KÂFİRLERE TÂBİ OLMAK

146- Nice peygamber var ki, çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever.

147- Onlar sadece "Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki aşırılıklarımızı affeyle, ayaklarımızı kaydırma ve kâfirler karşısında bize yardım et" demişlerdir.

148- Allah da onlara hem dünya kazancını ve hem de ahiret mükâfatının en güzelini verdi. Allah iyi işler yapanları sever.

149- Ey müminler, eğer kâfirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınız üzerinde geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız.

150- Oysa Allah'tır sizin mevlânız. O yardım edenlerin en hayırlısıdır.

151- Biz kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan nesneleri Allah `a ortak koşmuşlardır. Onların gidecekleri yer Cehennem'dir. Zalimlerin varacağı yer ne fenadır!

152- Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye ve itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz. Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi deneyden geçirmek için onların başından savdı. Ama yine de sizi affetti. Allah müminlere karşı gerçekten lütuf sahibidir.

153- Hani Peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz; ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

154- Sonra o kederin ardından Allah, üzerinize içinizden bir grubu saran bir güven duygusu, bir uyuklama indirdi. Bir grup da kendi derdi-ne düştü. Bunlar Allah hakkında cahiliye zihniyetini yansıtan, gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar ve "Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?" diyorlardı. Onlara de ki; "Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir." Aslında sana açıklayamadıkları bir şeyi içlerinde saklıyorlar. içlerinden "Eğer bu işte bir fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik " diyorlar. De ki; "Eğer evlerinizde de olsaydınız alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları yerleri yine de boylarlardı." Allah, gönüllerinizdekini deneyden geçirmek ve kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir.

155- İki topluluğun karşılaştığı gün savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkar duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah onları yine de affetti. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve halimdir.

156- Ey müminler, yolculuğa çıkan ya da savaşa katılan kardeşleri hakkında "Eğer onlar yanımızda olsalardı ölmezler ya da öldürülmezlerdi" diyen kâfirler gibi olmayınız. Allah bu asılsız saplantıyı onların kalplerine çöreklenen acı bir hayıflanmaya dönüştürdü. Oysa can veren de öldüren de Allah'tır. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarını görür.

157 Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, Allah'tan gelecek olan bağışlama ve rahmet, onların biriktirecekleri dünya nimetlerinden daha hayırlıdır.

158- Kuşku yok ki, ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız.

Şu ayetler grubuna araştırıcı bir gözle baktığımızda, kanatlarının canlılık fışkıran bir çok sahneyi, İslâm düşüncesi, insan hayatı ve evrensel yasalara ilişkin temel ve büyük hakikatleri sardığını görürüz. Duygu ve düşünceleri coşturacak düzeyde savaşın hiçbir yönünü dışarda bırakmayacak şekilde; çabuk, canlı, hareketli ve derin bir dokunuşla ele aldığına şahid oluruz. Kuşkusuz bu ayetler; meydana geldiği atmosfer, kendine özgü koşulları ve olayları, beraberindeki ruhsal ve duygusal hareketlerle birlikte, savaşı, canlılık ve gözler önüne serme bakımından, bunca uzunluk ve detaylılıklarına rağmen siyer kitaplarında rastlanan tüm rivayetlerden daha etkindirler. Ayrıca, daha doğru bir düşünceye ulaşmak isteyen ruhlardaki canlı ve hareket halindeki gerçekler yığınını da kanatlarının altına aldığını görürüz.

Bunca sahneyi, bütün bu gerçekleri, bu denli canlı, hareketli ve duygulandırıcı bir tarzda bu kadarcık söz ve ifadeye sığdırmak insanın yapacağı birşey değildir kuşkusuz. Bu gerçeği, üslupların sırlarını ve ifadelerinin gücünü algılayanlar, öncelikle de üslûplarla uğraşan ve ifadenin sırlarını araştıranlar kavrayabilirler:

"Ey müminler, eğer kafirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınızın üzerinde geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız."

"Oysa Allah'tır sizin mevlanız. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır."

Medine'deki kafirler, münafıklar ve yahudiler, müslümanların dirençlerini kırmak, Muhammed'le (salât ve selâm üzerine olsun) birlikte hareket etmenin sonucundan onları korkutmak, savaşın ürkütücü yanlarını, Kureyş müşrikleri ve müttefikleriyle takışmanın sonuçlarını tasvir etmek için müminlerin başlarına gelen yenilgi, ölüm ve yaralanmaları dillerine dolamışlardı. Küfür kalplerin karıştırılması, safların dağılması, güvensizliğin oluşması ve güçlülerle savaşmaya devam etmenin gereğinden kuşkulanmanın yayılmasını istiyordu. Çünkü savaştan el çekmenin hoş gösterilmesi ve zaferi kazanmak üzere olanların barışmaya yanaştırılması için en uygun hava, yenilgi havasıdır. Ayrıca bu atmosfer, kişisel acıların ve bireysel felaketlerin yaygınlaşıp toplumun ve akidenin bünyesini yıkmaya dönüşmesine ve böylece galip güçlere teslim olmaya uygun bir atmosferdir.

Bu yüzden yüce Allah, iman edenleri kafirlere uymaktan sakındırmaktadır. Çünkü kafirlere uymanın sonu kesin zarardır; hiçbir kâr ve yarar söz konusu değildir. Onlara uymak, topukların üzerinde küfre gerisin geriye dönmektir. Mümin, ya küfür ve kafirlerle savaşmak, batıl ve batıla uyanları defetmek suretiyle yoluna devam edecek ya da Allah korusun topukları üzerinde küfre dönecektir. Müminin konumunu ve dinini koruyarak ikisinin arasına pasif bir pozisyonda bulunması imkansızdır. İnsan böyle düşünebilir. Yenilginin ardından, yara ve berenin etkisiyle, güçlü galiplerle savaşmaktan vazgeçip, onlarla barış yapabileceğini, bununla beraber dinini, akidesini, imamı ve varlığını koruyabileceğini sanabilir. Bu, kof bir vahimdir. Böyle bir durumda ileriye atılmayanın, geriye dönmesi kaçınılmazdır. Küfür, şerr, sapıklık ve tağutlarla savaşa tutuşmayanın, horlanıp geriye dönerek; küfür, şerr sapıklık, batıl ve tuğyana dönmesi zorunlu bir sonuçtur. Bir kişinin akidesi ve imanı, onu kafirlere uymaktan, onları dinlemekten ve onlara güvenmekten alıkoyamıyorsa bu durumu o kişinin gerçekte daha ilk andan itibaren iman etmediğini gösterir. Akide sahibinin, akidenin düşmanlarına dayanması, onların desiselerine kulak vermesi ve direktiflerine uyması ruhsal bozgun belirtisidir. Yenilgi baş gösterdimi de sürecektir. Artık kimse onu sonuçta yenilmekten, topukları üzerinden küfre dönmekten alıkoyamaz. İlk adımlarını atarken bu kötü sonuca varacağını zannetmese de... Mümin, akidesi ve yönetilmesi bakımından, dininin ve önderliğinin düşmanlarına danışma gereğini duymaz. Bir kere onları dinlerse fıtri ve pratik bir olgu olarak artık topukları üzerinde irtidat yolunu tutmuş demektir. İşte yüce Allah, müminleri uyarmakta, bundan sakındırmakta ve iman adına onlara seslenmektedir:

"Ey müminler, eğer kafirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınızın üzerinde geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız."

Topukların üzerinden, imandan küfre dönme yıkımından daha büyük zarar var mı? İman zararından sonra hangi kazanç olabilir ki?

Şayet kafirlere uymaya eğilim göstermenin nedeni, onlardan bir koruma ve yardım beklentisi ise, bu bir vehimdir. Ayetlerin akışı, yardım ve korumanın gerçeğini hatırlatarak bunu da reddediyor:

"Oysa Allah'tır sizin mevlanız. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır."

Müminlerin dostluk ve yardım bekleyecekleri merci burasıdır. Allah'ın dost olduğu kimse için O'nun yarattıklarının birinin dostluğuna gerek varmı? Yardımcısı Allah olanın, kulların yardımına ihtiyacı olur mu?

Ayetlerin akışı, müslümanların kalplerini sağlamlaştırmak için kendisine hiçbir otorite, güç ve kuvvet indirilmeyen şeyleri Allah'a ortak koşmalarından dolayı düşmanlarının kalplerine korku salındığını müjdeliyerek bunun ahirette hazırlanan azaptan önce olacağını bildirerek sürmektedir:

"Biz kafirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan nesneleri Allah'a ortak koşmuşlardır. Onların gidecekleri yer Cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne fenadır."

Kafirlerin kalplerine korku salınacağına ilişkin Ulu, Kâdir ve Kahhar olan Allah'ın verdiği söz, savaşın sonu için bir garanti, düşmanlarının yenilgisi ve dostlarının zaferi için bir güvencedir.

Küfrün, imanla karşılaştığı her savaş için geçerlidir bu vaad. Küfredenlerin, korkmadan ve Allah tarafından kalplerine atılan dehşet duygusu harekete geçmeden müminlerle karşılaştıkları vaki değildir. Ancak önemli olan, müminlerin kalplerinde iman ve birtek Allah'a dostluk duygusu gerçeğinin bulunmasıdır. Bu dostluğa sıkı sıkıya bağlı bulunmaları, Allah'ın ordusunun galip olacağı gerçeği konusunda her türlü söylenti ve kuşkudan soyutlanmaları ve kâfirlerin, yeryüzünde Allah'ı aciz bırakamayacakları gibi O'ndan kurtulamayacaklarını da bilmeleridir. Görünüşte bu gerçeğe aykırı bir durum belirdiğinde de Allah'ın ayette geçen sözüne içtenlikle güvenip buna göre hareket etmeleri gerekir. Çünkü, Allah'ın sözü, insanların gözlerinin gördüğü ve akıllarının değerlendirdiği herşeyden daha doğrudur.

Kâfirler korkacaklardır. Çünkü kalpleri gerçek bir dayanaktan yoksundur. Çünkü onlar ne bir güce ne de güçlü birine dayanmaktadırlar. Onlar hiçbir güçleri olmayan tanrılarını Allah'a ortak koşmaktadırlar. Çünkü yüce Allah, bu tanrılara hiçbir güç bahşetmemiştir.

"Kendisine hiçbir güç verilmemiş olan nesneler..." deyimi bazen iddia edilen tanrıları, bazen de kof inançları vasıflandırmak için Kuran'da sıkça rastladığımız köklü ve temel bir gerçeğe işaret eden derin anlamlı bir deyimdir.

