SAVAŞ
HAZIRLIĞI
121-
Hani sen müminleri (Uhud'da) savaşacakları elverişli yerlere mevzilendirmek
üzere evinden sabahleyin erken çıkmıştın. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten
ve bilendir.
122-
Hani sizden iki grupta yılgınlık ve çözülme emareleri belirmişti. Oysa
onların dostu Allah'tı. Müminler, sırf Allah'a dayanmalıdırlar.
Böylece
ayet-i kerime, bu Kur'an'a ilk defa muhatab olanların ruhlarında ve hatıralarında
tazeliğini koruyan savaşa hazırlanma sahnesini hatırlatma ile işe girişiyor.
Ancak olaya bu tarzda başlamak ve ilk sahneyi bu nassla hatırlatmak, sahneyi bütün
sıcaklığı ve bütün canlılığıyle yeniden hatırlamanın yanında,
bildikleri görünen sahnenin arka plânındaki ve bu sahnenin içermediği başka
hakikatleri de eklemeyi gerektirmektedir. Bu hakikatlerin ilki, bütün etkinliği
ve canlılığıyla yerleşmediği sürece vicdanların üzerinde istikamet
bulamayacağı ve İslâmî eğitim metodunun dayandığı ve kur'anî eğitim yönteminin
İslâm düşüncesinin derinliklerine yerleştirmeye, güçlendirmeye ve sürekli
hatıralarda tutmaya büyük özen gösterdiği, yüce Allah'ın daima müminlerle
beraber olduğu ve aralarında olup bitenleri işitip gördüğü gerçeğidir.
"Hani
sen müminleri (Uhud'da) savaşacakları elverişli yerlere mevzilendirmek üzere
evinden sabahleyin erken çıkmıştın. Kuşkusuz Allah herşeyi işitendir,
bilendir."
Resulullah'ın
(salât ve selâm üzerine olsun) iş konusunda istişare yapıp sonuçta düşmanı
Medine'nin dışında karşılaşmayı kararlaştırması, sonra zırhını ve kılıcını
kuşanmış olarak Aişe'nin (Allah O'ndan razı olsun) evinden erkenden çıkması,
bunların ardından da orduya savaş düzeni aldırması ve okçulara dağın
bir yerinde mevzilenmelerini emretmesi gibi ayet-i kerimenin işaret ettiği şeyler
bilinen ve hatıralarda tazeliğini koruyan sahnelerdi... Ancak burada yeni bir
gerçekle yüzyüze gelinmektedir:
"Kuşkusuz
Allah herşeyi işitendir, bilendir."
Allah'ın
hazır bulunduğu bir sahne!.. O'nun gördüğü bir durum!.. Bunun
bilinmesinden kaynaklanan korku ve bu korkunun herşeyi kuşatması!.. Aralarında
meydana gelen istişareye hakim olması!.. Bütün sırların Allah'a açık
olduğunun bilinmesi!.. Yüce Allah'ın dillerin söylediğini işittiği gibi
vicdanların derinliklerinde gizli olanları da bildiğinin idrak edilmesi!..
Aman Allah'ım, ne kadar dehşet verici bir ifade...
Bu
ilk sahnede, ikinci olarak münafıkların başı Abdullah İbn-i Ubeyy İbn-i
Selûl, kendisinin görüşünü almadan Resulullah'ın kendi görüşünü de bırakıp
Medine'li gençlerin görüşünü dinlemesine kızar. Halbuki akide mensup olduğu
kalpte ortaklığa tahammül etmez; kalp, ya sırf akideye ait olacak ya da
ondan hoşlanmayıp bir kenara itecektir. Münafıkların reisi; "Savaşmayı
bilseydik size uyardık" diyerek akidenin henüz kalbinde yer etmediğini,
benliğinin kalbini doldurduğunu ve bu yüzden kalbinde akideye baskın geldiğini
gösteren ikiyüzlülüğünü göstermiştir. Bu münafıklığının
neticesinde, askerin üçte birini ordudan ayırmak suretiyle giriştiği haince
davranışın ardından, müslümanlardan iki grubun kalplerini saran zaaf ve
bozulmaya değinilmektedir.
"Hani
sizden iki grupta yılgınlık ve çözülme emareleri belirmekteydi. Oysa onların
dostu Allah'tı. Müminler sırf Allah'a dayanmalıdırlar."
Sahih-i
Buhari'de Süfyan b. Uyeyye'nin hadisinde belirtildiğine göre İbn-i Selül'ün
davranışından ve savaşın başlangıcında müslüman saflarda meydana
getirdiği sarsıntıdan etkilenen bu iki grubun Benû Harise ve Benû Seleme
olduğu anlaşılmaktadır. Aşağıdaki ayetin belirttiği gibi şayet Allah'ın
dostluğu ve hak üzere sebat ettirmesi olmasaydı neredeyse bozulup zaafa düşeceklerdi.
"Oysa
onların dostu Allah'tı"
Hz.
Ömer (Allah O'ndan razı olsun) Cabir b. Abdullah'ın ` "Hani sizden iki
grupta yılgınlık ve çözülme emareleri belirmişti" ayeti bizim hakkımızda
nazil olmuştur' derken işittiğini söyler. Abdullah b. Cabir devamla
"Biz iki grup... Benû Harise ve Benû Seleme... "Oysa onların dostu
Allah'tı" ayeti nazil olana kadar hiç sevinmedik (veya neşelenmedik)"
der.·(Buhari ve Müslim)
Böylece
yüce Allah, bir an göğüslerinde geçen, sahibinden başka kimsenin bilmediği,
vicdanların derinliklerinde yer eden duyguları ortaya çıkarmakta, sonra
onları koruyarak bu duyguları gidermekte ve dostluğuyla onları destekleyip
safta yerlerini almalarını sağlamaktadır. Bütün bunlar, savaştaki olayları
yenilemek, savaş esnasındaki olgu ve sahneleri canlandırmak... Sonra, ruhları
depreştirmek, Allah'ın sürekli kendisiyle beraber olduğunu duyumsatmak,
"Allah herşeyi işiten ve bilendir" diyerek vicdanların
derinliklerinde olan herşeyi bildiğini belirtmek ve bu gerçeği duygularında
güçlendirip derinleştirmek... Sonra onlara, kurtuluşun nasıl olduğunu öğretmek,
böyle bir durumda nereye yönelip sığınacaklarını göstermek için aralarında
bozulma baş gösterdiğinde ve zaafa düştüklerinde Allah'ın dostluğunu ve
koruyuculuğunu hissetmelerini emretmektedir.
"Müminler
sırf Allah'a dayanmalıdırlar"
Bu
kadar kısa ve öz... Müminler yalnız ve yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.
Şayet inanıyorlarsa bundan daha sağlam bir dayanakları yoktur.
Böylece
Kur'an'ın, onlara savaş sahnesini çeşitli yönleriyle yeniden hatırlattığı
bu ilk iki ayette, İslâmî düşüncenin ve İslâmî eğitimin iki büyük ve
temel direktifini buluyoruz.
"Allah
herşeyi işiten ve bilendir"
"Mü'minler
sırf Allah'a dayanmalıdırlar."
Zaman
ve sunuldukları atmosfer bakımından birbirine uygun düşen bu iki ayet,
kalpleri direktifleri almaya, karşılık vermeye ve kabullenmeye hazırlanmaları
bakımından da uygun düşmektedir. Bütün ahenk ve canlılıklarıyle aynı
konuyu işlemeleri de bu uygunluğu göstermektedir. Aynı zamanda konunun başlangıcını
oluşturan bu iki ayette, Kur'an'ın sıcağı sıcağına olayları takip
ederek kalpleri canlandırma, yönlendirme ve eğitme yöntemi de açığa çıkmaktadır.
Ayrıca Kur'an'ın olayları yönlendirip anlatma tarzı ile, Kur'an-ı kerimin
sağlam metodu sayesinde hedeflediği, canlandırmak, coşturmak, eğitmek ve yönlendirmek
suretiyle insan kalbini ve hayatını hedeflemeyen diğer kaynakların, olayların
ayrıntılarıyla anlatmaları arasındaki fark da meydana çıkmaktadır.
ALLAH'TAN
GELEN YARDIM
Ayet-i
kerime, müslümanların (elde etmek üzereyken) zafere ulaşamadıkları savaştan
söz ederek başlıyor. Yenilgi; münafık Abdullah b. Ubeyy'in şahsında kişisel
değerlerin akideye üstün gelmesiyle başlamış, şahsî değerlerin inançlarına
baskın çıktığı kişilerin O'na uyması ve salih müminlerden iki grupta
beliren zaafla sürmüş ve nihayet ganimete duyulan arzunun baskısıyla askeri
stratejiye muhalefetle tamamlanmıştır. Savaş esnasında görülen örnek
davranışlar saftaki bozukluk ve düşüncedeki bulanıklık nedeniyle meydana
gelen sonucu değiştirmeye yetmemişti.
Ayet-i
kerime, bir dengenin oluşması, sebep ve sonucun düşünülmesi, zaaf ve güç
noktalarının belirmesi, zafer ve yenilginin gerçek sebeplerinin bilinmesi için
Bedir savayı hatırlatıyor. Ayrıca zafer ve yenilginin arka plânda gizli
hikmetini gerçekleştirmesi için her ikisinin de Allah'ın takdirine bağlı
olduğuna ilişkin bilginin pekişmesi, murad ediliyor. Bütün durumlarda olduğu
gibi her iki durumda da işlerin dönüşünün Allah'a olduğunun bilinmesi
olgusu vurgulanıyor. Aynı zamanda Bedir Ubud'dan önce meydana geldiği için
yenilgiyle sonuçlanan Uhud'da meydana gelen olayların değerlendirmesine geçmeden,
zaferle sonuçlanan Bedir savaşı hatırlatılıyor.
123-
Nitekim Bedir'de Allah sizi zafere ulaştırdı, oysa siz zayıftınız. O halde
Allah'tan korkunuz, O'na şükretmiş olasınız.
124-
Hani sen müminlere `Allah'ın gökten indirilmiş üç bin melekle yardım
etmesi size yetmez mi?' diyordun.
125-
Evet, eğer siz sabreder ve Allah'tan korkarsanız, bu arada onlar şimdi, şu
taraftan üzerinize saldırırlarsa Allah size beşbin nişanlı melekle yardım
eder.
126-
Allah size bu yardımı sırf size müjde olsun ve bu sayede kalpleriniz
rahatlasın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi
olan Allah'tan kaynaklanır.
127
Allah kafirlerin bir bölümünü kırıma uğratmak ya da bozguna düşürüp
umutsuz biçimde geri dönmelerini sağlamak için size zafer kazandırdı.
128-
Bu konuda senin yapabileceğin birşey yok. Allah ya onların tevbelerini kabul
eder ya da zalimlikleri yüzünden onları azaba çarptırır.
129-
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O dilediğini affeder, dilediğini
de azaba çarptırır. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir.
Daha
önce de değindiğimiz gibi Bedir'deki zaferde mucize esintisi var. Çünkü
zafer için gerekli bilinen maddi araçlar olmaksızın gerçekleşmiştir. Müminlerle
müşrikler arasındaki kefe denk olmadığı gibi denk olmaya da yakın değildi.
Müşrikler, bin kişi dolayında bir kuvvetle Ebu Süfyan'ın yardım çağrısına
karşılık vermek ve beraberindeki kafileyi korumak amacı ve savaşa hazırlıklı
olarak mallarını ve şereflerini korumak duygusuyla çıkmışlardı. Müslümanlar
ise üçyüz dolayında bir kuvvetle bu silahlı toplulukla savaşmaktan ziyade,
kafileyi karşılamak ve yolunu kesmek gibi kolay bir yolculuk için çıkmışlardı.
Sayıları gibi hazırlıkları da yetersizdi. Müslümanları Medine'de belirli
bir güçleri olan müşrikler, toplum içinde belirgin bir konumları olan münafıklar
ve kendilerini gözetleyen yahudiler beklemekteydi. Bütün bunların yanında,
küfür ve şirk çoğunluğuyla kaplı yarımadanın ortasında müslüman bir
azınlıktı onlar... Sonra henüz Mekke'den kovulmuş Muhacirler ve onları
koruyan Ensar'dan oluşan ve bu çevrede istikrarlı bir görünüm arz etmeyen
ufacık bir topluluk sıfatını da üzerlerinden atamamışlardı.
Yüce
Allah, bütün bunları onlara hatırlatmakta ve bunca olumsuz şartlar arasında
gerçekleşen bu zaferi ilk sebebine döndürmektedir.
"Nitekim
Bedir'de Allah sizi zafere ulaştırdı, oysa siz zayıftınız. O halde
Allah'tan korkunuz ki, O'na şükretmiş olasınız"
Onlara
zaferi veren yüce Allah'tır. Şu ayetler grubunda belirtilen hikmete binaen
galip gelmişlerdir. Yoksa ne kendileri ne de başka birşey onları galip
getirmez. O halde sakınıp korkarlarsa, zafer ve yenilgiyi elinde bulunduran, bütün
güç ve otoriteye sahip olan Allah'tan sakınıp korksunlar. Olabilir ki bu sakınma
onları şükretmeye sevk eder de her durumda Allah'ın üzerlerindeki nimetine
layık şükrü ifa ederler...
Ayet-i
kerimenin Bedir'deki zaferi hatırlatırken değindiği ilk konu... Ardından,
sanki şimdi oluyormuş gibi savaş sahnesini gözlerinin önüne getirerek o
manzarayı duygularında canlandırıyor:
Hani
sen, müminlere `Allah'ın gökten indirilmiş üçbin melekle yardım etmesi
size yetmez mi?' diyordun".
"Evet,
eğer siz sabreder ve Allah'tan korkarsanız ve bu arada onlar şimdi şu
taraftan üzerinize saldırırlarsa, Allah size beşbin nişanlı melekle yardım
eder."
Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) bu ilahi sözleri, Bedir günü kendisiyle
silahlı topluluğu karşılamaktan çok, ticaret malı yüklü kervanı karşılamak
üzere çıkmış ancak karşılarında silahlı bir topluluk bulan müslüman
azınlığa söylüyordu. Resulullah o gün, birer beşer oluşları nedeniyle
duygu ve düşüncelerine yakın alışageldikleri güçlerin yardımına her
zaman ihtiyaç duyan müminlerin kalplerini ve ayaklarını sabitleştirmek için
Rabbinden aldıklarını olduğu gibi tebliğ ediyordu. Ayrıca onlara bu yardımın
şartını da bildiriyordu; sabır ve takva... Düşmanın saldırısını karşılarken
sabır... Zafer ve yenilgi durumunda kalbi Allah'a bağlayan takva...
