İSLÂM
ÜMMETİ
110-
Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği
emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız.
111-
Onlar size eziyetten başka bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşa girişirlerse
arkaya dönüp kaçarlar, sonra onlara yardım eden de bulunmaz.
112-
Nerede olsalar, onlara aşağılık damgası vurulmuştur. Yalnız, Allah'ın
ipine ve insanlar ile yaptıkları antlaşmalara bağlı kalanlar müstesna.
Onlar Allah'ın gazabına uğradılar, alınlarına perişanlık damgası
vuruldu. Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve sebepsiz yere
peygamberleri öldürmeleri yüzündendir. Çünkü onlar Allah `a başkaldırmış
ve ölçüleri çiğnemişlerdir.
113-
Ama onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinin içinde geceleri ayakta durup
Allah'ın ayetlerini okuyan ve secdeye kapanan bir kesim vardır.
114-
Bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederek kötülükten
sakındırırlar, hayırlı işlere koşarlar. Onlar iyi kullardandırlar.
115-
Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır. Hiç kuşkusuz
Allah takvalıların kimler olduğunu bilir.
116-
Kafirlere gelince, ne malları ve ne de evlatları kendilerine Allah'a karşı
hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar Cehennemliktirler, orada sürekli olarak
kalacaklardır.
117-
Onların bu dünya hayatındaki maddi harcamaları, kendilerine zulmetmiş
kimselerin tarlası üzerinden eserek bu tarlanın ekinini mahveden dondurucu rüzgara
benzer. Allah onlara zulmetmiş değildir, tersine onlar kendi kendilerine
zulmetmişlerdir.
Bu
bölümdeki ilk ayetler, müslüman cemaati şereflendirerek makamlarım yükseltip
başka hiçbir topluluğun erişemeyeceği özel bir konuma getirmesi yanında
onların omuzlarına yeryüzünde ayrı bir görevde yüklemektedir. "Siz
insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği
emreder kötülükten sakındırırsınız. Ve Allah'a inanırsınız..."
Ayette
geçen ve meçhul sigasından gelen "çıkarılmış" kelimesi ile
ifade edilen deyim dikkat çekici bir tabirdir. Bu ifade nerede ise, bu ümmeti
gayb karanlıklarından çekip çıkaran ve ötesini Allah'tan başka kimsenin
bilmediği sonsuz perdenin ötesinden açığa doğru iten ve herşeyin planlayıcısı
latif bir eli işaret ediyor. Bu kelime, kendine özgü bir rolü, bir makamı
ve bir hesabı olan bu ümmeti varlık sahnesine çıkaran, gidişi gizli ve
deprenişi latif bir hareketi tasvir ediyor.
"Siz
insanlar için ortaya çıkarılmış en bayırlı ümmetsiniz.
Bu
müslüman cemaatin, kendi gerçeğini ve değerini bilmeleri için idrak
etmeleri gereken şey budur... Aynı zaman bu cemaat öncü ve önder olarak çıkarılmıştır.
Yüce Allah, yeryüzü önderliğinin, iyiliğin emrinde olmasını diler, kötülüğün
değil. Bu yüzden müslüman ümmetin kendi dışındaki cahiliyyeye mensup
milletlere herhangi bir konuda başvurması, konumuna uygun bir davranış değildir.
Ancak diğer milletler müslümanın akidesine başvurabilirler. Bunlar aynı
zamanda yanlarında var olan İslâm'daki sağlam inanç, düşünce sistemi,
ahlâk, marifet ve ilim gibi şeylerden yararlanabilirler. Bu yararlandırma müslümana,
bulunduğu konumun ve varlık gayesinin yüklediği bir görevdir. Onun görevi
sürekli önde bulunmak ve daima önderlik makamında olmaktır. Bu makamda
bulunabilmek için bazı gerekler vardır. Öncelikle iddia ile verilmez, aynı
zamanda, ehil olunmadıkça da teslim edilmez. Müslüman cemaat ise gerek
itikadi düşüncesi gerekse sosyal düzeniyle bu makama layıktır. Ancak bu görevini
sürdürebilmesi ve hilâfet görevinin hakkını verebilmesi için ilmi
ilerleme ve yeryüzünün imarı konusunda da ehil olmalıdır. Bu ümmetin, doğrultusunda
hareket ettiği ilahi metod, ondan çok şey istemektedir. Eğer müslüman ona
uyup icaplarını yerine getirerek gereklerini ve yükümlülüklerini idrak
ederse bu inanç müslüman cemaati her alanda ileriye götürmektedir.
Bu
konumun başta gelen gereklerinden biri; beşer hayatının şer ve fesattan
korunması ile iyiliği emr ve kötülüğü nehy görevini yerine getirebilmesi
için, kendisine özgü bir kuvvetinin bulunmasıdır. Evet, bu ümmet insanlar
için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetdir. Bu özellik güzel
davranmaktan ve sevmekten kaynaklanmadığı gibi tesadüf eseri verilmiş
herhangi bir değeri olmayan birşey de değildir. Aynı zamanda "Biz
Allah'ın çocukları ve sevenleriyiz" diyen ehl-i kitabın dediği gibi özellikleri
ve yücelikleri dağıtmak ta değildir. Asla. Yüce Allah bütün bunlardan münezzehtir.
Bu din, iyilik ve kötülüğün sınırlarını belirleyen, imanla beraber beşer
hayatını, kötülükten koruyup iyilik üzere ikame etmek için uygun bir
pratiktir.
"...İyiliği
emreder kötülükten sakındırırsınız. Ve Allah'a inanırsınız."
Bu,
hayırlı ümmetin, yükümlülükleri ve bu yükümlülüklerin ötesindeki
zorluklar ve yolundaki dikenlerle beraber yükselmesidir. Bu, kötülüğe saldırıp,
iyiliği teşvik etmek ve toplumu fesat etkenlerinden korumaktır. Bütün
bunlar zor ve meşakkatli işler olmakla beraber salih bir toplum kurmak,
korumak ve yüce Allah'ın dilediği hayat tarzını gerçekleştirmek için
zaruridir.
Şüphesiz,
değerler için sağlıklı bir ölçü koymak ve iyilikle kötülüğe sağlıklı
bir tanım getirmek için Allah'a iman gereklidir. Ayrıca bu konuda toplumun
uyum içinde olması da yeterli değildir. Çünkü fesat o derece yaygınlaşır
ki, ölçüleri bozup toplumu yanıltabilir. O halde hayr, şerr, üstünlük,
alçaklık, iyilik ve kötülük hakkında insanlardan herhangi bir neslin üzerinde
ittifak ettiği kuralın dışında, bir temele dayanan değişmez bir ölçüye
dönmek kaçınılmazdır. İman insanın kendisine varlık ve yaratanıyla olan
ilişkileri konusu ile varlığının gayesi ve bu evrendeki gerçek konumu hakkında
sağlıklı bir düşünce yerleştirmekle bu ölçüyü gerçekleştirir. İşte
bu genel ölçüden ahlaki kurallar doğar... Çünkü, Allah'ın rızasını
celbetmek ve O'nun gazabından sakınmak duygusu insanı bu kuralları gerçekleştirmeye
sevkeder. Aynı şekilde Allah'ın vicdanlar üzerindeki egemenliği ve O'nun şeriatının
toplum üzerindeki hakimiyeti bu kuralları koruma düşüncesini güçlendirir.
Sonra, iyiliği emredip kötülükten nehyederek hayra çağıranların bu meşakkatli
yolda yürümeleri ve zorluklara güç yetirebilmeleri için kuvvetli bir imana
sahip olmaları kaçınılmazdır. Çünkü, bütün dehşet ve azametiyle kötülüğün
tağutu, bütün edepsizliği ve şiddetiyle şehvetin tağutu ve habis ruhların
alçaklığı, gayretlerin isteksizliği ve arzuların ağırlığıyla karşılaşacaklardır.
Bunlara karşılık azıkları sadece imandır. Bütün cephaneleri imandır ve
destekleri yalnızca Allah'tır. Çünkü iman azığından başka bütün azıklar
tükenir, iman cephanesinden başka bütün cephaneler patlar ve Allah'ın desteğinden
başka bütün destekler yıkılır.
Surenin
akışı içinde gördük ki, müslüman cemaate, kendi içinde hayra çağıran
iyiliği emredip kötülüğü nehyeden bir grup oluşturmaları görevi
veriliyor. Burada ise yüce Allah müslümanların tümünü insanlık
cemiyetinde tanınmalarını sağlayan bu yüce esasları yaygınlaştırmadıkları
sürece gerçek anlamda varolamayacaklarını anlamasını sağlamak için bu sıfatlarla
nitelendiriyor. Ortada iki durum var. Ya Allah'a imanla beraber hayra çağırıp,
iyiliği emr ve kötülüğü nehyedecekler ki, ancak bu durumda gerçek anlamda
varlıkları söz konusu olabilir ve müslüman ismini hakkedebilirler. Ya da
bunlardan hiçbirini yerine getirmeyecekler ve bu durumda da varlıkları söz
konusu olamayacağı gibi müslüman sıfatına da lâyık olmayacaklardır.
Kur'an-ı
kerimin birçok yerinde bu hakikat yerleştirilir. Ayrıca aşağıda bazısını
aktaracağımız Resulullah'ın birçok sahih emir ve direktifleri mevcuttur:
"Ebu
Said el-Hudri'den, Resulullah'ın şöyle dediğini işittim: "Sizden
biriniz bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin, şayet buna gücü
yetmezse diliyle değiştirsin, ona da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu
ise imanın en zayıfıdır." (Müslim)
İbn-i
Mes'ud, Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "İsrailoğulları
günaha dalınca alimleri onları nehyettiler; fakat, onlar dinlemediler.
Alimler de onlarla düşüp kalktılar ve yiyip içtiler. Allah da bazısının
kalbini bazısına çarptı. Davut'un, Süleyman'ın ve Meryem oğlu İsa'nın
dilinden onlara lanet etti. -Sonra Resulullah oturup şöyle dedi-: `Hayır.
Nefsim elinde olana yemin ederim ki; siz onları hakka döndürünceye kadar uğraşırsınız'
Yani şefkat gösteri çevirirsiniz." (Ebu Davud ve Tirmizi)
Huzeyfe
(R.A.)nin rivayetine göre Resulullah şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana
yemin ederim ki ya iyiliği emreder, kötülüğü nehyedersiniz ya da Allah üzerinize
azabını gönderir de dua edersiniz ama duanızı kabul etmez." (Tirmizi)
İrs
İbni Umeyr el-Kindi'den, Resulullah şöyle buyurdu: "Yeryüzünde hata işlendiğini
görüp de nehyedenler onu görmemiş gibidirler. Görmeyip de rıza gösterenler
görmüş gibidirler." (Ebu Davud)
Ebu
Said el-Hudri'den Resulullah şöyle buyurdu: "Cihadın en büyüğü zalim
sultan karşısında söylenen adalet sözüdür." (Ebu Davud, Tirmizi)
Cabir
b. Abdullah Resulullah'tan şöyle rivayet eder: "Şehidlerin efendisi
Hamza'dır. Birde zalim sultana karşı emir ve nehiyleri tebliğ ederek öldürülen
kişidir." (Müstedrek Lil-Hâkim.)
Bunlardan
başka daha birçok hadis... Hepsi de müslüman toplumda bu özelliğin temel
oluşunu ve gerekliliğini yerleştiriyor. Ayrıca Kur'an ayetlerinin yanında
bu hadisler, değerini ve hakikatini bilemediğimiz geniş ve planlı bir eğitim
ve yöneltmenin unsurlarını içermektedir.
Şimdi
de bu bölümdeki diğer ayetlerin açıklamalarına dönüyoruz.
"Eğer
ehl-i kitap ta iman etseydi kendileri için daha hayırlı olurdu. Onlardan iman
edenler vardır ama çoğunluğu fasıktır."
