfkesinden sakınılır,
rızası elde edilmeye çalışılır. Ahlâkın temeli menfaat değildir.
Toplumun anlayışı da değildir. Yürürlükteki şartların gereği hiç değildir.
Çünkü toplum da sapıtabilir, doğru yoldan ayrılabilir. Yanlış değerler
toplumda revaç bulabilir. Buna göre bireyin kendisine dayandığı gibi
toplumunda kendisine dayanması ve cemiyette değişmez değerlerin olması
gerekir. Sonra bu değerlerin, değişmezliğinin yanında daha yüce bir
kaynaktan gelmeleri lâzımdır. İnsanların seviyelerinden ve değişmekte
olan hayat şartlarından daha yüce bir kaynaktan alınmalıdır. Onun içindir
ki, değerlerin ve ilkelerin Allah'tan alınması gerekir. Allah'ın razı olduğu
ahlâkın benimsenmesi, onun rızasını elde etme çabası ve takva bilincine
varma temeline oturmalıdır. İşte İslâm bununla insanlığın sürekli
olarak yeryüzü değerlerinden daha yüce değerlere yükselmesini, bu üstün,
yüce, değişmez ufuktan değer yargılarını ve ilkelerini almasını garanti
etmektedir.
Onun
içindir ki, verilen sözde durmayanlar ve emanete hıyanet edenler
"Allah'a verilen sözü ve kendi yeminlerini az bir pahaya satanlar"
diye nitelendirilmiştir. Burada, onlar ile Allah arasındaki ilişki, onlarla
insanlar arasındaki ilişkiden önce gelmektedir... Onun içindir ki, şu
kadarcık dünya menfaatlerinden oluşan az bir paha karşısında verilen söze
ihanet edip, onu bozduklarında, ahirette Allah katında hiçbir payları
kalmaz! Dünyada verdiği sözü -bu verilen söz insanlarla yaptıkları sözleşmedir-
bozmuş olmalarının karşılığı olarak Allah onları ahirette korumayacaktır.
Burada
Kur'an'ın, ifade biçiminde tasvir yolunu kullandığını görüyoruz. Allah'ın
onları ihmal etmesi ve onları korumaması Allah'ın onlarla konuşmaması,
onlara bakmaması ve onları arındırmaması şeklinde ifade ediliyor. Bunlar,
ihmalin, insanların görebildiği başlıca belirtileridir. Onun için Kur'an,
insanın vicdanı üzerinde soyut ifadenin etkisinden daha derin etki yapacağından,
durumu canlı bir biçimde tasvir etmeye başvuruyor. Kur'an bu yöntemle daha
derin ve engin boyutlara ulaşabilmektedir.
BAZI
TİPLER
İleride
ehl-i kitaptan birtakım örnekler ele alınıyor. Önce, "saptıranlar"
örnek olarak veriliyor. Bunlar Allah'ın kitabında saptırma unsurları arama
çabasında olanlarla ağızlarını eğip-bükerek metinlerin yerlerini değiştirmeye
çalışanlardır. Onlar, belli amaçlara paralel düşürmek için Kur'an
nasslarını başka şekilde yorumlayanlar ve onların hepsini az bir pahaya
satanlardır. Dünya mallarından biri uğruna ifadeleri değiştirenlerdir. Ağızlarını
eğip-büktükleri, saptırdıkları ve başka şekilde yorumladıkları konular
arasında Meryem'in oğlu İsa Mesih hakkında kilisenin isteği ve idarecilerin
arzusu gereği olarak uydurulan inançlar da yer almaktadır.
78-
Onlardan öyleleri var ki, kutsal kitabı dik durarak okurlar, böylece
okuduklarını Allah kitabından sanmanızı sağlamaya çalışırlar. Oysa bu
okudukları şeyler kitaptan değildir. `Bu Allah katındandır' derler. Oysa
Allah katından değildir. Böylece bile bile Allah adına yalan söylerler.
79-
Hiçbir insana yakışmaz ki kendisine kitap, yetki ve peygamberlik verildikten
sonra insanlara dönsün de Allah'ı bırakarak bana kul olunuz' desin; tersine
ona yakışan söz; `Okuyup öğrendiğiniz bu kitap gereğince Allah `a kul
olmayı benimseyiniz' demektir.
80-
Onun size, melekleri ve peygamberleri ilâh edinmenizi emretmesi de düşünülemez.
O size, müslüman olduktan sonra, kâfir olmayı emreder mi hiç?
Din
adamları, doğru-dürüst hareket etmediği zaman, "din adamlığı"
adıyla gerçekleri saptırmaya en müsait araçlar konumuna düşerler. Kur'an'ın,
ehl-i kitabın bu grubu hakkında kaydettiği gerçeği, biz zamanımızda çok
rahat olarak anlıyoruz. Onlar daha önceden belirlenmiş bazı hükümlere
varmak için kitaplarının metinlerini, çarpıtarak yorumluyor, istedikleri
tarafa çekiyorlar, kitabın metinlerinin bu anlamda olduğunu ve verdikleri bu
hükmün gerçeğin somut ifadesi olduğunu iddia ediyorlardı. Halbuki önceden
belirlenen bu hükümler, temelinde bu dinin gerçeği ile çelişiyordu. Bu işi
yapanlar; pasif durumdaki halkın çoğunun dinin gerçeği ve bu metinlerin gerçek
anlamları ile metinleri kendilerine uyarladıkları uydurma hükümlerin arasını
ayıramayacağı varsayımına dayanıyorlardı. Göstermelik olarak
"din" kılıfına büründürülmüş bazı din adamlarında bu örneği
bugün çok rahat anlayabiliyoruz. Bunlar, dini meslek edinenlerdir; dini her türlü
isteğin hizmetine verenlerdir. Onlar bir menfaat elde edeceklerini
sezdiklerinde, bu dünyanın mallarından birinin onlara hediye edileceğini
fark ettiklerinde, nassları alırlar, arzu edilen şekilde kullanırlar! Bu
metinleri alırlar, götürürler beşeri arzuların peşinde kullanmaya başlarlar.
Bu nassların konusunu belirlenmiş arzulara uygun düşürmek için eğip bükerler.
Bu din ve dinin temel gerekleriyle çelişen yönelişler ile dini bağdaştırmak
için sözlerin yerlerini değiştirirler. Söz benzerliği bile olsa Kur'an
ayetlerinden birinin anlamı ile, yaltaklık yapmayı görev bildikleri kişilerin
arzu ve istekleri arasında bir benzerlik bulma çabasına düşerler! Bu çalışmada
habire didinir, var güçleriyle çalı şırlar: "Onun Allah katından
olduğunu söylerler. Halbuki o, Allah katından değildir. Bile bile Allah adına
yalan söylerler". Aynen Kur'an'ın sözünü ettiği ehl-i kitap grubunun
yaptığı gibi. Bu, yalnız ehl-i kitaba özgü bir felaket değildir. Din
mensupları arasında Allah'ın dininin ucuzladığı, bu dünyanın mallarından
birinin pahasına bile değmez konuma düştüğü her çeşit arzu ve isteğe
rahatlıkla boyun eğer hale geldiği, her ümmetin başındaki felakettir bu!