Kuşkusuz, herhangi bir düşünce, inanç, kişi veya kuruluş, taşıdığı gizli güç ve caydırıcı otorite oranında, yaşar, hareket alanı bulur ve etkinlik gösterebilir. Bu güç; içindeki "Hakk" mefhumu ile, yani Allah'ın tüm evreni dayandırdığı temeller ve evrende yürürlükte olan Allah'ın koyduğu yasalara uygunluk derecesi ile ölçülür. Bu "Hakk" olma mefhumunu içermesi ile yüce Allah, varlık aleminde gerçek anlamda faal ve etkin olan güç ve otoritesinden ona bahşedecektir. Aksi takdirde, görünürde parlak ve heybetli görünse de son derece hafif boş, zayıf ve çürük olacaktır bu güç.

Müşrikler, (Allah'tan) başka tanrıları çeşitli şekillerde Allah'a ortak koşarlar. Öncelikle, uluhiyetin özelliklerinden herhangi bir şeyi Allah'tan başkasına vermekle meydana gelir bu şirk. Bu özellik, kanun koyma, hayat tarzları ve toplumsal düzenleri için başvurdukları değerleri belirlemek için bu kanunlara uymaya ve bu değerleri benimsemeye zorlamak şeklinde kullar üzerinde kullara egemenlik hakkı tanımaktır. Bu özelliklerin kapsamında bulunan ve onlardan bir parça sayılan sembolik ibadet sorunu bundan sonra gelir.

Peki bu tanrılar, Allah'ın şu evreni dayandırdığı "hakk"tan neye sahip bulunuyorlar? Kuşkusuz yüce Allah, şu evreni sadece bir olan yaratıcısına dayanması için yaratmıştır. Bütün bu yaratıkları da, ortak koşmaksızın kendisine kullukta bulunmaları, hiç tartışmasız kanun ve değerler konusunda sadece kendisine başvurmaları ve O'na bir başkasını eş koşmadan hakkıyla kendisine kulluk etmeleri için yarattı. Bunun için, kapsamlı anlamıyla Tevhidin dışına çıkan herşey, dayanıksız ve boştur. Evrenin yapısındaki gizli "hakk"tan yoksundur. Bu yüzden de çürük ve cılızdır. Ne bir güç ne de bir otoriteye sahiptir. Hayatın akışında hiçbir etkisi söz konusu değildir. Hatta hayat öğelerine ve hayat hakkına da sahip değildir.

İnanç ve düşünce konusunda kendilerine hiçbir güç verilmeyen Tanrıları Allah'a ortak koştuklarından dolayı müşrikler, zayıflık ve boşluğa dayanmaktadırlar. Onlar sonsuza kadar hor ve zayıf çığırtkanlar olacaklardır. Mutlak güç sahibi gerçeğe dayanan müminlerle karşılaştıklarında içlerini hep bir korku saracaktır onların.

Hakk ile batılın karşılaştığı her durumda bu vaadin doğruluğunu buluruz. Kaç kere, silahsız hakk karşısında son derece silahlanmış olarak dikilen batıl, korkaklar gibi büzülmüş, bunca silahlı kalabalığa rağmen her hareketten ve her sesten dolayı titremiştir. Hakk hareket edip saldırıya geçince de, bunca kalabalığına ve hakkın azlığına rağmen Allah'ın vaadini doğrularcasına batılın saflarında; dehşet, korku, parçalanma ve bozgun baş göstermiştir.

"Biz kafirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan nesneleri Allah'a ortak koşmuşlardır."

Bu dünyadaki halleri... Ya ahirette?.. Orada da zalimlere yakışan acıklı ve fenâ bir sonuç beklemektedir onları...

"Onların gidecekleri yer de Cehennemdir Zalimlerin varacağı yer ne fenadır."

İşte bu noktada ayetlerin akışı müslümanlara, Uhud savaşındaki bu vaadin doğruluğunu belgeleyen kanıtlara çevrilmektedir. Çünkü savaşın başında zafer onların olmuştu. Müşrikler birer birer öldürülüyordu. Arkalarında birçok ganimet bırakarak kaçmaya başlamışlardı. Bayrakları da yere düşmüş ve bir kadın kaldırıncaya kadar kimse de buna el atmamıştı. Ganimete karşı okçuların nefislerinde zaaf belirip, aralarında çekişerek Peygamberleri ve komutanları Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine karşı gelmeyinceye kadar müslümanların zaferi yenilgiye dönüşmemişti. Burada ayetler dikkati; sahneleri, mekânları, olayları ve koşullarıyla savaşın içine çekmektedir:

"Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye ve itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz. Kiminiz dünyayı kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi deneyden geçirmek için onların başından savdı. Ama yine de sizi affetti. Allah müminlere karşı gerçekten lütuf sahibidir."

"Hani peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan koşuyordunuz, ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelenlere üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."

"Sonra o kederin ardından Allah içinizden bir grubu saran üzerinize bir güven duygusu ve bir uyuklama indirdi. Bir grup da kendi derdine düştü. Bunlar Allah hakkında cahiliyye zihniyeti yansıtan gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar ve bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı? diyorlardı. Onlara de ki; Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir. Aslında sana açıklayamadıkları birşeyi içlerinde saklıyorlar. İçlerinden, `Eğer bu işte bizim bir fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik' diyorlar. De ki; `Eğer evlerinizde de olsaydınız alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları yerleri yinede boylarlardı. Allah gönüllerinizdekini denemek ve kalplerinizdekini arındırmak için bunları başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir."

"İki topluluğun karşılaştığı gün, savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkâr duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah onları yine de affetti. Hiç kuşkusuz Allah, affedici ve Halim'dir."

Kuşkusuz, burada Kur'an'ın ifade tarzı, meydandaki hiçbir hareketi, ruhlardaki hiçbir duyguyu, yüzlerdeki hiçbir çizgiyi ve vicdanlardaki hiçbir devinimi belirtmeksizin geçmeyecek şekilde savaş sahnesinin ve zaferle yenilginin dönüşümünün eksiksiz bir tablosunu çizmektedir. İbareler, bir film şeridi gibi gözler önünde geçmekte ve her harekette yepyeni ve canlı bir tablo taşımaktadır. Özellikle dağa tırmanmayı, panik ve dehşet içinde kaçış hareketini ve Resulullah,ın (salât ve selâm üzerine olsun) savaştan dönüp kaçanları ve korkudan dağa tırmananları çağırmasını tasvir etmesinin yanında nefislerin hareketini, müslümanlarda meydana gelen çalkalanma, çeşitli duygular, heyecanlar ve arzuları da tasvir etmektedir. Bunca hareketli ve canlı tablonun yanında, Kur'an'ın üslûbunun ve olağanüstü eğitim metodunun belirmesini sağlayan şu direktifler ve hükümler yer almaktadır:

"Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye ve itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz."

Bu durum, ganimet duygusuna kapılmadan önce müslümanların müşrikleri doğradıkları ya da köklerini kuruttukları, savaşın başlangıcındaydı. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onlara "Sabrettiğiniz sürece zafer sizindir." demişti. Böylece yüce Allah Peygamberinin dilinden verdiği vaadi doğrulamıştı:

"Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu..."

Bu ifade, okçuların durumunu belirtmektedir. Onlardan bir grup ganimet arzusu karşısında zaaf göstermiş, onlarla, Resulullah'ın emrine mutlak itaat etmenin gerektiği görüşünde olanlar arasında çekişme baş göstermiş ve sevdikleri zaferin belirdiğini gözleriyle gördükten sonra isyan etmeye kadar götürmüşlerdi işi. Böylece iki gruba ayrılmış oldular. Bir kısmı dünya ganimetini, diğer bir kısmı da ahiret sevabını istiyordu. Artık kalpleri dağılmış, saflarda ve hedefte birlik diye birşey kalmamıştı. Ganimet arzusu ihlâs cilâsını ve akide savaşlarında bulunması kaçınılmaz olan mutlak dünya malından soyutlanma duygusunu gidermişti. Çünkü akide savaşı başka savaşlara benzemez. Bu savaş, hem savaş alanında hem vicdan da sürmektedir. Vicdandaki savaş kazanılmadan savaş alanında zafer elde etmek mümkün değildir. Bu, Allah için yapılan bir savaştır. Bu yüzden nefsini Allah için arındırmadıkça yüce Allah kimseye zafer nasip etmez.

Allah'ın sancağını yükselttikleri ve O'na dayandıkları halde, ortada bir kapalılık, bozukluk ve karışıklık olmaması için, yükselttikleri sancak adına herşeyden arınıp temizlenmedikçe yüce Allah zafer bahşetmez. Kuşkusuz, açıkca batıl sancağını yükselten batıl taraftarları -Allah'ın bildiği bir hikmetten ötürü- galip gelmişlerdir. Ancak, akide sancağını yükselttikleri halde, içtenlikle O'nun adına herşeyden soyutlanmayanlara yüce Allah, arındırıp temizlemek için onları denemedikçe ebediyyen zafer bahşetmez. Kur'an'ın savaş alanındaki konumlarına işaret ederken müslüman kitleye göstermek istediği budur. Kaypak ve kararsız tutumlarının meyvesi olan acı bir yenilgi ve açık bir yara almış bulunan müslüman kitleye yüce Allah, bunu öğretmek istiyordu.

"...Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu."

Kur'ana Kerim, bizzat müslümanların kendi kalplerinde varlığından habersiz oldukları gizli duygulara ışık tutmaktadır. Abdullah İbn-i Mes'ud (Allah O'ndan razı olsun) şöyle der: "Uhud günü bizim hakkımızda "Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu" ( İbn-i Kesir, tefsirinde rivayet eder ve "İbn-i Mes'ud dışında başka yollardan da rivayet edilmiştir" der. İbn-i Mürdeveyh de tefsirinde bunu rivayet etmektedir.) ayeti inene kadar Resulullah'ın ashabından birinin dünyayı istediğini görmemiştim." Böylece Kur'an, kalpleri ve içindekilerini açıp önlerine koymakta, bir dahaki sefere sakınmaları için yenilginin nereden geldiğini göstermektedir onlara.

Aynı zamanda, karşılaştıkları acıların ve açık sebeplerinden dolayı meydana gelen olayların arka plândaki Allah'ın hikmet ve tedbirinin bir tarafını da onlara göstermektedir.

"...Sonra sizi deneyden geçirmek için onların başından savdı."