Bu
ifade ehl-i kitabın imana gelmesi için bir teşviktir. Çünkü, iman etmeleri
onlar için hayırlı olacaktır. Dünyada, onların birleşmelerine engel olan
itikadi düşüncelerinden kaynaklanan ayrılık ve zayıflıktan kurtulmaları
bakımından hayırlıdır. Çünkü itikadî düşünceleri, hayat için bir
sosyal düzenin kuralları olmaktan uzaktır. Bu yüzden sosyal düzenlerini bir
temele dayandıramadılar. Varlık, insan varlığı, sosyal düzen, insanın
evrendeki konumu ve amacı hakkında eksiksiz bir yoruma dayanmayan her sosyal düzen
aksak ve boşlukta kalmaya mahkum olur. Ayrıca İslâm'a iman, onları ahirette
mümin olmayanları bekleyen sonuçtan kurtarması bakımından da hayırlıdır.
Sonra
ayet, onlardan salih olanların hakkını teslim ederek durumlarını açıklamaktadır:
"Onlardan,
iman edenler vardır ama, çoğunluğu fasıktır."
Aralarında,
Abdullah b. Selâm, Esed b. Ubeyd, Sa'lebe b. Şa'be ve Ka'b b. Malik bulunan
ehl-i kitaptan bir topluluk iman etmiş ve müslümanlıkları güzel karşılanmıştı.
Burada ayet-i kerime onlara kısaca değinmektedir. (Daha sonraki ayette
tafsilatlı değinilecektir). Çoğunluğu ise, Allah'ın, "Herbirinin
kendisinden sonra gelen kardeşine iman etmesi ve yardım etmesi" yönünden
nebilerle yaptığı misaka bağlı bulunmamak suretiyle Allah'ın dininden sapmışlardır.
Ayrıca İsrailoğulları dışında bir Resul göndermesinden dolayı O'nun
iradesine teslim olmaktan, bu Resule uyup itaat etmekten ve Allah'ın bütün
insanlar için irade buyurduğu kanunlarıyla yönetilmekten yüz çevirmelerinden
dolayı da Allah'ın dininden sapmışlardır.
Medine'de
bazı müslümanlarla yahudiler arasında çeşitli alanlarda birtakım ilişkiler
olduğundan o güne kadar da askerî ve ekonomik bakımından yahudilerin,
zahiri bir kuvvetleri bulunduğunda bazı müslümanlarca yahudilerin bu durumu
hesaba katılıyordu. Kur'an-ı Kerim, bu fasıkların müslüman ruhlar üzerindeki
etkilerini azaltmak için küfürlerini, günahlarını, isyanlarını ve ayrılığa
düşüp bölük pörçük olmalarını dile getiriyor. Devamla Kur'an,Allah'ın
üzerlerine alçaklık ve miskinlik damgası vurması yüzünden, içinde
bulundukları zayıflıklarını açıklıyor. "Onlar eziyetten başka
zarar veremezler. Eğer sizinle savaşa giriş5rlerse arkaya dönüp kaçarlar
sonra onlara yardım eden de bulunmaz."
"Nerede
olsalar, onlara aşağılık damgası vurulmuştur. Yalnız Allah'ın ipine ve
insanlar ile yaptıkları anlaşmalara bağlı kalanları müstesna. Onlar
Allah'ın gazabına uğradılar, alınlarına perişanlık damgası vuruldu. Bu,
onların Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve sebepsiz yere peygamberleri öldürmeleri
yüzündendir. Çünkü onlar Allah'a başkaldırmış ve ölçüleri çiğnemişlerdir."
Bununla
yüce Allah, müminlere zafer ve sonuçta da selâmet vaad ediyor. Dinlerine ve
Rabblerine emin olarak bağlandıkları sürece kâfirlerin düşmanlıklarından
korkmamalarını açıkca ifade ediyor.
"Onlar
size eziyetten başka zarar veremezler. Eğer sizinle savaşa girişirlerse
arkaya dönüp kaçarlar."
Dâvânın
esasını etkileyecek kadar köklü ve derin bir zarar veremeyecekleri gibi, müslüman
cemaatin yapısına da etkili olup onu yeryüzünden silemezler. Sadece çarpışmadan
kaynaklanan bir eza ve günlerin geçmesiyle unutulacak bir acı
dokundurabilirler. Ancak müslümanlarla savaşa tutuştuklarında yenilmeye
mahkûmdurlar. Ve neticede zafer müminlerin olacaktır, onların değil. Ayrıca,
onlara yardım edecek ve onları müminlere karşı koruyacak kimse de bulunmaz.
Bunun sebebi, "Alınlarına perişanlık damgası vurulmuş" olması
ve sonuçlarının belirlenmiş olmasıdır. Yeryüzünün her tarafında zelil
durumdadırlar. Allah'ın ve müminlerin zimmetine girmekten başka hiçbir şey
onları koruyamaz. Müslümanların zimmetine girdikleri zaman kanları ve
mallarını haksız yere heder olmaktan kurtardıkları gibi güven ve huzur
ortamı da bulurlar-. Yahudiler, o zamandan beri müslümanların zimmetine
girmeleri dışında hiçbir yerde rahat yüzü göremediler. Buna rağmen, yeryüzünde
hiç kimse müslümana düşmanlıkda yahudileri geçememiştir. "Allah'ın
gazabına uğradılar..." Sanki -kendilerine ceza olarak verilen- göçten
döndükleri zaman bu gazabı taşıyorlardı. "Alınlarına perişanlık
damgası vuruldu." Bu perişanlık, vicdanlarında yaşamakta ve duygularında
yer etmektedir.
Bütün
bu olaylar bu ayetin nüzulünden sonra meydana gelmiştir. Müslümanlarla ehl-i
kitap arasında meydana gelen her çarpışmada, dinlerini korudukları,
akidelerine sarıldıkları ve Allah'ın metodunu hayatlarında uyguladıkları
sürece, zafer müslümanların olmuştur. Düşmanları ise, yenilmiş, horlanmış,
ya dinini terk etmiş ya da müslümanların zimmetine girmişlerdir.
Burada
Kur'an-ı kerim yahudilerin bu kaderlerinin, dindarlık iddiasında bulunan her
topluluğa genelleştirecek sebebini açıklıyor, isyan ve taşkınlık...
"...Bu,
onların Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve Peygamberleri sebepsiz yere öldürmeleri
yüzündendir. Çünkü onlar Allah'a başkaldırmış ve ölçüleri çiğnemişlerdir."
Gerek
kökten inkar etmek, gerekse hükmüne başvurmayıp pratik hayatta uygulamamak
suretiyle Allah'ın ayetlerine küfretmek, Peygamberleri ve surenin bir başka
ayetinde değinildiği gibi insanlardan adaleti emredenleri haksız yere öldürmek,
isyan ve taşkınlık Allah'ın gazabına uğramanın, yenilginin alçaklık ve
miskinliğin sebepleri olan meziyetlerdir. Bu özellikler bugün yeryüzünün
çeşitli yerlerine dağılmış kendilerine boş yere müslüman ismi vermiş müslüman
kırıntılarının arasında oldukça yoğundur. Evet, Rabblerine bu
meziyetlerini sunuyorlar. Sonuçta da Allah'ın yahudilere yazdığı; yenilgi,
alçaklık ve miskinliğe dûçar oluyorlar. Onlardan: "Müslüman olduğunuz
halde yeryüzünde niçin yeniliyoruz?" diyenler bunu demeden önce, İslâm
nedir? Müslüman kimdir? Bunları öğrenip sonra diyeceklerini desinler.
Ayet-i
kerime, ehl-i kitaptan hayırlı bir azınlığı istisna tutmayı da ihmal
etmeyerek ehl-i kitabın hepsinin bir olmadığı gerçeğini ifade ediyor.
Aralarında Rabbleriyle olan durumları tıpkı sadık müminlerin durumuna
benzeyen ve Allah'ın yanındaki mükafatları salih müslümanlara verilen mükafatın
aynısı olan müminlerin olduğunu bildiriyor.
"Ama
onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinin içinde geceleri ayakta durup Allah'ın
ayetlerini okuyan ve secdeye kapanan bir kesim vardır."
"Bunlar
Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emredip kötülükten sakındırırlar.
Hayırlı işlere koşarlar. Onlar iyi kullardandırlar."
"Onların
yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah
takvalıların kimler olduğunu bilir."
Bu,
ehl-i kitaptan iman edenlerin parlak bïr manzarasıdır. Şüphesiz onlar, doğru,
köklü, tam ve kapsamlı bir imanla inanıp, müslümanların safına katılarak
bu dini korumaya özen göstermişlerdi. Çünkü onlar Allah'a ve ahiret gününe
iman etmişlerdi. İmanî sorumluluklarını yerine getirip katıldıkları
-insanlar içerisinden çıkarılmış en hayırlı ümmet- müslüman ümmet
ismini hak ederek iyiliği emredip kötülüğü nehyetmişlerdir. Ruhların
tamamen iyiliğe yönelterek onu kendilerine yarıştıkları bir hedef yapmışlar
ve hep beraber iyiliklere koşmuşlardı. Bundan dolayı da salihlerden oldukları
ve yüce Allah'ın onların muttakîlerden olduğunu bildiğine işaret
edilerek, haklarının zayi olmayacağına ve ecirlerinin inkâr edilmeyeceğine
dair bu doğru söz varid oluyor.
Bu
manzara, nurlu ufuklardaki parlak aydınlığa özlem duyanların ruhlarında
aynı duyguları canlandırmak için bu yüce şahitliğe ve bu doğru söze rağbet
edenlerin gözleri önüne seriliyor.
Bir
yanda bu manzara... Diğer yanda ise, kâfirler. Sağlam bir hedef ve amaca ulaştırıcı
bir yol üzere değildirler. Bunlar kendilerinde olmadan ne iyilik ne açık bir
düşünce ve ne de idrak edilen ve anlaşılan bir temelleri de yoktur. Tam ve
kapsamlı doğru bir metoda dayanmayan hayat biçimleri kısa sürekli bir hevanın
egemen olduğu bir eğilimden öteye birşey olmadığından temelsizdir.
Allah'a imandan kaynaklanan iyiliğin sağlam ve doğru çizgisine bağlanmadıkları
için malları, çocukları ve infak ettikleri şeyler onlara dünyada hiçbir
yarar sağlamayacağı gibi ahirette de hiçbir şey kazandırmayacaktır.
KÂFİRLERİN
HALİ
"Kafirlere
gelince ne malları ve ne de evlatları kendilerine Allah'a karşı hiçbir
fayda sağlamayacaktır. Onlar Cehennemliktir orada sürekli olarak kalacaklardır."
"Onların
bu dünya hayatındaki maddi harcamaları, kendilerine zulmetmiş kimselerin
tarlası üzerinden eserek bu tarlanın ekinini mahveden dondurucu rüzgara
benzer. Allah onlara zulmetmiş değildir, tersine onlar kendi kendilerine
zulmetmişlerdir.."
Böylece
bu hakikat, Kur'an'ın güzel üslûbuyla, hareket ve canlılık dolu bir sahne
içinde çiziliyor... Malları ve çocukları onları Allah'tan koruyamadığı
gibi ateşten kurtulmaları için de bir bedel olamaz ve onları ateşten
kurtaramaz. Onlar ateş ehlidirler. İyilik yapıyoruz zannıyla harcadıkları
da dahil, mallarından infak ettiklerinin tümü boşa gitmiştir. Çünkü
imana bağlanmayan ve imandan kaynaklanmayan hiçbir davranış iyilik değildir.
Ancak Kur'an, meseleyi anlatırken bizim gibi anlatmıyor; O, hayat dolu canlı
bir sahne çiziyor...
