HACC
ve KÂBE-İ MUAZZAMA
Daha
önce Bakara suresinde, yeterince tartışılmış olan müslümanlara kıble
tayin edilmesi ve Kâbe'ye yönelmenin asıl ve evlâ olduğu, Beytül
Mukaddes'in bir dönem kıble edinilmesinin yüce Allah'ın beyan ettiği
muayyen bir hikmete yönelik geçici bir durum olduğu açıklandığı halde
yine de yahudiler bu konu etrafında polemik yapmaya devam ediyorlardı.
Resulullah hicrî onaltıncı ve onyedinci aya kadar Beytül Mukaddes'e dönüp
namaz kıldığı halde, kıblenin değiştirilip Kabe'ye dönerek namaz kılmasını
konuşup duruyorlardı. Evet bütün bu açıklamalara rağmen yahudiler halâ,
günümüzde de bu dinin düşmanlarının, dinin bütün konularında yaptıkları
gibi bu açık ve seçik hakikati şüphe ve kargaşa ile bulandırmayı umarak
dönüp dolaşıp aynı konuyu dillerine dolamışlardı.
Yüce
Allah, burada yepyeni bir açıklamayla onlara cevap veriyor:
95-
De ki; Allah doğru söyledi. Buna göre İbrahim'in dosdoğru dinine uyunuz. O,
müşriklerden değildi.'
96-
İnsanlar için kurulan ilk ev Mekke'deki bütün canlılar için bereket ve
hidayet kaynağı olan (Kâbe)dir.
97-
Orada apaçık deliller ve İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse güvenliğe
erer. O na yol bulabilenlerin Kâbe'ye haccetmesi Allah'ın, insanlar üzerinde
hakkıdır. Kim küfrederse bilsin ki Allah alemlerden müstağnidir.
"De
ki; Allah doğru söyledi." sözü ile, daha önce sözü edilen Kâbe'nin
insanlara sığınak ve emniyet, müminlere de dinlerinde kıble ve namazgah
olması için İbrahim ve İsmail tarafından inşa edildiğine dair mevzu
kastedilmiş olabilir. Bu yüzden, şirkin her çeşidinden uzak arı Tevhidden
ibaret olan İbrahim'in milletine uymaları emrediliyor.
"Buna
göre, İbrahim'in dosdoğru dinine uyunuz. O, müşriklerden değildi."
Yahudiler,
kendilerini İbrahim'in (selâm üzerine olsun) varisleri kabuI ediyorlardı.
İşte, Kur'an onlara, şirkin bütün çeşitlerinden uzak olan İbrahim'in
dininin hakikatini gösteriyor. Birinci cümlede Hanif olduğuna, diğerinde de
müşriklerden olmadığına işaret ederek bu gerçeği iki kere tekrarlıyor.
Öyleyse bu müşriklere de ne oluyor?
Daha
sonra ayeti kerime, Kâbe"ye yönelmenin esas olduğu gerçeğini yerleştiriyor.
Çünkü Kâbe, yüce Allah'ın İbrahim'e, binanın duvarlarını yükseltmesini;
tavaf edenlere, itikafa girenlere, rükû edenlere ve secde edenlere tahsis
etmesini emrettiği ve mübarek kılmak suretiyle alemlere hidayet kaynağı kıldığı
günden itibaren yeryüzünde ibadet için kurulan ve sırf ibadete tahsis
edilen ilk evdir. İbrahim'in milleti O'nun yanında Allah'ın dini sayesinde
hidayet bulur. Oranın İbrahim'in makamı olduğunu gösteren birçok delil
vardır. (Deniliyor ki; bundan maksat, binayı kurarken İbrahim'in üstünde
durduğu ve önceleri Kâbe'ye bitişik olduğu halde tavaf edenlerin yanında
namaz kılanları şaşırtmaması için Raşit Halife Hz. Ömer (Allah ondan
razı olsun) tarafından Kâbe'den ayrılan tarihî taştır. Ayrıca Hz. Ömer,
"İbrahim'in makamını namazgâh edindiler" ayetine dayanarak müslümanların
orayı namazgah edinmelerini emretmiştir...)
Bu
evin faziletleri ile ilgili rivayetlerde, oraya giren herkesin güven içinde
olduğu, her korkan için bir sığınak olduğu, yeryüzünde böyle bir yerin
daha bulunmadığı İbrahim ve İsmail'in (selâm üzerlerine olsun) kurdukları
günden beri bunun böyle olduğu, hatta Arap cahiliyesinde de aynı üstünlüğünü
koruduğu ifade ediliyor. Evet, İbrahim'in dininden ve bu dinin temsil ettiği
saf Tevhid'den uzaklaştıkları bu dönemde bile Hasan Basri ve başkalarının
dediği gibi, bu yüce evin dokunulmazlığına saygı gösterildiği anlatılır;
"Adam birisini öldürür, sonra da omuzuna bir hırka atar ve Harem'e
girerdi. Öldürülenin oğlu kendisini gördüğü halde çıkana kadar
kendisine karışmazdı." Bu, yüce Allah'ın, çevresindeki insanlar
cahiliyede olsalar bile kendi evine bahşettiği bir üstünlüktür. Yüce
Allah, evine verdiği bu üstünlükle Araplara minnet ederek şöyle buyurur:
"Çevrelerinde insanların zorla yakalanıp kapılmasına rağmen orayı
emin bir yer yaptığımızı görmediler mi?" Çevresinde avlanmanın,
hayvanları yuvasından kovmanın ve ağları kesmenin haram olması da Kâbe'nin
üstünlüklerindendir.
Buhari
ve Müslim'de -lafız Müslim'e aittir- İbni Abbas'dan şöyle rivayet edilir:
"Resulullah Mekke'nin fethedildiği gün şöyle buyurdu:
"Allah
bu beldeyi gökleri ve yeri yarattığı gün haram kıldı. Bu haramlık Allah'ın
haram kılmasıyla kıyamete kadar sürecektir. Benden önce burada savurmak hiç
kimseye helâl kılınmadı. Bana da ancak günün bir saatinde helâl kılındı.
Bu haramlık kıyamete kadar sürecektir. Dikeni sökülemez, avlanılamaz, düşürülmüş
herhangi birşeyi onu tanıyandan başkası toplayamaz, otları biçilemez..."
İşte
bu, Allah'ın müslümanlar için kıble olarak seçtiği evdir... Bu, Allah'ın
kendisine bunca üstünlükleri bahşettiği evdir... Bu, yeryüzünde ibadet için
kurulan ilk evdir. Bu, babamız İbrahim'in evidir. Bu evi İbrahim'in bina ettiğine
ilişkin birçok delil vardır. İslâm da İbrahim'in dini olduğuna göre, müslümanların
O'nun evine yönelmeleri daha uygundur. Burası, bu dinin korunağı olması
nedeniyle insanların yeryüzünde sığınak ve güvencede oldukları yer ve
insanlar için hidayet kaynağıdır.