Kuşkusuz, orada insanların fiillerinin arkasında, Allah'ın takdiri yeralıyordu. Zaaf gösterip aralarında çekişerek isyan edince yüce Allah, güçlerini, heybetlerinï ve müşrikler karşısındaki dikkatlerini giderdi. Okçuları geçitten geri döndürdü, savaşçıları savaş alanından çevirdi ve böylece hep birlikte kaçmaya başladılar. Bütün bunlar, onları denemek için hazırladığı plana göre meydana geliyordu. Kalplerin gizliliklerini ortaya çıkarmak, ruhları arındırmak ve değineceğimiz gibi safları belirlemek için; zorluk, korku ve yenilgi, öldürülme ve yaralanma ile deniyordu onları yüce Allah.

Böylece, olaylar sebeplerin sonucu meydana geldiği gibi müslümanların kendi hesaplarına göre planlanmış olarak canlanıyordu. Ancak hiçbiri diğeriyle çakışmadan oluyordu bunların. Her olayın bir sebebi ve her sebebin arkasında, latif ve herşeyden haberdar olan Allah'ın plânı vardır.

"...Ama yine de sizi affetti."

Sizde meydana gelen zaaf, çekişme ve isyanı bağışladığı gibi savaştan kaçışınızı, dönmenizi ve irtidatınızı da bağışladı. Kendisinden bir lütuf ve minnetle yaptı bunu. Çünkü kötü bir niyet ve hatada ısrar söz konusu olmayıp beşeri zaaftan kaynaklanıyordu bu hal. Allah'a iman, O'na teslim olmak, önderliğinize ve Allah'ın iradesine teslim olmak çerçevesinde de hata edebilir, zaaf gösterebilirdiniz.

"...Allah müminlere karşı gerçekten lütuf sahibidir."

O'nun metoduna uydukları, O'na kulluk üzere bulundukları, uluhiyetin özelliklerinden herhangi bir şeyi kendileri için iddia etmedikleri, metod, düzen, değer ve ölçülerini O'ndan başkasından almadıkları sürece onları bağışlamak Allah'ın lütfundandır. Onlardan bir hata meydana geldiğinde, zaaf acizlik ya da sürçme ve başka bir nedenden dolayı meydana geleceğinden; deneme, arınma ve ihlâstan sonra Allah'ın bağışlamasıyla karşılaşacaklardır...

Aşağıdaki ayet-i kerime yenilginin canlı ve hareket halindeki bir tablosunu gözler önüne getirecektir:

"Hani peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz."

Sahnedeki olgunun duygularında derinleşmesi, zaaf, çekişme ve isyan sonucu kendilerinden kaynaklanan davranış ve sonucundan mahcup olup utanmaları için... İbare, birkaç kelimeyle duygusal ve ruhsal hareketlerinin tablosunu çizmektedir. Sahnede büyük bir korku dehşet ve panik içinde dağa tırmanıyorlar. Öyle ki biri diğerine bakamıyor. Çağırınca cevap veremiyor. Üstelik, kalplerini ve ayaklarını titreten "Muhammed öldürüldü" şayiasından sonra, yaşadığına inandırmak için Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) da arkalarından çağırıp duruyordu. Bu, şu kadarcık kelimede gözler önüne getirilen mükemmel bir sahnedir.

Sonuçta yüce Allah, kaçırdıklarına sevinmemeleri ve başlarına gelene üzülmemeleri için kaçmak, kendileri kaçtıkları halde arkalarında direnen sevgili Peygamberini bırakmak ve böylece birtakım yaralar almasına ve üzülmesine neden olduklarından dolayı onların ruhlarına üzüntü salmakla cezalandırıyor. Başlarından geçen bu deney Peygamberinin başına gelen bu acı -ki bu, kendilerine isabet eden herşeyden daha ağır geliyordu- ruhlarını kaplayan bu pişmanlık ve uğradıkları bu üzüntü... Kaçırdıkları bunca menfaati ve başlarına gelen bunca sıkıntıyı küçümsemelerini sağlayacaktır:

"Ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı..."

Allah, bütün gizliliklerden haberdardır. Sizin yaptıklarınızın hakikatini ve davranışlarınızın nedenini hakkıyla bilir:

"Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."

Yenilginin, korku ve dehşetini, Rabblerine ve Peygamberlerine dönen mümin ruhlarda yereden hayret verici bir güven duygusu takip etmişti. Kendilerini, büsbütün kaplayan tatlı bir uykuya teslim etmişlerdi. Bu olağanüstü mucize ifade edilirken, tıkırtısı ve gölgesiyle bu güven ve sükûn atmosferini tasvir etmesi için istikrar, incelik ve yumuşaklık saçıyor adeta.

"...Sonra o kederin ardından Allah üzerinize içinizden bir grubu saran bir güven duygusu bir uyuklama indirdi."

Bu, o mümin kullarını kuşatan ilahi rahmetin sonucu meydana gelen olağanüstü bir mucizedir. Çünkü, bir an için de olsa, korkup kaçışan yorgunları uyku bürüdü mü, bünyelerinde büyü etkisini yapar, onları yeniden yaratır ve niteliği bilinmeyen bir şekilde bünyelerine güven duygusunu serper. Bunu, sıkıntı ve zorluk anında denediğimden söylüyorum. O anda, insanın kısır ifadesinin tasvir edemeyeceği şekilde yüce Allah'ın kuşatıcı ve derin rahmetini hissetmiştim.

Tirmizi, Nesei ve Hakim, Hammad b. Seleme'nin hadisinden, O da Enes'ten, O da Ebi Talha'dan şöyle rivayet ederler: Ebu Talha der ki: "Uhud günü başımı kaldırıp baktığımda onlardan kabuğuna çekilip uyuklamayan biri yoktu."

Ebu Talha'dan yapılan bir başka rivayette "Uhud günü saflarda iken bizi bir uyku basmıştı. Öyle ki kılıcım elimden düşer gibi oluyor ben de tutuyordum. Tekrar düşüyor tekrar tutuyordum" der.

KENDİLERİNİ DÜŞÜNENLER

Diğer gruba gelince onlar; nefisleri kendilerini uğraştırıp daha çok ilgilendiren, cahiliye düşüncelerinden tamamen kurtulamayan, nefislerini içtenlikle Allah'a teslim etmeyen, bütün benlikleriyle O'nun kaderine teslim olmayan, başlarına gelenin imtihan ve arınma için olduğu, yoksa yüce Allah dostlarını düşmanlarına karşı yalnız bırakmayacağı konusunda mutmain olmayan ve yüce Allah'ın, küfür, şer ve batıla nihai galibiyet ve tam zafer vermeyi takdir etmediğine güvenmeyen imanı sarsılmış kimselerdir:

"...Bir grup da kendi derdine düştü. Bunlar Allah hakkında cahiliye zihniyeti yansıtan gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar ve `Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?' diyorlardı."

Bu akide, mensuplarına, hiçbir şeyin kendilerine ait olmadığını, tamamen Allah'a ait olduklarını, O'nun yolunda cihada çıktıklarında O'nun için çıktıklarını, O'nun için hareket ettiklerini, O'nun için savaştıklarını, bu cihadda, kendilerine ait başka bir amacın söz konusu olmadığını, Allah'ın kaderine teslim olduklarını, ne şekilde olursa olsun bu kaderden geleni hoşnutluk ve teslimiyetle karşılamalarını öğretmektedir.

Sadece kendilerini düşünenler ve şahıslarını düşünce, değerlendirme, ilgi ve uğraşlarının ekseni durumuna getirenlere gelince bunların ruhlarında iman gerçeği olgunlaşmamıştır. İşte Kur'an'ın burada sözünü ettiği grup bunlardandır. Bunların nefisleri kendilerini uğraştırmış ve sadece kendilerini düşünecek duruma gelmişlerdi. Düşüncelerinde, açığa kavuşmayan bir iş yüzünden kaybettiklerini sanarak büyük bir sıkıntı ve kararsızlık içinde bocalamaktaydılar. İstemeden savaşa itildiklerini, buna rağmen acı bir sınav verdiklerini, öldürülme, yara ve acılardan oluşan ağır bir bedel ödediklerini düşünüyorlardı. Allah'ı gerçek anlamda tanımıyorlardı. Bu yüzden cahiliyede olduğu gibi O'nun hakkında haksız zan yürütüyorlardı. Kendilerine birşey düşmeyen, ancak ölüp yaralanmaları için sürüklendikleri savaşta kaybolacaklarını düşünmeleri, Allah hakkında besledikleri haksız zandan kaynaklanıyordu. Allah'ın, kendilerini yardım edip kurtarmayacağını ve aksine düşmanlarının eline bir kurban gibi teslim edeceğini düşünüyorlardı.

"...Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?" diye sormaları bu yüzdendi. Bu sözleri, kumanda ve savaş çizgisine karşı geldiklerini göstermektedir. Bunlar Medine'den çıkmama görüşünde olup Abdullah b. Ubeyy ile birlikte geri dönmedikleri halde kalpleri bir türlü istikrar ve güvene kavuşmamış kişiler olabilirler.

Ayetlerin akışı, kuşku ve zanlarını sunmayı bitirmeden önce, sordukları işin aslını düzeltmek ve gerçeğini yerleştirmek için şu sözlerini ele âlmaktadır:

"Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı? Onlara de ki; Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir."

Bu işte kimseye birşey yok. Ne kendilerine ne de başkalarına... Bundan önce Peygamberine şöyle demişti yüce Allah: "Bu işten sana hiçbir şey yoktur."·(Al-i İmran suresi; 128) Bu dinin işi, yeryüzünde onu yerleştirmek ve düzenini kurma meselesi, kalpleri ona yöneltme konusu... Bunların tümü Allah'ın işidir. Görevlerini yapmak, biatlarına sadık kalmaktan başka bu işte insanın hiçbir müdahalesi söz konusu değildir. Sonrasında Allah, ne şekilde dilemişse öyle olur herşey.

Ayet-i kerime böylece, kuşku ve zanlarını sunmadan önce ruhlarının gizlediklerini açığa çıkarmaktadır:

"Aslında sana açıklayamadıkları şeyi içlerinde saklıyorlar."

Ruhları, vesvese ve kuşkularla doludur. Karşı gelme ve inatçılıkla kuşatılmıştır. "Bu işte bize birşey var mı?" diye sormaları, istemeden bu sonuca geldikleri düşüncesinde olduklarını göstermektedir. Bunun altında kötü idarenin kurbanı olduklarını, şayet savaşı kendileri idare etmiş olsalardı bu sonuca layık olmayacakları düşüncesi yatmaktadır.