Birden
bire kendimizi ekine hazırlanmış bir tarla karşısında buluyoruz. Tarla
ekilmiştir. Fakat, o da ne? Bir rüzgar esiyor. Soğuk, dondurucu ve kavurucu
bir rüzgar. Taşıdığı şiddetli soğukla o tarlayı mahvetmiş bile... Sözün
kendisi bile kızgınlıkla atılmış gibi, etkileyici sesiyle aynı manayı
tasvir ediyor. Ve biz neler olup bittiğini anlamadan ekinin tamamen kökünün
kuruduğunu, harap olduğunu görüyoruz.
Herşey
bir anda olup bitiyor. Helâk ve yokluk bir anda oluyor. Bir de bakıyoruz ki
ekinin tümü etrafa saçılmış durumda... İşte, görünüşte hayır ve
iyilik için infak ediliyor zannını uyandırıyorsa da kâfirlerin bu dünyada
infak ettiklerinin ve sahip oldukları mal ve evlat nimetlerinin örneği budur.
Hepsi de helak olup yok olacaktır. Karşılığında ne bir menfaat ne de bir
metâ vardır.
"Allah
onlara zulmetmiş değildir. Tersine, onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir."
Onlar,
hayır ve iyiliğin proğramını düzenleyen, ona köklü, sağlam ve doğru
bir çizgi kazandıran, çizilmiş bir hedefi, anlaşılan bir nedeni ve belli
bir proğramı olan ve hiçbir şeyi geçici duygulara, kapalı arzulara ve sağlam
doğru metoda dönmeyen başıboşluklar katetmemiş ilahi metodtan sapan
kimselerdir.
Onlar,
sapıklığı ve dalaleti seçip Allah tarafından uzatılmış ipe sarılmaktan
kaçınarak başıboşluğu tercih ettiler. O halde görünürde iyilik yolunda
yaptıkları infaklar da dahil bütün amelleri boşa gitmiştir. Ekinlerine
yokluk isabet etmiştir. Malları ve çocukları da onları kurtaramayacaktır.
Burada yüce Allah onlara zulmetmiyor, Allah'ın metoduna bağlanmama ve sapıklığa
düşmelerinden dolayı onlar kendilerine zulmediyorlar.
Böylece
ayeti kerime, iman metoduna bağlanmadıkça ve imandan kaynaklanmadıkça hiçbir
çabanın mükafat ve hiçbir çalışmanın değeri olmadığı gerçeğini
yerleştiriyor. Bu gerçeği yüce Allah söylüyor ve vicdanlara yerleştiriyor.
Bundan sonra insana konuşmak düşmez. Bu gerçek hakkında da, hiçbir
bilgiye, hidayete ve apaçık bir kitaba dayanmadan Allah'ın ayetlerini tartışanlardan
başkası ileri geri konuşamaz.
DÜŞMANI
DOST EDİNMEK
Ehl-ı
kitabın yaşam tarzlarındaki bozukluğu açıklamak, mücadelelerindeki
safsatayı ortaya çıkarmak, müslümanlar için kötülük istediklerini ifade
etmek ve kendileriyle mücadeleye girişen, bozulmuş sapıklara hiçbir konuda
başvurmaksızın kendi sorumluluklarını yerine getirmeleri konusunda müslüman
cemaate direktif vermekle başlayan bu dersin ve sureden bu uzun bölümün
sonunda, tabii düşmanlarından dostlar edinmemeleri ve müslümanlara düşman
oldukları halde sırları ve hayati çıkarları konusunda onlara güvenmemeleri
gerektiğine ilişkin müslüman cemaate yönelik bir uyarı geliyor. Bu uyarı,
her zaman ve her yerde kanıtlarını bulabileceğimiz tarzda kapsamlı ve süreklidir.
Bunu Kur'an olabildiğince canlı çiziyor. Ancak, Kur'an ehli bu gerçekten çok
uzaktadır. İşte bu gafletlerinin sonucunda bunca kötülük, bunca eziyet ve
mihnet başlarına geldi ve daha da gelecektir.
118-
Ey müminler, kendinizden başkasını sırdaş ve dost edinmeyiniz. Olanca güçleri
ile size zarar dokundurmaya, dirliğinizi bozmaya çalışırlar, karşılaştığınız
her sıkıntı onları sevindirir. Gerçi kinleri ağızlarından taşmıştır
ama kalplerinde saklı tuttukları kin daha büyüktür. Eğer düşünecek
olursanız size ayetlerimizi açık açık anlattık.
119-
İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, oysa onlar sizi
sevmezler; bir de kitabın tümüne inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıklarında
'inandık' derler fakat kendi başlarına kaldıkları zaman size duydukları öfke
yüzünden parmak uçlarını ısırırlar. De ki; `Öfkenizden ölün (çatlayın).
Hiç şüphesiz Allah kalplerin içini dışını bilir.'
120-
Eğer size bir iyilik dokunacak olsa bu onları üzer. Eğer başınıza bir kötülük
gelse bu yüzden sevinirler. Eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız, onların
hilesi size hiçbir zarar veremez. Hiç şüphesiz Allah'ın bilgisi onların
yaptıklarını kuşatmıştır.
Bu,
gizli duyguları, görünen davranışları ve gidip gelen hareketleri gösteren
ve ruhların derinliklerinde görünen izlerini konuşturan net ve mükemmel bir
portredir. Bu suretle her zaman ve her yerde benzeri görülen bir insan tipini
canlandırıyor. Müslüman cemaatin çevresinde bugün ve yarın, benzer düşman
tiplere rastlayacağız şüphesiz. Bunlar, müslümanların güçlü olduğu ve
zafer elde ettikleri zaman sevgi gösterilerinde bulunurlar. Ancak gözleri ve
uzuvları bu hallerini yalanlamaktadır. Müslümanlar da bunlara aldanarak
onlara sevgi ve bağlılık gösterirler. Oysa onlar, müslümanlar için ızdırap
ve fitneden başka birşey dilemezler. Gece gündüz, fırsatını buldukça, müslümanlara
eziyet etmekten, yollarına diken serpmekten onlara hile ve desiseler hazırlamaktan
geri durmazlar.
Kur'an-ı
kerimin çizdiği bu manzara, bu harikulâde tablo, öncelikle Medine'deki müslümanlara
komşu olan ehl-i kitabın durumuna uymakta. İslâm ve müslümanlar hakkında
besledikleri korkunç kini, tasarladıkları kötülüğü ve göğüslerinde
kaynayan kötü niyetlerini ustaca çizmektedir. Üstelik bu dönemde, müslümanlardan
bazıları bu Allah'ın düşmanlarına aldanmakta, onlara sevgiyle yaklaşmakta,
müslüman cemaatin sırları konusunda onlara güvenmekte, onlardan sırdaş,
dost ve arkadaş edinmekte ve onlara bu yaklaşımının sonunda korkmaksızın
sırlarını açıklamaktadırlar. İşte bu aydınlatma ve sakındırma, müslüman
cemaate, işin gerçeğini göstermekte müslümanların gösterdiği sevgi ve
arkadaşlığın dahi gidermediği tabii düşmanlarının hilelerinden onları
korumaktadır. Bu aydınlatma ve sakındırma, belli bir tarihsel dönemle sınırlı
olmayıp, her zaman pratik hayatta karşılaşılan sürekli bir hakikattir. Şu
andaki durumumuz bunu açıkça doğrulamaktadır.
Müslümanlar
kendilerinden başkasını, yani metod ve araçları itibariyle kendilerinden
farklı olan insanları sırdaş edinmemeleri ve onları, güvendikleri sırlarını
açtıkları ve danıştıkları bir konumda bulundurmamaları gerektiğine ilişkin
Rabblerinin emrinden habersizdirler. Müslümanlar, Rabblerinin bu emrinden
habersiz olarak bunlara benzer insanları, her işte, her halde ve durumda, her
düşüncede, hülasa bütün işlerindeki metod ve yollarında başvurulan
merci edindiler.
Müslümanlar,
Allah'ın sakındırmasından habersiz olarak, Allah'ın ve Resulünün düşmanlarına
sevgi beslemekte ve onlara göğüslerini ve kalplerini açmaktadırlar.
Yüce
Allah ilk müslüman cemaate olduğu kadar her nesilden gelecek müslüman
cemaatlere şöyle buyurmaktadır:
"Karşılaştığınız
her sıkıntı onları sevindirir. Gerçi kinleri ağızlarından taşmıştır.
Kalplerinde saklı tuttukları kin ise daha büyüktür."
Yine
şöyle buyurulmaktadır:
"Siz
onları seversiniz oysa onlar sizi sevmezler. Bir de kitabın tümüne inanırsınız.
Onlar sizinle karşılaştıklarında "inandık" derler. Fakat kendi
başlarına kaldıkları zaman size duydukları kin ve öfke yüzünden
parmaklarını ısırırlar."
Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Eğer
size bir iyilik dokunacak olursa bu onları üzer. Eğer başınıza bir kötülük
gelse bu yüzden sevinirler."
Ardarda
bu acı deneyimler yüzümüze sert bir tokat gibi çarptığı halde, biz gene
ayılmayız. Bir kaç kere değişik kılıklara bürünen tuzakları ortaya çıkardığımız
halde yine de ibret almayız. Defalarca, ağızlarından kaçırdıkları ve müslümanların
sarfettiği sevginin gideremediği ve onlara dinin öğrettiği hoşgörünün
bile silemediği kinlerini yaydıkları halde, dönüp onlara kalplerimizi açıyor
ve onlardan hayat ve yol arkadaşı ediniyoruz. Onlara hoş görünme
kompleksimiz veya onlar karşısındaki ruhsal yenilgimiz o dereceye varmış ki
inancımızda onlara hoş görünmek için dinimizden söz etmemeyi yeğlemiş
ve hayat metodumuzu İslâm'a dayandırmamaya başlamışız. Bizden önceki müslümanlarla
bu pusuda bekleyen düşmanlar arasında meydana gelen çarpışmalardan söz
etmekten korktuğumuz için tarihimizi süslü göstermeye çalışarak, gerçek
işaretlerini yok etmişiz. İşte bu yüzden Allah'ın emrine karşı
gelenlerin uğradığı cezaya çarptırılmışız. Bundan dolayı alçalıyor,
eziliyor ve alay ediliyoruz. Düşmanlarımızı sevindiren sıkıntılara uğruyor
ve onların saflarımızda çıkardıkları bozgunculuğa maruz kalıyoruz.
İşte
Allah'ın kitabı, ilk müslüman cemaate öğrettiği gibi, bize de, onların
tuzaklarından nasıl korunacağımızı, eziyetlerini nasıl bertaraf edeceğimizi
ve göğüslerinde gizledikleri, bazan da ağızlarından kaçırdıkları kötülüklerinden
nasıl kurtulacağımızı öğretiyor:
"Eğer
sabreder ve Allah'tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar veremez.
Hiç şüphesiz Allah'ın bilgisi onların yaptıklarını kuşatmıştır."
Eğer
çok kuvvetliyseler güçleri karşısında; aldatma ve dolambaçlı yollara başvurmuşsalar
hile ve tuzakları karşısında sabır, azimet ve direnç gösterip sabır ve
prensiplere bağlanmamız gerèkir. Yıkılmamalı ve zelîl olmamalıyız.
Onlardan beklenen bir kötülükten sakınmak ya da gelecek sevgilerini kazanmak
için akidenin bir kısmından veya tümünden vazgeçmemeliyiz.
Sonra
takva; yalnızca bir olan Allah'tan ve O'nun murakebesinden korkma.. Hiç kimse
ile, Allah'ın. metodunun gerektirdiği durumların dışında buluşmayan ve
Allah'ın ipinden başkasına sarılmayan kalpleri Allah'a bağlayan takva...
Bir kalp Allah'a bağlanınca, O'nun gücünden başkasını küçük görür ve
azimetinden gelen bu bağları güçlendirir; dolayısıyle kurtuluş istemek
veya şeref kazanmak için hiçkimseye teslim olmaz ve Allah ve Resulüne savaş
açmış kimselere sevgi beslemez.