Sonra,
ayet-i kerime, yüce Allah'ın o insanlara güçleri yettiği takdirde bu evi
haccetmelerini farz kıldığını bildirerek, aksi takdirde bunun Allah'a hiçbir
zarar dokunduramayacak olan küfür olduğu gerçeğini yerleştiriyor.
"Ona
yol bulabilen herkesin Kâbe'yi haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır.
Kim küfrederse bilsin ki, Allah alemlerden müstağnidir."
Burada
göze çarpan şey, Hacc'ın farziyetiyle ilgili olarak ibarede geçen kapsamlı
"insanlar üzerinde" deyimidir. Buna göre öncelikle, oraya yönelip
namaz kıldıkları için müslümanlarla mücadeleye girişen yahudilerin,
babaları İbrahim'in evi ve yeryüzünde ibadet için kurulan ilk ev olması
hasebiyle orayı haccetmeleri yüce Allah tarafından istenmektedir. Onlarsa (yahudiler)
bozulmuş, günahkâr ve asi bir toplulukturlar. İkinci olarak, bütün
insanların bu dini kabul etmeleri, farzlarını ve gereklerini yerine
getirmeleri ve müminlerin yöneldikleri Allah'ın evine yönelip haccetmeleri
istenmektedir. Evet ya bu, ya da küfür... Ne kadar dine tabi olduklarını
iddia etseler de durum budur ve Allah alemlerden müstağnidir. Yüce Allah'ın
onların imanına ve haccına ihtiyacı yoktur. Burada iman edip Allah'a
kullukta bulunmak suretiyle onların kurtuluş ve iyilikleri söz konusudur.
Sağlık,
yolculuk imkanı ve yol emniyeti elverdiğinde ilk fırsatta, ömürde birkez
olmak üzere haccetmek farzdır. Haccın ne zaman farz kılındığı ihtilâf
konusu olmuştur. Bu ayetin, "Elçiler Yılı"nda -Hicri dokuzuncu
sene- nazil olduğunu belirten rivayete dayananlar, Haccın bu senede farz kılındığı
görüşünü benimsiyorlar. Delil olarak da Resulullah'ın bu yıldan sonra
haccetmesini getirmektedirler. Fi Zılâl'il Kur'an'ın ikinci cüzünde "Kıblenin
değiştirilmesi" konusuna değinirken, "Resulullah'ın haccı, Hacc
farizasının geciktirilmesine delil sayılmaz" demiştik. Çünkü bu
gecikmenin sebepleri bellidir. Bir kere müşrikler, Kâbe'yi çıplak olarak
tavaf ediyorlardı. Üstelik bu davranışlarını Mekke'nin fethinden sonra da
sürdürüyorlardı. Bu yüzden hicri dokuzuncu senede Berae suresi nazil olup müşriklerin
Kâbe'yi tavaf etmelerini yasaklayıncaya kadar Resulullah onlara karışmaktan
imtina ederek ertesi sene haccını ifa etmiştir. Dolayısıyle Haccın farz kılınması
bu tarihten önce ve hicretin ilk yıllarında meydana gelen Uhud savaşından
sonraki dönemlere denk düşmektedir.
Allah'ın
üzerlerinde bir hakkı olarak gücü yeten "insanların" evi
haccetmesi farizası her halukârda bu kesin nass ile yerleşmiş oluyor.
Hacc;
müslümanların, davalarının doğduğu, babaları İbrahim'in eliyle Hanif
dininin başladığı ve yüce Allah'ın yeryüzünde sırf kendisine ibadet
edilen ilk ev kıldığı Kâbe'nin yanında gerçekleştirdikleri yıllık
genel kongreleridir. İnsanları bu yüce mananın etrafında toplayan ve onları
Rabblerine bağlayan Haccın böylesine bir amacı ve hatırası vardır. Evet
akide manası etrafında... Ruhun, insana kendi ruhundan üflemek suretiyle onu
insan kılan yüce Rabbine karşılık vermesi.. Bu mana gerçekten insanların
etrafında toplanmasına değer... Bu mananın ilk defa fışkırdığı bu
mukaddes yerlere her yıl gruplar halinde gitmek gerekmektedir.
AYETLERİ
İNKÂR EDENLER
Bu
açıklamadan sonra ayet-i kerime Resulullah'a, ehl-i kitaba yönelip, sıhhatine
şahit oldukları ve doğruluğunu yakinen bildikleri halde hakk karşısındaki
tutumlarını, insanları hakktan men edip Allah'ın ayetlerini inkar etmelerini
ifşa ederek, onları tehdit etmesini telkin ediyor.
98-
De ki; `Ey ehl-ı kitap, Allah yaptıklarınızı görüp dururken niye O'nun
ayetlerini inkar ediyorsunuz?'
99-
De ki; `Ey ehl-ı kitap, niçin Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek
inananları o yoldan döndürmeye çalışıyorsunuz? Oysa onun doğru olduğunu
biliyorsunuz. Allah yaptıklarınızdan kesinlikle habersiz değildir :
Ehl-i
kitabın ipliğini pazara çıkaran (ayıplayan) bu gibi ifadeler bu surede ve
diğer surelerde açıkça tekrarlanır. Bu açıklamalar, öncelikle ehl-i
kitabı gerçek konumlarıyle yüzyüze getirmeleri, gerçekte kâfir oldukları
halde iman ve dindarlık maskesine bürünmelerine karşın onları gerçek sıfatlarıyle
vasıflandırması neticesinde faydalı olmuşlardır. Onlar, Kur'an'daki Allah'ın
ayetlerini inkâr etmeleriyle kâfir olmuşlardır. Allah'ın kitabından bir kısmını
inkâr edense tümünü inkâr etmiş demektir. Onlar şayet kendi yanlarındaki
Allah'ın ayetlerine gerçekten inanmış olsalardı kendi Resullerinden sonra
Allah'tan gelen ayetlere de inanırlardı. Çünkü dinin hakikati birdir. Bunu
bilen, bundan sonra Resullerin getirdiği şeylerin de hakk olduğunu bilir ve
bu Resullere uymak suretiyle Allah'a teslim olması gerektiğini de kabul
eder... Oysa içinde bulundukları bu durum, sonucundan ürperip korkmalarını
gerektiren bir hakikattir.
Daha
sonra müslüman cemaatten, onların ehl-i kitab oluşlarına kananlar bu açıklamayla
yanılgılarından kurtulurlar. Çünkü yüce Allah'ın ehl-i kitabın gerçek
durumunu açıkladığını ve onları tam ve açık küfürle damgaladığını
görürler. Bundan sonra hiçbir şüphecinin şüphe etmesine gerek kalmamıştır.