Bağlılığın bozulduğu, gönüllerin Allah adına bile yalan uydurmaktan çekinmediği,
Allah'ın kullarına yaltaklık için O'nun sözlerini saptırmaktan çekinmeyen,
Allah'ın dinine aykırı olan saptırılmış arzularının peşinde koşan her
ümmetin durumu budur. Sanki yüce Allah bu açıklama ile müslüman cemaati o
bulaşıcı hastalıktan sakındırmaktadır. Çünkü yahudilerden liderlik
emanetinin alınmasına bu olumsuz tutumlar; neden olmuş bulunmaktadır.
Ayetlerden
anlaşıldığına göre İsrailoğulları'nın bu kesimi Allah'ın kitabında
mecazî anlamlar ifade eden cümleler arıyorlardı. onlarla ağızlarını eğip
büküyor, onları başka anlamlara çekiyor, metinlerden, eğip-bükmekle ve
saptırmakla dahi çıkmayacak anlamlar çıkarmaya çalışıyorlardı. Böylece
uydurdukları şeyleri kitlelere, "Allah'ın kitabından gerçekler"
diye yutturuyorlar ve "Bunlar Allah'ın dedikleridir" demeye kalkışıyorlardı.
Halbuki Allah onları söylemiş değildi. Onlar bununla İsa'nın (selâm üzerine
olsun) ve onunla beraber "Kutsal Ruh"un uluhiyetini ispatlamayı amaç
ediniyorlardı. Çünkü onlar Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlüsüne inanıyorlar,
bunların üçünü bir varlığa, yani tek Allah'a indirgiyorlardı. -Allah
onların bu anlayışlarından uzaktır: İsa'dan da bu iddialarını
destekleyen birtakım sözler rivayet ediyorlardı. Allah onların bu saptırmalarını
ve başka şekilde yorumlamalarını reddetti. Allah'ın peygamberlik için seçtiği
ve onu bu büyük görevle yükümlü kıldığı bir peygamberin insanlara
kendisini ve melekleri ilah edinmelerini emretmeyeceğini, bunun imkânsız olduğunu
belirtti:
"Hiçbir
insana yakışmaz ki, kendisine kitap, yetki ve peygamberlik verildikten sonra
insanlara dönsün de `Allah'ı bırakarak bana kul olunuz' desin; tersine ona
yakışan söz; `okuyup öğrendiğiniz bu kitap gereğince Allah'a kul olmayı
benimseyiniz' demektir."
"O'nun
size melekleri ve peygamberleri ilah edinmenizi emretmesi de düşünülemez. O
size müslüman olduktan sonra kâfir olmayı emreder mi hiç?"
Peygamber,
kendisinin kul olduğunu, kulların da kullukları ve ibadetleriyle yöneldiği
biricik ilâhın Allah olduğunu kesin olarak biliyordu; insanlardan kulluğu
gerektiren ilâhlık sıfatın ı kendisine ya tırmalarını istemeyi mümkün
değildi. Hiçbir peygamberin insanlara "Allah'ı bırakarak bana kul
olun" demesi söz konusu olamaz. Peygamberin onlara çağrısı
"Allah'a kul olmayı benimseyin" şeklindedir. Allah'ın kulları ve köleleri
olarak Allah'a bağlanın, ibadet ile yalnız ona yönelin. Hayat sisteminizi
yalnız O'ndan alın. Böylece tertemiz ve Rabbanîler olarak O'na yönelin.
Kitabı bilmenizin ve onu tetkik etmenizin hükmü ile Rabbaniler olunuz. Çünkü
kitabı bilmenin ve onu tetkik etmenin gereği budur.
Peygamber,
insanlardan, melekleri ve peygamberleri ilâh edinmelerini asla istemez.
Peygamberleri onlara, Allah'a teslim olduktan ve O'nun ilâhlığına bağlandıktan
sonra inkâr etmelerini emretmez. Zira O, insanları saptırmak için değil
Allah yoluna iletmek için gelmiştir. Onları kâfir yapmak için değil, İslâm'a
iletmek için gönderilmiştir.
Buradan
da anlaşılıyor ki, bu kesimin İsa'ya (selâm üzerine olsun) izafe ettiği
iddianın imkânsız olduğu ortaya çıktığı gibi "Bu Allah katındandır"
şeklindeki iddiaların da Allah adına uydurulan bir yalan olduğu anlaşılıyor.
-Aynı zamanda bu kesimin müslümanların safında şüphe ve kuşku yaymak
amacıyla tekrar ettikleri bütün çabalar boşa çıkıyor. Zira Kur'an, onları
müslüman cemaatin duyacağı, göreceği biçimde bütün çıplak yönleri
ile ortaya koyuyor. Ehl-i kitabın bu kesimi gibi bir de müslüman olduklarını
iddia eden bir grup vardır. Bunlar, daha önce belirtildiği gibi, dini
bildiklerini de iddia ediyorlar. Halbuki onlar, bugün bu Kur'an ayetlerinin
kendilerine cevap olarak yöneltilmesi gerekenlerin başında gelirler. Onlar değişik
şekillerde Allah dışında başka ilâhlar icat etmek için Kur'an ayetlerini
eğip-büküyorlar.
Bu
uydurma anlayışlarına yamamak için Kur'an ayetlerini didik didik ediyorlar
"O'nun Allah katından olduğunu söylüyorlar. Halbuki bu Allah katından
değildir. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar."
PEYGAMBERLER
ORDUSU
Sonra,
peygamberler ve peygamberlik kafilesi arasındaki gerçek ilişkinin Allah'a
verilen söz ve yemin ile gerçekleşmesinden söz ediliyor. Böylece Risalet
kafilesinin son halkasına uymayanların sapıklığı ile Allah'a verilen söze
ve mutlak olarak evrenin, yasası dışına çıkmış olacakları ilkesine
dikkat çekiliyor.
81-
Hani Allah, peygamberlerden `Bakınız, size kitap ve hikmet verdim, ilerde yanınızdaki
kitabı onaylayan bir peygamber gelince ona kesinlikle inanacak, kendisini
destekleyeceksiniz' diye söz aldı; `Bu direktifimi kabul ettiniz, omuzlarınıza
yüklediğim bu görevi üstlendiniz mi?' dedi. `Kabul ettik' dediler, Allah da
`Birbirinize şahid olunuz, ben de sizinle birlikte şahidlerdenim' dedi.
82-
O halde bundan sonra kim sözünden dönerse onlar fasıkların ta kendileridir.