"Evet,
eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız, bu arada onlar şimdi şu taraftan üzerinize
saldırırlarsa, Allah size beşbin nişanlı melekle yardım eder."
İşte
şimdi yüce Allah, bütün işlerin sonuçta kendisine döndüğünü, bütün
faaliyetlerin kaynağının kendisi olduğunu, melekleri indirmenin, müminlerin
kalplerine bir muştu olmak ve bununla yakınlık, sevinç, güven ve sebat sağlamaktan
başka bir şeye mebni olmadığını, zaferin doğrudan doğruya O'nun yüce
katından olduğunu, hiçbir vasıta, sebep ve araca gerek kalmadan yalnızca
takdirine ve iradesine bağlı olduğunu bildiriyor.
"Allah
size bu yardımı sırf müjde olsun ve bu sayede kalpleriniz rahatlasın diye
yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah'tan
kaynaklanır."
Kur'an-ı
kerim, bu temel kurala bulaşan şaibelerin müslümanın düşüncesine takılmaması
için bütün işleri sonuçta Allah'a döndürmeye büyük özen göstermektedir.
Herşeyi topyekün Allah'ın mutlak iradesine, etkin dilemesine ve kesin
kaderine döndürmeye ve sebeplerin ve aracıların kendilerinden kaynaklanan
bir faaliyetlerinin olmadığını; ancak, yüce iradenin onları harekete geçirip
dilediğini bunlar vasıtasıyla gerçekleştirdiği birer alet oldukları kuralını
yerleştirmeye büyük özen gösteriyor.
"Yoksa
zafer sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah'tan kaynaklanır."
Kur'an-ı
kerim gerçek alemde olduğu gibi, kul ile Rabb, mümin kalp ile Allah'ın
takdiri arasında perdesiz, engelsiz, araçsız ve aracısız direkt bir bağ
kurmak için bu kuralı İslâm düşüncesine yerleştirmeye ve her türlü şaibeden
arındırmaya, ayrıca zahiri sebep araç ve aletlerin kendiliğinden bir
faaliyetlerinin olmadığı gerçeğini yerleştirmeye dikkat etmiştir.
Kur'an-ı
kerimde, çeşitli te'kid yöntemleriyle tekrarlanan bu ve benzeri direktifler,
bu gerçeği son derece parlak, yol gösterici, derin ve aydınlatıcı şekilde
müslümanların gönüllerine yerleştirmektedir.
Böylece
müslümanlar, yalnızca yüce Allah'ın gerçek anlamda faaliyet sahibi olduğunu
anlamış oldular. Kendilerinin de Allah tarafından, araç ve sebeplere sarılmaya,
çaba sarfetmeye ve yükümlülüklerini yerine getirmeye emrolunduklarını
kavramış oldular. Bu sayede gerçekten ikna olup emredilene itaat ederek bilinç
ve davranış arasındaki şaşırtıcı dengeyi sağlamış oldular.
Ancak
bütün bunlar, zamanla, olayların meydana gelmesiyle, şimdi ve bu suredeki
birçok benzerinde olduğu gibi olaylar ve onların değerlendirilmesi yöntemiyle
eğitme sürecinde gerçekleşti.
Bu
ayetlerde, içinde Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) müminlere
sabır ve takvaya sarılmaları, savaş alanında düşmanla bu şekilde yüzyüze
geldiklerinde direnmeleri halinde Allah katından yardım olarak gelecek
melekleri vadettiğini görüyoruz. Sonra melekleri indirmenin ötesindeki etkin
kaynağın, herşeyin iradesine bağlandığı ve zaferin O'nun emri ve izniyle
gerçekleştiği yüce Allah olduğu hakikatini bildiren Bedir'den bir sahneyi gözler
önüne getirmektedir.
"Üstün
iradeli ve hikmet sahibi olan Allah"
"O,
üstün iradeli"dir. Otorite sahibi güçlü O'dur. Ve 0 zaferi gerçekleştirmeye
kadirdir. O, "Hikmet sahibi"dir. Yüce takdiri hikmetine uygun olarak
tecelli eder. Zaferi de ötesindeki hikmetini gerçekleştirmek için
vermektedir.
Ardından
ayet-i kerime, bu zaferi ve diğer bütün zaferlerin arkasındaki gizli hikmeti
açıklamakta, zaferin gerçekleşmesinde hiçbir insanın etkinliğinin söz
konusu olmadığı bildirilmektedir.
"Allah
kafirlerin bir bölümünü kırıma uğratmak ya da bozguna düşürüp umutsuz
biçimde geri dönmelerinï sağlamak için size zafer kazandırdı."
"Bu
konuda senin yapabileceğin birşey yok. Allah ya onların tevbelerini kabul
eder ya da zalimlikleri yüzünden onları azaba çarptırır."
Zafer,
Allah'ın takdirini gerçekleştirmek amacı ile yine Allah tarafından bahşedilmektedir.
Gerek Resulullah'ın gerekse beraberindeki mücahitlerin, zaferin gerçekleşmesinde
hiçbir etkinlikleri söz konusu olmadığı gibi hiçbir kişisel amaçları ya
da payları da söz konusu değil. Onlar kendileriyle dilediğini gerçekleştiren
ilahî güce birer perde olmaktan öteye gidemezler. Zafere sebebiyet teşkil
etmedikleri ve zaferin meydana gelmesini sağlamadıkları gibi zaferin
sahipleri de kendileri değildir. Dolayısıyla taşkınlık yapamazlar. Zafer,
arka plânda kastedilen hikmetin gerçekleşmesi için, Allah'ın kulları aracılığıyla
ve O'nun desteğiyle gerçekleşen ilahi takdirdir.
"Allah
kafirlerin bir bölümünü kırıma uğratmak için..."
Öldürmek
suretiyle sayılarını azaltır.. Ya da fethetmekle topraklarını eksiltir...
Veya kahretmekle otoritelerini eksiltir. Yahut ganimet alarak mallarını
eksiltir... Ya da yenilgiye uğratmakla yeryüzündeki faaliyetlerini kısıtlar.
"..ya
da bozguna düşürüp umutsuz biçimde geri dönmelerini sağlamak için"
Yani
yüce Allah onları, yenilmiş alçaklar olarak döndürür, böylece hüsrana uğrayıp
kahrolarak geri dönerler.
"...ya
onların tevbelerini kabul eder."
Müslümanların
zafer kazanması kâfirler için birer nasihat bir ibret vesilesi olabilir.
Onları imana ve İslâm'a sevk edebilir. Böylece yüce Allah küfürden tevbe
etmelerini kabul eder. Onlara İslâm ve hidayet üzere dünyadan ayrılmayı
nasip eder.
"...Ya
da zalimlikleri yüzünden onları azaba çarptırır."
Müslümanların
onlara galip gelmesiyle veya esir olmalarıyla ya da acıklı azapla sonuçlanan
küfür üzere ölmeleriyle azaplandırır. Bu, kafir olmalarının, müslümanlara
eziyet etmelerinin, yeryüzünde fesat çıkarmalarının, İslâm'ın hayat için
koyduğu metodun, kanun ve düzenin temsil ettiği barışa karşı koymalarının,
küfrün ve İslâm'a engel olmanın ardında gizli daha nice zulmü işlemelerinin
cezasıdır.
Ve
her hâlukârda bu, Allah'ın hikmetidir. İnsanların hiçbir etkinlikleri söz
konusu değildir. Hatta ayet-i kerime bu olguyu tamamen Allah'a özgü kılmak için
Resulullah'ı da aradan çıkarıyor. Çünkü bu olay ortaksız olan ve biricik
uluhiyyet kapsamına girmektedir.
Böylece
müslümanlar, zaferden, onun sebep ve sonuçlarından benliklerini sıyırırlar.
Bu sayede, zaferin galip gelenlerin ruhlarına verdiği kibirden, azgınlıktan,
böbürlenmekten, ruhlarına ve şahdamarlarına üflediği kendini beğenmişlik
duygusundan kurtularak, bu işte hiçbir paylarının olmadığını, başından
sonuna kadar işin tamamen Allah'a ait olduğunu idrak ederler.
Bununla
ayet-i kerime, itaat eden veya isyan eden bütün insanların işlerini Allah'a
döndürüyor. Bu iş, sadece Allah'ın işidir. Bunun karşısında bu davanın
ve beraberinde itaatkarı ve isyânkarı ile bütün insanların konumu da bu...
Nebi (salât ve selâm üzerine olsun) ve beraberindeki müslümanların görevlerini
yerine getirdikten sonra sonuçtan ellerini çekmek dışında başka bir işlevleri
söz konusu değildir. Mükafatları ise, sözünü yerine getiren, dostluğuna
bağlı kalan ve kulların ecrini eksiksiz veren Allah'a aittir.
Ayetlerin
akışında görüleceği gibi başka nedenler de "Bu konuda senin
yapabileceğin birşey yok" yargısını gerekli kılmıştır. Nitekim,
ayetlerin akışında bazısının "Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?"
(Al-i İmran suresi; 154)· dedikleri, bir kısmının da "Bu işte payımız
olsaydı burada öldürülmezdik" (Al-i İmran suresi; 155) dediklerine
rastlanmaktadır. Bu ayet onlara, hiçbir işte, ne zafer ne de yenilgide, hiç
kimsenin bir etkinliğinin söz konusu olmadığını, insanlardan yalnızca
itaat, bağlılık ve görevi yerine getirme istendiğini, bundan sonrasının
ise tamamen Allah'a ait olduğunu, hiç kimsenin, hatta Resul'ün (salât ve selâm
üzerine olsun) bile bir fonksiyonunun olmadığı gerçeğini haykırmaktadır.
Bu hakikat, İslâm düşüncesinin temel kurallarından biridir. Bunun ruhlarda
yer etmesi kişilerden, olaylardan ve bütün değerlerden daha üstündür.
Bedir
savaşına ilişkin bu hatırlatma, temel gerçeklerin düşüncede yer etmesine
yönelik bu çaba, zafer ve yenilgi işinin Allah'ın hikmetine ve takdirine döndüğü
gerçeğini içeren daha kapsamlı bir gerçekle son buluyor. Bu hakikatin yerleşmesi
asıl büyük hakikatin yerleşmesiyle tamamlanıyor; evrendeki bütün işlerin
Allah'a ait olduğu, bu yüzden dilediğini bağışladığı, dilediğine de
dilediği gibi azap verdiği gerçeği ile...
"Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O, dilediğini affeder, dilediğini de
azaba çarptırır. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir."
Bu,
mutlak egemenliğe dayalı mutlak iradedir. Göklerde ve yerde bulunanlar üzerindeki
hükümdarlığı gereği, kulların işleri üzerindeki mutlak tasarruftur
bu... Bağışlama ve azap etmekle kullar arasında bir zulüm veya kayırma söz
konusu değildir. Bu konuda herşey hikmet, adalet, rahmet ve mağfiretle sonuçlanmaktadır.
Çünkü, rahmet ve mağfiret yüce Allah'ın şanındandır.
"Hiç
kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir."
O'na
dönmek, işleri topyekün O'na havale etmek, gerekli olan görevleri yerine
getirmek, bundan sonrasını, sebep ve araçların arka plânındaki hikmetine,
kaderine ve mutlak iradesine bırakmak suretiyle O'nun mağfiretinden ve
rahmetinden yararlanma kapısı bütün kullara açıktır.
SAVAŞIN
SÜREKLİ OLANI
Ayetlerin
akışı, Uhud savaşını, orada meydana gelen olay ve hadiselerin değerlendirilmesini
sunmaya girişmeden önce, bölümün başında da işaret ettiğimiz gibi ruhun
derinliklerinde ve hayatın çevresinde süren büyük çarpışmaya ilişkin
direktiflerle gelmektedir. Söz; faizden, faizle iş görmekten, Allah
korkusundan, O'na ve Resulüne itaatten, gizli-açık infak etmekten, faiz düzenine
karşılık üstün yardımlaşma düzeninden, öfkeyi yenmekten, insanları
affetmekten toplum içinde iyiliği yaymaktan, günahlardan istiğfar edip,
Allah'a dönmekten ve hatalarda ısrar etmemekten açılmaktadır.
130-
Ey müminler, sakın sürekli katlanan faizi yemeyiniz. Allah'tan korkunuz ki,
kurtuluşa erebilesiniz.
131-
Kafirler için hazırlanmış olan cehennem ateşinden sakınınız.
132-
Allah'a ve Peygamber'e itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz.
133-
Rabbinizin affediciliğine ve genişliği gökler ile yer arası kadar olan
Cennete koşunuz. Burası takvalılar için hazırlanmıştır.
134-
Onlar bollukta ve darlıkta Allah için mal harcarlar, öfkelerini yenerler ve
insanların kusurlarını bağışlarlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilikseverleri
sever.
135-
Yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde
Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları
Allah'tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar
etmezler.
136-
İşte onların mükafatı, Allah tarafından affedilmek ve altından ırmaklar
akan, içinde sürekli kalacakları Cennetlerdir. İyi işler yapanları
bekleyen mükafat ne kadar güzeldir!
Ayetlerin
akışı, bu akidenin beşerî varlık ve enerjiyi karşılamadaki birlik ile
evrenselliğine ve herşeyi bir tek eksene yöneltiyor. Bu da Allah'a kulluk ve
O'na ibadet eksenine döndürmeye, her işte O'na yönelmeye, ayrıca Allah'ın
metodundaki birlik ve evrenselliğe ve her durumda, her işte ve her yönde beşer
enerjisi üzerindeki egemenliğe ilişkin özelliklerinden birine işaret etmek
için, bu direktifleri fiili çarpışmaya değinmeden önce sunmaktadır. Ayrıca
bu direktifler, insandan kaynaklanan farklı enerjiler arasındaki ilişkiye ve
daha önce de değindiğimiz gibi bu ilişkilerin insanın bütün çabalarının
sonucu üzerindeki etkisine işaret etmektedir.