Arkasından
yüce Allah, kalpleri ürperten bir ifadeyle onları tehdit ediyor:
"Allah
yaptıklarınızı görüyor"..
"Allah
yaptıklarınızdan kesinlikle habersiz değildir."
İnsan
bütün yaptıklarına Allah'ın şahit olduğunu ve kendisinden habersiz olmadığını
hisseder ve özellikle de yaptıklarının küfür, hile bozgunculuk ve sapıklık
olduğunu bilirse bu tehdit daha bir korkunç olur.
Bu
arada yüce Allah, inkâr edip, insanları menettikleri hakkı aslında
bildiklerini de kaydediyor.
"Oysa
O'nun doğru olduğunu biliyorsunuz."
Buna
göre onlar kesinlikle yalanladıkları şeyin doğruluğuna ve insanları
uymaktan alıkoydukları şeyin sıhhatine inanıyorlardı. Bu ise son derece çirkin
ve istenmeyen bir davranıştır. Böyle bir şey yapan, güven ve arkadaşlığa
layık değildir. Ona ancak hakaret etmek ve kötülüklerini bir bir saymak
yaraşır.
"Niçin
Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek, inananları o yoldan döndürmeye
çalışıyorsunuz?" ayetinde yüce Allah'ın bu kavmi bu şekilde
nitelendirmesi karşısında bir nebze durmamız kaçınılmazdır.
Bu
şekilde meseleye dikkat çekmek büyük anlamlar ifade etmektedir. Çünkü
Allah'ın yolu dosdoğru yoldur. Onun dışındakiler eğri ve yanlıştır.
Dolayısıyla insanlar Allah'ın yolunda gitmekten ve müminler Allah'ın
metoduna uymaktan alıkonuldukları zaman, bütün işler istikametini ve bütün
ölçüler değerini kaybeder. O zaman yeryüzünde, doğrulanması mümkün
olmayan eğrilikten başka birşey kalmaz.
Bu
durumda meydana gelen şey fesattır. Fıtratın bozulmasından ve hayatın eğrilmesinden
doğan fesat... Bu fesat, insanların Allah'ın yoluna, müminlerin de O'nun
metoduna uymaktan alıkonulmasının sonucudur. Artık, düşüncede, vicdanda,
ahlâkta, davranışlarda, bağlılıklarda, gidişatta, insanların birbiri ve
içinde yaşadıkları kâinat ile olan ilişkilerinde fesat egemen olur. İnsanlar
ya doğruluk, salâh ve iyilik demek olan Allah'ın hayat için koyduğu
metoduna uyup istikamet bulacaklar, ya da O'nun dışında, eğrilik, fesat ve kötülük
demek olan herhangi bir metoda uymak suretiyle bozulacaklardır. Ortada insanoğlunun
hayatını yönlendiren bu iki durumdan başkası yoktur; ya hayır ve iyilik
olan Allah'ın metodu üzere istikamet bulmak, ya da bu metoddan sapmak
suretiyle kötülük ve fesada kapılıp gitmek...
YAHUDİ
VE HIRİSTİYANLARA TÂBİ OLANLAR
Surenin
akışı bu noktada, ehl-i kitapla giriştiği mücadeleye son vererek onları
bir kenara bırakıp; hitap, sakındırma, uyarı ve dikkatlerini çekmek
suretiyle müslüman cemaate yönelerek Allah'ın çizdiği hayat metodunu gerçekleştirmesi
için kendi özelliklerini, kurallarını, metodlarını, düşünce biçimini
ve hayat sistemlerini açıklıyor.
100-
Ey müminler, kendilerine kitap verilenlerin bir grubuna uyarsanız bunlar sizi
iman ettikten sonra döndürüp kafir yaparlar.
101-
Allah'ın ayetleri size okunuyorken ve O'nun Peygamberi aranızdayken nasıl
kafir olabilirsiniz? Kim Allah `a sımsıkı sarılırsa doğru yola iletilmiş
olur.
Bu
İslâm ümmeti, her yönüyle farklı, tek ve açık olan Allah'ın nizamı üzere
yeryüzünde gelişmesini sürdürmek için gelmiştir. Bu ümmet insan hayatında,
kendisinden başka kimsenin yerine getiremediği özel rolünü ifa etmek için
öncelikle varlığını Allah'ın hayat için koyduğu metoddan alarak yeryüzünde
O'nun metodunu yerleştirmek ve onun için de nassların; hareket, amel,
prensip, ahlâk, gidişat ve ilişkilere dönüştüğü gözle görünen pratik
bir hayat nizamı şeklinde gerçekleştirmek için varolmuştur. Bu ümmet her
konuda yalnızca Allah'a başvurmak zorundadır. Beşerden birisine başvurmaksızın,
beşerden birine tabi olmaksızın ve beşerden birine itaat etmeksizin yalnızca
Allah'a başvurarak beşeriyet önderliğini yerine getirmelidir. Bunu yapmadıkça,
varlığının hikmetini gerçekleştirmiş, kendi yolunda istikamet bulmuş ve
tamamen farklı, özel ve pratik hayat nizamını yerleştirerek yeryüzünde bu
şekilde parlak ve biricik gelişmesini tamamlamış sayılmaz.
Evet,
ya bu, ya da küfür, sapıklık ve bozulma...
Bu,
her münasebette Kur'an'ın te'kit edip tekrarladığı bir hakikattir. Müslüman
cemaat her fırsatta kendi prensiplerini, düşüncelerini ve ahlâk kurallarını
bu hakikat üzerine bina eder. İşte burada konu edilen budur; her fırsatta
ehl-i kitapla girişilen mücadele ve onların Medine'deki müslüman cemaate yönelik
tuzak ve komploları. Ancak konu, sadece Medine'dekilerle sınırlı değildir.
Her nesilden müslümanlara hitabeder. Çünkü hayatlarının ve varlıklarının
temel kuralı budur.
Bu
ümmet insanlığa önderlik yapmak için varolmuştur. O halde, değiştirip
Allah'a bağlamak ve Allah'ın metoduyla kendisine önderlik yapmak için geldiği
cahiliyyeye herhangi bir konuda başvurabilir mi? Veya önderlik görevinden
uzaklaştığı an varlığının bir önemi kalır mı? Tabii ki bu durumda
varlığının bir hikmeti olamaz.