83-
Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve
yerde bulunanların tümü ister-istemez O'na teslim olmuşlardır ve O'nun
huzuruna döndürüleceklerdir.
Yüce
Allah bizzat kendisinin ve peygamberlerinin şahitlik ettiği dehşet verici sağlam
bir söz almıştı. Her peygamberden alınmış bir sözdü bu. Buna göre bir
peygambere her ne zaman bir kitap, bir hikmet verilirse, kendisinden sonra gelen
ve elindekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde ona iman etmeli,
desteklemeli ve onun dinine uymalıdır. Allah bu ilkeyi, kendisi ile her
peygamber arasında gerçekleşen bir sözleşme kılmıştır.
Kur'an'ın
ifadesi birbirini izleyen peygamberler arasındaki zaman dilimlerini katlamakta
ve hepsini bir sahnede bir araya getirmektedir. Yüce Allah onlara hep bir arada
hitap etmektedir: "Bu direktifini kabul ediyor ve omuzlarınıza yüklediğim
önemli görevi üstleniyor musunuz?"
"De
ki: `kabul ettiniz omuzlarınıza yüklediğim bu görevi üstlendiniz mi?
"Kabul
ettik dediler"
Yüce
Allah bu sözleşmeye kendisi şahid olur ve onları da ona şahid tutar:
"De
ki: `öyleyse birbirinize şahid olun, ben de sizinle beraber şahid olanlardanım".
Kur'ani
ifadenin canlandırdığı bu dehşet verici güzel tablo karşısında gönüller
ürperiyor ve olumlu cevap veriyor. Bu tabloda peygamberler yüce Yaratıcının
huzurunda gösteriliyor:
Bu
sahne ile aziz kafilenin dayanışma halinde birbirine bağlı, hep birlikte,
teslimiyetle yüce direktiflerine bağlı olarak yürüdükleri ortaya çıkmaktadır.
Bu kafile, yüce Allah'ın insan hayatının üzerine kurulmasını dilediği
ondan sapmaması, parçalanmaması çelişmemesi ve çatışmamasını dilediği
biricik gerçeği temsil etmektedir. Bu görevi ancak Allah'ın kullarından seçkin
biri üstlenir. Görevi bitince kendisinden sonra seçilene devreder. Görevi
bitince ardından gelen kardeşine kendisi de uyar peygamberin kendinden olan
bir girişimi yoktur. Onun bu görevde bireysel bir maksadı, bir şöhreti
yoktur. O ancak seçilmiş bir kuldur. İlahi emirleri insanlara ulaştırmakla
yükümlüdür. Bu çağrının insan nesilleri arasındaki proğramını yapan,
el değiştiren, bu kafileyi dilediği gibi yönléndiren ve idare eden yüce
Allah'tır.
Bu
sözleşme ve bu düşünce ile Allah'ın dini, bireysel taassubtan, peygamberin
şahsi tutkunluğundan, ırkını kayırma taassubundan, O'na uyanların kendi
inançlarının taassubundan, kendi bireysel tutkularından, kavmî tutkularından
kurtulur. Bu biricik dinde bütün işleri yalnız Allah'a havale edilir. Zaten
bu aziz ve değişmez kafilenin sürekli izlediği yol da budur.
Bu
gerçeğin ışığı altında, ehl-i kitaptan son peygambere (salât ve selâm
üzerine olsun) iman etmekten, ona yardımcı olmaktan ve onu desteklemekten,
eski dinlerine bağlılık -bu bağlılık dinlerinin gerçeğine bağlılık değildir.
Çünkü dinlerinin gerçeği, O'na iman etmeye, O'na destek olmaya çağırıyor.
Bu bağlılık kendi bireysel tutkunluklarını dini bağlılıklarının yerine
koyup onlara yapışmakta gösterilen taassubtur- iddiasıyla geri duranların
yanlış yaptıkları ortaya çıkmaktadır. Zira onlara dinlerini ulaştıran
peygamberler, hayranlık veren güzel bir tabloda onların ilâhlarına büyük
ve ağır bir söz vermiştir. Bu gerçeğin ışığında ortaya çıkıyor ki,
onlar peygamberlerin direktiflerinden ve Allah'ın onlarla birlikte olan sözünden
dışarı çıkıyorlar. Son peygambere uymayan ehl-i kitap mensupları; aynı
zamanda bütünü ile yaratıcısına teslim olan, O'nun emri ve dilemesiyle işlerini
proğramlayan, Allah'ın yasasına boyun eğen bu evrenin nizamına da karşı
çıkmış oluyorlar.
"O
halde bundan sonra kim sözünden dönerse onlar fasıkların ta
kendileridir".
"Yoksa
onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde
bulunanların tümü ister-istemez O'na teslim olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir."
Fasıklardan
başkası son peygambere uymaktan geri durmaz. Anormallerden, sapıklardan başkası
Allah'ın dinine sırt çevirmez. Bu koca kainatta Allah'ın yasasına her yönüyle
bağlı olan, itaat ve teslimiyet gösteren kainatın ortasında sapıklardan ve
itaatsizlik edenlerden başkası karşı koymaz.
Allah'ın
dini birdir. Tüm peygamberler ona çağırmıştır. Bütün peygamberler bu
din üzere antlaşmışlardır. Allah'ın sözü birdir. Her peygamberden o sözü
almıştır. Yeni dine iman etmek, peygamberine uymak, onun yaşam yolunu her yaşam
yoluna karşı desteklemek, bu sözleşmeye bağlılığın gereğidir. İslâm'a
sırt çevirenler Allah'ın dininden bütünü ile sırt çevirmiş, Allah'a
verilen söze ihanet etmiş olurlar.
Yeryüzünde
Allah'ın sistemini yürürlüğe koyan, ona bağlılık gösterme ve ona tüm
varlığını adama ile gerçekleşecek olan İslâm, evrenin değişmez yasasıdır.
Bu kâinatta her canlının dini odur.
Bu,
İslâm'ın ve teslimiyetin kapsamlı, engin bir tablosudur. İnsanların gönüllerine
inen ve vicdanlarını etkisi altına alan evrensel bir tablodur bu. Bütün
canlıları ve cansızları bir yasaya, bir kanuna, bir sonuca götüren üstün
ve egemen bir yasanın tablosudur bu.
"Ve
O'na döndürülürler."
En
sonunda yüce tasarlayıcı, egemen ve hakim olan Allah'a dönüşten başka çıkar
yolları yoktur.