İslâm
metodu, insan ruhunu bütün yönleriyle ele almakta ve toplum hayatım bölmeden
bir bütün olarak düzenlemektedir. Fiili savaşa hazırlanmak ve tedbir almak
ile ruhların arındırılması, kalplerin temizlenmesi, heva ve heveslere gem
vurulması ve toplumda sevgi ve hoşgörünün yaygınlaştırılması işlemlerinin
birarada sunulmasının sebebi de budur. Çünkü bunlar birbirlerine yakın şeylerdir.
Bu çizgilerden ve bu direktiflerden herbirini ayrıntılarıyla sunduğumuz
zaman, bunların İslâm cemaatinin yaşayışı ve savaş alanı ile hayatın
her alanında mukadderatıyla olan sağlam ilişkileri ortaya çıkar.
"Ey
müminler, sakın sürekli katlanan faiz yemeyin. Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa
erebilesiniz.
"Kafirler
için hazırlanmış Cehennem ateşinden sakınınız."
"Allah'a
ve Peygambere itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz."
"Fi
Zılâl"in üçüncü cüzünde faizden ve faiz düzeninden detaylıca sözedildiği
için burada tekrarlamayacağız. Ancak "kat kat katlamak" üzerinde
duracağız. Çünkü bu zamanda bazı insanlar bu ayetin arkasına saklanmakta
ve "Haram edilen faiz, kat kat katlanandır." Yüzde dört... Yüzde
beş... Yüzde altı... Yüzde yedi...Yüzde dokuz... ise "Kat kat
katlama" değildir. Dolayısıyle haram kapsamına girmez diyerek, bununla
insanları aldatma yönüne gitmektedirler.
Öncelikle
"kat kat katlamak" deyiminin bir olguyu vasıflandırdığı, hükümle
ilgisinin bulunmadığını ve Bakara suresinde, hiçbir sınırlama hiçbir kayıt
belirtmeden faizin temelde haram olduğu belirtilmiştir. Nitekim her ne surette
olursa olsun "Faizden arta kalandan el çekin" hükmünün kesin olduğunu
yine aynı kesinlikle belirtmemiz gerekir.
Bu
gerçeği bu şekilde beyan ettikten sonra "kat kat katlama" vasfıyla
ilgili şu açıklamayı yapabiliriz: Gerçekte bu vasıf, bizzat bu ayette
yasaklanan ve o günkü yarımadada yürürlükte olan faiz işlemlerine ilişkin
tarihsel bir vasıf değildir, her zaman haksız kazancı sağlaya gelen faiz düzenlerinin
ortak vasfıdır.
Faiz
düzeninin anlamı; malın, faiz esası üzerine işlem görmesidir. Bu da gösteriyor
ki, faiz işlemi bireysel ve basit bir işlem değildir. Bir açıdan sürekli
tekrarlanan diğer bir açıdan da mürekkep bir işlemdir. Böylece sürekli
tekrarlanmak ve birleşmek suretiyle kesintiye uğramadan zamanla birlikte
"kat kat" katlanır.
Faiz
düzeni, tabiatının gereği olan bu vasfını her zaman korumuştur. Bu vasıf,
sırf Arap yarımadasında yürürlükte olan işlemlere özgü değildir. Her
çağda bu düzenin kaçınılmaz özelliğidir.
Üçüncü
cüzde ayrıntılarıyla açıkladığımız gibi, ruhsal ve ahlâki alanda
hayatın bozulması faiz düzeninin bir özelliğidir. Yine adı geçen cüzde açıklandığı
üzere faiz düzeninin bir diğer özelliği de ekonomik ve siyasal hayatın
bozulmasıdır. Buradan da faiz düzeninin toplum hayatıyla olan ilgisi ve bu
hayatın tüm yönlerine olan etkisi anlaşılmaktadır.
Müslüman
bir ümmet oluşturmayı hedef edinen İslâm ise, toplumun ekonomik ve siyasal
hayatının sağlıklı olmasına büyük özen gösterdiği gibi, ruhsal ve
ahlakî hayatının da temiz olmasını diler. Her ikisinin de bu ümmetin giriştiği
savaşların sonuçları üzerindeki etkileri bilinmektedir. Dolayısıyla
surenin akışı içinde fiilî savaşın değerlendirilmesi yapılırken faiz
yemenin yasaklanması bu evrensel ve her durumu gözeten bu metod için son
derece anlaşılır bir olaydır.
Ayrıca
bu yasaktan sonra, kurtuluş için Allah'tan korkmayı emretmek ve kafirler için
hazırlanan ateşten sakındırmak konunun ruhuna uygun düşmektedir.
Allah'tan
korkan ve kafirler için hazırlanan ateşten sakınan insan, faiz yiyemez.
Allah'a inanan ve kafirlerin safından ayrılan kişi de faiz yiyemez. Çünkü
iman, sadece dille söylenen bir kelimeden ibaret olmayıp, Allah tarafından bu
imanın pratik ve uygulanan bir tercümesi kılınan Rabbanî hayat metoduna
uymaktır. Nitekim iman, bu metodun hayatta pratik olarak gerçekleşmesine ve
bu toplum hayatının bu metod uyarınca düzenlemesine bir başlangıçtır.
İman
ile faiz düzeninin birarada bulunması imkansızdır. Nerede faiz düzeni varsa
orada bu dinden topyekün çıkma vardır, kafirler için hazırlanan ateş vardır.
Bu konuda inatçılık yapmak gerçeği değiştirmez. Bu ayetlerde faiz yemeyi
yasaklamak, Allah'tan korkmaya davet ile kafirler için hazırlanan ateşten sakındırmanın
birarada bulunması, hedefsiz bir rastlantı değil; aksine, bu gerçeğin yerleşmèsi
ve müslümanların düşüncelerinde derinleşmesi amacına yöneliktir.
Kurtuluş
ümidinin faizi terk etmeye ve Allah'tan korkmaya bağlı olması da öyle...
Çünkü kurtuluş; Allah'tan korkmanın ve O'nun metodunu insan hayatında gerçekleştirmenin
tabii meyvesidir. Üçüncü cüzde faizin beşer topluluklarında meydana
getirdiği yıkımlardan ve insan hayatında neden olduğu felaketlerden söz
etmiştik. Burada ise, kurtuluşun anlamını ve onun iğrenç faiz düzenini
terk etmekle olan ilişkisini kavramak için bu açıklamaya yeniden dönmemiz
yerinde olur.
Burada
değindiğimiz gerçeği kuvvetlendiren son te'kid geliyor:
"Allah'a
ve Peygambere itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz."
Allah'a
ve Resule itaat emri genel olduğu gibi rahmetin de bu itaate bağlı olarak
tecelli etmesi geneldir. Ancak, bu emrin, faizin yasaklanmasından sonra gelmesi
özel bir anlam ifade etmektedir. Buna göre, faiz esasına dayanan toplumlarda
Allah'a ve Resule itaat söz konusu değildir. Ayrıca her ne surette olursa
olsun faiz yiyen kalpte Allah ve O'na itaat duygusu barınamaz. Ardarda gelen
telkinlerin nedeni budur. Bu gerçek, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine
olsun) emrine karşı gelinen savaş alanındaki olaylar ile, kurtuluş vesilesi
olması ve kurtuluş ümidini barındırması nedeniyle Allah'a ve Resule itaat
emri arasındaki özel bir ilgiden daha kapsamlıdır.
(Üçüncü
cüzde) Bakara suresinde, ayetlerin akışının ekonomik düzen içindeki
toplumsal ilişkilerin iki karşıt yönü olmaları ve faiz düzeni ile yardımlaşma
düzeni altındaki iki değişik ve ayrı düzenin belirgin çizgileri olmaları
nedeniyle faiz ile sadakanın birarada zikredildiğini görmüştük. Burada da,
aynı yerde hem faizden sözedildiğini hem de gizli-açık infak etmenin teşvik
edildiğini görüyoruz.
Faiz
yemeyi yasakladıktan, kafirler için hazırlanan ateşten sakındırdıktan,
rahmet ve kurtuluş ümidiyle takvaya çağırdıktan sonra... Evet, bu çağrılardan
sonra, mağfirete ve muttakîler için hazırlanan ve genişliği göklerle yer
kadar olan Cennete koşmaya ilişkin emir geliyor.. Arkasından "kat
kat" katlayarak faiz yiyen gruba karşı oluşan muttakilerin ilk vasfı
belirtiliyor.
"...Bollukta
ve darlıkta Allah için mal harcayanlar..."
Ardından
geri kalan sıfat ve ayrıcalıkları zikredilmektedir.
"Rabbinizin
affediciliğine ve genişliği gökler ile yer arası kadar olan Cennet'e koşunuz.
Burası takvalılar için hazırlanmıştır"
"Onlar
bollukta ve darlıkta Allah için mal harcarlar, öfkelerini yenerler ve
insanların kusurlarını bağışlarlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilikseverleri
sever."
"yine
onlar bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı
hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları
Allah'tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar
etmezler."
Ayetlerdeki
ifade tarzı, bu itaatin yerine getirilmesini; hareketli bir duygu, bir amaç
veya alınacak bir ödül için yapılan bir yarışma şeklinde tasvir
etmektedir.
"Rabbinizin
affediciliğine koşun..."
"..
Ve genişliği göklerle yer arası kadar olan Cennet'e..." koşun! İşte
şurada; mağfiret ve Cennet "Takvalılar için hazırlanmıştır."
Arkasından
muttakilerin diğer nitelikleri sıralanıyor:
"Onlar,
bollukta ve darlıkta Allah için mal harcarlar."
Onlar
Allah yolunda harcamaya devam edip, Allah'ın metodu üzere hayatlarını sürdürürler.
Ne darlık ne de bolluk bu özelliklerini değiştiremez. Bolluk onları şımartıp
oyalamaz, yokluk ta onları sıkıp görevlerini unutturamaz. Bu, her durumun ve
her görevin bilincinde olmaktır... Cimrilik ve ihtirastan kurtulmaktır...
Allah'tan korkmak ve O'nun gözetimini idrak etmektir... Mal arzusundan, ihtiras
köleliğinden ve cimrilik ağırlığından daha kuvvetli olan takva etkeninden
başka hiçbir şey, tabiatı itibariyle cimri ve fıtratı gereği mala düşkün
olan nefsi, her durumda Allah yolunda infak etmeye sevk edemez. Bu, ruhu
parlatan, kurtaran, bağ ve zincirlerden özgür kılan, latif ve derin bir
bilinçtir.
Bu
niteliğin üzerinde bu denli durmanın savaş atmosferiyle özel bir ilgisi
olsa gerektir. Burada (ileride Kur'an'ın akışı içerisinde sık sık görüleceği
gibi) söz yeniden infak etmekten açılmakta ve Allah için harcamaktan kaçınan
veya harcayanlara engel olanların durumuna değinilmektedir. Ayrıca savaş
havası içindeki özel nedenlere işaret edilmekte ve bazı gruplar Allah
yolunda infak etmeye çağrılmaktadır.
"...Öfkelerini
yenerler insanların kusurlarını bağışlarlar."
Takva;
sebepler ve etkenler arasında bu alandaki işlevini işte böyle yerine
getirmektedir. Öfke, kandaki âni bir hareketlenmenin yardımcı olduğu ya da
arttırdığı beşerî özelliğin tepkilerinden ve gereklerinden biridir. Takvâdan
doğan lâtif ve şeffaf etkenler, kişilik ve zaruretlerin ufkundan daha yüce
ve daha engin ufuklara çıkmakla elde edilen ruhsal güç olmadıkça insan öfkeyi
yenemez.
Öfkeyi
yenmek ilk aşamadır. Ancak tek başına yeterli değildir. İnsan bazen, hınç
almak ve şiddetli kin beslemek için öfkesini yutabilir. Bu durumda bir anlık
öfke, korkunç bir intikama, dışa vurmuş bir kızgınlık, gizli bir kine dönüşür.
Oysa öfke ve kızgınlık, hınç ve kine oranla daha pâk ve daha temizdir. Bu
yüzden, ayeti kerime muttakîlerin ruhlarındaki, bu yenilmiş öfkenin ulaşması
gereken sonucunu göstermekte ve bunun affetme, hoşgörü ve serbestlik olduğunu
bildirmektedir.
Öfke
yenildiği zaman, ruh üzerinde bir ağırlık, kalbi kavuran bir alev ve vicdanı
kaplayan bir duman olur. Ancak ruh genişlediği, kalp affettiği zaman ruh, ağırlıklardan
kurtulup nurlu ufuklara açılır. Kalp, kavurucu alevlerin etkisinden
kurtularak esenliğe, vicdan da huzura kavuşur.
"...Allah
iyilikseverleri sever..: '
Bollukta
ve darlıkta mallarından cömert davrananlar, ihsan edenlerdir. Öfkelenip öfkesini
yendikten sonra affederek hoşgörülü davrananlar ihsan edenlerdir. Ve Allah
iyilikseverleri "sever"... Buradaki sevgi deyimi; o lâtif, aydınlık
ve yüce atmosferle uyuşan, sevecen, şefkatli, parlak bir deyimdir.
Allah'ın
ihsana, ihsan edenlere olan sevgisinden dolayı sevdiklerinin kalplerinde bu
sevgiyi yaratır. Ve bu kalplere coşkun bir arzu akar.. Bu, yalnızca duygulandırıcı
bir ifade değildir. İfadeden öte bir gerçektir de...
Allah'ın
sevdiği ve onların da Allah'ı sevdiği bir cemaat... Hoşgörü, kolaylık ve
kurtuluşun, kin ve intikamdan daha yaygın olduğu bir cemaat... Birbirine bağlı,
kardeşçe yaşayan güçlü bir kitledir. İşte bu yüzden ayetlerin akışı
içinde beliren bu yönlendirme, meydan savaşı ve hayat savaşı ile eşit
oranda ilgilidir.
TEVBE
ETME VE BAĞIŞLANMAYI DİLEME
Daha
sonra müttakîlerin saflarından bir başkasına geçiyoruz:
"Yine
onlar, bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı
hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları
Allah`tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar
etmezler."
Bu
dinin hoşgörüsüne bakın! Yüce Allah, insanları kendi aralarında hoşgörülü
olmaya çağırmazdan önce, tadına varmaları, öğrenmeleri ve örnek almaları
için kendi hoşgörüsünün bir yönünü onlara göstermektedir.