İşte
yol budur: Sabır ve Takva... Allah'ın ipine yapışıp sarılmak... Bütün
tarihleri boyunca müslümanlar yalnızca Allah'ın kulpuna yapışıp hayatlarında
O'nun metodunu gerçekleştirdikleri sürece üstünlük ve zafer bulmuşlar,
Allah onları düşmanlarının tuzaklarından korumuş ve kelimeleri hep yüce
olmuştur. Aynı şekilde müslümanlar, bütün tarihleri boyunca, gizli ve açık
akideleri ve metodlarıyla savaşan tabii düşmanlarının kulpuna sarıldıkça,
onların sözlerine kulak verdikçe ve onlardan; sırdaş, arkadaş, yardımcı,
haberci ve danışman edindikçe, Allah onlara yenilgi tattırmış, düşmanlarını
içlerine yerleştirmiş, boyunlarını onların önünde eğdirmiş ve suçlarının
cezasını onlara tattırmıştır. Allah'ın sözünün ebedî ve O'nun sünnetinin
geçerli olduğuna bütün tarih şahittir. Kim, Allah'ın yeryüzünde görünen
kanununu görmezlikten gelirse, gözleri zillet, yenilgi ve alçaklıktan başka
birşey görmez.
Böylece
bu ders ve beraberinde de surenin ilk bölümü sona eriyor. Bununla surenin akışı,
çatışmanın zirvesine, tam ve kapsamlı ayrılığın doruğuna ulaşıyor.
Dersi
bitirmeden önce bütün bu düşmanlıklar karşısında İslâm'ın hoşgörüsüne
ilişkin bir gerçeği açıklamakta yarar vardır. İslâm, onlardan sırdaş
edinmemeyi emrediyor, ancak müslümanları düşmanlık, kin, iğrençlik,
desise ve hile ile karşılık vermeye teşvik etmiyor, yalnızca müslüman
cemaati, müslüman safları ve müslüman oluşumu koruyor. Sadece çevredekilerden
kaynaklanan tehlike karşısında onları korumak ve uyarmak amacı güdülüyor.
Çünkü müslüman, insanlarla ilişkilerinde İslâm'ın hoşgörüsüne göre
davranır, İslâm'ın nezafeti doğrultusunda bütün insanlara muamele eder ve
bütün insanları bu evrensel sevgi ve iyilikle karşılar. Hileden korunur,
ancak hile yapmaz. Kinden sakınır, ancak kin beslemez. Dininden dolayı
kendisiyle savaşıldığı, akidesinden dolayı işkenceye uğratıldığı ve
Allah'ın yolundan ve metodundan alıkonulduğu zaman bütün bunlara başvurabilir.
Böyle bir durumda; savaşması, fitneyi bertaraf etmesi ve insanları Allah'ın
yolundan ve O'nun metodunu hayatına hakim kılmaktan alıkoyan engelleri
ortadan kaldırması istenmektedir. Müslüman intikam için değil Allah
yolunda cihad için, savaşır. Kendisine eziyet edenlere duyduğu kinden dolayı
değil, beşeriyetin iyiliği için savaşır. Bu iyiliğin insanlara ulaşmasına
engel teşkil eden unsurları devirmek için savaşır. Galibiyet, üstünlük
ve sömürgecilik için değil... Gölgesinde herkesin adalet ve barıştan
yararlandığı sağlam düzeni kurmak için savaşır, ulusal bir bayrak dikmek
ya da imparatorluk kurmak için değil...
Bu,
birçok Kur'an ayetiyle hadisin yerleştirdiği ve yeryüzünde bu nasslar doğrultusunda
hareket eden ilk müslüman cemaatin tarihinin fiilen tercüman olduğu bir gerçektir.
Bu
metod iyiliktir. İnsanları buna uymaktan alıkoyanlar beşeriyetin en büyük
düşmanıdırlar. Bu metodun, bunları kovup beşeriyetin önderliğinden
uzaklaştırması gerekir. İşte müslüman cemaatten istenen budur. Bir kere
bunu en güzel şekliyle yerine getirdi. Ancak O, her zaman bu görevini yerine
getirmeye çağırılmaktadır. Çünkü cihad, bu sancak altında kıyamete
kadar sürecektir.
CİHAD
MEYDANI
Surenin
geçen kısmında ortaya konan, mücadele, tartışma, açıklama, aydınlatma,
yöneltme ve sakındırma savaşından sonra surenin akışı meydan savaşına
dönüyor. Uhud savaşına...
Uhud
savaşı, yalnızca meydanda yapılan bir savaş değildir. Aynı zamanda
vicdanlarda da girişilen ve alanı bütün savaş meydanlarından daha kapsamlı
olan bir savaştır. Çünkü fiilî savaş meydanı, onun görkemli hareket
alanının sadece bir yönünü oluşturur. Onun alanı, her yönüyle insanların
nefisleri, düşünceleri, duyguları, arzuları, şehvetleri, savunma ve dirençleridir.
Orada Kur'an, savaşta savaşçıların yaralarım tedavi etmesinden daha etkili
ve daha kapsamlı bir şekilde en yumuşak ve enderin tedaviyi, bu nefislerde
gerçekleştiriyor.
Önce
zafer, arkasından yenilgi, bunlardan sonra da büyük zafer geldi. Kur'an'ın açıkladığı
gerçekleri açıkca bilmenin, bariz bir şekilde görmenin ve duyguları bu gerçekler
üzerine mükemmel bir şekilde yerleştirmenin zaferiydi bu... Aynı şekilde
bu, nefislerin arındırılma işleminin iyice belirlenmesinin ve bundan sonra müslüman
cemaatin müslüman saflardaki düşünce belirsizliklerinden, değerlerdeki cıvıklıklar
ile duygulardaki karmaşıklıklardan uzak ve serbestçe hareket edebilmesinin
zaferiydi bu durum. Zafer saflarındaki münafık unsurların büyük ölçüde
belirlenmesi, sözlerde, davranışlarda, bilinç ve gidişatta nifak ve doğruluğun
ayırıcı özelliklerinin tesbit edilmesi ile elde edilmiştir. Böylece imanın,
imana çağırmanın ve onun doğrultusunda hareket etmenin yükümlülüklerinin
açıklanması ve bütün bunların gereği olarak; bilgi, soyutlanma ve düzenlilik
açısından hazırlıklı olunması, bunlardan sonra, yalnızca bir olan
Allah'a itaat edip uyulması, yolda atılan her adımda yalnızca Allah'a dayanılması,
zafer ve yenilgi, hayat ve ölüm, kısacası her iş ve yönelişte işin
Allah'a döndürülmesi gerektiğinin açıklanması ile gerçekleşmiştir.
Olayların
ve olaylardan sonra gelen Kur'anî direktiflerin gerisinde müslüman cemaatin
çıkardığı bu büyük sonuç, zafer ve ganimetle elde edilecek sonuçla kıyaslanmayacak
kadar büyük ve üstün bir sonuçtur. Müslümanlar savaştan zafer ve
ganimetle dönmüş olsalardı bile yine de müslüman cemaat bu önemli sonuca
ihtiyaç duyacaktı. Çünkü zafer ve ganimet ile elde edecekleri binlerce sonuçtan
bin kere daha fazla böyle bir sonuca muhtaçtılar. Aynı zamanda, müslüman
ümmetin bundan çıkardığı ders, bir zafer ve ganimetten elde edilecek sonuçtan
çok daha önemli ve daha kalıcıdır. İşte müslüman saflarda görülen
eksiklik, zaaf, cıvıklık ve belirsizliğin ve bu olgulardan kaynaklanan
yenilginin ötesindeki yüce Allah'ın tedbiri... Evet, Sünnetullah'a uygun
olarak ve görünen tabii sebepler gereğince ortaya çıkan yüce Allah'ın
ulvi tedbiri, ibret, terbiye, uyanıklık, olgunluk, arındırma, temizlenme,
tertip ve düzenden ibaret bu önemli sonucu elde etmesi ve her nesilden gelecek
müslüman ümmetin, zafer ve ganimet de dahil hiçbir kıymetle ölçülmeyecek
derecede, tecrübe, gerçekler ve direktiflerden oluşan bu hazineye sahip olması
bakımından tamamen müslüman cemaat için hayırlı olmuştur.
Savaşı
Kur'an nefislerden ve bütün müslüman cemaatı kapsayan hayattan ibaret büyük
meydanda başlattı. Nihayet savaş yer meydanında sona erdi. Yüce Allah, bu
cemaat aracılığı ile ilim, hikmet, bilgi ve basirete dayalı takdirini gerçekleştirdi.
Dolayısıyla Allah'ın dilediği ve uygun gördüğü oldu. Bu tedbirde, zarar,
eziyet, imtihan ve acı meşakkatlerin ötesinde büyük bir iyilik gizli idi.
Kur'an'ın
savaştaki olayları sunuş tarzında dikkati çeken şey; savaş sahneleri,
olayların sunulması ve bu sahne ve olaylara ilişkin direktifler ile
nefislerin arındırılması, düşünce belirsizliklerinden kişinin kurtulması;
şehvetlerin boyunduruğundan, arzuların ağırlığından, kinlerin karanlığından,
hataların zulmetinden, hırs ve cimriliğin zaafından ve gizli arzulardan
kurtulmasına yönelik diğer direktifler arasındaki harikulade uygunluktur.
Aynı
şekilde, fiili savaşın ardından; faizden ve onun yasaklanmasından, şûradan
ve savaşın kötü sonuçlarındaki açık etkisine rağmen istişarenin teşvikinden
sözedilmesi de dikkat çeken bir husustur.
Sonra...
İnsanın nefsi ve insan hayatı içinde, Kur'an metodunun hareket ettiği sahanın
genişliği, hareket noktalarının çokluğu ve Kur'an metodunun bunlara nüfuz
edip olağanüstü bir olgunluğa ulaştırması...
Ancak,
bu Rabbanî metodun tabiatını kavrayamayanlar, bu uygunluktan, bu genişlikten,
bu etkileşimden ve bu olgunluktan hiçbirine hayret etmezler. Çünkü İslâmî
harekette savaş alam, yalnızca silâhın, atların, adamların ve mühimmatın,
savaş hazırlıklarının ve taktiklerin söz konusu olduğu alan değildir. Bu
sınırlı savaş, vicdanlarda ve müslüman cemaat için bir sosyal düzen oluşturma
alanında girişilen savaştan ayrı düşünülemez. Vicdanların arındırılması,
kurtarılması, soyutlanması ve kendisini bağlayıp Allah'a koşmasına engel
olan tüm bağlardan özgür olabilmesi için bunlar arasında sağlam ilişkiler
vardır. Aynı şekilde, müslüman cemaatin Allah'ın sağlam metodu uyarınca
üzerine bina edildiği düzenleme konuları bakımından da kuvvetli bağlar söz
konusudur. Bu arada ilahî metod, yalnızca egemen düzende değil, hayatın her
alanında şûrayı gerekli görür, Yine bu metod faize değil, yardımlaşmaya
dayanır. Çünkü yardımlaşma ve faizin aynı sistemde bir arada olmaları mümkün
değildir.