İnsan
kendi mutluluğunu, rahatını, gönül huzurunu, durumunun düzelmesini dilediğinde;
kendi gönlünde, yaşam tarzında ve toplum hayatında Allah'ın yoluna dönüş
yapmalıdır. Zira bunun dışında evrenin bütün düzeni ile uyum sağlayacak
bir sistem yoktur. İnsan kendi başına bir yaşam tarzı düzenlediğinde
Rabbinin düzenlediği evrenin sistemiyle uyuşmaz. Oysa insan evrende yaşayacak
ve evrenin düzeniyle ilişki içinde olacaktır. Düşüncesinde ve bilincinde,
realitesinde ve ilişkilerinde, işinde ve çalışmasında insanın nizamı ile
evrenin düzeni arasında bir uyum sağlandığında, ancak insanın gücü
korkunç kainat güçleriyle çatışma yerine onlarla işbirliğini garanti
eder. Bu kainat güçleriyle çatıştığında paramparça, darmadağın olur
gider. Ya da herhalde Allah'ın kendisine bağışladığı oranda yeryüzünde
hilafet görevini yerine getiremez. İlahi sisteme boyun eğdiğinde kendisine hükmettiği
gibi kainatta bulunan bütün canlılara da egemen olan evrenin yasalarıyla
uyum içine girer. Evrenin yasalarına karşı anlayışlı olduğundan onun sırlarını
elde etme; onlara egemen olma; kendisine mutluluk rahat, huzur getirecek biçimde
ondan yararlanma; korku, sarsılma ve yok olma endişesinden kurtulma imkânını
elde eder. Evrenden yararlanma, kâinatın ateşiyle kendisini yakmak değil;
ateşle pişirme, aydınlanma ve ısınmadır.
İnsanın
fıtratı temelde evrenin yasasıyla uyum içindedir. Her nesnenin ve her canlının
ilâhına teslim oluşu gibi o da teslim olmuştur. İnsan, yaşam düzeni ile
bu değişmez yasanın dışına çıktığında yalnız evrenle çatışmakla
kalmaz, her şeyden önce yapısında varolan fıtratı ile çatışır, güçsüz
düşer, darmadağın olur, sarsılır, şaşkınlığa düşer ve böylece bugünkü
yolunu şaşırmış, talihsiz insanlığın yaşadığı gibi onca bilimsel başarılara,
maddî ve medeni bütün kolaylıklara rağmen, işkence içinde ve bunalımlar
içinde yaşar .
Bugün
insanlık acı bir boşluğun ızdırabını çekmektedir. Bu boşluk; ruhun fıtratının,
yokluğuna katlanamayacağı gerçeklerden boş bırakılmasıdır. İman gerçeğinden,
hayatının ilahi yoldan uzak kalma boşluğundan, kendi hareketi ile içinde yaşadığı
evrenin hareketini koordineli hale getiren yoldan mahrum oluşudur.
İnsanlık,
içinde yaşadığı susuz çöllerin kavurucu sıcaklığında, nemli serin gölgelerden
uzak kalış boşluğunun ızdırabını çekmektedir. Doğru çizgiden, alışılmış,
belirginleşmiş yoldan uzak kalışın içinde yüzdüğü ızdırab ve bataklığın
boşluğundan!..
Bu
nedenle insanlık; bedbahtlık, ızdırab, şaşkınlık ve sıkıntı içindedir.
Mahrumiyet, açlık ve boşluğu somut olarak yaşamaktadır. Afyon, esrar ve
uyuşturucularla, delicesine hız yarışıyla, ahmakça maceralarla,
hareketlerde, giyinişte ve yemede anormalliklerle kendi realitesinden kaçmak
istemektedir. Maddi bolluk, bol üretim, kolay yaşam ve boş zaman onun bu boşluğunu
dolduramamaktadır. Aksine Maddi bolluk, uygarlık alanındaki kuşatıcı gelişmeler,
yaşam şartları ve vasıtalarının kolaylaşmasında görülen artış kadar
insanlığın şaşkınlığı, sıkıntıları ve boşlukları da artmaktadır.
Bu
korkunç boşluk dehşet verici bir hayalet gibi insanlığı kovalamaktadır. O
kovalamakta, insanlık ise kaçmaktadır. Yalnız bu kaçış da aynı şekilde
insanlığı korkunç boşluğa salıvermektedir!
Dünyanın
zengin ve servet sahibi ülkelerini gezenlerin hepsi bu insanların boşluğa koşuşan
topluluklar olduğunu ilk bakışta görecektir. Kendilerini kovalayan
hayaletlerden kaçan! Kendi kendilerinden kaçan ve bataklıkta debelenme
derecesine varan bir kaçış somut nimetler ve maddi bolluk, kısa zamanda
sinirsel ve psikolojik hastalıklara, anormalliklere, sıkıntılara, hastalıklara,
streslere, uyuşturucu ve sarhoşluk verici maddelerin tüketimine, cinayetlere
zemin hazırlamaktadır. Artık, hayatın hiç de güzel bir yanı kalmamıştır!
Bu
insanlar bir türlü kendi kendilerini bulamıyorlar. Çünkü varlıklarının
gerçek amacına varabilmiş değiller. Onlar mutluluklarını bulamıyor; çünkü
kendilerinin hareketi ile evrenin hareketi, kendi düzenleri ile varlık yasası
arasında bir ahenk oluşturacak Allah'ın sistemini bulamıyorlar. Onlar huzuru
bulamıyorlar; çünkü kendisine dönecekleri Allah'ı bilmiyorlar.
İLÂN
EDİLEN GERÇEK
Coğrafi
ve tarihi olarak değil, gerçek anlamda müslüman ümmet, Allah ile
Peygamberleri arasında geçen bu muahedenin önemlerini, Allah'ın biricik dini
ve sisteminin gerçekliğini, bu sistemi bizzat yaşayıp onu tebliğ eden aziz,
değerli kafilenin gerçekliğini kavrayacak tek ümmettir. Yüce Allah
peygamberlerine (salât ve selâm üzerine olsun) bu gerçeğin hepsini açıklamasını,
ümmetinin bütün peygamberlere iman ettiğini, bütün elçilere saygı duyduğunu,
Allah'ın tek din olarak bu dini kabul ettiğini ve bu ilahi dinin karekterini
tanıdığını ilan etmesini emretmiştir:
84-
De ki; Allah `a, bize indirilen kitaba; İbrahim é, İsmail`e, İshak`a,
Yakub'a ve torunlarına indirilen ilahi mesajlara; Musa`ya, İsa'ya ne diğer
peygamberlere Rabbleri tarafından verilenlere inandık; onlar arasında ayırım
yapmayız, biz O'na teslim olmuşuz, :
85-
Kim İslâm ilan başka bir din ararsa, o din ondan kabul edilme;, ve ahirette hüsrana
uğrayanlardan olur.
İşte
kendisinden önceki tüm peygamberlik misyonunu kapsaması, genişliği ve bütün
peygamberlere dostluğu, Allah'ın bütün dinlerindeki Tevhidi, tüm çağrıları
ve bütün peygamberlikleri, tek olan kaynağına indirgeyen ve Allah'ın kulları
için dilediği şekliyle hepsine iman etmeyi gerektiren İslâm budur.