"Eğer bu işte bizim bir fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik, diyorlar."

Bu, yenilgiyle yüzyüze geldiklerinde, yenilginin acılarına katlanmak zorunda kaldıklarında, bedelin düşündüklerinden de ağır olduğunu anladıklarında, vicdanlarına baktıklarında, sorunun açık ve oturmuş olmadığını algıladıklarında, kumandanın uygulamalarının ve bu işte bir yetkileri olsaydı böyle olmayacaklarını zannettiklerinde, akide için herşeyden soyutlanmamış tüm ruhlarda depreşen bir vesvesedir. Böyle olunca da düşüncelerindeki bu bulanıklıkla, olayların arkasında Allah'ın elinin ve imtihanda O'nun hikmetinin olduğunu düşünmeleri mümkün değildir. Onların değerlendirmesine göre sorun zarar üstüne zarar kayıp üstüne kayıptır.

İşte bu noktada bütün işler hakkında derin bir düzeltme yeralmakta ve arkasından hayat, ölüm ve sınamanın gerisindeki gizli hikmet hakkında doğru düşünce gelmektedir:

"De ki; `Evlerinizde de olsaydınız alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları yerleri yine de boylarlardı. Allah gönüllerinizdekini denemek, kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir."

De ki; şayet siz; evlerinizde olsaydınız, komutanın çağrısına uymayıp savaşa çıkmasaydınız ve her işinizi kendi değerlendirmenize göre yapsaydınız yine de öldürülmesi yazılanlar öldürülecekleri yeri boylarlardı. Herkesin belirli bir eceli vardır, öne alınmadığı gibi ertelenmez de. Aynı şekilde, herkesin belirtilmiş bir yeri vardır, oraya gelip ölmesi kaçınılmazdır. Ecel yaklaştığında, eceli gelen kendi ayaklarıyla ona koşar, öleceği yere kendi adımlarıyla varır. Belirlenen eceline kimse zorla sürüklemez onu, ayrılan ölüm yerine de kimse itmez.

Şu ifadeye bakın: ".. Yatacakları yer"... Buna göre bedenlerinin yere değip rahatladığı, adımların sustuğu ve yeryüzünde dolaşanların sonuçta geldikleri kabir bir yataktır. Hiçbir zaman kavrayamadıkları ancak kendilerini kavrayan ve kendilerini diledikleri gibi idare eden gizli bir etken tarafından sürüklendikleri bir yatak... Bu güçlü etkene teslim olmak kalp için daha huzur verici, ruh için daha sakinleştirici ve vicdan için daha rahatlatıcıdır.

Kuşkusuz bu, arka planda gizli bir hikmeti bulunan Allah'ın kaderidir:

"Allah gönüllerinizdekini deneyden geçirmek ve kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza getirdi."

Göğüslerdekini açığa vuran, kalplerdekini gideren ve gerçeğini abartısız ortaya çıkaran sınama gibi bir mihenk yoktur. Sınamak; gerçeği ortaya çıkarmak için göğüslerde bulunanları denemek ve bildirmektir. Bu, içinde bir bozukluk ve çürüklük bırakmayacak şekilde kalpleri temizleme ve tasfiye operasyonudur. Ayrıca, içinde bir karışıklık ve kapalılık bırakmaksızın düşüncenin sahihleşip parlamasını sağlar sınav zorluğu.

"Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir."

Göğüslerde bulunanlar; onlar için gerekli gizli sırlardır. Bunlar orada gizlenir, sürekli nefse eşlik ederler. Bunları açığa çıkarmadığı gibi gün yüzüne de çıkarmaz. İşte Allah, göğüslerde bulunan bütün bunları bilir. Ancak yüce Allah, olayları hareketlendirip ortaya çıkarmadıkça insanların bilmesinin imkansız olduğu bu sırları onlara da öğretmeyi dilemektedir.

Savaş alanında iki topluluğun karşılaştığı gün yenilip kaçanların içlerinde bulunanı yüce Allah biliyordu. İşledikleri bir günah yüzünden zaaf gösterip geri dönmüşlerdi. Bu yüzden ruhları sarsılmıştı. Şeytan da bu gedikten ruhlarına musallat olmuş ve onları kaydırmak istemişti. Onlar da kayıp düşmüşlerdir:

"İki topluluğun karşılaştığı gün, savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkâr duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah yine de sizi affetti. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve Halim'dir."

Bu ayette, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kendilerini paylarından yoksun bırakacağı düşüncesine kapıldıkları gibi ganimet arzusuna kapılan okçulara özel bir işaret vardır. Yaptıkları buydu. Ve şeytan da bununla onları kaydırmak istemişti.

Okçulara işaret yanında; hata işleyen, gücündeki dayanıklılığı yitiren, Allah'la olan bağını gevşeten ölçü ve dayanaklarını terkeden, Allah'la bağını ve O'nun hoşnutluğuna olan bağlılığını bir kenara attığından dolayı kuşku ve vesveselere geniş bir alan bırakan her insan nefsinin düşeceği durumu belirleyen genel bir tasvir söz konusudur burada. Böyle bir durumda şeytan, bu nefsi etkilemek için kolaylıkla kendisine yol bulur. Bu nefsi taşıyan insanı dayanaktan yoksun bırakır artık.

Peygamberlerle birlikte düşmanlar karşısında savaşan ve sadece Rabb'e kul olanların öncelikle günahlardan istiğfar etmesinin sebebi buydu. Bu istiğfar, onları Allah'a döndürmüş, O'nunla bağlarını güçlendirmiş, kalplerindeki kararsızlığı silmiş, orâdaki vesveseleri kovmuş, şeytanın girdiği, Allah'tan kopma, O'nun korumasından uzaklaşma gediğini kapatmıştır. Çünkü şeytan; bu gedikten girerek kendilerini kurtaracak koruyucudan fersah fersah uzaklaştırıp bataklıkta bir başına bırakana kadar tekrar tekrar ayaklarını kaydırmaya çalışmaktadır.

Burada yüce Allah, ràhmetinin kendilerine kavuştuğunu, şeytanın onları kendisinden koparmaya izin vermediğini, dolayısıyle kendilerini bağışladığını bildirmektedir. Burada kendisini onlara -Çok bağışlayan- Gafûr, ve Yumuşaklık sahibi- Halîm olarak tanıtmakta. Ruhlarında O'na yönelme ve bağlılık olduğunu; azgınlık, kopukluk ve kaçaklık duygusunun fıtratlarında olmadığını bildiğini ve böylece hata işleyenleri kovmayıp onları cezalandırmada da acele etmediğini bildirmektedir.

Ölüm ve hayata ilişkin yüce Allah'ın kaderi ve bu konuda kâfir ve münafıkların kötü düşüncelerinin gerçek mahiyetinin açıklanması, müminlere bunlar gibi düşünmemelerine ilişkin bir çağrıyla son bulmaktadır. Ayetlerin akışı müminleri, başka değerlere, acı ve fedakarlıkları daha iyi değerlendiren ölçülere yöneltmektedir:

"Ey müminler, yolculuğa çıkan ya da savaşan kardeşleri hakkında `Eğer onlar yanımızda olsalardı ölmezlerdi ya da öldürülmezlerdi' diyen kafirler gibi olmayız. Allah bu asılsız saplantıyı onların kalplerine çöreklenen acı bir hayıflanmaya dönüştürdü. Oysa can veren de öldüren de Allah'tır. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızı görür."

"Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz Allah'tan gelecek. olan bağışlanma ve rahmet onların biriktirdikleri dünya nimetlerinden daha hayırlıdır.

Kuşku yok ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız."

Bu ayetlerin, savaş konusuyla olan ilişkilerinden de anlaşılacağı gibi bu sözler, savaş öncesinde geri dönen münafıklar ile müslümanlarla ilişki ve yakınlıkları bulunan ve ancak henüz İslâm'a girmemiş Medine'li müşriklere aittir. Böylece bu müşrikler, Uhud'da şehid düşenlerin yakınlarının kalplerine; hasret ve öldürülmelerinin, savaşa çıkmalarının sonucu olduğuna ilişkin bir duyguyu yaymaya çalışıyorlardı. Kuşkusuz bu tür fitneler ve kanlı hicranlar müslüman saflarda; karışıklık ve çalkalanmalara neden olur. Bu yüzden düşünceleri düzeltmek ve tuzakları kuranların boyunlarına geçirmek için bu Kur'anî açıklama yer almaktadır.

Kafirlerin "Eğer yanımızda olsalardı ölmez veya öldürülmezlerdi" sözleri; bolluğu ve darlığıyla tüm hayat ve hayattaki olaylara yön veren kanunlara ilişkin akide sahibi ile ondan yoksun olanın düşünceleri arasındaki temel farkı ortaya çıkarmaktadır. Akide sahibi, Allah'ın kanunlarını kavramış, O'nun iradesini algılamış ve O'nun kaderine güvenmiştir. Allah'ın yazdığından başkasının kendisine isabet etmeyeceğini çok iyi bilmektedir.

Başına birşey gelmişse bu onun kendi hatasından kaynaklanmaktadır. Kendisi için takdir edilmeyen bir şeyin de başına gelmesi söz konusu değildir. Bu yüzden, zorluk anında feryadı basmadığı gibi bolluk karşısında da şımarmaz. Ne bunun ne de şunun için ruhunda bir sıkıntı hissetmez. İş olup bittikten sonra, "bu şekilde" korunmak ya da "şöyle" kazanmak için "böyle" yapmadığına üzülmez. Değerlendirme, planlama, görüş bildirme ve danışmanın zamanı harekete geçmeden öncedir. Kendi bilgisi ve Allah'ın emir ve nehiylerinin sınırları içinde değerlendirip plânladıktan sonra harekete geçtiğinde meydana gelen herşeyi; güven, hoşnutluk ve teslimiyetle karşılar. Çünkü mümin, meydana gelen herşeyin Allah'ın kaderi, planı ve hikmeti uyarınca meydana geldiğine inanmaktadır. Bütün sebepleri bizzat yerine getirmiş olsa da herşeyin Allah'ın takdir ettiği şekilde olacağına kanidir. Bu şekilde teslimiyet, görevi yerine getirmek ve tevekkül arasındaki denge sayesinde insanın adımları doğrulur ve vicdanı huzura kavuşur. Ancak; kalbini Allah hakkındaki bu dosdoğru düşünceden yoksun bırakana gelince o, sürekli bir kararsızlık ve bunalım içindedir. Daima "şayet..", "olmasaydı..", "keşke olsaydım..." ve "eyvah.. "lar içinde bocalamaya mahkumdur.