Kuşkusuz
muttakîler, müminler içinde en yüksek mertebeye sahiptirler. Ancak, bu dinin
hoşgörüsü ve insanlığa olan merhameti, şu özellikleri; "Onlar, bir
kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak
hemen günahlarının affedilmesini dilerler." müttakilerin özellikleri
olarak sunulmaktadır. Fuhuş günahların en çirkini ve en büyüğüdür.
Ancak bu dinin hoşgörüsü, büyük günah işleyenleri Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırmamakta, kafilenin yani müminler kafilesinin dışına atmamaktadır.
Aksine onları bir şartla en üstün mertebe olan "müttakiler"
mertebesiné yükseltmektedir. Bu dinin tabiatından ve görünümünden ortaya
çıkan; Allah'ı anmaları, günahlarından dolayı bağışlanma dilemeleri,
hata olduğunu bildikleri halde yaptıklarında ısrar etmemeleri, sıkılma ve
utanma duymaksızın günahla övünmemeleri şartıyla... Diğer bir deyişle,
Allah'a kulluk çerçevesinde kaldıkları ve sonuçta O'na teslim oldukları sürece,
O'nun koruması, affı, rahmeti ve faziletinin kuşatıcılığı içinde
olacaklardır.
Bu
din, zaman zaman bedensel ağırlıkların fuhuş derecesine indirip et ve
kandan kaynaklanan fevriliği tahrik ederek şehvet sınırında hayvanî bir
ataklık verdiği ve bu ataklığının, şehvet, eğilim ve arzularının
Allah'ın emirlerine karşı gelme sınırına getirdiği insan denen yaratığın
zaafını kavrıyor kuşkusuz. Evet, bu din insanın zaafını biliyor. Bu yüzden
ona karşı sert davranmıyor. Ruhundaki iman kıvılcımı henüz sönmedikçe,
kalbindeki iman pınarı henüz kurumadıkça, Allah ile olan bağını canlı
tutup koparmadıkça ve kendisinin sürekli hata yapan bir kul olduğunu ve buna
karşılık, hataları bağışlayan bir Rabbinin olduğunu kesin olarak bildiği
müddetçe kendisine zulmettiğinde veya büyük bir günah işlediğinde bu din
insanı Allah'ın rahmetinden kovmakta acele etmiyor. Çünkü kendisinde henüz
iyilik bulunan, yolunu tamamen kaybetmemiş bir gidiş tutturan ve ipi kopmamış
kulpa sarılan bu zayıf, hatalı ve günahkâr insan; zaafı ne kadar ayağını
kaydırırsa da iman kıvılcımı kalbinde olduğu, ipi elinde tuttuğu, Allah'ı
anıp O'nu unutmadığı, O'ndan bağışlanma dileyip O'na karşı kullukta sürekli
olduğu ve günahlarıyla övünmediği sürece sonuçta amacına ulaşabilir.
Bu
din; şu zayıf ve yolunu şaşırmış yaratığın yüzüne tevbe kapısını
kapatmamaktadır. Onu çölün ortasında şaşkın bir durumda bırakmamakta ve
onu dönüşten korkan kovulmuş biri olarak terk etmemektedir. Onu, bağışlanma
konusunda ümitlendirmekte, yolunu göstermekte, titrek ellerinden tutup kayan
ayaklarına destek olmaktadır. Güvenilir sınıra ve güvenceli bir korunağa
gelmesi için yolunu aydınlatmaktadır.
Birtek
şey istiyor ondan; Allah'ı unutacak şekilde kalbinin taşlaşmamasını ve
ruhunun kararmamasını... Allah'ı andığı, ruhunda bu yol gösterici kıvılcım
olduğu, vicdanından bu sürükleyici ses geldiği, kalbinden bu serin rüzgâr
estiği sürece, ruhunda yeniden nuru bulacaktır. Güvenilir sınıra dönecek
ve kuruyan tohum yeniden yeşerecektir.
Hata
yapan ve dayaktan başka birşey olmadığını bilen çocukcağız, ürkek bir
kaçak olarak hiçbir zaman eve dönmeyecektir. Ancak dayağın yanında,
kabahatinden dolayı özür dilediğinde, başını okşayacak ve hatalarından
dolayı bağışlanma dilediğinde özrünü kabul edecek şefkatli bir elin
bulunduğunu bilirse kuşkusuz dönecektir.
İşte
İslâm, zaaf anlarında insan denen zayıf yaratığın elinden böyle
tutmaktadır. Çünkü o, insanda zaafın yanında bir kuvvetin, ağırlığın
yanında bir hafifliğin, hayvansal dürtülerin yanında Rabbani arzuların
olduğunu bilmektedir. İslâm, Allah'ı unutmayıp sürekli andığı ve hata
olduğunu bildiği halde hatasında ısrar etmediği sürece, insanın elinden
tutup yükseklere çıkartmak için zaaf anında ona acımakta ve yeniden ufka yükseltmek
için ayağının kaydığı demlerde şefkatle teselli etmektedir. Resulullah (salât
ve selâm üzerine olsun) buyuruyor: "İstiğfar eden hatada ısrar etmiş
sayılmaz. Bir günde yetmiş kere tekrarlasa da... (Ebu Davut, Tirmizi, Bezzar
müsnedinde Osman b. Vakid'den almıştır. Ancak senedindeki bir sahabi
bilinmemektedir. Fakat İbni Kesir tefsirinde sahih kabul etmiş ve "Hasen
bir hadistir" demiştir.)
Bununla
İslâm, insanları ruhsatçılığa çağırmamakta, yoldan çıkmış aşağılık
insanları yüceltmemekte ve realistlerin (Gerçeküstücü akımın) yaptığı
gibi bu bataklığın güzel olduğunu fısıldamamaktadır. Aksine insanın
ruhunda utanma duygusunu harekete geçirmeyi dileyip ümit beklentisini de coşturmak
için zaaf anında meydana gelen sürçmeyi bağışlamayı dilemektedir. Allah'ın
bağışlaması -Allah'tan başka günahları kim bağışlayabilir ki?- insanı
utandırır, günah eğilimini arttırmaz. Bağışlanma dileyişini teşvik
eder, günahı alışkanlık haline getirmeyi değil. Günahı alışkanlık
haline getirip hatada ısrar edenlere gelince onlar, surun dışında kalmışlardır,
kapılar yüzlerine kapanmıştır.
Böylece
İslâm, beşeriyeti yüce ufuklara çağırma ile gücünün ne olduğunu bildiği
bu beşeriyete acımayı bir arada zikretmekte, ümit kapısını önünde sürekli
açık tutarak son gücüne kadar insanın elinden tutmayı amaçlamaktadır.
Peki
bu muttakîler için ne vardır?
"İşte
onların mükafatı; Allah tarafından affedilme ve altından ırmaklar akan içinde
sürekli kalacakları Cennetlerdir. Salih amel işleyenleri bekleyen mükafat ne
güzeldir."
Onlar
günahlarından dolayı bağışlanma dilemekle birşey kaybetmedikleri gibi
darlıkta ve bollukta infak etmekle, öfkelerini yenip insanları affetmekle de
bir zarara uğramazlar. Onlar sadece üzerlerine düşeni yaparlar. `...Salih
amel işleyenleri bekleyen mükafat ne kadar güzeldir..." Rablerinden bağışlanma...
Allah'ın bağışlaması ve sevgisinden sonra altında ırmaklar akan Cennet...
Burada hem ruhun derinliklerinde hem de hayatın görünüşünde bir çalışma
göze çarpmaktadır. Her ikisi de çalışmadır, harekettir, gelişmedir.
Bu
belirgin vasıflarla, surede konu edilen meydan savaşı arasında kuvvetli bir
bağ vardır. Nitekim, faiz ya da yardımlaşma düzeninin, müslüman cemaatin
hayatında etkisi ve meydan savaşıyla ilişkisi bulunduğu gibi... Konunun başında
değindiğimiz gibi bu ruhsal ve toplumsal vasıfların zafer üzerinde de
etkisi söz konusudur. İhtiras, öfke ve hatalara galip gelmek, Allah'a dönüp
O'nun bağışlamasını ve hoşnutluğunu dilemek, savaş alanında düşmana
karşı zafer kazanmak için zorunlu vasıflardır. Çünkü onlar, ihtiras,
heva, hata ve günahta ısrar etmeyi temsil ettikleri için düşmandırlar. İnsanoğlunda
bunların düşmanlıkları, kişiliklerini, şehvetlerini ve hayat düzenlerini
Allah'a, O'nun hayat metoduna ve şeriatına uydurmamalarından kaynaklanmaktadır.
Bunun için düşmanlık söz konusu olur. Savaş bunun için çıkar ve cihad
bunun için yapılır. Bunların dışında başka bir neden için müslüman, düşmanlık
yapamaz, savaş çıkaramaz ve cihad edemez. O sadece Allah için düşmanlık
yapar, O'nun için savaşır ve O'nun uğruna cihad eder. Surenin akışı içinde
bütün bu direktiflerle savaştan söz edilmesi arasında kuvvetli bir bağ
vardır. Nitekim bununla, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun)
emrine karşı gelmek, karşı gelmeyi doğuran ganimet arzusu, Abdullah b.
Ubeyy ve beraberindekilerin ayrılmalarına neden olan kişilik ve hevadan
kaynaklanan büyüklenme, surenin akışında değinileceği gibi günaha
meyledenlerin yaklaşmasını doğuran günaha karşı zaaf, işleri Allah'a döndürmemekten
kaynaklanan düşünce karmaşıklığı, "Bu işte bize bir çıkar var mı?"
diye sormaları, bazısının "Bu işte bize bir şey düşseydi burada öldürülmezdik"
demeleri gibi savaşa eşlik eden özel şartlar arasında da güçlü bir bağ
söz konusudur.
Kur'an-ı
kerim, bu şartların tümünü, surenin akışında örneklerini göreceğimiz
gibi eşsiz bir tarzda birer birer ele almakta, aydınlatmakta, içlerindeki gerçekleri
yerleştirmeye çalışmakta ve ruhlara onları harekete geçirip canlandıracak
bir şekilde temas etmektedir.
ALLAH'IN
YASASI
Bundan
sonra, surenin akışı hadiseleri sunduğu üçüncü bölüme başlayarak,
savaşta meydana gelen olaylara bizzat değinmektedir. Ancak İslâm düşüncesinin
temel gerçeklerini de yerleştirmeyi ihmal etmemektedir. Böylece olayları, bu
gerçekleri dayandırdığı bir eksen konumuna getirmektedir.
Bu
bölümde surenin akışı müslümanlara; müşriklerin bu savaşta elde
ettikleri zaferin kalıcı bir kural olmadığını, arkasında özel, gizli bir
hikmet bulunan geçici bir olay olduğunu söylemek için yüce Allah'ın
yalanlayanlar hakkındaki yürürlükte olan kanununa işaret etmekle başlamaktadır.
Sonra da onları sabretmeye ve imanla yücelmeye çağırmaktadır. Çünkü, şayet
onlara bir yara ve birtakım acılar isabet etmişse aynı savaşta müşrikler
de benzeri acılar tatmışlardır. Üstelik burada olayın ardında; safların
ve kalplerin ayrılması, akideler uğruna ölen şahitler edinilmesi, müslümanların
sözlerini ve ideallerini pratik bir ölçek ile ölçmeleri için temenni
ettikleri ölümle yüzyüze getirilmesi ve sonuçta müslüman kitlenin o sağlam
hazırlıkla kafirleri bertaraf etmesi gibi hikmetler de ortaya çıkmış
oluyor. O halde; gerek zafer, gerek yenilgi olsun olayların arkasındaki yüce
hikmet budur
137-
Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar
gelip geçti. Yeryüzünü geziniz ve Allah'ın ayetlerini yalan sayanların akıbetini
görünüz.
138-
Bu Kur'an, insanlara yönelik bir açıklama, takvalılar için bir doğru yol kılavuzu,
bir öğüttür.
139-
Sakın gevşemeyiniz, karamsarlığa kapılmayınız. Eğer mümin iseniz üstün
gelecek olan taraf sizlersiniz.
140-
Eğer siz (Uhud'da) yara aldınız ise karşınızdakiler de benzeri bir yara
almışlardır. Biz bu tür acı günleri insanlar arasında dolaştırırız.
Allah'ın kimlerin mümin olduklarını belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler
seçmesi içindir bu. Hiç kuşkusuz Allah zalimleri sevmez.
141-
Bunun bir başka sebebi Allah'ın, müminleri arındırması ve kâfirleri yok
etmesidir.
142-
Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad edenleri ayırd etmeden ve sabırlıları
belirlemeden Cennete girebileceğinizi mi sandınız?
143-
Sizler ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. Oysa onu görünce
bakıp duruyorsunuz.
Bu
çarpışmada müslamanlara bir yara isabet etmişti. Ölüm ve yenilgi tatmışlardı.
Ruhlarında ve bedenlerinde birçok eziyetler çekmişlerdi. Onlardan yetmiş
sahabe öldürülmüştü. Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) dişi
kırılmış, yüzü yaralanmış ve müşrikler yanına kadar sokulmuşlardı.
Ayrıca birçok arkadaşı da yaralanmıştı. Bütün bunların sonunda
ruhlarda bir sarsıntı ve Bedir'de elde edilen olağanüstü zaferden sonra
beklenmedik bir çarpılma baş göstermişti. Öyle ki, başlarına gelenlerden
sonra bazı müslümanlar, "Bu da nerden çıktı?", "Müslüman
olduğumuz halde bizim işlerimiz böyle mi gidecekti?" demeye başlamışlardı.
Burada
Kur'an-ı kerim, müslümanları Allah'ın yeryüzündeki kanunlarına, her işin
gereğince akıp gittiği temellere döndürmektedir. Bu kanunlar hayatın dışında
değildirler. Hayata hükmeden kanunlar değişikliğe uğramadan seyrine devam
etmektedir. İşler düzensiz olarak yürümez. Şayet onlar, bu kanunlardan
ders alıp özlerini kavrarlarsa, olayların arka planındaki hikmet açıkca görülür,
olayların ötesindeki hedef açıklanmış olur. Böylece, olayların tâbi
olduğu düzenin değişmezliği ve bu düzenin ötesinde gizli hikmetin varlığıyla
tatmin olurlar. Yollarına devam ederken bu kanunların ışığında seyir çizgilerini
belirlerler. Böylece zafer ve üstünlük elde etmek için, başta Allah'a ve
Resulüne itaat etmek olmak üzere zaferin sebeplerine sarılmadan sırf müslüman
oluşlarını söylemeleri yeterli değildir.