SAVAŞTAKİ
HAKİKATLER
Kur'an
müslüman cemaati, çatışmanın ışığında tedavi etmektedir. Ancak dediğimiz
gibi çatışma, savaş anıyla sınırlı değildir. Aksine, çatışma alanı
bundan çok daha büyüktür. Beşer nefsini ve pratik hayatım içine almaktadır
bu alan... Bu yüzden ayeti kerime faize yönelmekte ve onu yasaklamakta, gizli
açık infak etmeyi ele almakta, teşvik etmektedir. Allah'a ve Resulüne itaat
konusuna geçmekte ve bunları rahmete bir neden kılmaktadır. Ardından öfkeyi
yenmeye ve insanların kusurlarım bağışlamaya değinmekte, iyilik yapmaya,
tevbe ve istiğfar ile hatalardan arınmaya ve hatalarda ısrar etmemeye geçmekte
ve bunların tümünü Allah'ın hoşnutluğunun nedeni kılmaktadır. Ayrıca,
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) merhametli oluşunu ve bunun
ilahî rahmetin bir numûnesi olduğunu açıklamaktadır. Ayrıca şûranın
kaynağına ve onun en zor zamanlarda bile uygulanmasına değinmektedir. Aynı
şekilde ihanet edilmemesi gereken emanete değindiği gibi savaştan sonra
nazil olan ayetlerin bitiminde cömertliğe ve cimrilikten sakındırmaya geçmektedir.
Evet
bütün bunlara değinmektedir. Çünkü bunlar, müslüman cemaati bütün genişliğiyle
fiilî savaşı da kapsamakla beraber, sadece onunla sınırlı kalmayan, daha
kapsamlı ve büyük zafer elde edebilmek için son derece yorulmayı gerektiren
savaşa hazırlamaktadır. Bu savaşta nefislere, şehvetlere, arzulara ve
isteklere karşı galibiyet gerekmektedir. Bunlar kitlenin hayatını üzerine
kuracağı evrensel sistem ve değerleri yerleştirmekte zafere götüren
unsurlardır.
Bütün
bunlara beşeri varlık ve çabaları karşısında bu akidenin tekliğine işaret
etmek ve bunları bir tek eksene, yalnızca Allah'a ibadet ve kullukta bulunma
eksenine döndürmek ve bu konularda hassasiyet ve takva ile Allah'a yönelmek için
değinmektedir. Aynı zamanda, bunlara her halukârda beşer varlığına hükmeden
Allah'ın metodunun tekliğine değinmek ve bu metodun ışığında bu durumların
birbiriyle olan ilişkisine işaret etmek için değinilmektedir. Nitekim
bunlar, insanî faaliyetleri tümünün sonucunun birliğine, nefis
hareketlerinden her birisinin ve sosyal düzenin herbir parçasının bu sonuç
üzerindeki etkisine değinmek için de serdedilmektedir...
O
halde, bu kapsamlı direktifler, çatışmadan ayrı değerlendirilemezler. Çünkü
nefis; bilinçlenme, ahlâk ve sosyal sistem alanında girişilen savaşta zafer
elde etmedikçe, fiili savaş alanında da zafer kazanamaz. "Uhud"da
iki topluluğun karşılaştığı gün geri dönenler bazı günahları yüzünden
şeytanın mağlup ettiği kimselerdi. Peygamberlerinin arkasında akide savaşlarında
zafer elde edenler ise, savaşa, günahlardan tevbe edip Allah'a sığınarak ve
O'nun sağlam desteğine yapışarak başlayanlardır. O halde, günahlardan arınmak,
Allah'a yapışmak ve O'nun rahmetine dönmek zafere hazırlıklı olup savaş
alanından ayrı bir konumda değerlendirilemezler. Aynı şekilde faiz düzenini
atıp sosyal yardımlaşmaya dayalı düzene dönmek zafer hazırlığı olduğu
gibi, yardımlaşma esasına dayalı toplumlar, faiz toplumundan daha çok
zafere yakındır. Ayrıca, öfkeyi yenmek ve insanları bağışlamak zafere
hazırlıktır. Nefse hakim olmak, savaş için bir güç olduğu gibi, dayanışma
ve sevgi, hoşgörülü bir toplumda yaptırım gücü olan önemli bir
unsurdur.
Ayrıca
baştan sona sûrenin akışının dayandığı ve herşeyi oraya döndürdüğü
gerçeklerden biri de Allah'ın takdiri ve bu noktada kesin ve katî bir şekilde
düşünceyi düzeltme gerçeğidir. Aynı zamanda, surenin akışı insanların
çalışma ve faaliyetleri, yanlış ve doğruları, itaat ve isyanları, metoda
uymaları ya da ondan kaçınmalarının Sünnetullah'ın gereğince değerlendirmek,
bundan sonra bunları, Allah'ın gücüne bir perde, O'nun iradesine bir araç
ve onunla dilediğini gerçekleştirdiği kaderinde bir uygulamacı olarak değerlendirmek
gerçeğine de dayanmaktadır.
Sonra...
Ayet-i kerime müslüman cemaate, zafer konusunda herhangi bir etkilerinin söz
konusu olmadığını belirtmekte ve bunun kendi çabalarından öte Allah'ın
tedbirine göre cereyan eden kaderine bağlı olduğunu hatırlatmaktadır. Ayrıca
insan çabasının mükâfatının yüce Allah'a ait olduğunu da belirterek su
yeryüzü eşyalarından hiç birinin zafer meyvesini devşirmede etkilerinin
olmayacağını bildirmektedir. Aynı zamanda da yüce Allah'ın zafer vermeyi
dilerken; de onun özelliğini hesap ederek vermediğini, daha çok, gerçekleşmesini
dilediği yüce hedefler için verdiğini bildirmektedir. Yenilgi de öyle...
Nefislerin arındırılması, safların ayrılması, gerçeklerin açığa çıkması,
değerlerin belirlenmesi, ölçülerin yerleştirilmesi ve görmek isteyenlere
kanunların açıklanması gibi yüce Allah'ın hikmet ve ilim ile takdir ettiği
amaçların gerçekleşmesi için müslüman cemaat içinde meydana gelen
eksiklik ve aşırılıklara uygun olarak Sünnetullah doğrultusunda meydana
gelmektedir.
Zaferin
tamamen Allah'ın ve O'nun metodunun olması ve bütün çabaların Allah'ın ve
O'nun metodunun uğrunda olması için; nefislere galip gelmek, hevayı yenmek,
şehvetlere hakim olmak ve insanların hayatında`Allah'ın dilediği Hakk'ı
yerleştirmekten ibaret olan Rabbanî metodun esaslarına dayanmadığı sürece
askeri, siyasi ve ekonomik zaferlerin İslâm nazarında hiçbir değeri ve ölçüsü
yoktur. Aksi takdirde, cahiliyyenin yine cahiliyyeye karşı zafer kazanması söz
konusu olur. Ve bunda da hayat ve insanlık için bir hayır yoktur. Hakk bayrağının
hakk için yükseltilmesi haktır sadece. Hakk ise, tektir. Birden fazla değil.
Hakk Allah'ın biricik metodudur. Bu kainatta ondan başka da hakk mevcut değildir.
Öncelikle beşer nefsinde ve pratik hayat nizamı alanında tamamlanmadığı sürece,
Hakk'ın zaferi de gerçekleşemez. Nefis kendi şahsında, şahsi payından,
arzu ve şehvetlerinden, pislik ve kinlerinden, kayıt ve bağlarından kurtulduğu
ve bu ağırlık ve kementlerden âzâde bir şekilde Allah'a koştuğu zaman,
üzerine düşen çaba ve faaliyeti yerine getirdikten sonra bütün işleri
Allah'a bağlamak için bütün güçlerinden, araçlarından ve sebeplerinden sıyrıldığı
zaman, bütün işlerinde Allah'ın metoduna uyduğu ve bu uygulamayı cihad ve
zaferinin amacı saydığı zaman, ancak bütün bunlar tamamlandığı zaman,
savaş alanında veya siyasi sahalarda ya da ekonomik alanlarda elde edilen
zafer Allah'ın ölçüsüne göre zafer sayılabilir. Yoksa, Allah'ın yanında
hiçbir önem ve değeri bulunmayan cahiliyyenin bir başka cahiliyyeye karşı
üstünlük sağlamasından başka birşey meydana gelmiş olmaz.
İşte
bu yüzden, "Uhud" günü meydana gelen çatışmadan sonra inen
ayetlerdeki geniş kapsamlılık ve uygunluk bu gerçeği açıklamak içindi.
Uhud'daki fiilî çarpışma İslâm'ın savaş cephelerinden sadece birini oluşturur.
UHUD
SAVAŞI
Değerlendirilen
konuları ve direktifleri gereği gibi kavrayabilmemiz, olay ve hadiseleri algılamada
Kur'anî terbiye yöntemini gözönünde bulundurabilmemiz için savaşta
meydana gelen olaylar üzerinde varid olan Kur'anî değerlendirmeyi sunmadan önce
sîret rivayetlerinde geçen savaştaki olayları özetlememiz yerinde olur.
Müslümanlar
Bedir'de savaşın meydana geldiği şartlara göre mucize kabilinde kesin bir
zafer elde etmişlerdi. Yüce Allah, müslümanların eliyle küfrün önderlerini
ve Kureyş'in liderlerini öldürtmüştü. İleri gelenlerin Bedir'de yok
edilmesinden sonra Ebu Süfyan Kureyş'e önderlik ediyordu. Müslümanlardan
intikam almak için hazırlıklara başladı. Bu arada Kureyş'in ticaret mallarını
taşıyan kervan, müslümanların eline düşmekten kurtulmuştu. Müşrikler
de kervanda bulunan malları müslümanlarla yapılacak savaşın hazırlıklarına
harcamak üzere ayırmayı kararlaştırdılar.
Ebu
Süfyan, Kureyş'ten, onların müttefiklerinden ve Ahabiş (Bunlar Bedevilerden
olup Kureyş'lilerle "Ahbaş" denilen yerde ittifak yaptıkları için
bu isimle anılmışlardır.) denilen Bedevilerden oluşan yaklaşık üçbin kişilik
bir orduyla, kendilerini teşvik etmek ve savaştan kaçmalarını önlemek için
yanlarına kadınlarını da alıp hicrî üçüncü senenin Şevval ayında
Medine'ye yönelerek "Uhud" dağı yakınlarında konakladı.
Resulullah
(sâlat ve selâm üzerine olsun) ashabıyle, düşmana karşı çıkmak ya da
Medine'de beklemek hususunda istişarede bulundu. Resulullah, Medine'den çıkmayıp
orayı siper edinmek amacındaydı. Buna göre düşman Medine'ye girecek olsa müslümanlar
sokak başlarında, kadınlar da damların üzerinde savaşacaklardı. (İmam
ibni Kayyım el-Cezviye'nin Za'dul Mead isimli eserinde anlattıklarına
dayanarak bu görüşün Resulullah'a ait olduğu sonucuna vardık.) Bu görüşü,
münafıkların başı Abdullah b. Ubey de uygun görüyordu. Ancak, çoğunluğu
Bedir savaşına katılmamış gençlerden oluşan büyük bir topluluk, düşmanı
Medine'nin dışında karşılamayı istiyorlardı. Bu doğrultuda görüş
bildirip ısrar ettiler. Çoğunluğun bu görüşte olduğu anlaşılınca
Resulullah kalkıp evine (Aişe'nin -Allah O'ndan razı olsun- evine) gitti. Zırhını
kuşanarak topluluğun yanına döndü. Ancak toplulukta tereddüt baş göstermişti.
Yoksa Medine'nin dışında düşmanı karşılamayı istemekle Resulullah'ı gücendirdik
mi? demeye başladılar. Resulullah'a "Ya Resulullah şayet Medine'de
beklemeyi istiyorsan istediğini yap" dediler. Bunun üzerine Resulullah
"Bir Peygamber zırhım kuşandıktan sonra onunla düşmanları arasında
Allah hükmünü uygulamayıncaya kadar çıkarması yakışık almaz"
buyurdu. Bu şekilde onlara Peygamberliğe yakışan güzel bir ders veriyordu.
Çünkü istişarenin bir zamanı vardır. Ondan sonra, azmedip kararlaştırılanı
yapmak ve Allah'a tevekkül etmek gerekir. Artık tereddüt gösterip yeniden
istişarede bulunarak görüşler arasında tercih yapmanın bir anlamı kalmaz.
İşleri amacına uygun olarak yaptıktan sonra yüce Allah dilediği sonucu
takdir edecektir.
Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) rüyasında; Kılıcında kırık olduğunu
bir sığırın kesildiğini ve kendisinin de ellerini sağlam bir zırha soktuğunu
görmüştü. Kılıçtaki kırığı ailesinden birinin ölmesine, sığırın
kesilmesini ashabından bir grubun öldürülmesine ve zırhı da Medine'ye
yordu. Demek ki Resulullah savaşın sonucunu önceden görmüştü. Buna rağmen
şûra sistemini, şûradan sonra karara göre hareket etme sistemini
uyguluyordu. Çünkü O, bir ümmeti eğitiyordu. Ümmetler ise, olaylar ve
olaylardan elde edilen tecrübe birikimiyle eğitilirlerdi. Üstelik Resulullah,
Allah'ın takdirine göre hareket ediyordu. Yüce Allah'a bağlı olan kalbinde
hissettiği gibi duygularını ve kalbini dayandırdığı yüce takdir doğrultusunda
hareket ederdi.
Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) İbn-i Ümmü Mektum'u Medine'de kalanlara
namaz kıldırması için bırakarak ashabından bin kişilik bir kuvvetle yola
çıktı. Medine ile Uhud arasına geldiklerinde, münafıkların başı
Abdullah b. Übey askerin üçte birini yanına alarak Resulullah için
"Gençleri dinleyip bana muhalefet ediyor" diyerek ordudan ayrıldı.
Abdullah b. Amr b. Haram -Cabir b. Abdullah'ın babası (Allah O'ndan razı
olsun)- peşlerine düşerek serzenişte bulunup dönmeye teşvik etmek amacıyla
"Gelin Allah yolunda savaşın ya da savaşanları koruyun" dediyse de
onlar "Şayet sizin savaşacağınızı bilsek dönmezdik" dediler.
Bunun üzerine Abdullah onlara kızıp geri döndü.
Ensar'dan
bir grup, müttefikleri olan yahudilerden yardım istemek konusunda
Resulullah'tan müsade istedilerse de O bunu kabul etmedi. Çünkü savaş, iman
ile küfür arasında meydana geliyordu. Bundan yahudilere ne? Gerçek anlamda
O'na tevekkül edildiği ve kalpler O'nun adına herşeyden arındığı zaman
zafer Allah'tandır. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Bizi kısa
yoldan onların yanına götürecek biri var mı?" diye buyurdu. Bunun üzerine
Ensar'dan bazıları, onları Uhud'daki bir vadinin kenarına kadar getirip
konaklattılar. Sırtlarını Uhud'a vermişlerdi. Resulullah, emretmedikçe
kimsenin savaşmamasını buyurdu.
Sabah
olunca Resulullah elli tanesi atlı olan yediyüz kişiyi savaşa hazırlamaya
başladı. Sayıları elli kişi olan okçuların başına Abdullah b. Cübeyr'i
dikerek, O'nu ve arkadaşlarını; bulundukları yeri korumaları, askerin
kartallar tarafından kapılıp götürüldüklerini görseler bile yerlerinden
ayrılmamaları ve ordunun arkasındaki bir yerde mevzilenmeleri dolayısıyle müslümanlara
arkadan saldırmamaları için müşrikleri ok yağmuruna tutmaları konusunda
siki sıkıya tembihledi.
Resulullah
sancağı Mus'ab b. Umeyr'e (Allah O'ndan razı olsun) verdi. Ordunun bir kanadına
Zübeyr b. Avvam'ı, diğer kanadına da Munzir b. Amr'ı kumanda etmek üzere görevlendirdi.
Gençleri ön tarafa aldı. Abdullah b. Amr, Usame b. Zeyd, Useyt b. Züheyr,
Berra b. Azib, Zeyd b. Erkam, Zeyd b. Sabit, Urabe b. Evs ve Amr b. Hazzam gibi
küçükleri ise geri çekti. Ancak, kendisine güçlü olduklarını gösteren
ve yaşları onbeş olan Semure b. Cundeb ve Rafi b. Hudeyç'e savaşmak için
izin verdi.
Kureyş
ise ikiyüz tanesi atlı olmak üzere üçbin kişilik bir orduyla savaş düzeni
alıyordu. Ordunun sağ kanadına Halid b. Velid, sol kanadına da İkrime b.
Ebu Cehil kumanda ediyordu.
Resulullah,
kılıcını savaşta büyük bir kahramanlık ve cesaret gösteren Ebu Dücane
Semmâk b. Harşe'ye vermişti.
ÇATIŞMA
BAŞLIYOR
Müşriklerden
ilk defa ortaya atılan Ebu Amir el-Fâsık oldu. Cahiliyyede Evs kabilesinin başkanı
olan bu adama "Rahip" derlerdi. Ancak Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) O'na "Fasık" adını vermişti. İslâm geldiği zaman yüz çevirip
Resulullah'a düşmanlığı açığa vurarak Medine'nin dışına çıkmıştı.
Kureş'e sığınarak onları kışkırtıp Resulullah'la savaşmaya teşvik
ediyordu. Ayrıca, kavmi kendisini görürse O'na yönelip itaat edeceklerini de
Kureyş'e vaadediyordu. Bu yüzden, Uhud savaşında ilk olarak müslümanların
karşısına çıkan O oldu. Kavmine seslenerek kendisini tanıttı. Ancak kavmi
kendisine "Allah senin gözünü kör etsin ey Fasık" diye karşılık
verince "Benden sonra kavmime kötülük isabet etmiş" diyerek müslümanlarla
şiddetli bir savaşa girdi.
Savaş
başlayınca, Ebu Dücane el-Ensari, Talha b. Ubeydullah, Hamza b. Abdülmuttalib,
Ali b. Ebu Talib, Nadir b. Enes ve Sa'd b. Rebi güzel bir sınav veriyorlardı.
Başlangıçta,
kâfirlerin karşısında üstünlük müslümanlarındı. Kâfirlerin önde
gelen savaşçılarından yetmiş tanesini öldürmüşlerdi. Allah'ın düşmanları
yenilmiş ve karılarının yanına kadar gerisin geri kaçıyorlardı. Hatta
kadınları bile ayaklarına dolaşan eteklerini toplayıp kaçıyorlardı.
Okçular,
müşriklerin yenilip dağıldıklarını görünce Resulullah'ın ayrılmamalarını
emrettiği mevzilerini "Ey kavim, ganimet! ganimet!" diyerek terk
ettiler. Kumandanları Resulullah'ın sözünü hatırlattıysa da dinlemediler.
Onlar müşriklerin bir daha geri dönemeyeceklerini sanarak ganimete koştular.
Böylece Uhud'da düşmanın kolayca gireceği geçidi boş bıraktılar.
O
esnada Halid b. Velid bunu sezdi ve müşrik süvarilerle bir değerlendirme
yaptı. Geçidi boş bulunca da arkadan müslümanlara saldırdılar. Müşriklerden
kaçanlar, Halid ve süvarilerinin müslümanlara karşı üstünlük sağladıklarını
görünce geri dönüp müslümanları çepeçevre sardılar.
Bunun
üzerine savaşın seyri değişti, şartlar müslümanların aleyhine dönüştü.
Saflarda bir dağınıklık ve beklenmedik bu dehşet karşısında bir panik ve
çalkalanma baş göstermişti. Ölenlerin sayısı artıyordu. Müslümanlardan
Allah'ın şehitlik nasip ettikleri şehadete ermiş ve müşrikler Resulullah'a
(salât ve selâm üzerine olsun) kadar yaklaşmışlardı. O'nun yanında ölünceye
kadar savaşan ve parmakla sayılacak kadar az olan bir grubun dışında kimse
kalmamıştı. Resulullah'ın yüzü yaralanmış, sağ alt çenesindeki azı dişi
kırılmıştı. Miğferi başını yaralamış ve yan düşene kadar müşrikler
kendisine taş atmışlardı. Sonunda Ebu Âmir b. Fasık'ın, müslümanların
düşmesi için kazdığı ve üzerini örttüğü bir çukura düşmüştü. Miğferinin
halkalarından iki tanesi de yanağına batmıştı.
Müslümanların
içine düştüğü bu panik anında, birisinin "Muhammed öldürüldü"
diye bağırması, geri güçlerinin de dağılmasına, gerisin geri dönerek içine
düştükleri ye's ve bitkinlikten savaşamaz duruma gelmelerine neden olmuştu.
İnsanların
çözülüp kaçtığı bir zamanda Enes b. Nadir gevşememiş, Ömer b. Hattab,
Talha b. Ubeydullah, Muhacir ve Ensar'dan bazılarının oluşturduğu savaştan
el çeken grubun yanına kadar gelerek "Ne diye oturuyorsunuz?" diye
bağırmıştı. Onlar da "Resulullah öldürüldü" diye karşılık
vermişlerdi. Bunun üzerine "O'ndan sonra yaşayıp da ne yapacaksınız?
Kalkın ve Resulullah'ın öldüğü şey uğurda siz de ölün." demişti.
Arkasından müşrikleri karşılarken Saad b. Muaz'a rastlamış "Ya Sa'd
Cennetin kokusu ne hoş! Andolsun bu kokuyu Uhud dağının altından alıyorum"
demiş ve sonuna kadar savaşarak ölmüştü... Vücudunda yetmiş küsür
darbe tesbit edilmişti... Kız kardeşi dışında kimse tanıyamamıştı. O
da parmak uçlarından tanıyabilmişti...
Ardından
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) müslümanlara doğru hareket etti.
Miğferinin altında O'nu ilk tanıyan Ka'b b. Malik oldu. Görür görmez de
var gücüyle "Müjdeler olsun müslümanlar! İşte Resulullah" diye
bağırdı. Bunun üzerine Resulullah susmasını işaret etti. Müslümanlar
etrafına toplanarak beraberce halkın yanına yürüdüler. Bunlar arasında
Ebu Bekir, Ömer ve Haris b. Samme el-Ensarî gibi birkaç sahabi bulunuyordu.
Tepeyi tırmanırken Resulullah Ubeyy b. Halef'i "Ud" adını verdiği
ve çok sevdiği atın sırtında gördü. Bu adam, atını, "Onun sırtında
Muhammed'i öldüreceğim" diyerek beslerdi. Resulullah bunu duyunca "İnşaallah
onu ben öldüreceğim" buyurmuştu. Bu esnada onunla karşılaşınca
Haris'ten mızrağı alarak bununla Allah'ın düşmanına köprücük
kemiklerinden isabet ettirdi. Adam öküz gibi bağırarak kaçtı. Resulullah'ın
önceden dediği gibi öleceği kesinleşmişti. Çok geçmeden atının yolunda
öldü.
Ebu
Süfyan tepenin üzerine çıkarak "Muhammed aranızda mı?" dedi.
Resulullah müslümanlara cevap vermemelerini emretti. Arkasından "Ebu
Kuhafe'nin oğlu Ebu Bekir aranızda mı?" dedi. Müslümanlar cevap
vermedi. Ardından "Ömer b. Hattab aranızda mı?" deyince yine kimse
cevap vermedi. O da bu üçünden başkasını sormadı. Sonra kavmine dönerek
"Bu onlara yeter!" dedi. Hz. Ömer (Allah O'ndan razı olsun) kendini
tutamayarak "Ey Allah'ın düşmanı, saydıklarının hepsi de sağdır.
Allah senin hoşlanmadığını başına getirecektir" dedi. Ebu Süfyan
"Halk arasında şöyle bir söz vardır: Bunu ben emretmediğim gibi kötülüğü
de bana dokunmaz" dedi. Bununla karısı Hint'in Hz. Hamza'nın (Allah
O'ndan razı olsun) cesedine yaptıklarını işaret ediyordu. Bilindiği gibi
Hz. Hamza, Vahşi tarafından öldürüldükten sonra Hint, karnını yarmış,
ciğerini çıkararak kanını emip tükürmüştü.