Yüce Allah -müslüman kitleyi eğitmek için, Uhud savaşı ve orada müslümanların başına gelenlerin gölgesinde- onları, rızık elde etmek için yeryüzünde dolaşırken veya cihada çıkıp savaş esnasında öldürülen bir yakınlarından dolayı üzüntüye kapılan kafirler gibi olmaktan sakındırıyor.

"Ey müminler; Yolculuğa çıkan ya da savaşa katılan kardeşleri hakkında `Eğer onlar yanımızda olsalardı ölmezlerdi veya öldürülmezlerdi' diyen kafirler gibi olmayınız."

Bu sözü, evrende meydana gelen şeyler ve bunlar üzerinde etkin güç olan Allah hakkındaki bozuk düşüncelerinden dolayı söylüyorlar. Çünkü bu kafirlerin Allah ve O'nun hayata egemen kaderiyle bağları kopuk olduğundan görünen sebepler ve yüzeysel koşullardan başka birşey görmeleri mümkün değildir.

"...Allah bunu kalplerinde bir hasret olsun diye bıraktı..."

Kardeşlerinin rızık elde etmek için yeryüzünde dolaşmaya çıkmalarının sonucu öldükleri ya da savaş ve çarpışmadan ötürü öldürüldüklerine ilişkin duyguları... Ölüm veya öldürülmelerinin nedeninin bu yeryüzüne çıkış olayı olduğuna dair inançları sonucu çıkmaktan alıkoymadıklarına üzülmelerini sağlamaktadır. Gerçek nedenin; ecelin gelmesi, ölüm çağrısı, Allah'ın takdiri, ölüm ve hayat hakkındaki kanunu olduğunu bilselerdi üzülmezlerdi. İmtihanı sabırla karşılayıp hoşnutlukla Allah'a yönelirlerdi.

"Oysa can veren de öldüren de Allah'tır."

Hayatı vermek, kararlaştırılan bir zamanda, belirlenen bir ecelle ister evlerinde veya ailelerinin yanında ister rızık elde etmek ya da akide için savaş meydanında olsunlar insanlara verdiğini almak Allah'ın elindedir. Herşeyden haberdar olan O'dur, herşeyi bilip gören O'dur, ceza ve karşılık da O'nun katındadır.

"Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarını görür."

ÖLÜM OLGUSU

Buna göre iş, ölüm veya öldürülme ile bitmiyor, son nokta burası değildir. Şu halde yeryüzündeki hayat yüce Allah'ın insanlara bahşettiği nimetlerin en iyisi değildir. Başka değerler; Allah katında daha üstün değerler vardır:

"Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz Allah'tan gelecek olan bir bağışlanma ve rahmet onların biriktirdikleri dünya nimetlerinden daha bayırlıdır."

"Kuşku yok ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız."

Allah yolunda ölmek ve öldürülmek -bu şartla ve bu itibarla- hayattan, insanların hayatta elde ettikleri mal, makam, güç ve dünya metaından daha iyidir. Çünkü, arkasında gelen Allah'ın bağışlaması ve merhameti vardır. Bunlar insanların elde ettiklerinden daha iyidir. İşte Allah, müminleri bu bağışlanma ve merhamete yöneltmektedir. Bu noktada onları, kişisel üstünlüklere ve beşerî değerlere terk etmiyor. Allah'ın yanında bulunanlara da teslim ediyor bizzat kalplerini, kendi rahmetine bağlıyor. Bu da insanların tüm topladıklarından kalplerin bağlandığı tüm değerlerden daha iyidir kuşkusuz.

Herkes Allah'a dönecektir. İster yataklarında veya yeryüzünde dolaşırken ölsünler, ister meydanda çarpışırken öldürülsünler; her durumda O'nun huzurunda toplanacaklardır. Bunun dışında dönecekleri, bundan başka varacakları bir yer yoktur. O halde oradaki farklılık; yapılan iş, niyet, yöneliş ve ilgide söz konusu olabilir. Sonuç ise hep birdir; gerek ölmek, gerekse kesinleşmiş zamanda ve belirlenmiş sürede öldürülmek şeklinde olsun Allah'a dönülecektir. Ve toplanma gününde O'nun huzurunda toplanılacaktır. Dolayısıyla herkesi bekleyen son; Allah'ın bağışlaması ve merhameti ya da öfke ve azabı olacaktır. Ahmakların ahmakı; her durumda öleceği halde, kendine kötü sonucu seçendir.

Böylece kalplerde, ölüm, hayat ve Allah'ın kaderinin gerçek mahiyetleri yer etmektedir. Bu şekilde kalpler, beraberinde kaderin hareket ettiği imtihan, kaderin arka plânındaki hikmet ve imtihan sonrasındaki mükafatla tatmin olmaktadır. Bununla da, savaştaki olaylar ve bu olayların doğurduğu şartlar arasında yapılan gezinti son bulmaktadır.

PEYGAMBERİN ŞAHSİYETİ

Daha sonra ayetlerin akışı, yeni bir konu ile sürüyor. Bu akışın eksenini de Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kişiliği, yüce peygamberlik gerçeği, bu yüce gerçeğin müslüman ümmetin hayatındaki değerï ve bu sayede yüce Allah'ın bu ümmete bahşettiği rahmetin tecelli etmesi oluşturmaktadır. Bu eksenin etrafında, müslüman kitlenin hayatının düzenlenmesi ve bu düzenin temellerine ilişkin İslâm metodundan ve İslâm düşüncesi ile onun dayandığı gerçeklerden, genel anlamda bu düşüncenin ve bu metodun insan hayatındaki değerinden oluşan başka çizgiler de yer almaktadır.

159- Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert, katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile, yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al, ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever.

160- Eğer Allah size yardım ederse sizi hiç kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa O'ndan başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece Allah `a dayansınlar.

161- Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk yapması söz konusu değildir. Kim bir yolsuzluk yaparsa kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak gelir. Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak verilir, hiç kimseye haksızlık edilmez.

162- Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun varacağı yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir varış yeridir!

163- Onların Allah katındaki dereceleri farklıdır. Allah onların neler yaptıklarını görmektedir.

164- Allah, müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler.

Bu bölümde yüce peygamberlik gerçeği eksenine sıkı sıkıya bağlı birçok temel gerçeği ve aynı zamanda kısa ifadelerin içerdiği büyük esasları görürüz. Öncelikle Peygamber'in (salât ve selâm üzerine olsun) ahlâkında, kalplerin üzerinde toplanması, ruhların etrafında birleşmesi için hazırlanan şefkatli, hoşgörülü, yumuşak ve güzel tabiatın da somutlaşan ilahi rahmeti görürüz. Aynı zamanda, İslâmî toplum hayatının dayandığı temelin şûra olduğunu ve bunun sonucunun dış görünüşü bakımından acı da olsa yeri geldikçe emredildiğini görürüz. Şûra ilkesinin yanında, verilen kararın büyük bir kararlılık ve kesinlikle uygulanması ve yürütülmesi ilkesini görürüz. Şûra ve uygulamanın yanında, tasavvur, hareket ve düzenlemeyi tamamlayan Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yeraldığını görürüz. Ayrıca Allah'ın çizdiği kaderi görürüz. Herşeyin neticede O'na döneceğine vakıf oluruz. Olaylar ve sonuçları üzerinde kendisinden başka hiçbir etken gücün bulunmadığı gerçeğini de kavrarız. Ganimet konusunda; ihanet, hile ve ihtirastan sakındırmanın yeraldığını görürüz. Değerlerin, ölçülerin, kazanç ve zararın gerçeğini ortaya çıkaran Allah'ın hoşnutluğuna uyanlar ile O'nun hışmına uğrayanların arasındaki kesin farkı gördüğümüz gibi... Bölüm, bu ümmete peygamberini göndermekle yüce Allah'ın yaptığı iyiliğin yüceliğini göstermekle son buluyor. Öyle ki bu iyiliğin yanında, ganimetler gibi çekilen acılar da çok küçük kalır.

Evet bütün bu hususlar şu az sayıdaki ayette toplanmıştır:

"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla. Kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al. Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever."

Ayetlerin akışı burada Resulullah'a ve O'nun şahsında da Medine'den çıkmak için başta öne atılan, sonra safları karışan ve böylece savaş öncesinde üçte biri geri dönenlere, hitabını tevcih etmektedir. Bunlar daha sonra O'nun emrine karşı gelmiş, ganimet arzusuna yenik düşmüş ve Resulullah'ın öldürüldüğüne ilişkin söylenti karşısında zayıflık göstermişti. Yine bunlar yenilerek topukları üzerinde geri dönmüş, O'nun az kişiyle başbaşa ve yara bere içinde peşlerinde çağırır halde bırakıp, buna rağmen hiç kimseye dönüp bakmamış kişilerdi. Peygamberin gönlünü hoş tutmak, müslümanların da Allah'ın nimetini anlamalarını sağlamak için onlara yönelmekte ve çevresinde kalplerin toplandığı Peygamberin yüce ve şefkatli ahlâkında somutlaşan Allah'ın rahmetini O'na ve onlara hatırlatmaktadır. Böylece O'nun kalbindeki gizli rahmeti harekete geçirmekte ve bu davranış sonucu kalbinde yereden kırgınlığı da gidermektedir. Müminlerin de, bu şefkatli peygamberle kendilerine ulaşan ilahi nimeti duyumsamalarını sağlamaktadır. Sonra Peygamber'i, onları affetmeye, onlar için bağışlanma dilemeye ve meydana gelen sonuçtan ötürü İslâmî hayatın bu temel ilkesini iptal etmeksizin her zaman olduğu gibi onlarla müşavere yapmaya çağırmaktadır.

"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı."