Surenin
akışının burada işaret edip bakışlarını yönelttiği kanunlar; tarih
boyunca yalanlayanların akibetleri, zafer dolu günlerin insanlar arasında yer
değiştirmesi, sırların arındırılması için denenme, zorluklar karşısında
sabır gücünün sınanması ve sabredenlerin zaferi, yalanlayanların da
mahvolmayı haketmeleridir.
Bu
kanunların sunulması sırasında ayetler, dayanmaya, zorluklar karşısında
direnmeye teşvik ve yasalarından dolayı müminleri teselli etmeye büyük özen
göstermektedir. Üstelik bu yara sadece onlara dokunmamıştır. Düşmanları
da aynı yarayı almışlardı. Hem onlar, akide ve hedef bakımından düşmanlarından
daha üstün, yol ve metod itibarıyla daha doğrudurlar. Dolayısıyla sonuç
onlarındır. Kafirlerin payına düşen de felakettir her zaman...
"Sizden
önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti.
Yeryüzünü geziniz ve Allah'ın ayetlerini yalan sayanların akıbetini görünüz."
"Bu
Kur'an insanlara yönelik bir açıklama takvalılar için bir doğru yol kılavuzu,
bir öğüttür."
Kuşkusuz
Kur'an, insanlığın geçmişini bu gününe, bugününü de geçmişine bağlar.
Buradan hareketle de geleceğine işaret eder. İlk defa bu sözlerle karşılaşan
Arapların ne hayatları, ne bilgileri ne de deneyimleri -İslâm'dan önce- bu
derece kapsamlı bir görüşe uygundur. İslâm ve Kur'an işte bu Arapları
yeni bir hayata kavuşturmuş ve onları cihana hükmeden bir ümmet olma
ufuklarına yükseltmiştir.
Arapların
yaşadıkları kabile düzeni; onların düşüncelerini, yeryüzü sakinleriyle
dünyada cereyan eden olaylar arasında ve tabiat olaylarıyla herşeyin
kendilerine uygun hareket ettiği evrensel yasalar arasında bir bağ kurmaya yöneltmesi
bir yana o yarımada sakinleriyle hayat maceraları arasında bile bir bağ
kurmaya yöneltemezdi. Bu değişme, çevreden kaynaklanmayan uzun vadeli bir değişimdi.
O zamanki hayatın kaçınılmaz bir aşaması da değildi. Bu niteliği onlara
İslâm akidesi kazandırdı. Hatta onlara bu aşamayı kazandırdı. Çeyrek asır
gibi kısa bir sürede bu aşılmaz düzeye yükseltti. Üstelik çağdaşları,
bu yüce düşünce ufkuna asırlar sonra ulaşabildiler. Evrensel yasaların değişmezliğini
nesiller sonra kavrayabildiler. Bu yasa ve kuralların değişmezliğini algıladıkları
zaman da bunlara egemen olan ilahi iradeyi ve herşeyin sonuçta Allah'a döneceği
gerçeğini unuttular. Oysa bu seçkin ümmet, bütün bunlara inanmış, düşünce
ufukları genişlemiş ve duygularında, yasaların değişmezliği ile ilahi
iradenin serbestliği arasında bir denge meydana gelmişti. Böylece, hayatı,
değişmez yasalarla birlikte hareket etmekle istikamet bulmuş, bundan sonra da
ilahi iradenin serbestliğiyle tatmin olmuştu.
"Sizden
önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti."
Evet
bunlar, hayata hükmeden yasalardır. Bunları serbest irade yerleştirmiştir.
Sizin zamanınız dışında ne meydana gelmişse, Allah'ın dilemesiyle aynısı
sizin zamanınızda da meydana gelecektir. Onlardan durumunuza uygun olanlar kuşkusuz
size de uygulanacaktır.
"...Yeryüzünü
geziniz..."
Yeryüzünün
tamamı bir bütündür. Bütün yeryüzü insan hayatına bir sahnedir. Yeryüzü
ve yeryüzündeki hayatî hadiseler gözlerin ve algılama yeteneklerinin
istifadesine sunulmuş asli bir kitaptır.
"...Allah'ın
ayetlerini yalanlayanların akıbetini görünüz."
Bunların
sonuna, yeryüzündeki izleri ve onlardan sonra anlatılan hayat serüvenleri şahittir.
Kur'an-ı kerim bu hayat hikayelerinden ve izlerden birçoğunu değişik
yerlerde zikretmektedir. Bazısını aktarırken yer, zaman ve şahıslar bakımından
sınırlandırırken bazısına sınırlama ve ayrıntıya dalmadan işaret
etmektedir. Burada da genel bir işaret söz konusu edilmektedir ki, genel bir
sonuç çıkarılsın. Çünkü dün yalanlayanların başına gelenler bugün
ve yarın da yalanlayanların başına gelecektir. Böylece, bir taraftan müslüman
cemaatin kalplerini sonuçtan emin olmaları, diğer taraftan yalanlayanlarla
birlikte ayaklarının kaymasından sakınmaları sağlanmış oluyor. Kuşkusuz
o zaman hem güvenceye hem de sakındırmaya ihtiyaç duyanların varlığı söz
konusuydu. Surenin akışı içinde bu nedenlerin birçoğuna değinilecektir.
Bu
yasanın açıklanmasından sonra öğüt ve ibret için şu açıklama yer alıyor:
"Bu
Kur'an, insanlara yönelik bir açıklama, takvalılar için bir doğru yol kılavuzu,
bir öğüttür."
Bu,
bütün insanlar için bir açıklamadır. Ve şayet şu yol gösterici açıklama
olmasaydı insanlar hiçbir zaman hidayete ulaşamazlardı. Çünkü hidayet;
uzun ve zor bir beşerî değişimdir. Ancak özel bir grup buradaki hidayeti
algılayabilir, öğütten nasibini alabilir. Ondan yararlanıp hidayete ulaşabilir.
Bunlar "Müttakîler" grubudur...
Hidayete
açık olan bir mümin kalpten başkası, yol gösterici söze gereken dikkati göstermez.
Bu üstün öğütten, hidayet için çarpan ve onunla hareket eden takva sahibi
kalpler yararlanabilir ancak... İnsanların, bilgi aracılığıyla Hakk ile
batılı, hidayet ile sapıklığı ayırd ettikleri çok az vaki olmuştur.
Çünkü hakk, tabiatındaki açık ve belirginlik nedeniyle uzun açıklamalara
ihtiyaç duymaz. Ancak insanların hakka karşı eğilimleri ve hakk yolu seçme
istekleri hep eksik olmuştur. Hakkı isteme ve onun yolunu seçme gücü
imandan başka hiçbir duygudan kaynaklanmadığı gibi onu takvadan başkası
da koruyamaz. Buna benzer direktiflerin sık sık Kur'an'da tekrarlanması bu yüzdendir.
Bu Kitap'ta yer alan hakk, hidayet, nur, öğüt ve ibret... Evet bunların tümünün
müminler ve müttakiler için olduğu gerçeği yerleştiriliyor. Çünkü
kalbi; nur, hidayet, öğüt ve ibret için açan iman ve takvadır. Hidayeti ve
nuru seçmeyi öğüt ve ibretten yararlanmayı, yoldaki acılara dayanmayı
kalbe süslü gösteren bunlardır. İşin aslı budur. Evet budur sorunun özü.
Sadece bilgi ve marifet yetmez... Nice bilgi ve marifet sahipleri, gerek
beraberinde bilgi ve marifetin fayda vermediği şehvete boyun eğmek, gerekse
hakkın taşıyıcıları ve dâvâ adamlarını bekleyen işkencelerden korkmak
sebebiyle batılın bataklığında bocalamışlardır.
İNANIYORSANIZ
MUTLAKA GALİPSİNİZ
Bu
geniş açıklamalardan sonra güçlendirmek, teselli etmek ve sağlamlaştırmak
için surenin akışı müslümanlara yönelmektedir:
"Sakın
gevşemeyiniz karamsarlığa kapılmayınız; eğer mümin iseniz üstün
gelecek olan taraf sizlersiniz"
Uğradığınız
zayıflıktan dolayı gevşemeyin. Başınıza gelen musibetlerden ve kaçırdığınız
fırsatlar yüzünden üzülmeyin. Üstün olan sizsiniz. Herşeyden önce akide
üstündür; çünkü, siz sadece Allah'a secde edersiniz. Onlarsa, O'nun yarattıkları
şeylerin kimine ya da bazısına secde ederler Hayat metodunuz üstündür;
çünkü siz Allah'ın gösterdiği metoda göre hareket ediyorsunuz. Onlarsa
Allah'ın yarattıkları insanların hazırladığı metoda uymaktadırlar. Üstlendiğiniz
rol üstündür; çünkü siz, bütün insanlığın önderliğini elinizde
bulunduruyorsunuz, topyekün insanlığın öncülerisiniz. Onlarsa metodtan
uzaklaşmış ve yoldan sapmışlardır. Yeryüzündeki konumunuz üstündür;
Çünkü Allah'ın size vadettiği yeryüzünün mirası sizindir, onlarsa yokluğa
ve unutulmaya yuvarlanıp gideceklerdir. Şayet gerçek müminlerseniz, üstün
olan sizsiniz. Gerçekten inanıyorsanız, gevşemeyin, üzülmeyin! Cihad,
imtihan ve arınmadan sonra sonucun sizin olması için yaralar almanız ve
yaralanmanız yüce Allah'ın bir kanunudur.
"Eğer
siz (Uhud'da) bir yara aldınız ise karşınızdakiler de benzeri bir yara almışlardır.
Biz bu tür acı günleri, insanlar arasında dolaştınız. Allah'ın kimlerin
mümin olduklarını belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler seçmesi içindir
bu. Hiç kuşkusuz Allah zalimleri sevmez."
"Bunun
bir başka sebebi de Allah'ın müminleri arındırması ve kafirleri yok
etmesidir."
Burada
onlara ve yalanlayanlara isabet eden yaralardan söz edilmekle, müşriklerin
yaralar aldığı müslümanlarınsa kurtuldukları Bedir savaşına işaret
edilmiş olabileceği gibi savaşın başında müslümanların galip geldiği
Uhud savaşına da işaret edilmiş olabilir. Bu savaşta müşrikler yenilmiş
ve yetmiş ölü bırakmışlardı. Müslümanlar peşlerine düşmüş boyunlarını
vuruyorlardı. Öyle ki birara savaş ortasında müşriklerin bayrağı yere düşmüş,
kimse de kaldırmaya yeltenmemişti. Sonra bir kadın kaldırmıştı da etrafında
birikip toplanmışlardı. Okçular Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine
olsun) emrinden çıkıp ihtilâfa düşünce de üstünlük müşriklere geçti.
Müslümanların başına gelen, savaşın sonunda gelmişti. Bu, Allah'ın değişmez
kanunlarından birinin gerçekleşmesi için ayrılığa düşmeye ve mevziden
ayrılmaya uygun bir cezaydı. Okçuların ayrılığa düşüp mevzilendikleri
yerden çıkmaları ganimet arzusundan kaynaklanıyordu. Yüce Allah zaferi,
savaş alanında kendi yolunda cihad edip basit dünya nimetlerini
arzulamayanlara yazmıştır. Bu arada yüce Allah'ın değişmez kanunlarından
biri daha gerçekleşmiş oluyordu. Bu da, insanların çalışma ve niyetlerine
uygun olarak zafer ve yenilgi günlerinin insanlar arasında dönüp dùrmasıdır.
Bir gün bunların olur bir diğer gün onların... Bu sayede hatalar ortaya çıkıp
karanlıklar aydınlandığı gibi müminler ve münafıklar da açığa çıkar.
"Eğer
siz (Uhud'da) yara aldınız ise karşınızdakiler de benzeri bir yara almışlardır.
Biz bu tür acı günleri insanlar arasında dolaştırırız. Allah'ın
kimlerin mümin olduklarını belirlemesi içindir bu."
Rahatlıktan
sonra sıkıntı, sıkıntıdan sonra rahatlık...
Kuşkusuz,
ruhların cevherini; kalplerin tabiatını, içindeki karmaşıklık veya saflığın,
telaş veya sabrın, Allah'a bağlılığın veya ümitsizliğin ya da isyan
etmenin derecesini ortaya çıkaran ölçü...
Böyle
durumlarda, saflar ayrılır, mümin-münafık ortaya çıkar, bunlar ve onlar
kendi gerçekleriyle belirirler. İnsanların ruhlarının derinliklerinde
bulunan bozukluklar günyüzüne çıkar. Birbirine karışıp son derece kapalı
oldukları halde üyeleri ve bireyleri arasında uyum eksikliğinden kaynaklanan
bu keşmekeşlik ve şu kusurlar giderilmiş olur bu sayede.
Yüce
Allah, müminleri de münafıkları da bilir. O, kalplerin sakladıklarını da
bilir. Ancak, olaylar, zafer ve yenilgi günlerinin insanlar arasında yer değiştirmesi,
gizli duyguları ortaya çıkarıp insanların hayatında bir olgu meydana
getirir. İmanı açık bir amele, aynı şekilde nifakı da açık bir
uygulamaya dönüştürürler. Hesap ve ceza bundan sonra söz konusu olur. Çünkü
yüce Allah insanları, kendisinin bildiği işlerinden dolayı değil ancak
kendilerinden meydana gelenlerden dolayı sorgular.
Bu
zafer ve yenilgi günlerinin yer değiştirmesi, sıkıntı ve rahatlığın ard
arda gelişi, yanılmaz bir mihenk ve haksızlığa meydan vermeyen bir ölçüttür.
Bu noktada rahatlık da sıkıntı gibidir. Çünkü nice ruhlar vardır ki sıkıntı
anında sabredip gerçeğe sıkı sıkıya sarılmalarına rağmen rahatlık
zamanında gevşeyip ödün verirler. Mümin ise zorlukta sabredip, bollukta da
boş vermeyen kişidir. O her iki durumda da Allah'a yönelir. Kendisine dokunan
iyilik ya da kötülüğün Allah'ın izniyle olduğunu çok iyi bilir.