Evet,
bu ümmet önderlik için varolmuştur. Sağlam bir düşüncenin, akidenin,
bilincin, ahlâkın, düşünce ve idarenin önderliği... Ancak böylesine sağlıklı
ortamlarda akıllar gelişebilir, kâinatın sayfalarını açıp tanıyabilir
ve sırlarını çözebilir. Bu durumda, kâinattaki güçleri, enerji kaynaklarım
ve hazinelerini hizmetine alabilir. Ancak, bütün bunları elde edecek, tümüne
egemen olacak, yıkıp yok etmekle tehdit etmeyip insanlığın iyiliği için
kullanacaktır. Bu da ancak, bütün bu kaynakları felaketler ve şehvetler için
kullanmayacak bir iman önderliği sayesinde ve direktiflerini Allah'ın kullarından
değil de bizzat Allah'tan alarak hidayete ermiş müslüman cemaatin önderliğinde
olmakla mümkündür.
günahı
açık küfürden daha ağırdır. Çünkü biz, müslümanlık iddiasında
bulunmayanın yaptığından daha fazla bu dini zayıflatıp ona kötü örnek
oluyoruz.
İslâm
bir hayat metodudur. Gerek itikadi düşünce açısından, gerek hayattaki bütün
ilişkileri düzenleyen kanunlar açısından ve gerekse siyasî, ekonomik ve
toplumsal ilişkilerin dayandığı ahlâki kurallar açısından kendine özgü
belirgin özellikleri bulunan bir metoddur. Ve bu metod insanlığa önderlik için
gelmiştir. O halde insanlığa önderlik yapabilmesi için bu metodu hayatında
tatbik eden bir kitlenin varlığı kaçınılmazdır. Daha önce söylediğimiz
gibi bu kitlenin, herhangi bir konuda kendi hayat metodundan başkasına başvurması
önderliğin tabiatıyla çelişmektedir.
Geldiği
gün insanlığın iyiliği için gelmiştir bu metod. Aynı şekilde bugün,
yarın bu metodun hükmetmesi için çaba sarfeden davetçiler de insanlığın
iyiliğini istemektedir. Fakat durum bugün daha bir önem arzetmektedir. İnsanlık
bugün bu sapık düzen ve metodların elinden çekeceğini çekmiştir. İnsanlığın
hayatında yüklendiği rolü yerine getirmesi ve bir kez daha insanlığı
kurtarabilmesi için bütün özelliklerini koruması gereken İlâhi metoddan
başka bir kurtarıcı yoktur.
Şüphesiz
insanlık, varlık alemindeki güçleri hizmetine sokmak için girdiği mücadeleden
büyük başarılar kazanmış, sanayii ve tıp alanında geçmişe göre olağanüstü
sayılacak aşamaları gerçekleştirmiş ve bu gidişle de birçok mesafe elde
edebileceği kesindir. Ancak, bütün bunlar onun hayatına nasıl bir etkide
bulundular? Ruhsal hayatı üzerindeki etkisi ne oldu? Acaba mutluluğu
bulabildi mi?... İnsanoğlu tatmin olabildi mi?.. Barış sağlandı mı?.. Bütün
bunlara verilecek cevap: Kesinlikle hayırlıdır. Bula bula bataklık, sıkıntı,
korku, sinirsel ve ruhsal hastalıklar, parçalanmışlık ve korkunç boyutlara
varmış geniş bir suç ortamı buldu insanlık... Nitekim, insan varlığının
gayesi ve insan hayatının hedefine ilişkin düşünce alanında da herhangi
bir ilerleme sağlanamamıştır. Çağdaş uygar insanın zihnindeki insan varlığının
gayesi ve insan hayatının hedefi ile ilgili oluşan düşünce ile İslâm düşüncesi
arasında bu yönde bir karşılaştırılma yapıldığında; çağdaş uygarlığın
son derece bayağı olduğu görülecektir. İnsanın kendisi ve varlık
alemindeki konumu hakkındaki düşüncesinin mel'un bir şekilde alçaldığı,
değerleri ve istekleri noktasından da gittikçe küçüldüğü gözlemlenecektir.
Binaenaleyh manevi boşluk insanlığın bitkin kalbini kemirmekte ve şaşkınlık
yorgun ruhunu tehdit etmektedir. Çağdaş insan Allah'ı bulamadığı gibi birçok
faktör de onun gittikçe Allah'tan uzaklaşmasına neden olmaktadır. Özellikle
Allah'ın metodu doğrultusunda kullanıldığı sürece, elde ettiği her başarı,
insanı daha çok Allah'a yaklaştırması gereken bilim bile, ruhunun sönüp
dejenere olması nedeniyle insanı gittikçe Allah'tan uzaklaştıran bir hale
gelmiştir. Bu yüzden insanlık, Allah'ın kendisine verip birçok yetenekler
bahşettiği bilim aracılığıyla kendi varlığı hakikatinin amacını
ortaya çıkaracak nuru bulamadığı gibi, kendi hareketleriyle kainattaki
hareketleri, kendi fıtratlarıyla kâinattaki fıtratı ve kendisine hükmeden
kanunlarla kâinatta yürürlükte olan tabiat kanunları arasında bir uygunluk
oluşturacak metod da bulamamıştır. Aynı zamanda, güçleri ve enerjisi,
ahireti ve dünyası, bireyi ve toplumu, görevleri ve hakları arasındaki ilişkiyi
doğal kapsamlı ve kuşatıcı bir uygarlıkla düzenleyecek sistemde bulmuş
değildir.
İşte
bu durumda olan insanlığı, bazı insanlar Allah'ın doğru yola ileten
metodundan yoksun bırakmaya çalışarak; bu metodu anlamaya çalışmayı, geçmiş
bir tarihî döneme özlem olarak değiştirip "gericilik" diye
isimlendiriliyorlar. Böylece onlar cahilliklerinin veya kötü niyetlerinin ürünü
bu davranışlarıyla insanlığı, gelişme ve ilerlemeye sevkedecek, barış
ve huzur ortamına götürecek biricik hayat metoduna sahip olmaktan yoksun bırakıyorlar.
Ancak bu hayat metoduna inanan bizler, neye çağırdığımızı çok iyi
biliyoruz. Bizler insanlığın içinde bulunduğu kötü durumu görüyor ve içinde
yüzdüğü kokuşmuş bataklığın iğrenç kokusunu duyuyoruz. Evet, görüyorsunuz...
Şuracıkta, kızgın çölde bitkin düşenler için yüce ufuklarda açılan
kurtuluş sancağını ve bu çirkef bataklıkta boğulanlar için beliren
parlak ve temiz yücelikleri fark ediyorsunuz. Aynı zamanda, şayet insanlığa
önderlik bu ilahî metoda devredilmezse insanlığın bütün tarihi ve değerleriyle
korkunç bir uçuruma doğru yuvarlandığına da şahid olunacaktır.
Bu
yolda atılacak ilk adım, yüce Allah'ın tekrar insanlığa önderlik yapmasına
izin verene kadar, bu metodun temiz ve sağlam kalması için diğer metodlardan
ayrılıp ortaya çıkmasıdır. Bu hayat metoduna inananların da çevrelerindeki
cahiliyye belasına hiçbir konuda yönelip başvurmamaları gerekir. Yüce
Allah kullarını, şurada burada cahiliyyeye çağıran insanlık düşmanlarının
eline bırakmayacak kadar merhametlidir. İşte yüce Allah'ın Kur'ana
Kerim'inde müslüman cemaate telkin etmeye irade buyurduğu ve Hz. Peygamberin
de sağlam öğretisiyle öğretmeye özen gösterdiği hakikat budur.