Bu O'nu ve onları kuşatan Allah'ın rahmetidir. Yüce Allah, Peygamberini müminlere karşı şefkatli ve son derece yumuşak kılmıştır. Şayet kaba ve katı kalpli olsaydı etrafında kalpler birleşmez ve çevresinde duygular toplanmazdı. Çünkü insanlar sürekli; şefkatli üstün bir gözetime, güler yüzlü bir hoşgörüye, kendilerini saran bir sevgi atmosferine, bilgisizlikleri, zayıflık ve eksiklikleri yüzünden sıkmayan bir yumuşaklığa ihtiyaç duyarlar. Ayrıca, kendilerine veren; ancak onlardan birşey beklemeyen, üzüntüleriyle ilgilendiği halde kendi derdiyle onları üzmeyen, yanında her zaman, ilgi, gözetim, şefkat, hoşgörü, sevgi ve hoşnutluk buldukları büyük bir kalbe muhtaçtırlar. İşte Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kalbi böyle bir kalpti ve insanlarla birlikte böyle yaşıyordu. Bir kerecik olsun kendi şahsı için onlara kızmadı. Beşeri zaaflarından dolayı onlara karşı kalbinde bir sıkıntı hissetmedi. Hayatın nimetlerinden hiçbir şeyi kendine mal etmedi; aksine, elinde ne varsa hepsini büyük bir hoşgörü ve cömertlikle onlara verdi. Yumuşaklık, iyilik, şefkat ve yüce sevgiyle onları sardı. O'nunla konuşan, O'nu gören hiç kimse yoktur ki, kalbi O'nun büyük ve geniş gönlünden fışkıran sevgi duygularıyla dolmasın.

Bütün bunlar O'na ve ümmetine Allah'ın bir rahmetiydi. Yüce Allah, bütün bunları, bu ümmetin hayatı ve dilediği düzeni yerleştirmek için hatırlatmaktadır.

İSTİŞARE ETME

"...Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."

"Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."

Yüce Allah şu kesin ayetle İslâm toplumunun yöneticisi Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) de olsa, yönetimde "şûra" ilkesini getirmiş oluyor. Bu ayet, müslüman ümmet için "şûra"nın temel bir ilke olduğu ve İslâm düzeninin bundan başka bir ilkeye dayanmadığı konusunun, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin olduğunu vurgulamaktadır. "şûra"nın şekline ve gerçekleşme yöntemlerine gelince; bunlar, ümmetin durumu ve hayat şartlarına uygun olarak değişebilirler. Çünkü "şûra" gerçeğinin -göstermelik değil- uygulandığı her yöntem İslâm'dandır.

Bu hüküm, "Şûra" ilkesinin görünürde acı ve tehlikeli sonuçları ortaya çıktıktan sonra gelmektedir. Açık sonuçlarından biri de, müslüman saflarda bozulmanın ve görüş ayrılıklarının baş göstermesiydi. Müslümanların bazıları Medine'de kalıp düşmanın saldırmasını beklemeyi ve sokak başlarında onlarla savaşmayı öngörüyordu. Başka bir topluluk da cesaret gösterip düşmanı karşılamaya çıkma görüşündeydi. Bu görüş ayrılığının sonunda, safta bozulma baş göstermişti. Çünkü düşman kapıya dayanmışken Abdullah bin Ubey bin Selul askerin üçte biriyle geri dönmüştü. -Kuşkusuz bu, büyük olay ve korkunç bir bozulmaydı: Ayrıca uygulanan taktik; görünüş itibariyle de askerî açıdan sağlıklı bir taktik değildi. Nitekim bu taktik, Abdullah b. Ubey'in dediği gibi eskiden beri uygulanan Medine'yi içerden savunma taktiğine de uymuyordu. Müslümanlar daha sonra meydana gelen Ahzap (Hendek) savaşında bunun tersini uygulamış ve fiilen Medine'de beklemişlerdi. Uhud'da başlarına gelenden ders alarak "Hendek" kazıp, düşmanı karşılamaya çıkmamışlardı.

Kuşkusuz Resulullah, Medine'nin dışına çıkmakla, müslüman safları bekleyen tehlikeli sonuçtan habersiz değildi. Kesinlikle doğru olduğunu bildiği sadık bir rüya görmüş ve bu yüzden Medine'de kalma taraftarı idi. Ailesinden birinin, arkadaşlarından bir kaçının öldürülmesine ve Medine'yi de sağlam bir zırha yormuştu. Kuşkusuz "şûra" sonucu kararlaştırılan görüşü benimsemeyebilirdi. Ancak, gerisindeki acıları, zararları ve kurbanları gördüğü halde bu "şûra"daki görüşe uydu. Çünkü bir ilkenin yerleştirilmesi, bir kitlenin eğitilmesi ve bir ümmetin terbiye edilmesi geçici zararlardan daha önemlidir.

En sakıncalı şartlarda meydana getirdiği bölünme ve savaş sonunda çekilen bunca acıları doğurması karşısında; Nebevî komuta, savaştan sonra "şûra" ilkesini tümden atma yetkisine sahipti yine kuşkusuz. Ancak İslâm, bir ümmet oluşturuyordu, onu eğitip insanlığa önderlik yapmaya hazırlıyordu. Ve yüce Allah, toplumları eğitmek ve onlara gerçek önderliği hazırlamak için, en iyi yöntemin "şûra"ya başvurması olduğunu benimsetiyordu. Bunu sağlamak için sorumluluk taşımaya alıştırmak ve (ne kadar büyük, sonuç bakımından ne kadar acı da olsa) hatalarını düzeltmelerini öğretmek, görüş ve uygulamasının sorumluluğunu taşımasını bilmelerini sağlamak için hata da işlenebileceğini biliyordu. Çünkü hata işlenmedikçe doğru, gerçek anlamda bilinemez. Alıştırılmış ve sorumluluğunun bilincine vardırılacak bir ümmetin inşası söz konusu olunca, zararlar önemsenmez. Halâ bir ümmet vesayet altındaki bir çocuk gibi hayatını sürdürüyorsa bunun hayatındaki hatalar, kaymalar ve zararlar ona bir şey kazandırmıyor, demektir. Bir insanın zararlardan sakınması ona birtakım maddi kazançlar sağlayabilir. Ancak bu insan ruhsal olarak kaybedecektir. Gelişimi ve eğitimi sekteye uğratacaktır. Pratik hayattaki dayanıklılığı bakımından kaybedecektir. Tıpkı, kayıp düşmemesi ya da -Örneğin- ayakkabısını yıpratmaması için yürümekten alıkonulan çocuk gibi...

İslâm bir ümmet inşa edip eğitiyordu. Onu önderlik makamına hazırlıyordu. Bu nedenle, olgunlaşıp pratik hayattaki davranışlarının üzerinden vesayetin kaldırılması için Resulullah'ın hayatındaki pratik uygulama ile eğitilmeleri gerekiyordu. Şayet olgun bir önderliğin varlığı "şûra"ya engel teşkil etseydi, her yandan düşmanlar ve tehlikelerle kuşatılmış ve henüz yeni olgunlaşmakta olan İslâm ümmeti için çok önemli bir sonucu getirebilecek Uhud savaşı gibi en tehlikeli durumlarda buna başvurulmazdı. Ve yine pratik ve fiilen ümmetin oluşmasına engel olsaydı, bunca tehlikeli bulunan bir işte önderlik kurumu Şûra'dan bağımsız davranabilseydi ve olgun bir önderliğin varlığı en tehlikeli işlerde "şûra"nın yerini tutabilseydi, yüce Allah'tan vahiy alan Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) varlığı müslüman ümmeti o gün "şûra" hakkından yoksun kalmasına neden olabilirdi. Özellikle, müslüman ümmetin oluşması için tehlikeli olan şartların gölgesinde ve beraberinde getirdiği bunca acıdan sonra.. Ancak ilahi vahiye muhatab olan Hz. Muhammed'e, (salât ve selâm üzerine olsun) bu tür olayların meydana gelmesi ve bunca olumsuz şartın varlığı bile hakkı ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Çünkü yüce Allah, sonuç ne olursa olsun, zarar ne derece büyük olursa olsun, saftaki bölünme ne kadar tehlikeli olursa olsun, verilen kurbanlar ne denli acı verirse versin ve tehlikeler her yanı sarmış da olsa en kritik işlerde bile "şûra" ilkesinin uygulanmasının gerekli olduğunu biliyordu. Çünkü bunların hiçbiri, pratik hayatta pişmiş, görüş ve uygulamanın sorumluluğunun bilincinde ve farkında olan bir ümmetin oluşmasına engel teşkil edemezler. Bizzat böyle bir ortamda bu ilahî emrin gelmesinin nedeni budur.

"Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."

Beraberinde büyük tehlikeler getirse de bu ilkenin her koşulda yerleşmesi gerekir. Uygulanışı sırasında meydana gelen tehlike son derece büyük olsa da, müslüman ümmetin hayatında yer etmesi ve uygulanışı Uhud'daki gibi düşman kapıdayken safta bölünmeye sebep olsa da, müslüman ümmetin hayatından bu ilkeyi kaldırmaya ilişkin korkunç mazeretlerin geçersiz kılınması için... Çünkü doğru yoldaki ümmetin varlığı bu ilkeye bağlıdır. Ve doğru yoldaki ümmetin varlığı da yolda karşılaşılan diğer tüm zararlardan daha önemlidir kuşkusuz.

Üstelik İslâm düzeninin gerçek görüntüsü, ayetin sonunu getirmeden tamamlanmış olmuyor. Ayete baktığımızda görüşler arasında tercih yapmak, bazısını uygulamadan alıkoymanın "şûra" ilkesinin yerine gelmesi için yeterli olmadığını görürüz. Sonuçta Allah'a güvenip dayanmaktan alıkoymamalıdır insanı.

"Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever."

"şûra"nın görevi, en isabetli görüşü ortaya çıkarmak, ortaya atılan ihtimallerden birini seçmektir. İş bu noktaya varınca "şûra"nın rolü biter artık "uygulama" fonksiyonu devreye girer.

Allah'a güvenip dayanarak kararlaştırılan görüşü büyük bir azim ve kararlılıkla uygulama işi, Allah'ın çizdiği kadere ve sonuçları dilediği gibi yönlendiren Allah'ın iradesine bağlar.