Yüce
Allah, beşeriyete önderlik için adım atmak üzere olan şu topluluğu,
rahatlıkla imtihandan sonra sıkıntı ile, olağanüstü bir zaferden sonra acı
bir yenilgiyle imtihan ediyordu. Bu ve sebepleri yüce Allah'ın zafer ve
yenilgi için yürürlükte olan kanunlarına uygun meydana gelseler de bununla,
müslüman cemaatin zafer ve yenilginin sebeplerini bilmesi, Allah'a daha çok
itaat etmesi, O'na dayanması, himayesine yapışması ve bu metodun özelliklerini
ve yükümlülüklerini iyice bilmesini amaçlıyordu.
Surenin
akışı, birçok yönden savaşta meydana gelen olayların arka planındaki
hikmetini, günlerin insanlar arasında yer değiştirmesinin nedenini, safların
ayrılması ve yüce Allah'ın müminleri belirlemesini müslüman ümmete açıklayarak
sürüyor:
"...Ve
aranızdan bazı şahitler seçmesi içindir bu..."
Bu
deyim, şu derin manayı olağanüstü bir şekilde ifade etmektedir: Kuşkusuz
şehidler seçilmiş kimselerdir. Yüce Allah onları kendisi için mücahitler
arasından seçmiştir. O halde Allah yolunda şehid düşmüş birisi için bir
hayıf ya da zarar söz konusu değildir. Bu, bir seçkinlik, arınmışlık, üstünlük
ve ayrıcalıktır. Bunlar, yüce Allah'ın kendisi için ayırmak, yakınlığıyla
onurlandırmak için şehadetle rızıklandırdığı kişilerdir.
Sonra
onlar, yüce Allah'ın insanlara gönderdiği, hakka tanıklık ettirdiği şahitlerdir.
Yüce Allah onları şahit tutmuş, onlar da şahitliklerini yerine
getiriyorlar. İçinde bir kuşku, üzerinde bir itiraz ve çevresinde bir tartışmaya
girmeden, ölene kadar, bu hakkın gerçekleşmesi ve insanların hayatında yer
etmesi uğrunda cihad etmek suretiyle yerine getiriyorlar şahitliklerini. Yüce
Allah onlardan, O'nun katından kendilerine gelen şeyin gerçek olduğunu
bilmek, buna kesinlikle inanmak, O'nun için herşeyden soyutlanmak, O'nun dışındaki
herşeyin değersiz olduğunu kavrayıp onurlanmalar için şahitler seçmişti.
Bu şahitler, bu hakk olmadan insan hayatının ıslah olup istikrar bulamayacağına
kesinlikle inanmak, batılla savaşmak ve onu. insan hayatından kovmak, dünyalarında
hakkı yerleştirmek ve insanların üzerindeki hakimiyette Allah'ın metodunu
gerçekleştirmek için cihaddan kaçınmamak suretiyle şahitlik yapmışlardı.
Evet, yüce Allah, bunların tümüne şahit olmalarını istemekte, onlar da şahitliklerini
hakkıyla yerine getirmektedirler. Onların şahitlikleri ölene kadar sürdürdükleri
şu cihaddır. Bu da münakaşa ve hile götürmeyen kesin bir şahitliktir.
"Lâ
ilahe illallah, Muhammedün Resulullah" şehadet cümlesini diliyle söyleyen
herkese, bu şehadetin anlamını ve gereklerini yerine getirmedikçe şehadet
getirdi denemez. Şehadetin anlamı; Allah'tan başka ilah edinmemektir. Dolayısıyla
Allah'tan başkasına şeriat için başvurmamaktır. Çünkü uluhiyetin en
belirgin özelliği kullar için kanun koymaktır; aynı şekilde kulluğun en
belirgin özelliği de her konuda Allah'a başvurmaktır. Bu şehadetin bir diğer
anlamı da, Allah'ın elçisi olduğundan her konuda Allah'a başvurmayı Hz.
Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) kanalıyla yapmak ve bu kaynağın dışında
başka bir kaynağa dayanmamaktır.
Bu
şehadetin gereği; Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) bildirdiği
şekilde yeryüzünde uluhiyetin, tek başına Allah'ın olması ve Muhammed'in
; örnek olduğuna imandır. Bunun yanında Allah'ın insanlar için dilediği
metodun; egemen, galip ve itaat edilen metod olması, istisnasız bütün
insanların hayatını düzenleyen düzenin bu olması için cihad etmektir.
İş
bu uğurda ölmeyi gerektiriyorsa, bu dereceye yükselen şehittir. Yani yüce
Allah şehidden bu şahitliği dilemiş o da hakkıyla yerine getirmiştir. Yüce
Allah onu şahit edinmiş ve bu yüce makamla onurlandırmıştır.
Şu
olağanüstü ifadenin anlatmak istediği budur;
"...Ve
aranızdan şahitler seçmesi içindir bu..."
Bu,
"La ilâhe illallah Mahummedün Resulullah" -Allah'tan başka ilah
yoktur, Muhammed Allah'ın Resulüdür- şehadetinin anlamı ve gereğidir.
Yoksa şehadetin anlamından çıkarılan, ruhsat, gaflet ve kayıplar değil...
"...Allah
zalimleri sevmez."
Kur'an-ı
kerimde zulümden çokca sözedilmekte ve bununla da zulmün en karanlığı ve
en çirkini olan şirk kastedilmektedir. Kur'an'da şöyle buyurulur: "Kuşkusuz
şirk; çok büyük bir zulümdür." (Lokman su;esi; 13) Buhari ve Müslim
İbn-i Mes'ud'un (Allah O'ndan razı olsun) şöyle dediğini rivayet ederler:
"Dedim ki, `Ya Resulullah, hangi günah daha büyüktür?' `Seni yarattığı
halde ona eş koşmandır' buyurdu."
Surenin
akışı, daha önce yüce Allah'ı yalanlayanların konumuna işaret etmişti.
Şimdi ise yüce Allah'ın zalimleri sevmediği gerçeği yerleştiriliyor. Bu
da, Allah'ın sevmediği zalim-yalanlayanları bekleyen şeylerin bir başka şekilde
te'kid edilmesi amacına yöneltir. "Allah zalimleri sevmez" deyimi müminin
ruhunda zulüm ve zalimlere karşı nefret duygusunu canlandırmaktadır. Cihad
ve şehidlikten söz edilirken, bu duyguyu burada canlandırmak konunun ruhuna
uygun düşmektedir. Çünkü mümin kendisini, sevmediği şeyleri ve kimseleri
bertaraf etmek uğruna feda eder. İşte şehitlik makamı budur, şehadet bunun
içindir ve yüce Allah, bunlardan şahitler edinir... Sonra Kur'an ayetlerinin
akışı kafirleri bertaraf etmede Allah'ın çizdiği kaderinin araçlarından
bir araç ve yalanlayanları yok etmede O'nun gücüne bir perde olmaları için
müslüman ümmeti eğitirken, arındırırken ve o yüce rolüne hazırlarken
olayların arka planındaki hikmeti açıklamakla devam etmektedir.
"...Allah'ın
müminleri arındırması ve kafirleri yok etmesidir."
Arınmak;
ayrılış ve farklılıktan bir aşamadır. Ve bu operasyon ruhun içinde ve
vicdanın derinliğinde gerçekleşmektedir. Bu, kişiliğin gizli yönlerini açığa
çıkarma ve gizlilikler üzerine ışık saçma operasyonudur. Şüphe, kusur
ve karmaşıklığı çıkarıp kapalılık ve pusluluk bırakmaksızın insan
kişiliğini temiz, açık ve hakk üzere kararlı kılma işlemine girişilmiştir.
Çoğu
zaman insan, kendi nefsinden, onun gizli yönlerinden, alışkanlık ve dolambaçlarından
habersiz olur. İnsan, zaafının ve gücünün gerçeğini deşelemedikçe
ortaya çıkmayan ve içinde yer etmiş olan tortuların gerçeğini bilemez çok
kere.
Yüce
Allah'ın, sıkıntı ve rahatlık arasında insanlar içinde yer değiştirdiği
zafer günlerinin doğurduğu arınma işlemi, insanlara bu acı mihenkten,
olayların, deneylerin, pratik ve hareketli durumların mihenginden önce
bilmedikleri nefislerine ilişkin birçok şeyi öğretmektedir.
İnsan
kendisinde, güç, cesaret ve fedakârlık, cimrilik ve ihtirastan kurtulmuşluk
duygularının bulunduğunu zannedebilir. Sonra, pratik deneylerin ışığında,
meydana gelen olaylarla yüzyüze geldiğinde henüz nefsinde temizlenmemiş
yaraların bulunduğunu ve baskılar karşısında direnecek olgunluğa erişmediğini
anlar. İnsanın bunu bilmesi ve nefsini, bu davanın tabiatının gerektirdiği
baskılara ve. bu akidenin gerektirdiği sorumluluklara dayanacak olgunluğa
getirmek için yeniden Kur'an potasında şekillendirmesi gerekir.
Yüce
Allah, şu seçkin kitleyi, beşeriyete önderlik için eğitiyordu. Onlar da şu
yeryüzünde istediğini gerçekleştirmek istiyordu. Bu yüzden kendilerini
takdir edilen rolün düzeyine yükseltmek ve çizdiği kaderi elleriyle gerçekleştirmek
için Uhud'daki olayların ortaya çıkardığı gibi bu şekilde onları arındırıyordu.
"...Kafirleri
yok etmesidir..."
Hakk,
ilân edilip arınmak suretiyle kirlerden kurtulduğunda batılı onunla
mahvetmekle ilgili kanunu gerçekleştirsin diye...
Karşılığı
bilinmez gibi ortaya konarı (istinkârî) bir soruda Kur'an-ı kerim, müslümanların,
davalar, zafer ve yenilgi, iş ve karşılığına ilişkin düşüncelerini düzeltmekte,
onlara, Cennet'in yolunun zorluklarla çevrili bulunduğunu, azığın da
yoldaki eziyetlere sabretmek olduğunu, yoksa derinleşme ve arınmaya
dayanmayan temenni ve uçucu idealler olmadığını açıklamaktadır.
"Yoksa
siz Allah içinizdeki cihad edenleri ayırd etmeden ve sabırlıları
belirlemeden Cennete gireceğinizi mi sandınız?"
"Sizler
ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. Oysa onu görünce bakıp
duruyorsunuz."
Sorunun
istinkâri oluşu, insanın diliyle "Ben müslüman oldum ve ben ölüme
hazırım" demesinin yeterli olduğuna bu sözle imanın yükümlülüklerini
yerine getirdiğine, dolayısıyla Cennete ve Allah'ın hoşnutluğuna kavuşacağına
ilişkin düşüncenin korkunç derecede hatalı bir düşünce olduğu uyarısında
bulunmak amacına yöneliktir.
Çünkü
bu, yaşanan deneyler, pratik sınavlar, cihad ve belayla karşılaşma, sonra
cihadın sorumluluklarına ve belaların ağırlığına sabretmekle mümkündür.
Kur'an
ayetinde önemli bir soruna dikkat çekilmektedir:
"Yoksa
siz, Allah içinizdeki cihad edenleri..." "..Ve sabırlıları
belirlemeden..:'
Müminlerin
yalnızca cihad etmeleri yeterli değildir. Davanın zorluklarına karşı
sabretmek de gerekmektedir. Zorluklar meydan savaşında yapılan cihadla
bitmeyecek kadar sürekli ve çeşitlidir. Savaş alanındaki fiili cihad, imanın
gerektirdiği ve sabretmeyi istediği davanın en hafif zorluğu olabilir. Hergün
karşılaşılan birçok meşakkat vardır. İman ufkuna doğru istikamet bulmanın
meşakkati. İmanın gerçeklerini teorik ve pratik olarak dengeli bir şekilde
yerine getirme zorluğu; müminin, günlük hayatında beraber bulunduğu
insanların" nefislerinden ve başka özelliklerinden beliren insana özgü
zaaflara karşı o esnada sabır... Batılın üstünlük kazandığı, mücadele
edip zafer kazanmaya başladığı dönemlerde sabır. Yolun uzunluğuna,
mesafenin uzaklığına ve engellerin çokluğuna karşı sabır... Cihad, sıkıntı
ve çarpışmanın zorluğuna ilişkin sabır... Rahatlığın vesvese ve nefsin
saptırmalarına karşı sabır... İdeal ve dille söylenen sözlerle ulaşılamayan
Cennetin zorluklarla çevrili yolunda cihadın sadece bunlardan biri olduğu
bilinci ve daha nice işkenceye karşı sabır...
ÖLÜM
V E HAYAT
"Sizler
ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. Oysa onu görünce bakıp
duruyorsunuz."
Böylece
surenin akışı dille söylenen kelimelerden ibaret ölçüt ile karşılaştığı
gerçek ölçüt arasında duygularında bir denge oluşturmak için, onları
daha önce karşılaşmayı arzuladıkları ve savaş alanında yüzyüze
geldikleri ölümle bir daha karşı kârşıya getirmektedir. Bununla söyledikleri
her sözün muhasebesini yapmalarım, yüzyüze geldiklerinde karşılaştıkları
gerçeğin dışında ruhların dahi pratik birikiminin durumunu ölçmelerini
öğretmektedir. Böylece ağır olguların ışığında, sözün, ideallerin
ve vaadlerin değerini takdir edebilirler. Sonra onlara, kendilerini Cennete ulaştıracak
yöntemin sözlerin gerçekleşmesi, hayellerin somutlaşması ve gerçek bir
cihad olduğunu öğretiyor. Yüce Allah bütün bunları insanların dünyasında
pratik olarak gerçekleştirip öğretiyor.
Kuşkusuz
yüce Allah, müminlerin bir çabası ve yardımı olmaksızın, ilk andan
itibaren peygamberlerini, davasını, dinini ve hayat metodunu galip
getirebilirdi. Ad, Semud, ve Lût kavmine yaptığı gibi müşrikleri yok etmek
için onlarla birlikte -ya da onlarsız- savaşsınlar diye melekler
indirebilirdi.