Burada
Kur'an'ın söz konusu birinci ayetinde geçen bir noktaya dikkat çekmek
yerinde olur: Allah'a iman, müslümanlara indirilene -Kur'an'a- iman, ve daha
önce diğer peygamberlere indirilene imandan söz edilmiş ve bu imandan sonra
şöyle demiştir:
"Biz
O'na teslim olmuşuz."
İslâm'ın,
teslimiyet; boyun eğiş, itaat, emre, düzene, sisteme, ilkeye bağlılık olduğu
daha önceki ayetle belirtildikten sonra:
"Yoksa
onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde
bulunanların tümü ister-istemez O'na teslim olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir."
İslâm'ın
bu şekilde belirtilmesi ayrı bir anlam taşımaktadır. Açıktır ki,
evrensel olan İslâm'ı; emre boyun eğiş, düzene uyma ve yasaya itaattir.
Buradan da yüce Allah'ın yardımı her fırsatta İslâm'ın anlamını ve gerçeğini
belirtmesiyle ortaya çıkmaktadır. Taki böylece hiç kimse İslâm'ı, dille
söylenen bir söz, pratik etkileriyle Allah'ın yoluna teslimiyet ve hayat
realitesinde bu yolu gerçekleştirme eylemleri anlamına gelmeyen ve sadece
kalpte yer etmiş bir tasdikten ibaret sanmasın.
Bu,
gerçekten önemli bir uyarıdır. İnce, sağlam ve kapsamlı açıklamaya geçmeden
önce ona yer vermektedir:
"Kim
İslâm'dan başka bir din ararsa o din ondan kabul edilmez ve ahirette hüsrana
uğrayanlardan olur."
Bu
birbirini izleyen ayetler varken İslâm'ın gerçeğini saptırmaya yol yoktur.
Ayetleri eğip-bükerek ve onları anlamlarından saptırarak İslâm, Allah'ın
tanımladığı şekilden başka bir tarzda tanıtılamaz. Bu, bütün evrenin
boyun eğdiği İslâm'dır. Evren, Allah'ın belirlediği ve idare ettiği
nizama boyun eğerek bu İslâm'a uymaktadır.
Öyleyse
anlamını ve gereğini yerine getirmeden "Allah'tan başka ilah
yoktur" şehadetine uymadan, kelime-i şehadeti söylemek asla İslâm
olmayacaktır. Şehadetin anlamı ve gerçeği, ilahlığı ve hakimiyeti,
"Bir"e indirgemek, kulluk ve yönelişte birliği sağlamaktır.
"Muhammed, Allah'ın Elçisidir" şehadetinin anlamı ve gereği
olmadan da İslâm olmaz. Bu şıkkın manası ve hakikati O'nun, ilahından
hayat için getirdiği sisteme bağlılık, Allah'ın gönderdiği yasaya uymak,
kullara getirdiği kitabı hakem kabul etmektir.
Öyleyse,
ilahlık, gayb, kıyamet, Allah'ın kitapları ve peygamberlerinin gerçek olduğunu
kalp ile tasdik etmenin yanında bu tasdiği kapsamlı uygulaması ve daha önce
belirttiğimiz realiteye dayalı hakikat olmadan İslâm'dan söz edilemez.
Dini
motifler, şekli ibadetler veya dualar ya da zikirler yahut ahlâki bir eğitim
veya bir yol gösterme İslâm olmayacaktır. Bunlarla beraber pratik etkileri
Allah'a bağlı bir hayat sisteminde somut olarak görülmelidir; ibadetler,
dini motifler, dualar ve zikirlerle kalpler O'na yönelmelidir. Kalpler O'nun
korkusundan titremeli, uslanıp-doğru yola girmelidir. Bütün bu etkinlikler
insanların tertemiz, apaydınlık çerçevesinde yaşadığı sosyal bir düzende
pratik olarak aktarılmadığından hepsi etkisiz kalır. İnsan hayatında hiçbir
fonksiyonu kalmaz.
İşte
Allah'ın istediği şekliyle İslâm budur. Herhangi bir nesil tarafından beşeri
arzuların doğrultusunda şekillendirilen "İslâm"a itibar edilmez!
İslâm'ın açıklarını kollayan İslâm düşmanları ve onların ajanlarının
arzularına göre biçimlenen din, gerçek İslam'dan uzaktır.
İslâm'ın
gerçek mahiyetini tanıdıktan sonra Allah'ın dilediği şekliyle İslâm'ı
kabul etmeyenler ve içtenlikle onu benimsemeyenler, ahirette hüsrana uğrayanlardır.
Yüce Allah onlara hidayet vermeyecek ve onların cezasını bağışlamayacaktır
86-
Peygamberin haklı olduğunu gördükleri, kendilerine açık belgeler geldiği
halde iman ettikten sonra kafir olanları Allah doğru yola nasıl iletir? Allah
zalimleri doğru yola iletmez.
87-
Böylelerinin cezası; Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lanetine uğramalarıdır.
88-
Onların bu cezaları süreklidir. Ne azapları hafifletilir ve ne de yüzlerine
bakılır.
Bu,
korkunç bir uyarıdır; içinde zerre kadar iman taşıyan, işin hem dünyada
hem de ahiretteki önemini kavrayan her kalbi titretir. Bu, kendisine kurtuluş
imkanı tanındığı halde ondan bu şekilde yüz çevirenlere gerçekten uygun
bir cezadır. Fakat İslâm, bununla beraber tevbe kapılarını açık bırakıp,
tevbe etmek isteyen sapıkların yüzüne bu kapıyı kapamıyor. Gelip bu kapıyı
çalmasından başka bir yükümlülük de getirmiyor. Kişi O'na doğru yönelip
yaklaşmaya çalıştığında, önünde hiçbir engel bulunmadığını görecektir.
Yeter ki güven veren sığınağa gelsin ve güzel işler yapmaya koyulsun. Ve
böylece, tevbenin, gerçekten pişmanlık duyan bir gönülden kaynaklandığını
göstersin:
89-
Ancak bu sapıtmanın ardından tevbe ederek durumlarını düzeltenler hariç.
Çünkü Allah affedici ve merhametlidir.
Tevbe
etmeyenler ve O'na samimi olarak sarılmayanlar, küfürde ısrar edenler ve küfürlerini
arttıranlar, bu küfürde eldeki fırsatı kaçırıncaya, imtihan süresi
bitinceye ve değerlendirme dönemi gelinceye kadar direnenler, evet bütün
bunların ne tevbeleri ne de kurtuluşları söz konusudur. Allah ile ilişkileri
kopuk olduğu sürece, hayır ve iyilik olarak kabul ettikleri dünya dolusu altın
dağıtsalar bile kendilerine bir yararı olmayacaktır. Tabiatıyla onların bu
iyiliklerinin Allah ile ilişkisi yoktur ve bunlar yalnız O'nun adına verilmiş
olmayacaktır. Dünya dolusu altın dağıtsalar bile kıyamet gününün cezasından
kurtulma imkanları kalmamıştır. Fırsat kaçırılmış, kapılar kapanmıştır.