ALLAH'TAN
KORKMAK
Yüce
Allah ehl-i kitaba herhangi bir konuda başvurmaktan, onlara itaat edip uymaktan
sakındırdıktan sonra, müslüman cemaate seslenmekte ve onları, hayatlarının
ve metodlarının üzerine bina edildiği Allah'ın kendilerine bahşettiği ve
kendilerinin de O'nun uğruna varettiği yüce emaneti yüklenebilmeleri için
gerekli olan iki temel kural ile yüzyüze getirmektedir. Herbiri sürekli diğerinin
varlığını gerektiren bu iki temel kural: İman ve Kardeşliktir. Allah'a
iman, O'ndan korkup hayatın her anında O'nun kontrolünde olduğunu bilme...
Ve müslüman cemaatten, beşer hayatında ve insanlık tarihinde üstlendiği
"İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak, hayatı kötülüğün
kirinden arındırıp iyilik esası üzerine kurmak" rolünü yerine
getirebilecek, canlı, kuvvetli ve dayanıklı bir bünye meydana getiren, Allah
uğruna kardeşlik...
102-
Ey müminler, Allah'tan gerektiği gibi korkunuz ve mutlaka müslüman olarak ölünüz.
103-
Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız sakın ayrılığa düşmeyiniz,
Allah'ın size bağışladığı nimeti hatırlayınız. Hani bir zamanlar düşman
olduğunuz halde O, kalplerinizi uzlaştırdı da O'nun bu nimeti sayesinde
kardeş oldunuz. Hani siz bir ateş kuyusunun tam kenarındayken O sizi oraya düşmekten
kurtardı. Allah size ayetlerini işte böyle açık açık anlatır ki, doğru
yolu bulasınız.
104-
Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir ümmet
olsun. İşte kurtuluşa erenler bunlardır.
105-
Sakın kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra parçalanıp çatışmaya düşenler
gibi olmayınız. Böyleleri için büyük bir azap vardır.
106-
O gün kimi yüzler ağarır, kimi yüzler kararır. Yüzleri kararanlara 'Siz
iman ettikten sonra tekrar kâfir mi oldunuz? O halde kafir olmanızın karşılığı
olarak bu azabı tadın' denir.
107-
Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah'ın rahmeti içindedirler ve orada sürekli
olarak kalacaklardır.
Müslüman
cemaatin dayandığı ve meşakkatli büyük rolünü onlarla yerine getirebildiği
iki önemli nokta... Bunlardan biri yıkıldı mı ortada ne bir müslüman
cemaat kalır ne de yerine getirebileceği bir rolü...
Başta
iman ve takva üssü... Allah'ın hakkı, takva ile yerine getirilir. Ve takva,
insan ölene kadar hayatın hiçbir anını kaçırmayan ve ondan gafil olmayan
sürekli bir uyanıklıktır.
"Ey
müminler Allah'tan gereği gibi korkunuz."
Allah'tan
nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkun. Böylece ayet-i kerime hiçbir sınırlama
getirmeksizin kalbi, düşünebildiği ve yapabildiği kadar bu hedefe ulaşmak
için çabalamaya sevk etmektedir. Kalp bu yola daldıkça kendisine yeni
ufuklar açılır ve yeni arzular belirir. Takvasıyla Allah'a yaklaştığı
oranda, ulaştığı makamdan daha yüce ve yükseldiği dereceden öte bir aşamaya
yükselme arzusu uyanır. Sonuçta insan, kalbin hiç uyumadığı, hep uyanık
kaldığı bir makama ulaşır.
"Mutlaka
müslüman olarak ölünüz."
Ölüm,
insanın ne zaman geleceğini bilmediği bir gaybtır. O halde müslüman olarak
ölmek istiyen, o andan itibaren ve her dem müslüman olarak kalmalıdır.
Burada takvadan hemen sonra zikredilen İslâm, geniş anlamıyla teslimiyet;
yani Allah'a teslim olup, O'na itaat etmek ve O'nun metoduna uymak suretiyle
O'nun kitabı ile hükmolunmak anlamına gelmektedir. Ve daha önce de değindiğimiz
gibi surede yeri geldikçe bu anlam yerleştirilmeye çalışılmaktadır.
İşte
bu temel kural müslüman cemaatin varlığının gerçekleşmesine ve insan
hayatında üstlendiği rolü yerine getirmesi için dayanmak zorunda olduğu
ilk temel kuraldır. Çünkü bu kurala dayanmayan bütün toplumlar cahiliyye
toplumlarıdır. Dolayısıyla bu toplumlar, Allah'ın hayat için koyduğu
metod üzerinde değil de cahiliyye metodlarına uymakta ve insanlığın önderliği,
doğru yola ileten önderliğin elinde olmayıp cahiliyyenin elinde demektir.
İkinci
olarak ta, Allah'ın yolunda, O'nun metodu üzere ve O'nun hayat metodunu hakim
kılmak için gerekli olan kardeşlik üssü...
"Hep
birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız, sakın ayrılığa düşmeyiniz,
Allah'ın size bağışladığı nimeti hatırlayınız. Hani bir zamanlar düşman
olduğunuz halde O kalplerinizi uzlaştırdı da O'nun bu nimeti sayesinde kardeş
oldunuz. Hani siz bir ateş kuyusunun tam kenarındayken O sizi oraya düşmekten
kurtardı. Allah size ayetlerini işte böyle açık açık anlatır ki doğru
yolu bulasınız."
Demek
ki bu kardeşlik, birinci temel kural olan takva ve iman kuralından
kaynaklanmaktadır. Başka düşünceler başka hedefler veya çeşitli
cahiliyye iplerinden birinin etrafında toplanmak olmayıp sadece Allah'ın
ipine yani kelâmına, metoduna ve dinine sarılmak esasına dayanmak demektir.
"Hep
birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız, sakın ayrılığa düşmeyiniz."
Allah'ın
ipine sarılmaktan kaynaklanan bu kardeşlik, yüce Allah'ın ilk müslüman
cemaate bahşettiği bir nimettir. Yüce Allah, bu ihsanını sevdiği kullarına
bahşetmiştir. İşte burada yüce Allah onlara bu nimetini hatırlatarak
cahiliyye döneminde nasıl "düşman" olduklarını hatırlatıyor.
Çünkü Medine'de Evs ve Hazreç'ten bir tek düşman bile kalmamıştı.