Resulullah, Rabbanî ve Nebevî zırhını giyerken, ümmete "şûra"yı yani görüş bildirmeyi, en tehlikeli ve en büyük işlerde bile uygulama sorumluluğunu taşımayı öğretiyordu. "şûra"dan sonra hareket etme, Allah'a güvenip dayandıktan sonra (sonunu ve varacağı yeri bildiği halde) kendini Allah'ın kaderine teslim etmekten ibaret ikinci zırhını da kuşanıyordu. Böylece çıkış emri uygulandı. Resulullah eve girdi, nereye gittiğini, kendisini ve beraberindeki arkadaşlarını bekleyen acıları ve kurbanları çok iyi bildiği halde zırhını ve silahlarını kuşandı. Ardından Medine'nin dışına çıkmaya taraftar olanlar, Resulullah'ı istemediği bir şeye zorladıklarına ilişkin endişeleri ve tereddütleri ile düşmanı karşılamak veya Medine'de beklemek konusunda dilediği gibi davranması hususunda Resulullah'ı serbest bırakmaları... Evet böyle bir fırsatın doğması bile O'nun kararından döndürmeye yetmedi. Çünkü O, onlara toplu bir ders vermek istiyordu. "şûra" dersini, Allah'a güvenip dayanmak ve O'nun kaderine teslim olmakla beraber azmedip kararlılık göstermek dersini de vermek istiyordu. Onlara "şûra"nın bir zamanının olduğunu, bundan sonra tereddüte, görüş tercih etmeye ve görüşleri yeni baştan değerlendirmeye yer olmadığını öğretmek istiyordu. Çünkü bu, aceleciliğin, edilgenliğin ve bitmez tükenmez kararsızlığın belirtisidir. Oysa yapılacak iş, görüş bildirip "şûra"ya başvurmaktır. Allah'a güvenip dayandıktan sonra azim ve kararlılık göstermektir. Allah da bunu seviyor:

"...Allah kendisine dayananları sever..."

Allah'ın ve O'nun taraftarlarının sevdiği dostluk, müminlerin özenle koruması gereken dostluktur. Hatta bu, müminlerin ayırıcı özelliğidir. Allah'a güvenip dayanmak, her işi sonuçta O'na döndürmek İslâm düşüncesinde ve İslâmî hayatta beliren son denge çizgisidir. Bu, her işin Allah'a döneceğine ve Allah'ın dilediğini yapabildiğine ilişkin büyük gerçekle birlikte hareket etmektir.

Kuşkusuz, bu "Uhud"dan çıkarılan büyük derslerden biridir. Herhangi bir çağda yaşayan özel bir nesil için değil tüm müslüman nesiller için bir tecrübe birikimidir.

Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yerleşmesi ve sağlam temelleri üzerinde yükselmesi için sûrenin akışı, zafer ve bozgun konusunda etkin gücün Allah'ın gücü olduğunu, yardımın o'ndan bekleneceğini, yenilgi konusunda O'ndan korkulacağını, yönelişin O'na olacağını, hazırlık yapıldıktan, sonuçtan el çekip onu tamamen Allah'ın kaderine bağladıktan sonra O'na güvenilip dayanılacağını bildirerek sürmektedir:

"Eğer Allah size yardım ederse sizi biç kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa O'ndan başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece Allah'a dayansınlar."

İslâm düşüncesinde, Allah'ın kaderinin mutlak etkinliği ile bu kaderin insanların; davranış, eylem ve işlerinin sonucunun gerçekleşmesi arasında şaşmaz bir denge vardır. Yüce Allah'ın kanunu sonuçların sebeplerden sonra gelmesini öngörmektedir. Ancak sonuçları doğuran bizzat sebeplerin kendisi değildir. Müessir etken Allah'tır. Ve yüce Allah, kaderi ve iradesi uyarınca sonuçları sebeplerden sonraya bırakmıştır. Bu yüzden insandan, görevini yerine getirmesini, çaba sarf etmesini, gereken neyse onu yapmasını istemektedir. Sonra da bunların miktarına uygun sonucu meydana getirmektedir.

Böylece sonuçlar ve akıbetler, Allah'ın dilemesine ve kaderine bağlanmış olur. Çünkü yalnızca O, birşeyin olmasına ve dilediği gibi oluşmasına izin verir. Bu şekilde müslümanın düşüncesiyle eylemi arasında denge sağlanmış olur. O, elinden geldiğince çalışır, çaba sarf eder, bunların sonucu konusunda da Allah`ın kaderine ve iradesine bağlanır. Onun düşüncesinde, sonuçlarla sebepler arasında kesinliğe yer yoktur. Hiçbir işte Allah'ı zorunlu kılamaz.

İşte burada ayet-i kerime, savaşın -hangisi olursa olsun- kaçınılmaz sonuçları olan zafer ve yenilgi konusunda müslümanları, Allah'ın kaderine ve dilemesine döndürmektedir. Onları Allah'ın iradesine ve gücüne bağlamaktadır. Şayet Allah onlara yardım ederse kimse onları yenemez. Bu varlık aleminde yaradan, tam ve mutlak bir gerçektir. Çünkü, Allah'ın kuvvetinden başka kuvvet, O'nun gücünden başka güç ve O'nun dilemesinden başka dileyiş söz konusu değildir. Herşey ve her olay O'ndan kaynaklanır. Ancak tam ve mutlak gerçek olan bu anlayış, müslümanları metodu uygulamaktan, direktiflere uymaktan, yükümlülükleri yerine getirmek ve çaba sarf etmekten alıkoyamaz. Bütün bunlardan sonra da Allah'a güvenip dayanmak zorundadır müslüman:

"Müminler sadece Allah'a dayansınlar."

Böylece müslümanın düşüncesi, Allah'tan başkasından birşey isteme düşüncesinden kurtulmuş olur. O, kalbini doğrudan varlık aleminde etkin olan güce bağlar. Böylece zafer, korunma ve sığınma için ham hayallerden ve boş sebeplerden elini çeker. Sonuçların meydana gelişinde varılacak noktanın gerçekleşmesinde ve her işi hikmeti uyarınca plânlamasında yalnızca Allah'a güvenip dayanır. Bundan sonra da her ne şekilde olursa olsun, Allah'ın takdiriyle meydana gelen herşeyi içtenlikle kabul eder.

Bu teslimiyet İslâm'ın dışında olan her insan kalbinin tanımadığı olağanüstü bir dengedir.

Daha sonra ayet-i kerime; emanete, yönetime, ihanetten sakındırma, hesap gününü hatırlatma ve ruhları hırpalamadan görevi yerine getirmeye sevk etme konusunda bu eksenden çizgiler uzatmak için Nübüvvete ve onun ahlâki, özelliklerine dönmektedir:

"Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk yapması söz konusu değildir. Kim bir yolsuzluk yaparsa kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak gelir. Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak verilir, hiç kimseye haksızlık edilmez."

Okçuların dağdaki mevzilerini terk etmesinin nedenleri arasında, Resulullah'ın ganimetten kendilerine pay ayırmayacağı endişesi de yer almaktaydı. Aynı şekilde bazı münafıklar daha önce "Bedir" ganimetlerinden bir kısmının saklandığını söylemiş ve bu konuya Resulullah'ın ismini de karıştırmaktan çekinmemişlerdi.

İşte burada surenin akışı, bütün peygamberlerin ihanet etme ihtimalini ortadan kaldıran bir hüküm yerleştirmektedir. Yani mallardan veya ganimetten herhangi bir şeye el koymaları, askerden bazısına pay ayırmadan diğerleri arasında paylaştırmaları, yahut herhangi bir şeye ihanet etmelerinin söz konusu olmayacağını bildirmektedir:

"Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk yapması söz konusu değildir."

Olur şey değil. Kesinlikle hiçbir peygamberin özellik, tabiat ve ahlâkında böyle bir şeyin olması mümkün değildir. Buradaki olumsuzluk, eylemin meydana geliş ihtimaline ilişkindir. Helallığını ya da olabilirliğini yasaklamak için değildir. Çünkü peygamberin; güvenilir, adil ve tertemiz tabiatlı oluşu başından itibaren ihanetin meydana gelmesine engeldir. Bir diğer kıraatte (Yeğullu) fiili meçhul sığasıyla okunmaktadır. Bu durumda bir peygambere ihanet edilmeyeceği ve ona uyanların kendisinden herhangi bir şey gizleyemeyeceği anlamı ortaya çıkar. Dolayısıyla herhangi bir şeyde peygambere ihanet etmeye nehyetme söz konusu edilmiş oluyor. Bu kıraat Hasan el-Basri'nin kıraatıdır.

Ardından, emanete ihanet edenlere, kamu malından ya da ganimetten herhangi bir şey gizleyenlere yönelen şu korkunç tehdit yer almaktadır:

"Kim bir yolsuzluk yaparsa kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak gelir. Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak verilir, biç kimseye haksızlık edilmez."

İmam Ahmed şöyle rivayet eder: Süfyan Zührî'den aktardı. O da Urve'nin şöyle dediğini işitmişti. Ebu Hamîd es-Saîdî anlattı: Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Ezd kabilesinden İbn-i Uteybe adında birini zekâtları toplamak için görevlendirdi. Adam gelip şöyle dedi: "Bunlar sizin, bunlar da bana hediye edildi. Bunun üzerine Resulullah mimbere çıktı ve şöyle dedi: `Bu iş için görevlendirdiğimiz görevliye ne oluyor da, bunlar sizin, bunlar da bana hediye edildi' diyor. Babasının ya da anasının evinde oturup bekleseydi bunlar hediye edilecek miydi? Muhammed'in nefsi elinde olana and olsun ki sizden biriniz ondan birşey götürürse kıyamet günü hayatında götürdüğü o şeyle gelir. Ya bağıran bir deve, ya böğüren bir sığır ya da meleyen bir koyunla gelir. Sonra biz koltuklarının altını görene kadar iki elini kaldırdı. Sonrada üç kere şöyle dedi: "Allah'ım tebliğ ettim mi?" (Buhari-Müslim)

Bir başka rivayette İmam Ahmed kendi isnadiyle Ebu Hüreyre'den şöyle nakleder:

"Birgün Resulullah aramızdayken ayağa kalktı ve emanetten sözetti. Emanete ve onu korumaya büyük önem verilmesini istedi. Sonra da şöyle buyurdu: `Sizden birinizin boyunda bağıran bir deve olduğu halde gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam, çünkü sana tebliğ etmiştim' diyeceğim. `Sizden birinizin boynunda kişneyen bir at olduğu halde gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam. Çünkü sana tebliğ etmiştim' diyeceğim. Sizden birinizin boynunda altın ve gümüş olduğu halde gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam, çünkü sana tebliğ etmiştim' diyeceğim." ( Buhari-Müslim)

İmam Ahmed kendi isnadiyle Adiyy b. Umeyre el-Kindî'den şöyle rivayet eder:

"Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyurdu: `Ey insanlar sizden kimi bir konuda vazifelendiririz de bu kişi bir iğne dahi gizlerse bu emanete ihanettir. Kıyamet günü bununla getirilir.' Adiyy der ki: Ensardan siyah derili biri kalktı -mücahid der ki: O Sa'd bin Ubade idi. Şu an O'nu görür gibiyim ve O `Ya Resulullah benden verdiğin işi geri al' dedi. Resulullah `Niçin?' diye sorar. Adam `Şöyle şöyle dediğini işittim' der. Resulullah bunun üzerine şöyle buyurdu: `Aynı şeyi şimdi de söylüyorum. Kimi bir işe görevlendirdiğimizde az çok ne varsa getirsin. Verileni alsın, verilmeyeni bıraksın " (Müslim-Ebu Davud değişik yollardan İsmail b. Ebu Raf'den rivayet etmişler.)