90-
Küfredip kâfir olarak ölenlere gelince, bunların hiç birinden yeryüzü
dolusu kadar altını fidye olarak verse bile kabul edilmez. Onları acıklı
bir azap beklemektedir, hiçbir yardımcı bulamazlar.
91-
İman ettikten sonra kâfir olanlar sonra da kâfirliklerini koyulaştıranlar;
bunların tevbeleri kesinlikle kabul edilmez, bunlar sapıkların ta
kendileridir.
İşte
ayeti kerime bu korku ve dehşet verici anlatımla meseleye kesin hükmünü
koymaktadır. Mesele öyle açık bir biçimde pekiştiriliyor ki, şüphe
yaymaya çalışanın çabasına hiçbir açık kapı yoktur artık.
Allah
rızası için ve Allah yolunda olmayan infak ve fidyenin yararının olmadığı
bir günde fidye vermeye kalkmaktan söz edilirken Allah rızası için yapılan
infak ve sadakalara da değiniliyor:
92-
Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyilik mertebesine eremezsiniz. Her ne
infak ederseniz, hiç şüphesiz Allah onu bilir.
Bu
ayetle muhatap olan o zamanki müslümanlar bu ilahi direktifin anlamım gerçekten
kavradılar. Sevdiklerinden fedakârlık ederek, mallarının en değerli
olanlarını Allah yolunda dağıtarak iyiliğe ulaşma çabasına girdiler.
Zira iyilik bütün güzel şeylerin bütünüdür. Daha büyük ve daha üstünlerini
elde etmek umuduyla cömertlik örnekleri verdiler:
İmam-ı
Ahmed bin Hanbel rivayet ediyor. Abdullah b. Ebu Talha'nın oğlu Ebu İshak'tan,
O da Enes b. Malik'ten işittiğini kaydeder. Enes der ki: "Ebu Talha
Medine'li müslümanların en zenginiydi. En çok sevdiği malı da Beyraha bahçesi
idi. Bu bahçe Mescidi Nebevi'nin karşısındaydı. Hz. Peygamber (salât ve
selâm üzerine olsun) oraya girer, orada bulunan tatlı bir kaynaktan içerdi.
Enes der ki: `Sevdiğinizden dağıtmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız' ayeti
inince, Ebu Talha dedi ki: "Allah `Sevdiğinizden dağıtmadıkça iyiliğe
ulaşamazsınız' buyuruyor. Benim en sevdiğim malım ise Beyraha bahçesidir.
Onu Allah yoluna bağışlıyorum. Onun iyiliğini umuyor ve yüce Allah katında
bana azık almasını ümit ediyorum; Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın sana gösterdiği
şekilde onu kullan." Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) `Çok güzel!
Çok güzel! Bu kârlı, verimli bir arazi bu kârlı bir arazi... Ben işittim...
Ben, onu, akrabalarına dağıtmanı uygun görüyorum' buyurdu Ebu Talha da; `Öyle
yaparım ey Allah'ın Elçisi!' dedi ve onu akrabaları ile amca oğulları arasında
paylaştırdı." (Buhari, Zekat, 44; Müslim, Zekat, ı4; (Bkz. Nevevi, Şerhu
Müslim, VII, 84-86))
Buhari
ve Müslim'de; Hz. Ömer'in şöyle dediği kaydediliyor: "Ey Allah'ın
Resulü, Hayber'de payıma düşen arazi kadar benim yanımda değerli hiçbir
malım olmadı. Onu ne yapmamı önerirsin?" dedim. Resulullah (salât ve
selâm üzerine olsun) "Aslını bırak, ürününü Allah yolunda
vakfet." buyurdu.
Sahabilerin
çoğu bu şekilde davrandı. Kendilerini İslâm'a kavuşturduğu günde iyiliğin
tümüne kavuşturan Rablerinin direktiflerine sarıldılar. Bu yönelişleri
onları malın köleliğinden, nefsin cimriliğinden ve egoistlik sevdasından
özgürlüğe kavuşturdu. Bu aydınlık ufuklara özgürce, serbestçe ve rahatça
yükseliverdiler.
DÖRDÜNCÜ
CÜZ
Bu
cüz Al-i İmran suresinin geri kalan bölümü ile Nisa suresinin başından
23. ayeti kerimesine kadar olan kısmı kapsamaktadır.
Al-i
İmran suresinin bu son kısmı ise, surenin 3. cüzünün başlangıcında değindiğimiz
gibi surenin seyir çizgisini tamamlayan dört temel bölümden oluşmaktadır.
Ancak, burada tekrarlamaya gerek olmadığından, bilgi edinmek için oraya müracaat
edilebilir.
Birinci
bölüm, Hicri ikinci yılın Ramazan ayında meydana gelen Bedir savaşı
sonrasından Hicri üçüncü yılın Şevval ayında meydana gelen Uhud savaşı
sonrasına kadarki dönemde (ki bize göre sure, bu dönemde müslüman kitlenin
hayatında meydana gelen olayları kapsamaktadır) Medine'de müslüman cemaat
ile ehl-i kitap arasında cereyan eden ve bütün surede yeri geldikçe değinilen,
aynı zamanda "İmanî düşünce", "Din", "İslâm"
ve "İslâm'ın ve daha önce gelen risaletlerin getirdiği Allah'ın
metodunun" hakikatinin ortaya çıkmasını sağlayan sözlü çatışmanın
bir yönünü dile getirmektedir. Aynı zamanda bu çatışma, Resulullah (salât
ve selâm üzerine olsun) ile beraberindekilere karşı mücadele eden ehl-i
kitabın mahiyeti, Allah'ın dininden uzaklaşmalarının, süreci, müslüman
cemaate karşı besledikleri duyguları ve bu duyguların ardındaki gizli
emellerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
İkinci
bölüm de surede önemli bir yer tutmaktadır. Burada yalnızca söz, hile ve
tedbirle değil, aynı zamanda kılıç, mızrak ve okla yapılan başka bir çatışmadan
söz edilmektedir. Uhud savaşından sonra nazil olan bu ayetler; savaşı, savaşta
meydana gelen olayları ve savaşın sonuçlarını Kur'an'ın o eşsiz üslûbuyla
anlatmaktadır.
Ayrıca
bu bölümde, çatışma ve çatışma sonrasında ortaya çıkan düşünce
hataları ile davranışlardaki bozukluklar ve saflardaki çözülmeler
ışığında müslüman cemaatin eğitilmesi yönüne gidilmekte ve çeşitli yönlerden
imani düşüncenin netleşmesine çalışılmaktadır. Bu durum, müslüman
cemaatin yoluna devam etmesine, sorumluluklarını taşımasına, Allah'ın
kendisine layık gördüğü o yüce seviyeye çıkmaya uğraşmasına ve
kendisini bu üstün görev için seçer Allah'ın nimetine karşı şükrünü
ifa etmesine bir fırsat olarak değerlendirilmektedir.