Ancak
sorun zafer değildir. Sorun bütün zaaf ve eksiklikleri, şehvet ve istekleri,
cahiliyye ve sapıklıklarıyla beşeriyetin önderliğini eline almaya hazırlanan
müslüman ümmetin eğitilmesiydi. Beşeriyete önderlik, önder olacakların
üstün bir şekilde hazırlanmalarını gerektiren önemli bir görevdir. Öncelikle,
ahlâk gücünü sürekli hakk üzere bulundurmayı, zorluklara sabretmeyi,
insan nefsindeki zaaf ve güç odaklarını bilmeyi, hata noktalarından ve sapıklık
kaynaklarından ve bunların tedavi yöntemlerinden haberdar olmayı gerektirir.
Sonra şiddette olduğu gibi bollukta, o gün kahredici ve acı gelen bolluktan
sonraki şiddette de sabretmeyi gerektirir.
Yüce
Allah bununla müslüman cemaati, yeryüzündeki varlık sebepleri kıldığı o
korkunç ve meşakkatli role hazırlamak için eğitiyordu. Kuşkusuz yüce
Allah, şu geniş mülke halife kıldığı insanın nasibine bu meşakkatleri
de eklemeyi dilemiştir.
Yüce
Allah'ın müslüman ümmeti önderliğe hazırlamaya ilişkin takdiri, değişik
araçlar ve sebepler, farklı koşul ve olgularla kendi yoluna devam etmektedir.
Bazen müslüman kitlenin kesin zafer elde etmesi; böyle umutlanmaları, ilahi
yardımın gölgesinde kendilerine olan güvenlerinin artması, zaferin tadını
denemeleri, onun sarhoşluğuna sabretmeleri, şımarıklık, kibir ve gururu
yenme güçlerini ölçmeleri ve alçakgönüllülükle Allah'a şükretmeleri,
bazan da, Allah'a sığınmaları, şahsî güçlerinin gerçeğini algıladıkları
ve Allah'ın metodundan en ufak bir sapmanın ortaya çıkardığı eksikliği
öğrendikleri yenilgi, hüzün ve zorluk şeklinde yoluna devam etmektedir. Bu
şekilde yenilginin acılığını denemelerine rağmen, arı gerçeğe sahip
olmaları, içlerindeki zaaf ve eksiklik noktalarını öğrenmeleri, şehvetin
etkilediği ye'sleri belirlemeleri, ayakların kaydığı hususları ortaya çıkarmaları
ve böylece gelecek harekette bütün bu olumsuzluklardan kurtulmaları ile batıla
karşı üstünlük sağlarlar. Allah'ın takdiri, hiçbir değişikliğe ve sınırlandırmaya
uğramadan zafer ve yenilgiden dersler çıkararak Allah'ın kanununa uygun
olarak yoluna devam eder.
Bunların
tümü, şu ayetlerde gördüğümüz gibi Kur'an'ın akışının müslüman
kitle için biriktirdiği Uhud savaşından elde edilen sonuçların bir yönünü
oluşturmaktadır. Kuşkusuz bunlar, her zamanki müslüman cemaat ve müslüman
nesiller için yararlanılacak birikimlerdir.
Daha
sonra surenin akışı, İslâm düşüncesinin büyük gerçeklerini yerleştirmek,
müslüman cemaati bu gerçeklerle muhatab kılmak, savaşta meydana gelen
olaylardan bu gerçekler için bir eksen oluşturmak ve böylece İslâm
toplumunu Kur'an'ın eşsiz metoduyla eğitmek için bir araç edinmek suretiyle
sürmektedir.
144-
Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmiştir.
Şimdi eğer o ölür ya da öldürülürse topuklarınız üzerinde geri mi döneceksiniz?
Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse bilsin ki, Allah'a hiçbir zarar vermez.
Allah şükredenleri ödüllendirecektir.
145-
Allah'ın izni olmaksızın hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. O süresi
belirli bir yazıya bağlıdır. Kim dünya kazancını isterse ona ondan
veririz. Kim ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri
ödüllendireceğiz.
Bu
bölümdeki ilk ayet, Uhud savaşında meydana gelen belli bir olaya işaret
etmektedir. Okçular, dağdaki mevzilerini terk ettiklerinde müslümanların
savaş konumlarında açıklık belirmişti. Bunun üzerine müşrikler oradan
bindirmiş müslümanlarla savaşa tutuşmuşlardı. Resulullah'ın (salât ve
selâm üzerine olsun) dişi kırılmış, yüzü yaralanmış ve yarasından
durmadan kan akmıştı. Herşey birbirine karışmıştı. Müslümanlar öylesine
dağılmışlardı ki, kimse diğerinin nerede olduğunu bilmiyordu... Bu arada
birisi "Muhammed öldürüldü" diye bağırmıştı. Bu ses, müslümanlar
üzerinde korkunç bir etki bırakmıştı. Birçoğu Medine'ye geri dönmeye,
yenilerek dağa çıkmaya ve büyük bir ümitsizlikle savaşı bırakmaya başlamıştı.
Şayet Resulullah, beraberindeki az sayıdaki adamla dayanmayıp müslümanları
geri çağırmasaydı ve yüce Allah kalplerini sağlamlaştırmasaydı ve de
daha sonra açıklanacağı gibi üzerlerine uyuklama, güven ve emniyet
duygusunu indirmeseydi tamamen dağılıp mahvolacaklardı.
Kur'an-ı
Kerim; İslâm ordusunun dikkatlerini bu derece dağıtan bu olayı,
direktifleri için bir temel, İslâm düşüncesinin gerçeklerini yerleştirmek
için bir araç, ölüm ve hayatın hakikati, iman tarihi ve müminler kervanına
ilişkin canlı işaretler için bir eksen kılmaktadır.
"Muhammed
sadece bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi
eğer O, ölür veya öldürülürse siz topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz?
Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse bilsin ki Allah'a hiçbir zarar veremez.
Allah şükredenleri ödüllendirecektir."
HZ.
PEYGAMBER
Kuşkusuz
Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmiş ve ölmüşlerdir.
Kendisinden önceki peygamberler gibi O da ölecektir. Bu, karşılaşılacak
basit bir gerçektir. Öyleyse savaşta bu gerçekle karşılaşılınca
unutulmuş olmasının sebebi neydi?
Muhammed
(salât ve selâm üzerine olsun) Allah tarafından, yüce Kelâm'ı tebliğ
etmek için gelmiş bir elçidir. Kuşkusuz bâki ve ölümsüz olan sadece
Allah'tır: Aynı şekilde O'nun sözü de ebedî ve ölümsüzdür. Bu yüzden,
bu sözleri tebliğ için gelen Peygamberin ölmesi ya da öldürülmesi
durumunda müminlerin gerisin geriye dönmeleri gerekmez. Bu da korkunun meydana
getirdiği sıkıntı sonucu fark etmedikleri temel oluşturan basit bir gerçektir.
Ancak, müminler hiçbir zaman bu temel ve basit gerçeği unutmamalıdırlar.
İnsanlar
geçicidir akîde ise sonsuza kadar sürer. Tarih boyunca Allah'ın hayat için
koyduğu metod, insanlara götürülüp uygulanmış ve fakat peygamberler ile
davetçilerden bağımsız olmuştur. Resulullah'ı seven müslümandan;
(nitekim O'nun arkadaşları insanlık tarihinin bir benzerini görmediği bir
tarzda O'nu severlerdi. Öyle severlerdi ki, O'na bir dikenin batmaması için
hayatlarını feda ederlerdi. Nitekim sırtını O'na siper edip hareket etmeden
oklara hedef,olan Ebu Dücane ile düşmanı O'ndan uzaklaştırmak için
birbiri ardınca teker teker şehid olan dokuz kişiyi görmüştük. Kuşkusuz
her zaman ve mekânda O'nu böylesine bütün benlikleri ve bütün duygularıyla
seven olacaktır. Hatta yalnızca O'nun ismini duymakla vecde kapılanlar da
olacaktır.) İşte Muhammed'i (salât ve selâm üzerine olsun) bu şekilde
seven bir müslümandan, Muhammed'in şahsı ile O'nun tebliğ edip kendisinden
sonra insanlara bıraktığı ve ölümsüz Allah'tan gelerek O'na ulaşan ebedi
akideyi birbirinden ayırması istenmektedir.
Kuşkusuz
dava, davetçiden önce gelir.
"Muhammed
sadece bir peygamberdir. O'ndan önce nice peygamberler gelip geçmiştir."
Peygamberimizden
önce de zamanın derinliklerine inen, tarihin köklerine uzanan, insanlıkla başlayıp
yolun başlangıcında insanlığa hidayet ve barış ile yol gösteren bu davayı
taşıyan peygamberler gelmiştir.
Dava,
davetçiden daha büyük ve daha kalıcıdır. Davetçiler gelip giderler ancak
dava nesiller ve asırlar boyu sürer. Davaya tabi olanlar, Resullerin getirdiği
ilk kaynağa bağlı kalacaklardır. Ve müminler Bakî olan yüce Allah'a yönelecektir.
O halde yüce Allah diri ve ölümsüz iken müminlerden birinin geri dönüp
Allah'ın hidayetinden irtidat etmesi hoş karşılanamaz.
İşte,
bu îmalı sorunun, bu tehdidin ve aydınlatıcı açıklamanın sebebi şudur:
"...Şimdi
eğer O, ölür veya öldürülürse siz topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz?
Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse Allah'a hiç bir zarar veremez. Allah şükredenleri
ödüllendirecektir."
İfadede
irtidâtın canlı bir tablosu yer almaktadır; "...topuklarınızın üzerinde
geri mi döneceksiniz!" "... Kim iki topuğu üzerinde geriye dönerse..."
Geriye dönmedeki algılanan bu hareket, akideden irtidat etme olayını,
seyredilen bir manzara gibi somutlaştırıyor. Burada kasdedilen, savaştaki
yenilgiden kaynaklanan duygusal irtidat değildir. Aksine, "Muhammed öldürüldü"
diye birinin bağırmasından sonra meydana gelen ruhsal irtidattır söz konusu
edilen... Çünkü, bu söylentiden sonra bazı müslümanlar; müşriklerle
savaşmanın yararsızlığına, Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun)
ölmesiyle bu dinin işinin bittiğine ve müşriklere karşı cihadın sona
erdiğine inanmaya başlamışlardı. İfadenin somutlaştırdığı ruhsal
hareket budur. Savaşta ökçeleri üzerinde dönüp kaçmaları gibi dinden dönmelerini
de kapsayan bir olaydır. İşte, Nadir b. Enes (Allah O'ndan razı olsun)
"Muhammed öldürüldü" deyip savaştan ellerini çekenleri görünce
"O'ndan sonra yaşayıp da ne yapacaksınız. Kalkın Resulullah'ın öldüğü
uğurda siz de ölün" diyerek sakındırdığı da buydu.
"...Kim
iki topuğu üzerinde geriye dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez.
Zararlı
çıkacak olan, kendisine eziyet edip yoldan sapandır. Onun geri dönmesi Allah
a hiçbir zarar dokundurmaz. Çünkü Allah; İnsanlara ve onların imanına
muhtaç değildir. Ancak yüce Allah, kullarına acıması ve onların mutluluğu
ve iyiliği dolayısıyle bu metodu koymuştur. Bu metoddan ayrılan her sapık,
kendi nefsi ve çevresinden bir bedbahtlık ve şaşkınlıkla karşılaşmak
suretiyle cezasını çekecektir. Ayrıca hayat düzeni ile ahlâk tamamen
bozulur ve bütün işler aksar. Neticede insanlar; gölgesinde hayat ve ruhlarının
istikamet bulduğu, hem fıtratları hem de içinde yaşadıkları evrenle barış
içinde yaşamak için bir ortam buldukları bu biricik metoddan sapmanın cezasını
tadarlar.
"...Allah,
şükredenleri ödüllendirecektir."
Onlar,
yüce Allah'ın kullarına bu sistemi bağışlamakla verdiği nimetin değerini
bilirler. Bu yüzden hem sisteme uymak, hem de Allah'a hamd etmekle şükürlerini
yerine getirirler. Bu sisteme uymak suretiyle mutlu bir hayat sürdürmeleri de
şükürlerine güzel bir karşılık olmaktadır. Daha sonra yüce Allah'ın
kendilerine ahirette vereceği karşılıkla yaşayacaklar ve mutlulukları daha
büyük ve kalıcı olacaktır.
Sanki
yüce Allah, bu olay ve bu ayetle, müslümanların aralarında yaşayan
peygamberlerin kişiliğine olan şiddetli bağlılıklarını kesmek istemiştir.
Devamla, Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) ilk defa ortaya çıkarmadığı,
yalnızca kendisinden önceki elçilerin insanları kana kana içmeye çağırdıkları
gibi O'nu da göstermiştir. Böylece yüce Allah insanları, fışkıran asıl
kaynağa doğrudan bağlamak istemiştir.
Sanki
yüce Allah, insanların elinden tutup onları Muhammed'in bağlamadığı,
sadece insanların elini tutuşturup onları birlikte sarılmaya çağırdığı
kopmaz bir kulpa doğrudan ulaştırmayı dilemiştir.
Sanki
yüce Allah Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) ölmesi ya da öldürülmesiyle
üzerlerinden kalkmayacak olan sorumluluklarını doğrudan algılamaları için
müslümanların İslâm ile olan ilişkilerini ve Allah ile olan sözleşmelerini
direkt bir duruma getirmeyi ve Allah'ın önünde yaptıkları bu sözleşmenin
sorumluluğunu aracısız duymalarını dilemektedir. Çünkü onlar Allah'a
biat etmişlerdir. Dolayısıyla Allah'ın huzurunda sorumlu olacaklardır.
Sanki
yüce Allah, meydana geldiğinde güçlerini aşacağını bildiği halde, müslüman
kitleyi bu büyük sarsıntıya hazırlamakta ve böylece dehşet ve şaşkınlık
kendilerini sarmadan, onları alıştırmak ve sadece kendisine ve kalıcı
davasına bağlamak istemektedir.
Nitekim,
büyük sarsıntı meydana gelince dehşet ve şaşkınlık içinde kalakalmışlardı.
Hatta Ömer (Allah O'ndan razı olsun) kılıcını çekmiş, onunla
"Muhammed öldü" diyeni tehdit etmeye başlamıştı.