Bunlar Medine'de yaşayan iki Arap kabilesiydi. Aralarındaki düşmanlığı teşvik
edip bu iki kabilenin bağını koparmak isteyen ve düşmanlık ateşini körükleyen
yahudiler de onlara komşuluk ediyordu. Bu yüzden yahudiler, hiçbir zaman
yapamadıkları ve hep onunla yaşadıkları özelliklerine uygun bir ortam
bulmuşlardı. Ancak İslâm'dan başka hiçbir gücün ve toptan sarıldıkları
ve O'nun nimeti sayesinde kardeş oldukları Allah'ın ipinden başkasının
biraraya getiremiyeceği, bu kalpleri biraraya getirmek suretiyle yüce Allah,
bu iki kabilesinin kalplerinin arasını uzlaştırmıştır.
Tarihi
kinlerin, kabileci arzuların, şahsi menfaatlerin ve ırkçı bayrakların, yanında
çok küçük kaldığı, Allah yolunda kardeşlikten başka hiçbir güç bu
kalpleri biraraya getiremezdi. Ve ancak, büyük ve yüce Allah'ın sancağı
altında saflar biraraya gelebilir.
"Allah'ın
size bağışladığı nimeti hatırlayınız. Hani bir zamanlar düşman olduğunuz
halde o kalplerinizi uzlaştırdı da O'nun bu nimeti sayesinde kardeş
oldunuz."
Aynı
şekilde O'nun ipine sarılmak (birinci temel esas) ve kalplerinin arasını
uzlaştırmak (ikinci temel esas) suretiyle kardeş olmaları sayesinde, düşmek
üzere oldukları ateşin kenarında onları kurtarmasından dolayı yüce Allah
üzerlerindeki nimetini hatırlatıyor.
"Hani
siz bir ateş kuyusunun tam kenarında iken O sizi oraya düşmekten kurtardı".
Kur'an-ı
kerim duyguların ve bağların kaynağı olan "kalbe" dayanmakta,
"aranızı uzlaştırdı" demeyip "kalplerinizi uzlaştırdı"
demek suretiyle derin noktalara nüfuz etmektedir. Böylece kalpleri, Allah'ın
misakı, ahdi ve eli altında görünümüyle tasvir ediyor. Ayrıca içinde
bulundukları durumu resmederek canlı ve beraberinde kalpleri süsleyen hareket
halindeki bir sahne şeklinde gözler önüne sermektedir.
"Siz
bir ateş kuyusunun tam kenarında iken"
Ateşten
bir uçurumun içine düşme hareketi meydana gelirken kalpler Allah'ın elini görüp
O'na tutunarak kurtuluyorlar, uzanıp Allah'ın ipine sarılıyorlar. Tehlike ve
dehşetten sonra kurtuluş manzarası... Bu, beraberinde kalpleri ürpertip
titreterek sürükleyen canlı ve hareketli bir sahnedir. Neredeyse gözler, bu
sahneyi nesillerin gerisinden izleyebilecek gibi oluyor.
İbn-i
İshak siyretinde ve başka rivayetlerde bu ayetin Evs ve Hazreç hakkında
nazil olduğunu anlatır; yahudilerden birisi Evs ve Hazreç'ten bir topluluğa
rastlar. Onların uzlaşmaları ve ittifakları yahudinin hoşuna gitmez. Yanında
bulunanlardan birisine yanlarına gidip oturmasını ve "Bu, âs Günü"ndeki
savaşlarını hatırlatmasını söyler. Adam söylenenleri yapar. Böylece
toplulukta bulunanların nefislerinde hamiyyet duygusunu canlandırır.
Birbirine kızar ve birbirlerine düşerler. Cahiliyyedeki armalarıyla
birbirlerini çağırıp silahlarını isterler ve "Harre" denilen
yerde buluşmak üzere sözleşirler. Bu durum Resulullah'a haber verilince
yanlarına gelip onları sakinleştirdikten sonra "Ben aranızda olduğum
halde cahiliyye davası mı?" buyurur ve arkasından yukardaki ayet-i
kerimeyi okur. Bunun üzerine her iki taraf da pişman olur. Barışıp
birbirlerine sarılarak silahlarını bırakırlar. Allah ta onlardan hoşnut
olur.
İşte
böyle! Allah onlara açıklıyor onlar da hidayete eriyordu ve böylece ayetin
devamında onlar hakkında varid olan yüce Allah'ın şu sözü gerçekleşmiş
oldu:
"Allah
size ayetlerini işte böyle açık açık anlattı ki doğru yolu bulasınız."
Bu
olay yeryüzünde beşeriyete önderlik yapmak ve Allah'ın metodu üzere
hayatlarını sürdürüp birbirini sevenler arasındaki Allah'ın ipini
koparmak için yahudilerin sarfettikleri çabanın bir göstergesidir. Rivayet
edilen hadise, Allah'ın ipine sarılarak O'nun hayat için koyduğu metod etrafında
biraraya gelecek her müslüman cemaat için yahudilerin sürekli kuracakları
tuzaklardan bir örnektir. Aynı zamanda bu olay, ilk müslümanları nerdeyse küfre
döndürüp birbirinin boyunlarını vuracak noktaya getirerek, etrafında
toplanıp kardeş oldukları Allah'ın sağlam ipini koparacak olan ehl-i kitaba
itaat etmenin sonuçlarından biridir. Ayrıca bu ayetle surenin akışı içindeki
diğer ayetler aynı noktada birleşmektedir.
Ancak
ayet-i kerimenin kapsamı bu olaydan çok daha geniş boyutludur. Ayet-i kerime
surenin akışı içinde kendisinden önce ve sonra gelen ayetlerle beraber müslüman
safları parçalamak ve her aracı kullanarak aralarına fitne ve ayrılığı
yerleştirmek için yahudilerden kaynaklanan bir çabanın varlığını
belirtiyor. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, sürekli olarak müslümanları, ehl-i
kitaba itaat etmekten, onların hile ve desiselerine kulak vermekten ve onlar
gibi ayrılığa düşüp parçalanmaktan sakındırıyor. Bu sakındırmalar,
Medine'deki müslüman cemaatin karşılaştığı yahudi tuzaklarının şiddetine
ve sürekli ayrılık, şüphe ve kargaşa tohumları saçtıklarına işaret
etmektedir. Yahudilerin her zamanki uğraşılarıdır. Bugün, yarın, her
zaman ve mekânda müslüman saflar arasında aynı işlevini sürdürecektirler.
MÜSLÜMANLARIN
GÖREVİ
Bu
iki temel esasa (iman ve kardeşlik) dayanan ve onlarla ayakta kalan, Allah'ın
metodunun yeryüzünde ikamesi, hakkın batıla, iyiliğin kötülüğe ve hayrın
şerre galip gelmesi için Allah'ın metoduna uygun olarak O'nun gözetimi altında
ve O'nun elleriyle meydana gelen müslüman cemaatin görevi ise aşağıdaki
ayette belirtiliyor:
"Sizden
hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir ümmet
bulunsun."