Sonra
"Hubel yücedir!" dedi. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) "O'na cevap vermeyecek misiniz?" dedi. Ashab "Ne diye
cevap verelim?" deyince "Allah daha yücedir (Allahu Ekber) Allah en büyüktür
deyin" buyurdu. Bu sefer "Bizim Uzza'mız var, sizin yok" dedi.
Resulullah, tekrar "Cevap vermeyecek misiniz?" deyince "Nasıl
cevap verelim?" dediler. O da "Bizim dostumuz, efendimiz Allah'tır.
Sizinse yok! deyin" dedi. Ebu Süfyan "Bugün, Bedir'e karşılıktır
ve savaş sıra iledir" deyince, Hz. Ömer (Allah O'ndan razı olsun)
"Ancak biz eşit değiliz. Bizim ölüler Cennet'te sizinkiler ateştedir"
dedi.
Savaş
bitip müşrikler dönünce müslümanlar, onların, oradakileri esir atmak ve
mallarını yağmalamak için Medine'ye saldıracaklarını sandılar. Bu onların
gücüne gitmişti. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
Ali b. Ebu Talib'e "Git onları takip et, ne yaptıklarını ve amaçlarının
ne olduğunu öğren. Şayet atlarından inip develerine binmişlerse Mekke'ye
gidiyorlardır. Fakat atlarına binip develerini sürüyorlarsa Medine'ye gitmek
niyetindedirler. Nefsim elinde olana andolsun ki, şayet amaçları Medine'ye
gitmekse mutlaka onları izler, sonrada orada işlerini bitiririm." dedi.
Hz.
Ali şöyle diyor: "Ne yaptıklarına bakmak için onları takip ettim.
Atlardan inip develere bindiklerini ve Mekke'ye yöneldiklerini gördüm."
Biraz
yol aldıktan sonra birbirlerini kınamaya başladılar. Bazısı "Hiçbir
şey yapamadık, güçlerini, birliklerini kırmışken bırakıp geldiniz. Oysa
onları size karşı tekrar biraraya getirecek liderleri hâlâ duruyor. Dönün,
köklerini kazıyalım" diyordu. Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) bunu haber alınca halkı çağırdı ve onları düşmanlarının üzerine
yürümeye hazırladı. Şöyle diyordu: "Savaşa katılanlardan başkası
bizimle gelmesin". Abdullah b. Ubey "Seninle geleyim!" dedi.
Resulullah "Hayır" dedi. Onca yara almalarına ve korkmalarına rağmen
müslümanlar "İşittik ve itaat ettik" diyerek emrini yerine
getirdiler. Cabir b. Abdullah izin isteyip "Ya Resulullah, gördüklerini görmeyi
çok istiyorum. Uhud günü babam beni kızlarının yanında bırakmıştı. İzin
ver seninle geleyim" dedi. Bunun üzerine Resulullah ona ïzin verdi. Ardından,
Resulullah ve beraberindeki müslümanlar "Hamrâu'l-Esed" denilen
yere kadar yürüdüler. Orada Ma'bed b. Ebu Ma'bed el-Huzai (Allah O'ndan razı
olsun) ile karşılaştılar. Resulullah O'na Ebu Süfyan'a gidip O'nu korkutmasını
emretti. Ma'bed, Ravha denilen yerde Ebu Süfyan'a ulaştı. Ma'bed'in müslüman
olduğunu bilmiyorlardı. Ona "Ey Ma'bed, geride ne var?" O da
"Muhammed ve arkadaşları size çok kızmışlar. Daha önce görülmemiş
bir kalabalıkla geliyorlar ve önceden O'ndan ayrılan arkadaşları da pişman
olup O'na katılmışlar" dedi. Bunun üzerine Ebu Süfyan "Neler söylüyorsun?"
dedi. Ma'bed "Bana göre ordu şu tepenin ardından çıkmadan çekip
gitmeniz daha iyi olur" dedi. Ebu Süfyan "Vallahi, köklerini kazımak
için tekrar toplanmıştık" dedi. Bunun üzerine Ma'bed "Böyle
yapma! Sana nasihat ediyorum" dedi. Onlar da Mekke'ye geri döndüler.
Ebu
Süfyan yolda Medine'ye gitmek isteyen müşriklere rastladı. Onlardan birine
"Yolculuğun bitip Mekke'ye döndüğünde yükünü kuru üzümle
doldurmam karşılığında Muhammed'e şu mesajı iletir misin?" dedi. O
da "Evet" deyince "Muhammed'e; O'nun ve ashabının kökünü kazımak
için yeniden toplandığımızı" söyle dedi. Bunu müslümanlara
iletince "Allah bize yeter, O ne güzel dosttur, işte bu onların elinden
gelmez!" dediler. Müslümanlar orada üç gün beklediler. Sonra müşriklerin
Mekke'ye dönüp uzaklaştıkları anlaşılınca Medine'ye döndüler.
UHUD
SAVAŞINDAN KAHRAMANLIK ÖRNEKLERİ
Ancak,
ibretle örnek alınması gerektiğinden, savaşta meydana gelen olaylar hakkında
sunduğumuz bu özet, savaşı bütün yönleriyle tasvir etmediği gibi savaşta
vukû bulan herşeyi de kapsamamaktadır. Bu yüzden, o atmosferi bütün yönleriyle
çizmek ve canlandırmak için bazı duygulandırıcı olayları anlatmak
gerekir.
Okçuların
mevzilerini terk ettiği, kafirlerin müslümanları çepeçevre kuşattığı
ve "Muhammed öldürüldü" sözünün duyulduğu ve bu sözün
etkisiyle müslümanların saflarının ve güçlerinin dağıldığı sıralarda
Resulullah'ın yanına kadar sokulan müşriklerden Amr b. Kumey'e, savaşın şiddetli
bir anında biraz daha öne çıkmıştı.
Akılları
durduran bu dehşet anında, Ümmü İmare, Nuseybe binti Kâ'bi Maziniye
Resulullah'ı savunmak için vargücüyle savaşıyordu. Amr b, Kumeyye'ye birkaç
darbe indirmişti, ancak Amr'ı üst üste giydiği iki zırh koruyordu. Sonra
Amr, Ümmül İmare'ye kılıcıyla bir darbe indirmiş ve O'nu omuzundan ağır
yaralamıştı.
Ebu
Dücane (Allah O'ndan razı olsun) sırtını, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine
olsun) siper etmiş, gelen oklar O'na isabet ediyordu. O ise hiç kıpırdamıyor,
böylelikle Resulullah'ın görünmesine engel oluyordu.
Talha
b. Ubeydullah çabucak Resulullah'ın yanına koşmuş, yere düşene kadar önünde
durmuştu. İbn-i Hibban Sahih'inde Hz. Aişe'den (Allah O'ndan razı olsun) şöyle
nakleder: "Ebu Bekr-i Sıddık (Allah O'ndan razı olsun) dedi ki: Uhud ;günü,
insanların Resulullah'tan uzaklaştıkları sırada Resulullah'ın yanına ilk
ben varmıştım. Resulullah'ın yanında savaşıp onu koruyan birini gördüm.
`Dayan Talha! Anam babam sana feda olsun. Dayan anam babam sana feda olsun'
dedim. Daha ona yetişmeden, bir kuş gibi hızla gelen Ebu Ubeyde b. Cerrah'a
rastladım. Beraberce Resulullah'ın yanına gittiğimizde Talha artık yere düşmüştü.
Resulullah `Kardeşinize yardım edin, yardıma ihtiyacı vardır' buyurdu.
Resulullah yanağından vurulmuş, miğferinin iki halkası yanağına batmıştı.
Resulullah'ın yanağından halkayı çıkarmaya yeltendiğimde Ebu Ubeyde
`Allah için ey Ebu Bekir onu bana bırak' dedi. Onu ağzına alarak,
Resulullah'ı inciltmemek için ön dişleriyle çekmeye başladı. Ebu
Ubeyde'nin dişi kırılmıştı. Ebu Bekir diyordu ki: İkincisini çıkarmak
istediğimde Ebu Ubeyde tekrar `Ey Ebu Bekir Allah için bana bırak' dedi. Yine
ağzına alarak çıkarana kadar çekmeye başladı. Ebu Ubeyde'nin diğer dişi
de kırıldı. Sonra Resulullah `Kardeşinize yardım edin, yardıma ihtiyacı
var' buyurdu. Talha'yı tedavi etmeye başladığımızda vücudunda on küsur
yara tesbit etmiştik."
Hz.
Ali (Allah O'ndan razı olsun), Resulullah'ın yarasını yıkamak için su
getirdi. Hz. Ali suyu döküyordu. Hz. Fatıma da yarayı yıkıyordu. Kanın
durmadığını görünce bir parça hasır yakarak yaranın üzerine koydu, böylece
kan durdu.
Ebu
Said el-Hudri'nin babası Malik, Resulullah'ın yarasını temizleyene kadar
emdi. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) tükürmesini söylediyse de
"Allah'a andolsun ki tükürmeyeceğim" dedi, sonra da gitti. Arkasından
Resulullah "Cennet ehlinden birini görmek isteyen bu adama baksın"
dedi.
Müslim'in
Sahih'inde belirtildiğine göre Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
Uhud günü yedisi Ensar'dan ikisi de Kureyş'ten olmak üzere dokuz arkadaşıyla
yalnız kalmıştı. Müşrikler iyice yaklaşınca Resulullah "Kim onları
benden uzaklaştırırsa ona Cennet var" dedi. Ensar'dan biri öne çıktı,
savaşarak öldü. Müşrikler tekrar saldırınca "Kim onları benden
uzaklaştırırsa ona Cennet vardır ve o Cennette benim arkadaşımdır"
dedi... Bu durum yedisi de öldürülene kadar devam etti. Bunun üzerine
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Arkadaşlarımıza insaf
etmedik" dedi. Sonra Talha (Allah O'ndan razı olsun) müşrikleri
Resulullah'tan uzaklaştırana kadar onlarla vuruştu. Daha önce de dediğimiz
gibi Ebu Dücane vücudunu O'na siper etmişti. Nihayet felaket dindi.
Resulullah tepeye tırmanmaya çalışıyordu, müşrikler de O'nu takip
ediyorlardı. Sonuçta o kadar yorulmuştu ki bir kayanın üzerine çıkamadı.
Resulullah'ın çıkması için Talha oturdu, O da üstüne basıp çıktı.
Namaz vakti girmişti. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onlarla
beraber oturarak namaz kıldı. Aynı şekilde, aşağıda anlatacağımız
olaylar da o gün meydana gelmişti:
Hanzala
el-Ensari -Hanzala el-Gasil diye anılır- Ebu Süfyan'a saldırdığında Ebu Süfyan
karşı koyamadı. O esnada Şeddat b. Esvet Hanzala'ya saldırdı ve öldürdü.
Hanzala savaş çağrısını duyduğu zaman karısıyla temas halinde olduğu için
cünüptü. Hemen cihada koşmuştu. Resulullah ashabına, O'nun melekler tarafından
yıkandığını haber verdi. Ardından "Karısından nasıl olduğunu
sorun" Ashab hanımından sormuş o da onlara meseleyi anlatmıştı.
Zeyd
b. Sabit "Uhud günü Resulullah beni Sa'd b. Rebii'yi aramaya gönderdi.
Ölüler arasında dolaşmaya başladım. O'nu gördüğümde son nefesini
vermek üzereydi. Tam yetmiş darbe yemişti. Vücudunda mızrak izi, kılıç
yarası ve ok darbesi doluydu. "Ey Sa'd Resulullah sana selâm söylüyor
ve nasıl olduğunu öğrenmek istiyor" dedim. Bunun üzerine "Benden
de Resulullah'a selâm söyle ve O'na Cennetin kokusunu aldığımı söyle!"