Kalbi,
arkadaşı Resulullah'a ve Allah'ın O'nun hakkındaki kaderini algılamaya sağlam
bir bağla bağlı bulunan Ebu Bekir'den (Allah O'ndan razı olsun) başkası
sebat edememişti. Nitekim Ebu Bekir bu ayeti hatırlayıp, dehşete düşmüş
şaşkınlara hatırlatınca onlar bu ilahi çağrıyı ilk defa işitmiş gibi
tevbe edip geri dönmüşlerdi.
Daha
sonra Kur'an-ı Kerim'in akışı; insan nefsinin derinliklerinde gizlenen ölüm
korkusuna uyarıcı bir şekilde değinmekte; Ölüm ve hayat hakkındaki kalıcı
gerçekleri dile getirmektedir. Ayrıca hayat ve ölümdén sonra Allah'ın
kullarını denemesi ve cezaya ilişkin hikmet ve takdirini açıklaması
suretiyle bu korkuyu gidermektedir.
"Allah'ın
izni olmadan hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. O süresi belirli bir
yazıya bağlıdır. Kim dünya kazancını isterse ona ondan veririz. Kimde
ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri ödüllendireceğiz."
Kuşkusuz
her nefsin belirlenen süreye kadar yazılmış bir eceli vardır. Bu belirlenen
süre dolmadan herhangi bir kişinin ölmesi söz konusu değildir. Telaş, hırs,
savaşa katılmama ve korku bu süreyi uzatmadığı .gibi cesaret, direnç, öne
atılma ve sözüne bağlı kalma da ömrü kısaltmaz. O halde korkaklığa
gerek yoktur. Korkudan gözleri kaymasın korkakların. Süre belirlenmiştir,
birgün kısaltılamayacağı gibi artırılamaz da.
Bununla,
ecel gerçeği insan ruhunda yer etmektedir. Artık insan onunla uğraşmayı
bir tarafa bırakıp hesaba katmamakta ve imanın gereği olan sorumluluk ve görevlerini
hakkıyla yerine getirmeyi düşünmektedir. Bununla korku ve dehşetin doğurduğu
ürkekliği üzerinden attığı gibi cimrilik ve ihtirasın boyunduruğundan da
kurtulur. Bu sayede insan, sabır güven ve tek başına ecele egemen olan
Allah'a dayanmakla, yolun bütün sorumluluk ve görevlerini yerine getirerek
yoluna devam eder.
Daha
sonra ayet-i kerime, hakkında kesin hüküm verilen bu sorunu çözdükten
sonra nefse dönüyor. Ömür, önceden yazılmış ve ecel belirlenmiş olduğuna
göre, nefis yarın için ne hazırladığına ve ne istediğine baksın. İmanın
gereği sorumluluklardan geri kalmayı, bütün ilgisini yeryüzüyle sınırlandırmayı
ve sadece şu dünya için yaşamayı mı; yoksa, ömür ve hayata ilişkin bu
bilgi ve ihtimamını dengelemekle beraber, yüce bir ufukla yüksek ilgilere ve
bu hayattan daha büyük bir hayata mı yükselmek istiyor. Ona baksın nefis.
"...
Kim dünya kazancını isterse kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını
isterse ona da ondan veririz."
Ömür
ve ecelle kıyaslanınca sonuçları bir olsa da bu hayatla şu hayat arasında,
bu ilgiyle şu ilgi arasında ne kadar fark vardır. Sadece bu dünya için yaşayan
ve yalnızca bu dünya nimetlerini isteyen, böceklerin, vahşilerin ve
hayvanların hayatını yaşar. Sonra da yazılmış eceliyle belirlenen zamanda
ölüp gider. Fakat, diğer ufka yükselen ise, Allah'ın onurlandırıp halife
kıldığı ve bu konumuyla farklı bir statü bahşettiği "insan"ın
hayatını yaşar. O da yazılmış eceliyle belirlenen zamanda ölür.
"Allah'ın izni olmaksızın hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir.
O, süresi belirli bir yazıya bağlıdır."
"...Şükredenleri
ödüllendireceğiz."
Bu
ödül, insana yapılan ilahî bağış nimetini algılayıp hayvansal
derecelerin üstüne çıkan ve yüce Allah'ın bu nimetine karşı şükretmekle
imanın sorumluluklarını yerine getirenleredir.
Böylece
Kur'an-ı Kerim, ölüm ve hayatın niteliklerini açıklıyor. Hayvanların ve
insanların yaşama gayelerini açıklıyor. Bazı insanların, hayvanlar gibi
hayat sürme gayelerinin olduğunu, bazı insanların da yüce gayeler için yaşadığını
beyan ediyor. Böylece nefsi, ölüm ve hayata ilişkin hiçbir şeye malık
olmadığının farkına vardırıp onu ölüm korkusundan ve sorumluluk telaşıyla
uğraşmaktan vazgeçiriyor. Neticede de insan, seçebildiği ve kendi gücü
dahilinde daha faydalı şeylerle uğraşmış olacaktır. Artık ya dünyayı
ya da ahireti seçecektir. Kuşkusuz seçtiğinin karşılığını da yüce
Allah'ın katında bulacaktır.
Daha
sonra yüce Allah, müslümanlara, kendilerinden önce zamanın derinliklerine kök
salmış ve yolun uzunluğu boyunca sıralanıp hareket eden ve imanlarında sadık
olup peygamberleriyle savaşa çıkan mümin kardeşlerinden örnekler veriyor.
Ki onlar imtihan karşısında ümitsizliğe kapılmayıp ölüme gittikleri bu
makamda, cihad makamında imandan kaynaklanan edep tavrını takınmışlar ve
Rabblerinden bağışlanma dilemişlerdir. İşlerinde "aşırılık"
gördüklerinde hatalarını itiraf etmekten ve kâfirlere karşı Rabblerinden
dayanma gücü ve zafer dilemekten kaçınmayan, böylece duadaki iyi davranışlarının
ve cihad alanındaki iyi durumlarının karşılığı olarak dünya ve ahiret
sevabını hak eden ve yüce Allah'ın müslümanlara örnek verdiği bir konuma
gelen iman kervanını örnek gösteriyor:
"Nice
peygamberler var ki çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı.
Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı yılmadılar, gevşemediler,
boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever."
"Onlar
sadece `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki ayılıklarımızı
bağışla. Ayaklarımızı kaydırma ve kâfirler karşısında bize yardım
et' demişlerdir."
"Allah
da onlara hem dünya kazancını hem de ahiret mükâfatının en güzelini
verdi. Allah iyi işler yapanları sever."
UHUD'DAKİ
YENİLGİ
"Uhud"
yenilgisi, zayıf ve azınlık oldukları halde yüce Allah'ın Bedir'de
kendilerine yardım ettiği ve her durumda zaferin kendileri için evrensel bir
yasaymış düşüncesinin ruhlarında yer ettiği müslümanların karşılaştığı
ilk yenilgiydi. Bu yüzden, Uhud çarpışmasında beklenmedik bir sınav vermişlerdi.
Kur'an-ı
Kerim'de bu olaydan çokça sözedilmesinin sebebi; ruhlarını eğitmek, düşüncelerini
doğrultmak ve onları hazırlamak için bazen teselli ederek, bazan hoşnutsuzluk
göstererek, bazen hükümler yerleştirerek, bazen de örnek vererek her fırsatta
müslümanların elinden tutarak devam etmesi olsa gerek. Çünkü, önlerindeki
yol uzun, karşılaşacakları deneyler yorucu, üzerlerindeki sorumluluk son
derece ağır ve çağrıldıkları görev oldukça büyüktür.
Burada
verilen örnek, genel bir örnektir. Peygamber ve topluluk sınırlandırılması
söz konusu değildir. Sadece iman kervanına bağlanmaları, müminlerin tavrını
bilmeleri, buradaki imtihan olayını her davet ve din için kaçınılmaz bir
şey olarak düşünmeleri, duygularında müminlere yakınlık düşüncesini,
gönüllerinde akidenin tekliğini ve kendilerinin büyük iman ordusunda bir bölük
konumunda olduklarını yerleştirmek için onları kendilerinden önceki
peygambere uyanlara bağlamak amacı güdülmektedir.
"Nice
peygamber var ki, çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar
Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı yılmadılar, gevşemediler ve
boyun eğmediler."
Nice
topluluklar beraberlerindeki peygamberlerle büyük savaşlar verdiler. Başlarına
gelen bela, hüzün, zorluk ve işkencelerden dolayı ruhlarında bir zaaf ve çarpışmanın
sürmesinden dolayı güçlerinde bir eksilme söz konusu olmadı. Ne korkuya ne
de düşmana teslim oldular. Akide ve din uğruna savaşan müminin yapması
gereken de budur.
"...Allah
sabırlıları sever."
Onların
ruhları sarsılmaz, güçleri dağılmaz, dirençleri gevşemez, boyun eğmez
ya da teslim olmazlar. Allah sabırlıları sever ifadesinin derin etki ve
ilhamları vardır. Yarayı tedavi eden, acıları saran, zarar ve amansız çarpışmayı
hafifleten bu sevgidir.
Buraya
kadar ayet-i kerime, o müminlerin zorluk ve imtihan anındaki durumlarının açık
bir portresini çizdi. Şimdi ise, ruhlarının ve duygularının gizli bir
tablosunu; ruhlara ağır gelen, onları aşılmaz tehlikelerle bağlayan -ancak
müminlerin ruhlarını Allah'a yöneltmekten alıkoymayan- tehlikeyle yüz yüze
geldiklerinde Allah hakkında takındıkları edep tavrının tablosunu çizmektedir.
Bu müminlerin nefisleri alışkanlıkları olduğu üzere ilk önce zafer
istemiyorlar. Düşmana karşı dayanma ve zaferden önce, günah ve hatalarını
itiraf için af ve bağışlanma dilemektedirler.
"Onlar
sadece `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki aşırılıkları
bağışla. Ayaklarımızı kaydırma ve kafirler karşısında bize yardım et:
demişlerdir."
Ne
nimet ne de servet istiyorlar. Hatta sevap ve mükafat da istemiyorlar. Ne dünya
ne de ahiret sevabını istiyorlar. Allah'ın yolunda savaşıp sadece O'na yönelirken
Allah'a karşı son derece edepli bir tavır takınmaktadırlar. Ondan önce günahlarından
bağışlanma sonra ayaklarının kaymamasını ve sonra da kafirlere karşı
yardım beklemektedirler. Yardımı da kendileri için istemiyorlar. Kâfirlere
ceza olarak küfrün hezimetini istiyorlar. Bu da yüce Allah'ın nimetleri karşısında
mümine yakışan bir tavırdır.
İşte
kendileri için hiçbir şey beklemeyenlere yüce Allah, katından herşey vermiştir.
Aynı şekilde ahireti isteyenlerin temenni edip ümit ettiklerini de vermiştir.
"...Allah
da onlara hem dünya kazancını, hem de ahiret mükâfatının en güzelini
verdi."
Yüce
Allah onlara ihsanını gösteriyor. Güzel bir edep tavrı takındıklarından,
cihadı hakkıyla yerine getirdiklerinden dolayı onlara karşı sevgisini
bildiriyor. Kuşkusuz bu da en büyük nimet ve en büyük sevaptır:
"...Allah
iyi işler yapanları sever."
İslam
düşüncesinin büyük gerçeklerini içeren, müslüman kitlenin eğitilmesi
rolünü hakkıyla yerine getiren ve müslüman ümmetin her nesli için bu
birikimleri saklayan bu bölüm de böylece sona eriyor.
Surenin
akışı; düşünceleri doğrultmak, vicdanları eğitmek, yolun kaygan
noktalarından sakındırmak, müslüman kitleyi, kendilerini kuşatan hilelere
ve düşmanlarının kurduğu tuzaklara karşı uyarmak amacıyla savaşta
meydana gelen olayları sunmak ve onları değerlendirmelerine eksen kılmak
hususunda bir diğer adım atarak sürmektedir.
Uhud'daki
yenilgi, Medine'deki, kafir, münafık ve yahudilerin çeşitli söylentiler çıkarmalarına
bir fırsat olmuştu. Medine, henüz bütünüyle müslümanların olmamıştı.
Oradaki müslümanlar "Bedir'in" içindeki parlak zafer ve oluşturduğu
korku duvarıyla kuşatılmış son derece garip bir topluluk idiler. Ancak
Uhud'da alınan bu yenilgiyle durumları büyük ölçüde değişti. Pusuda
bekleyen düşmanlar, kinlerini açığa vurmak, zehirlerini saçmak ve bütün
müslümanların -özellikle şehid olanların ve ağır şekilde yaralananların-
evlerinde meydana gelen felâket havası içinde hile ve desiselerini yaymak ve
böylece müslümanların fikir ve saflarını karıştırmak için müsait bir
ortam bulmuş oldular.
Kur'an'ın
yönlendirici sunuşu ile savaşın gövdesini ve en geniş sahnelerini temsil
eden aşağıdaki bölümde, yüce Allah'ın, iman edenleri kafirlere uymaktan
sakındırmak için seslendiğini, düşmanlarının kalbine korku salıp,
kendilerine zafer vereceğini vaadettiğini, onlara savaşın başlangıcında
vaadettiği zaferi verdiğini; ancak kendilerinin çekişmeleri ve Resulullah'ın
(salât ve selâm üzerine olsun) emrine muhalefet etmeleri yüzünden bu zaferi
kaybettiklerini hatırlattığını görüyoruz. Daha sonra, savaş sahnesi,
heriki yönüyle, canlılık ve hareket fışkıran bir tarzda sunuluyor.
Yenilgi ve korkunun ardından gelen, Allah hakkında kötü zan besleyen münafıkların
kalbini kemiren şaşkınlık ve hasret ile müminlerin kalplerine indirilen güven
söz konusu edilmektedir. Böylece bir taraftan, kulların ecellerine ilişkin
ilahi takdirin hakikatinin yerleştirilmesiyle birlikte, olayların bu şekilde
sürüp gitmesinin ardındaki gizli hikmet ve latif plan da ortaya çıkmış
oluyor. Surenin akışı, bu bölümün sonunda müminleri; kafirlerin ölüm ve
şehadet konusunda yaydıkları sapık düşüncelerden sakındırmakta ve onları
ölme ya da öldürülme şeklinde olsun, insanların sonuçta görecekleri
diriliş gerçeği ile yüzyüze getirmekte ve her ne suretle olursa olsun
mutlaka Allah'a döneceklerini bildirmektedir.