Evet
hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü nehyeden bir cemaatin bulunması
kaçınılmazdır. Bizzat Kur'an ayetinin ifadesiyle yeryüzünde, hayra çağıran
iyiliği emreden kötülüğü nehyeden bir otoritenin bulunması da kaçınılmazdır.
Çünkü ayette hayra "Davet" olayı söz konusu edildiği gibi iyiliği
"Emr" ve kötülüğü "Nehy" etmek de söz konusu edilmiştir.
Bilindiği gibi "Davet" otorite olmadan da yerine getirilebildiği
halde, "Emir" ve "Nehiy" ancak bir otorite ile mümkündür.
İslâm'ın
bu sorunla ilgili düşüncesi budur. Evet "Emr" eden ve "Nehy"
eden bir otoritenin bulunması kaçınılmazdır. Birliklerini bir araya getirip
Allah'ın ipi ve yolundâ kardeşlik bağlarıyla birbirine bağlayan bir
otorite... Hayra "Davet" ve şerrden "Nehy" üzerine kurulu
bir otorite... İnsan hayatında Allah'ın metodunun gerçekleşmesi için
birbirinden ayrılmayan bu iki esas üzerine kurulu bir otorite... Evet yeryüzünde
Allah'ın hayat için indirdiği metodunun gerçekleşmesi ve insanlar tarafından
bilinmesi hayra "Davet"i ve iyiliği "Emr" edip, kötülüğü
"Nehy" eden ve kendisine itaat edilen bir otoriteyi gerektirir. Yüce
Allah buyuruyor: "Biz Resulleri ancak Allah'ın izniyle itaat edilsin diye
gönderdik." Allah'ın yeryüzündeki metodu vaaz, irşad ve açıklamalardan
ibaret değildir. Bu meselenin bir yönü. Diğer yönü ise, insan hayatında
iyiliği gerçekleştirip kötülüğü yok edecek, toplumun iyi adetlerini
hevasına, şehvetine ve menfaatine uyan kişilerin oyuncağı olmaktan
koruyacak, her önüne gelenin kendi görüş ve düşüncesini hayır, iyi ve
doğru zannetmemesi için bu iyi adetleri koruyacak "Emr" ve "Nehy"
yetkisine sahip bir otoritenin kurulmasıdır.
Bu
açıdan baktığımızda, tabiatı gereği bazı insanların şehvetleri ve
ihtirasları, bazılarının maslahat ve çıkarları, bazılarının gurur ve
kibirleriyle çarpışacağından hayra davet etmenin iyiliği emredip kötülüğü
nehyetmenin o kadar kolay ve rahat olmayacağını görürüz. Çünkü insanlar
arasında zorba diktatörler baskıcı egemenler, yükselmekten hoşlanmayan alçaklar,
sıkıntıya gelemeyen zenginler, ciddiyetten uzak laubaliler, adaleti sevmeyen
zalimler, doğruluktan hoşlanmayan sapıklar ve iyiliği reddedip kötülükten
hoşlanan insanlar her zaman bulunur. Bu yüzden, hayr galip gelip, iyilik,
iyilik olarak ve kötülükte kötülük olarak bilinmedikçe millet
kurtulamayacağı gibi insanlık da kurtulamaz. İşte bütün bunlar için
iyiliği, emredip kötülükten nehyeden ve kendisine itaat edilen bir
otoritenin varlığı gerekmektedir.
Bu
sebebden Allah'a inanan ve Allah için kardeşlik desteğine dayanan bu sıkıntılı
ve zor işe iman ve Allah'tan korkma kuvvetiyle, sonra sevgi ve dostluk güçleriyle
göğüs geren bir cemaatin elbette bulunması zorunludur. Yüce Allah, bu görevi
yerine getirenler için şöyle buyuruyor: "İşte onlar kurtuluşa
erenlerdir."
KURTULUŞA
ERENLER
Şüphesiz
ki bu cemaatin varlığı bizzat ilahî metodun gereğidir. Çünkü bu cemaat,
ilahî metodun teneffüs edildiği, pratik olarak uygulandığı ve hayra davet
edenlerin yardımlaştığı ve sorumlulukları paylaşma içinde oldukları en
iyi ortamdır. Orada iyilik; hayr, erdem, hakk ve adalet, kötülük ise; şer,
aşağılık, batıl ve zulümdür. Orada hayr işlemek şerden daha kolaydır.
Ve üstünlüğün zorlukları alçaklıktan daha azdır. Orada hakk batıldan
daha güçlü ve adalet zulümden daha yararlıdır. Orada, iyilik yapan birçok
yardımcı bulur. Kötülük yapan ise orada direniş ve horlanma ile karşılaşır.
Bu cemaatin değeri, büyük çaba sarfetmeden hakkın ve hayrın gelişeceği
ortam olmasındandır. Çünkü orada herkes hayır ve hakkta yardımlaşır. Çevresindeki
herşey direnip itiraz ettiği için şer ve batılın büyük zorluk ve meşakkatle
geliştiği bir ortam oluşmaktadır.
Varlık,
hayat, değerler, olaylar, eşya ve şahıslar hakkındaki düşünce ör ve kök
itibariyle İslâm düşüncesi bütün cahiliyyeden tamamen farklı olduğundan
bu düşüncenin kendine özgü bütün değerleriyle yaşadığı bir ortamın
varlığı kaçınılmazdır. Evet, cahiliyye ortamı dışında bir ortamın ve
cahiliyye çevresinden farklı bir çevrenin oluşturulması kaçınılmazdır.
İslâm
düşüncesi için varolup onunla varlığını sürdüren bu özel ortamda
ancak bu düşünce hayat bulur. Özgürlük ve serbestlik içerisinde tabii
nefeslerini teneffüs edip, kendisine genel olup gelişmesini geciktirecek iç
engellerle karşılaşmaksızın gelişir. Bu engeller meydana geldiğinde hayra
davet, iyiliği emredip kötülüğü nehyetme kurumu bunlara karşı direnir.
Ancak, Allah'ın yolunu engelleyen zorba güç bulunduğunda, Allah'ın dışında
onu savunacak kişiler de bulunacaktır.
Bu
ortam varlık alemi, hayat, değerler, işler, olaylar,..eşya ve şahıslar
hakkındaki düşüncesini belirlemesi, hayatta karşılaştığı şeyleri değerlendirebileceği
bir tek ölçüye müracaat etmesi Allah katından gelen bir tek dinle yönetilmesi
ile mümkündür. Böylece bu ortam ve yeryüzünde Allah'ın metodunu gerçekleştirmek
esasına dayanan önderliğe tam bir bağlılıkla yönelebilmesi için; iman
edip bünyesinde bencilliği bertaraf ettiği, kolaylıkla hareket edip coşkuyla
yayılan mutmain, güvenli ve rahat cömertliğin kat kat arttığı, sevgi ve
paylaşma esaslarına dayanan Allah yolunda kardeşlik esasları üzere kurulu müslüman
cemaati temsil imkânı bulabilir.