Üçüncü
bölümde ehl-i kitaba yeniden dönülmekte ve Medine'ye ilk geldiği zaman
Peygamber efendimiz ile yapmış oldukları antlaşmayı bozmaları hatırlatılarak,
Peygamberlerine karşı işledikleri kötülükler ve düşüncelerinin bozukluğu
da anlatılmaktadır. Daha sonra müslüman cemaate dönülür ve onlara
uymamaları konusunda, mümin kalplerde, cana ve mala isabet eden belâlar hatırlatılıp,
ehl-i kitap ve müşriklerin eziyetleri karşısında sebat etmeleri ve ne
olursa olsun düşmanlarının yaptıklarını hakir görmeleri konusunda uyarılmaktadır.
Son
bölümde müminlerin Rabbleriyle olan durumları canlandırılmaktadır. Müminlerin,
kâinattaki Allah'ın ayetleriyle yüz yüze geldiklerinde kalplerinde imanın
canlanışını, kâinatın ve kendilerinin Rabbine dua, huşu ve korkuyla yönelişlerini,
buna karşılık Rabblerinin mağfiret ve güzel bir sevapla onlara icabet
etmesi dile getirilmektedir. Bu arada, kafirlerin yaptığı şeylerin basitliği
ve bu dünyada kazandıkları şeylerin değersizliği anlatılarak sonuçta
varacakları yerin Cehennem olduğu ve onun, en kötü dönüş yeri olduğu
anlatılmaktadır.
Sure,
yüce Allah'ın, müminleri kurtuluşa erebilmeleri için sabretmeye, sabır
tavsiye etmeye, bağlılığa ve takvaya sarılmaya davet eden bir çağrıyla
son buluyor.
Birbirini
takip eden bu dört bölüm, üçüncü cüzde bir kısmını arz ettiğimiz
surenin, geri kalan kısmını oluşturmaktadır ve orada da değindiğimiz gibi
surenin ana gayesine uygunluk arzetmektedir. Surenin akışı içinde yeri
geldikçe konuya tekrar dönülecektir.
Bu
cüzün ikinci yarısını oluşturan Nisa suresinin başında da yeri gelince
inşaallah o konuya değineceğiz. Başarı Allah'tandır.
SAVAŞTAKİ
DERS
Bu
konuda ehl-i kitap ile olan söz ve tartışma savaşı doruğa çıkmakta. Bu
ayetler, rivayetlerde geçtiği gibi Necran topluluğu ile cereyan eden tartışma
ile alakalı olarak nazil olmadığı halde surenin akışı içinde o kısımdan
sonra gelerek aynı konuyu tamamlamaktadır. Her ne kadar bu bölümde geçen
ayetler özellikle yahudilerden ve onların Medine'deki müslüman cemaat hakkındaki
tuzak ve desiselerinden söz etse de konuları ve ayetlerinin aynı keskinlik ve
aynı netlikle son bulmaları açısından birbirine benzemektedir. Bu konulara
kısaca değindikten sonra surenin akışı müslüman cemaate yönelerek,
Bakara suresinde İsrailoğulları'ndan sonra sözü müslümanlara getirdiği
gibi burada da yalnızca onlara hitap edip kendi hakikatlerini, hareket metodlarım
ve yükümlülüklerini açıklamakta. Bu yönüyle Bakara suresiyle Al-i İmran
suresi birbirine benzemektedir.
Bu
bölüm, Tevrat indirilmeden önce İsrailoğulları'nın kendi nefsine bazı şeyleri
haram kılması dışında bütün yiyeceklerin İsrailoğulları'na helal olduğu
gerçeğini, Kur'an'ın yahudilere haram kılınan bazı şeyleri helal kılmasına
itiraz edenlere cevap olarak veriyor. Üstelik bu haramlar, sadece kendilerini
bağladığı gibi bazı ilahi emirlere muhalefetlerinin cezası olarak varit
olmuştur. Sonra, ayet-i kerimeler sözü, daha önce Bakara suresinde geniş
bir yer tutan kıblenin değiştirilmesi konusuna yaptıkları itiraza
getiriyor. Onlara, Kâbe'nin İbrahim'in (selâm üzerine olsun) evi ve yeryüzünde
insanların ibadet etmesi için kurulan ilk ev olduğunu açıklayarak İbrahim'in
varisleri olduklarını iddia edenlerin buna itiraz etmelerini, garib bir durum
olarak nitelendiriyor.
Bu
açıklamalardan sonra, ehl-i kitabın Allah'ın ayetlerini inkâr edip, O'nun
yoluna gidenleri engellemeleri, doğruluktan sapmaları ve hakkı bildikleri
halde eğriliğe meyledip onu hayata egemen kılmaya çalışmaları anlatıyor.
Ayetler
bir anda ehl-i kitabı bırakıp müslüman cemaate yönelerek, onları ehl-i
kitaba uymama konusunda uyarıyor. Devamla ehl-i kitaba tabi olmanın küfür
olduğunu açıklayarak, Allah'ın kitabı kendilerine okunduğu ve kendilerini
takvaya ve ölüm gelip Allah'a kavuşuncaya kadar İslâm'a sarılmaya çağıran
Resulullah aralarında bulunduğu halde küfre meyletmenin müslümanlara yakışmayacağı
bildiriliyor. Bu arada onlara, kalplerini uzlaştırmak, daha önce düşman
gruplar oldukları halde İslâm sancağı altında bir safta birleştirmek ve
ateşten bir uçurumun kenarında bulundukları gün İslâm ile kendilerini
kurtarmak şeklindeki Allah'ın nimeti hatırlatılıyor. İyiliği emreden, kötülüğü
nehyeden bir ümmet olmalarını ve Allah'ın nizamını gerçekleştirmeye özen
göstermeleri emredilerek ehl-i kitabın desiselerine kulak vermemeleri
konusunda uyarılıyorlar... Aksi takdirde, ehl-i kitab gibi ayrılığa düşüp
dünya ve ahirette helak olacakları belirtiliyor. Rivayetlere göre, bu uyarı,
Evs ve Hazreç arasında yahudilerin çıkardığı bir fitne üzerinde yapılmıştır.