Kavmim Ensara da "Gözleriniz görebildiği halde müşriklerin
Resulullah'a sokulmasına göz yumarsanız, Allah'ın yanında hiçbir
mazeretiniz olmaz, de" dedi ve o anda da ruhunu teslim ettï." der.
Muhacirlerden
birisi kanlar içinde sürünen Ensar'dan birine rastladı ve ona
"Muhammed'in öldüğünü duydun mu?" dedi. Ensar'dan olan
"Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) öldürülmüş olsa da O,
Allah'ın dinini tebliğ etti. O halde dininiz için savaşınız" dedi.
Abdullah
b. Amr b. Haram şöyle anlatır: "Uhud'dan önce rüyamda Mübeşşir b.
Abdul Münzir'i görmüştüm. Bana "Birkaç gün sonra bize katılacaksın"
diyordu. "Nerdesin?" dedim. "Cennette!" dedi. "Oradaki
gibi hareket ediyoruz:' "Sen Bedir günü öldürülmemiş miydin?"
dedim. O, "Evet fakat tekrar dirildim" dedi. Bu olayı Resulullah'a
anlattığımda "Ey Ebu Cabir bu, şehadettir!" buyurdu. Oğlu
Bedir'de, Resulullah'la beraber savaşıp şehid düşmüş olan Hayseme anlatıyor:
"Allah'a andolsun ki bütün arzuma rağmen Bedir savaşını kaçırdım.
Savaşa çıkmak için kur'a çekmiştik. Ona isabet etmiş ve şehid olmuştu.
Dün gece rüyamda oğlumu çok güzel bir durumda gördüm. Cennet meyveleri ve
nehirleri arasında dolaşarak bana "Cennette bize arkadaşlık etmen en güzeldir.
Rabbimin vaad ettiklerinin tümünü gerçek buldum" diyordu. Uyandığımda
Cennette O'na arkadaşlık etme duygusuyla doluydum. `Ya Resulullah yaşım geçti,artık
ihtiyarladım. Rabbime kavuşmayı arzuluyorum. Şehadeti ve Cennet'te Sa'd'a
`arkadaşlık etmesi için Allah'a dua et' dedi Resulullah onun için dua etti.
Uhud günü şehid düşenler arasındaydı.
Abdullah
b. Cahş, o gün şöyle demişti: "Allah'ım yarın düşmanla karşılaşmaya
yüce adına ant içiyorum. Beni öldürsünler ve karnımı yarsınlar, kulağımı
ve burnumu kessinler. Sonra "Bunlar, kimin için?" diye sorduğunda
Senin için diyeyim."
Amr
b. Cumûh fazlaca topaldı. Her seferinde Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) ile savaşa çıkan dört oğlu vardı. Peygamber Uhud'a yönelince O da
çıkmak istedi. Ancak çocukları: `Allah sana izin vermiştir, sen git otur.
Biz yeterliyiz. Hem Allah bu halinle sana cihadı farz kılmamıştır' dediler.
Bunun üzerine Resulullah'ın yanına gelerek `Ya Resulullah şu oğullarım
seninle savaşa çıkmama engel oluyorlar! Oysa ben -Allah'a andolsun ki- şehid
olmak istiyorum. Şu topallığımla Cennette seğirtmek istiyorum' dedi.
Resulullah "Allah senden cihad farzını kaldırmıştır" dedi. Sonra
da çocuklarına dönerek `Niye bırakmıyorsunuz? Belki yüce Allah O'na şehadet
nasip eder' buyurdu. Amr, Resulullah ile beraber çıktı ve O da Uhud'da şehid
düştü.
Savaşın
şiddetli bir anında Huzeyfe b. Yeman babasının müslümanlar tarafından tanımadıklarından
dolayı müşrik sanılarak öldürülmek üzere olduğunu gördü. `Ey Allah'ın
kulları babam!' dediyse de kimse duymadı ve babasını öldürdüler. Bunun üzerine
`Allah sizi affetsin' dedi. Resulullah, diyetini ödemek istedi. Ancak Huzeyfe
`Diyetini müslümanlara bağışladım' dedi. Bu ola Huzeyfe'nin değerini
Resulullah'ın yanında artırdı.
Cubeyr
b. Mut'im'in kölesi Vahşi, bu savaşta şehidlerin efendisi Hamza'yı nasıl
vurduğunu şöyle anlatıyor: "Cübeyr bana "Muhammed'in amcası
Hamza'yı öldürürsen seni azad edeceğim" demişti. Herkesle beraber ben
de savaşa çıktım. Habeşli olduğumdan ben de her Habeşli gibi iyi mızrak
kullanırdım. İsabet etmediğim çok nadirdir. Halk birbirine girince Hamza'yı
aramaya başladım. Onu gördüğümde kır bir deveye benziyordu. Kılıcıyla
insanları deviriyordu. Önünde hiç birşey duramıyordu. Allah'a andolsun ki,
O'na mızrağımı atmak için hazırlanıyordum. Beni görmemesi için bir ağacın
ya da taşın arkasına saklanıyordum. Bir ara Sebba' b. Abduluzza önüme geçti.
Hamza onu görünce öyle bir darbe indirmişti ki âdeta yere geçmişti. Mızrağım
elimde titremeye başlamıştı. Biraz sakinleştikten sonra fırlatmıştım. Mızrak
kasığından isabet etmiş bacaklarının arasından çıkmıştı. Benden yana
yıkıldı ve ölene kadar öylece bıraktım. Sonra yaklaşıp mızrağımı
aldım ve karargâha giderek orada oturdum. Çünkü bunun dışında bana
ihtiyaç kalmamıştı. Ben azad edilmek için onu öldürmüştüm "
Ebu
Süfyan'ın karısı Hint Binti Utbe gelip Hamza'nın karnını yarmış, ciğerini
çıkarıp çiğnemişti. Yutamadığı için tükürmüştü...
Savaştan
sonra Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Hamza'nın cesedinin üzerinde
durunca çok etkilenmişti. "Artık senin gibisine rastlanmaz" ve
"Bunun kadar beni üzen bir durumla karşılaşmamıştım" demişti.
Sonra da Hint'i kastederek "Birşey yedi mi?" diye sormuştu.
"Hayır" denince "Allah Hamza'nın hiçbir yerini ateşe
sokmayacaktır" buyurdu.
Resulullah
(salât ve selâm üzerinde olsun) Uhud şehidlerini düştükleri yerlere
defnedip Medine mezarlığına götürülmemesini emretti. Ancak bazı sahabeler
ölülerini nakletmişlerdi. Sahabelerden biri Resulullah'ın emrini duyurunca
hepsi ölülerini şehid düştükleri yere geri getirdiler. Resulullah (salât
ve selâm üzerine olsun) iki üç kişiyi aynı mezara gömüyordu. Bu arada,
"Hangisi daha çok Kur'an'dan istifade ediyordu?" diye soruyordu.
Hangisine işaret ediyorsalar öncelikle O'nu kabre bırakıyordu. Abdullah b.
Amr b. Haram ile Amr b. Cumûh'u aynı kabre koymuştu. Çünkü ikisi
birbirlerini çok seviyordu. "Bu dünyada birbirini seven şu iki kişiyi
aynı mezara koyun" demişti.
Aralarında
emre muhalefet, hevaya göre hareket etmek ve şehvete yönelmekten ve kısa bir
zaman biriminden başka hiçbir mesafe bulunmayan zafer ile yenilginin yanyana
bulunduğu, yüce zirvelerle alçak çukurların beraberce arz-ı endam
ettikleri ayrıca iman ve kahramanlık tarihiyle nifak ve yenilgi tarihine eşsiz
bir örnek oluşturan savaştan bazı sahneler sunduk.
Bu
sahneler, o zaman, müslümanların safında bir düzensizliğin olduğunu
ortaya çıkardığı gibi bazı müslümanların düşüncelerinin de henüz
berraklaşmadığını ortaya çıkarmıştır. Bu düzensizlik ve bulanıklık,
Allah'ın kanunu ve takdiri doğrultusunda, müslümanların başına gelen böyle
bir sonucu ve en başta sahabeyi derinden sarsan olayların arasında en çok üzüldükleri,
Resulullah'ın yaralanması olayı olmak üzere, birçok arkadaşlarını kurban
vermelerini doğurmuştu. Evet, müslümanların iyi bir ders çıkarmaları
gereken bir olay... Allah'ın kalplerini arındırması, saflarını belirginleştirmesi
ve müslüman cemaate yüklediği yüce görevi idrak etmeleri, beşeriyete önderlik
etme görevi ile Allah'ın metodunun, pratik hayatta yaşanan bir örnek olarak
yeryüzünde gerçekleştirmeye hazırlaması için ağır bir bedel ödenmişti.
KUR'AN'IN
İFADE BİÇİMİ
Kur'an
ayetleri, savaşta meydana gelen olayları sunarken rivayet veya açıklama yönteminden
ziyade, ruhların derinliklerine ve kalplerin içlerine nüfuz etme yöntemini
kullanmıştır. Olaylardaki uyarı, aydınlatma ve yönlendirme unsurunu öne
çıkarmıştır.
Kur'an,
olayları sunarken, tescil amacıyla tarihsel kronolojiye uyarak sunmaz. Daha çok
ibret alınması, eğitim, olayların arka plânındaki gizli değerlerin
meydana çıkması, ruhların karekterlerinin ve kalplerin hareketinin çizilmesi,
olaylara egemen atmosfer ile evrensel yasanın ve yerleştirmek istediği diğer
ilkelerin tasviri amacını gütmektedir. Böylece olaylar, birçok duygu,
hareket çizgisi ve deliller birikimine eksenlik ile odak noktalığı ödevini
yerine getirmiş olurlar. Ayetlerin akışı, olaydan yola çıkar, olayın çevresinde
dolaşır ve sonra tekrar olaya döner. Ardından vicdanların derinliklerine ve
hayatın her yönüne nüfuz eder. Bunu tekrar tekrar yapar. Olayın anlatılması
bitince, artık, iki yönüyle anlamları, delilleri, değerleri ve ilkeleri
kapsamıştır. Olayın anlatılması, anlamlara, delillere, değerlere ve
ilkelere ulaşmak için bir araç ve bunların etrafında odaklaştığı bir
hareket noktası olmasından başka bir amaca dayanmamaktadır. Ayetler, olayların
karmaşıklığına ve vicdanlar üzerindeki etkisine yönelmekte, vicdanları
arındırmakta, temizlemekte ve yeri gelince de aydınlatmaktadır. Artık
nefis, olay karşısında şaşırmamakta ve kuşkuya düşmemektedir. Olayda
bir karışıklık ve anlaşılmazlık görmemektedir.
İnsan,
bütün genişliği ve çeşitliliğiyle beraber savaşa ve savaş esnasında
meydana gelen olaylara, bir de Kur'an'ın olayları değerlendirmesi ve bütün
yönleriyle ele almasındaki ihtimamına bakıyor. Kur'an'ın savaştan çıkarılacak
dersten çok daha kapsamlı olduğunu, zaman bakımından daha sürekli olduğunu,
kalplere daha çok etki ettiğini, ruhların derinliğine daha çok indiğini,
insan ruhunun ve İslâm cemaatinin nesiller boyu karşılaşacağı benzeri
durumlardaki ihtiyaçlarına cevap vermede daha yetkin olduğunu anlıyor. Çünkü
bu, geçici olayların ötesindeki kalıcı gerçekleri, bireysel olayların ardındaki
mutlak ilkeleri, gelip geçen görüntülerin altındaki asıl değerleri ile
zaman ve mekân ölçüsünden kurtulmuş sağlıklı gözlemi içermektedir.
Nerede
olursa olsun ve hangi çağda bulunursa bulunsun, Kur'an-ı kerim bu kalıcı
uyarıları, imam algılamaya hazır olan her kalbe yöneltmektedir. Bu konuyu,
ayetleri açık!arken ayrı ayrı ele aldıktan sonra etraflıca değerlendireceğiz
inşaallah...