Medine'deki
ilk müslüman cemaat bu iki esas üzerine kuruldu. Bu cemaat Allah'ı bilmekte,
O'nun sıfatlarını, vicdanlarda ortaya çıkmasından, O'ndan hoşlanmaktan, gözettiğini
bilmekten ve çok az durumlar dışında sınırsız bir uyumluluk ve duyarlılıktan
doğan Allah'a iman... Parlak ve saf sevgi, hoş ve güzel dostluk, geniş ve
derin dayanışma konularında öyle bir duruma gelmişlerdi ki, gerçekten yaşanmış
olmasaydı hayâlperestlerin bir ütopyası sayılabilirdi. Evet, Muhacir ve
Ensar arasında gerçekleştirilen kardeşlik gerçek alemde meydana gelmiş bir
olay olmakla beraber özü itibariyle rüya ve hayâl alemine daha yakındır.
Yeryüzünde geçmiş bir vakıadır; fakat aslında o, sonsuzluk ve Cennet
hayatından bir kesittir.
Bu
yüzden surenin akışı müslüman cemaata dönerek onları ayrılıp ve ihtilâfa
düşmekten sakındırıyor. Kendilerinden önce Allah'ın metodunu yüklendikleri
halde ayrılıp ihtilafa düşmelerinden dolayı, yüce Allah'ın liderlik sancağını
ellerinden alarak birbirine kardeş olmuş müslüman cemaate teslim ettiği ehl-i
kitabın durumuna gelmemeleri konusunda uyarıyor. Böyle bir durumda,
kendilerini bekleyen azabı bildirerek bazı yüzlerin ak, bazısının da kara
olacağı günü hatırlatıyor.
YÜZÜ
KARA OLANLAR
"Sakın
kendilerine açık ayetler geldikten sonra parçalanıp çatışmaya düşenler
gibi olmayınız. Böyleleri için büyük bir azap vardır."
"O
gün kimi yüzler ağarır, kimi yüzler de kararır. Yüzleri kararanlara `Siz
iman ettikten sonra tekrar kâfir mi oldunuz? O halde kâfir olmanızın karşılığı
olarak da bu azabı tadınız' denir."
"Yüzleri
ağaranlara gelince onlar Allah'ın rahmeti içindedirler ve orada sürekli
kalacaklardır."
Ayeti
kerime burada, hareket ve canlılık fışkıran Kur'an sahnelerinden birini çiziyor;
Söz veya sıfatlarla ifade edilemeyip iki canlı insanda, yüzlerde ve
simalarda ortaya konan korkunç bir sahnenin karşısındayız. İşte şu yüzler:
Nurla parlamış, müjdeyle coşmuş, müjde ve sevinçle bembeyaz kesilmiş...
Şunlar da: üzüntüden sararmış, gamdan solmuş, ve tasadan simsiyah kesilmiş
yüzler... Bununla da kalmamış üstelik, sürekli azar ve ağlama ile
kahrolmaktadırlar.
"Siz
iman ettikten sonra tekrar kâfir mi oldunuz? O halde kâfir olmanızın karşılığı
olarak bu azabı tadın."
"Yüzleri
ağaranlara gelince, onlar Allah'ın rahmeti içindedirler. Ve orada sürekli
kalacaklardır."
Böylece
sahne Kur'an'ın kendine özgü üslubuyla ifade ettiği gibi, hayat, hareket ve
karşılıklı konuşmalarla geçiyor. Böylece müslüman cemaatin vicdanının
ayrılık ve ihtilaftan sakınmasının, iman ve uzlaşma ile gerçekleşen yüce
Allah'ın nimeti olduğu anlamı yer ediyor. Müslüman cemaate hitabeden
ayetler, bazı yüzlerin ak, bazısının da kara olacağı günde, o büyük
sonun acıklı azabını tatmaları için ehl-i kitaba itaat etmekten sakındırıldıkları
sonucuna bizi götürüyor.
İki
gurubun varacağı sonucu niteliği açıkladıktan sonra vahyin ve Risaletin doğruluğu,
kıyamet günündeki ceza ve hesabın ciddiyeti açıklanıyor. Ayrıca, dünya
ve ahirette Allah'ın verdiği hükümlerdeki mutlak adaleti, göklerde ve yerde
bulunanlar üzerindeki Allah'ın hükümranlığı ve her halukârda bütün işlerin
O'na döneceği gerçeklerini içeren Kur'an'ın bilinen üslubuna uygun bir açıklama
takip ediyor.
108-
Bunlar Allah'ın ayetleridir. Onları sana hakk içerikli olarak okuyoruz. Allah
kesinlikle alemlere zulmetmek istemez.
109-
Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ındır. Her işin mercii Allah'tır.
Bu
manzaralar, bu gerçekler, bu sonuçlar, Allah'ın ayetleri ve açıklamaları...
Evet, bunları biz sana hakk olarak okuyoruz. Bu yerleştirdiği ilke ve değerleri
ve umduğu sonuç ve cezaları bakımından hakktır. Çünkü bu değerleri ve
sonuçları belirlemeye, cezaları koymaya ve kullarına hayat metodu indirmeye
yetkili zat tarafından indirilmiştir. Ayrıca hükmü adil olan, göklere ve
yere ve her ikisinde bulunanlara emretme yetkisine sahip bulunan ve bütün işler
sonuçta kendisine dönecek olan yüce Allah bununla kullarına zulmetmeyi
dilememiştir. Aksine, yüce Allah, yapılan işe karşılık vermekle hakkın
gerçekleşmesini, adaletin oluşması ve işlerin Celâline lâyık bir
ciddiyetle yürümesini dilemiştir. Yoksa, sayılı günlerin dışında
kendine ateşin dokunmayacağını iddia eden ehl-i kitabın zannettiği gibi değildir
mesele...
Bundan
sonra ayet-i kerime müslümanlara konumlarını, değerlerini ve hakikatlerini
öğretmek için kendilerini anlatıyor. Bunun ardından, değerlendirmede onları
aldatmaksızın imanın sevabı ve hayrı konusunda umutlandırmak gayesiyle,
hakikatlerini açıklayarak ehli kitabın vasıflarını anlatıyor. Artık müslümanlar,
düşmanları yönünden tatmin olmuşlardır. Onların hile ve savaşları
kendilerine hiçbir zarar veremeyeceği gibi kendilerine galip de
gelemeyeceklerdir. Ayrıca onlardan küfredenler için ahirette Cehennem azabı
da vardır. İman ve takva olmaksızın dünya hayatında infak ettikleri malları
da kendilerine bir yarar sağlamayacaktır;