Daha
sonra yüce Allah, müslümanlara, yeryüzündeki konumlarının ve insan hayatındaki
rollerinin hakikatini öğretiyor. "Siz, insanlar için çıkarılmış en
hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ve
Allah'a inanırsınız." Bununla da, müslümanların üstlendiği rolün
asaletine ve topluluklarının yüceliğine işaret ediliyor. Bunun arkasından
düşmanlarının durumu küçümsenerek dinleri konusunda hiçbir zararlarının
söz konusu olamayacağı, kendilerine tam anlamıyla galip olamayacakları,
ancak cihad ve savaş esnasında bazı eziyetlerde bulunabilecekleri, sonuçta
ise zaferin metodlarına tabi oldukları sürece kendilerinin olacağı
bildiriliyor. Yüce Allah, ehl-i kitaptan olan bu düşmanlarının, bazı günah
ve kötülükleri işlemeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri
nedeniyle üzerlerine zillet ve miskinlik damgasını vurmuştur. Bununla
beraber, hakka yönelip iman eden, iyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek
suretiyle müslümanların metoduna uygun davranan bir grup yukardaki hükmün dışında
tutuluyor: "İşte onlar salihlerdendirler". Ayeti kerime İslâm'a yönelmeyen
kafirlerin küfürlerinden dolayı sorgulanacaklarını, infak ettikleri mallarının
ve çocuklarının kendilerine fayda sağlayamayacağını ve sonuçta da helâk
olacaklarını belirtiyor.
Konu,
kendilerine kin besleyen, öfkesi ağızlarından taşan, göğüslerinde
gizledikleri kinleri daha büyük olan, müminlere duydukları öfkeden
parmaklarını ısıran, müminlere bir kötülük isabet etmesiyle sevinen ve
bir iyiliğin dokunmasıyla üzülen kimseler gibi, kendilerinden olmayanları
dost edinmemeleri konusunda müslümanlara yönelik bir uyarıyla son buluyor.
Burada
yüce Allah, sabredip sakındıkları sürece kendilerini düşmanlarının
hilesinden koruyup destekleyeceğini vaad ediyor: "Şüphesiz Allah onların
yaptıklarını kuşatmıştır". Bu uzun ve çeşitli ilhamları ihsan
ettiren yöneliş, o günkü müslüman cemaatin saflarında ehl-i kitabın yaptığı
hile ve desiselere ve bu desiselerin meydanâ getirdiği karışıklıklar
sonucunda müslümanların çektiği sıkıntılara işaret ettiği gibi, müslüman
cemaatin kendilerini cahiliyyeye ve cahiliyye dostlarına bağlayan bütün
ilgilerden kesinlikle uzaklaşmasını ve tamamen soyutlanması için böylesine
kuvvetli yönelişlere muhtaç olduğuna da işaret etmektedir.
Bu
yöneliş, İslâm ümmetinden gelen her nesilde fonksiyonunu icra etmiştir ve
bundan sonra da taklitçi İslâm düşmanlarına uymamaları konusunda uyarıya
muhtaç olacak herkes için bu fonksiyonunu yerine getirecektir. Çünkü onlar
yine onlardır; yöntemleri değişse de İslâm'a düşmanlıkları hep aynı
kalacaktır
93-
İsrail'in (Yakub'un), Tevrat'ın indirilişinden önce kendine yasakladıkları
dışında kalan tüm yiyecekler İsrailoğulları'na helâl idi. De ki; `Eğer
doğru söylüyorsanız, Tevrat'ı getirip okuyunuz.'
94-
Kim bundan sonra Allah adına yalan uydurursa, bunlar zalimlerin ta
kendileridirler.
Yahudiler,
Hazreti Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) Risaletinin sıhhatine
kusur bulmaya yol bulmak, fikirleri karıştırıp akılları ve kalpleri
sarsmak için her delili, her şüpheyi ve her hileyi kullanmak istiyorlardı.
Bu nedenledir ki, Kur'an'ın Tevrat'ta bulunanları tastik ettiğini görünce
şöyle demeye başladılar: "O halde İsrailoğulları'na haram kılınan
şeyleri (rivayetlere göre İsrailoğulları'na haram olan bizzat deve etini ve
sütünü zikretmişlerdir.) Kur'an nasıl helâl kılıyor?" Bilindiği
gibi İsrailoğulları'na haram olan birçok şeyi yüce Allah müslümanlara
helâl kılmıştır.
Burada
Kur'an-ı Kerim, yahudilerin, Kur'an'ın Tevrat'ı tastik ettiğini ve İsrailoğulları'na
haram kılınan bazı şeylerin müslümanlara helâl kılındığını şüpheyle
karşılamalarına, "İsrail'in (Yakub'un), Tevrat'ın indirilişinden önce
kendine yasakladığı dışında kalan bütün yiyecekler İsrailoğulları'na
helal" olduğuna dair tarihi gerçekle cevap veriyor. Bilindiği gibi İsrail,
Yakub'dur (selâm üzerine olsun). Rivayetlere göre şiddetli bir hastalığa
yakalanması üzerine, şayet iyileşirse Allah'a, en çok sevdiğim deve etini
ve sütünü yemeyeceğime dair gönüllü olarak adakta bulunur; bunun üzerine
Allah da, adağını kabul eder. İsrailoğulları'nın geleneği de babalarının
kendine haram kıldığını tamamen haram saymak şeklinde sürüp gelmiştir.
Bunun yanında, işledikleri bazı suçlara ceza olarak, yüce Allah başka şeyleri
de İsrailoğulları'na haram kılmıştır. Bu haramlara En'am suresindeki şu
ayette işaret edilmiştir:
"Yahudilere
bütün tırnaklı hayvanları haram ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarını
da haram kıldık; bunların sırtlarına ve bağırsaklarına yahut kemiklerine
yapışan yağlar müstesna. Bu haramı onların azgınlıklarına ceza olarak
yaptık. Ve şüphesiz biz doğruyuz." (En'am suresi; 146)
Bundan
önce bu yiyeceklerin hepsi İsrailoğulları'na helâldi. Yüce Allah, onlara,
bütün bu yiyeceklerin aslında helâl olduğunu ve kendilerine özgü
nedenlerle haram kılındığı gerçeğini ifade ediyor. Dolayısıyla bu
maddelerin müslümanlara helâl kılınmasından yola çıkarak Kur'an'ın ve
bu son İlahi Şeriatın sıhhatinden şüphelenmenin yersiz olduğu gerçeği
ortaya çıkıyor.
Ayeti
kerime onları, Tevrat'a müracaat etmeye ve O'nu getirip okumaya davet ederek
bu suretle haram kılmanın kendilerine has olup genel olmadığını göreceklerini
bildiriyor:
"De
ki; eğer doğru söylüyorsanız, Tevrat'ı getirip okuyun."
Daha
sonra ayeti kerime, Allah'a yalan yere iftirada bulunanı tehdit ederek, böyle
yapanın, gerçeğe, nefsine ve insanlığa adil davranamayacağını
belirtiyor. Zalimin cezası bellidir. Onları bekleyen azabın gerçekleşmesi için
onların bu şekilde ayıplanmaları yeterlidir. Onları Allah'a yalan iftirada
bulunuyorlar ve sonuçta da Allah'a döneceklerdir.