İşte Kur'an ayetleri ve hadisi şerifler müslüman kitlenin eğitimindeki fonksiyonlarını böyle icrâ edip onu hayret verici bir noktaya getirdiler. Onları insanlar içinde benzeri görülmemiş bir şekilde emanete riayet eden, takva sahibi ve her ne şekilde olursa olsun emanete ihanet duygusundan uzak bir topluluk halinde yetiştirdiler. Müslümanlar arasında en basit bir insan bile ganimet olarak eline geçen çok kıymetli bir şeyi alırken, hiç kimse görmediği halde, getirip komutanına teslim edebiliyordu. Müslüman, Kur'an'ın ürkütücü nassına muhatap olmaktan ve kıyamet günü peygamberinin kendisini sakındırdığı korkunç ve utandırıcı durumla karşılaşmaktan korktuğu için bu konuda nefsinde olumsuz bir duyguya yer açmazdı. Müslüman, bu gerçeği pratik olarak yaşıyordu. Ahiret O'nun duygularında yereden bir olguydu. Müslüman heran kendisini, peygamberinin ve Rabbinin karşısında görüp kötü duruma düşmekten titizlikle korunuyordu. Çünkü ahiret, yaşadığı bir gerçekti, uzak bir vaad değil. Hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, herkese kazandığının verileceğini ve kimseye haksızlık edilmeyeceğini çok iyi biliyordu.

İbn-i Cerir Taberi tarihinde şöyle anlatır: "Müslümanlar Medain şehrine girip ganimetleri topladıklarında adamın biri beraberinde bulunan bir malı getirip ganimetleri toplayan kişiye verdi. Ganimetleri toplayan kişiyle orada bulunanlar `Bunun gibisini görmedik. Yanımızda bulunanlar değil buna denk olsunlar, yanına bile yaklaşamazlar. Adama bundan birşey aldın mı?' dediler. `Allah'a andolsun ki onun korkusu olmasaydı bunu asla getirmezdim' dedi. Bunun üzerine adam da bir özellik olduğunu anlamadılar ve `Kimsin?' dediler. `Adımı sizi beni övmemeniz için sizden başkasına da beni methetmemeleri için söylemem; Ancak Allah'a hamd eder O'nun sevabıyla yetinirim' dedi. Peşine bir adam taktılar ve arkadaşlarına gidip kim olduğunu soruşturmasını istediler. Böylece bu kişinin Amr b. Abdi Kay olduğunu öğrendiler." (Taberi Tarihi c.4, s.16)

İşte İslâm, müslümanları bu olağanüstü eğitim yöntemiyle eğitiyordu. Öyle ki bu konuda anlatılanlar nerdeyse efsane sayılacak derecededir.

Daha sonra ayetin akışı ganimet ve ihanet konusundan, değerlerin ölçülmesine geçiyor. Mümin kalbin ilgilenip uğraşmasına yol açan gerçek değeri bildiriyor:

"Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun varacağı yer Cehennemdir. Orası ne kötü bir varı ş yeridir."

"Onların Allah katındaki dereceleri farklıdır. Allah onların neler yaptıklarını görmektedir."

Bu, gölgesinde ganimetlerin ve çeşitli malların çok küçük kaldığı bir değişimdir. Ayrıca, kalplerin eğitimi, önem verdiği şeylerin yükseltilmesi, ufkunun genişlemesi ve asıl meydandaki gerçek yarışı göstermesine ilişkin olağanüstü eğitim metodundan bir temas örneğidir:

"Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun varacağı yer Cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir."

İşte "değer" budur. İlgi ve seçim alanı burasıdır. Kâr, zarar ortamı burasıdır. Àllah'ın hoşnutluğuna uyan ve onunla kurtuluşa erenle, O'ndan yüz çevirip Allah'ın hışmına uğrayarak böylece Cehenneme (o kötü dönüş yerine) giden arasındaki fark ne kadar açıktır.

Bu ayrı bir derece, bu da apayrı bir derece... Çok farklı şeyler...

"Onların Allah katındaki dereceleri farklıdır."

"Herkes derecesini, hak ederek elde edecektir. Ne bir haksızlık ne de bir kısma, ne tolerans ne de fazlalık...

"Allah onların neler yaptıklarını görmektedir."

Bölüm asıl eksenine: Resulullah'ın kişiliğine, Risaletine ve O'nunla müminlere yapılan iyiliğin büyüklüğüne dönerek son buluyor.

ALLAH'IN LÜTFU

"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler."

Bu bölümün şu büyük gerçekle; Peygamber'in (salât ve selâm üzerine olsun) kişisel değeri onunla gerçekleşen ilahi lütfun büyüklüğü, şu ümmetin inşasında, eğitim-öğretiminde, önderliğinde apaçık sapıklıktan, ilim hikmet ve temizliğe dönüşümündeki rolünün gerçeğiyle son bulması... Evet bu sonuç Kur'an'a özgü derin ve değişik işaretleri içermektedir.

Öncelikle ganimetler, ganimet tutkusu, ganimete ihanet ve savaştaki durumun değişmesine, zaferin yenilgiye dönüşmesine ve müslümanlara yapacağını yapmasına doğrudan neden olan bu değersiz işle uğraşma konularına değinmektedir. Çünkü büyük Risalet gerçeğine ve onda somutlaşan büyük lütfa yönelik işarette, gölgesinde tüm yeryüzü ganimetlerinin, eşyalarının ve nimetlerinin anmaya ve değerlendirmeye değmeyecek kadar değersiz ve önemsiz kaldığı, Kur'an'ın eşsiz eğitim temaslarından derin bir temas yer almaktadır. Bu gerçeğin yanında mümin başka şeyleri anmaktan utanır, bunları düşünmek bile yüzünü kızartır; nerde kaldı ki bunlarla ilgilenmek söz konusu olsun.

Sonra savaşta müslümanların başına gelen yenilgi, yara, acı ve zararlardan söz edilmektedir. Çünkü böylesine büyük bir gerçeğe ve onda somutlaşan lütfa değinmek, gölgesinde her türlü acının ve zararın yanında bütün yaralanma ve kurbanların son derece küçük kaldığı Kur'an'a özgü olağanüstü eğitim metodunun derin temaslarından biridir. Böylece lütuf tazim edilmekte, müslümanların hayatındaki herşeye kesinlikle tercih edilen iyilik tamamen belirginleşmektedir.

Sonra... Bu lütfun müslüman ümmetin hayatındaki etkilerine işaret edilmektedir:

"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler."

Bu da bir halden diğer bir hale, bir durumdan başka bir duruma ve bir dönemden başka bir döneme geçişi ifade etmektedir. Böylece müslüman ümmet, bu değişimin arka plânındaki yeryüzü tarihi ve insanlık hayatında bu ümmetten büyük bir görev isteyen ve peygamber göndermekle ümmeti bu büyük göreve hazırlayan Allah'ın kaderini kavramış olur. O halde böylesine önemli bir görevi bulunan bir ümmetin şu önemli hedefin gölgesinde basit ve değersiz kalan şeylerle kafasını meşgul etmesi uygun değildir. Şu büyük gayenin gölgesinde rahat ve kolay görünen kurbanlar ve acılarla muzdarip olması yakışık almaz.

Bunlar, ayetlerin akışında hatırlatılan bu lütfun akla getirdiği bazı duygular... Tüm duyguları ve gölgeleriyle kuşatıcı Kur'an ayetini karşılayabilmek için özetleyerek genel bir değiniyle yetiniyoruz:

"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu."

Yüce Allah'ın içlerinden bir peygamber göndermesi ve bu peygamberin "kendilerinden" olması büyük bir lütuftur. Celal sahibi Allah'ın bazı yaratıklarına kendi katından peygamber göndermekle iyilikte bulunması ancak Allah'ın kereminden fışkıracak bir lütuftur. Beşerin hiçbir davranışı bu yüce lütfu karşılayamaz.

Yaratıklarının hiçbirinden karşılık beklemeden sınırsız keremine gark eden yüce Allah'ın onlara ayetlerini ve sözlerini anlatan bir peygamber göndermekle kendilerini saran lütfu olmasaydı, şu insanlar ve şu yaratıklar ne yapabilirlerdi? Yine yüce Allah bu şekilde onlara uyarıda bulunsun ve bu iyiliği yapsın?

Peygamberin "kendilerinden" olması da bu lütfu arttırmaktadır. "onlardan" denilmiyor. Çünkü Kur'an-ı Kerimin kullandığı "kendilerinden" deyimi duygu ve anlam bakımından derin bir kapsayıcılığa sahiptir.

Kuşkusuz peygamberlerle müminler arasındaki bağ, ruhun bir diğer ruhla kurduğu bağdır; bireyle tür arasındaki bağ değildir. Sorun peygamberin onlardan biri olmasıyla bitmez. Sorun bundan çok daha köklü ve yücedir. Sonra, müminler peygamberle kurdukları bu bağa ve Allah'ın bahşettiği yüce ufka iman sayesinde ulaşıp yükselebilirler. Bu da müminlere büyük bir lütuftur. Peygamberin gönderilmesi, ruhlarıyla peygamberlerin ruhu, kendisiyle peygamber arasında bu sevimli bağın olmasına da somutlaşan bu iyilik böyle dahada artmaktadır.

Ardından bu üstün iyilik, ruhlarında, hayatlarında ve tarihlerindeki pratik etkileriyle daha bir belirginleşmektedir:

"Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor."

Yüce Allah'ın kendi katından kendilerine yüce sözleriyle hitap eden bir peygamber göndermekle lütfettiği iyilik en büyük alanda belirginleşiyor.

"Onlara Allah'ın ayetlerini okuyor."

İnsanın yalnızca bu iyiliği düşünmesi bile Allah'ın huzurunda korkup titremesine ve O'nun önünde eğilmesine, sonuçta da şükür ve namaz için secdeye durmasına yeterlidir.

Şayet yüce Allah'ın kendisine ikramda bulunduğunu, kendi sözleriyle hitab ettiğini, kendi zatından ve sıfatlarından ilahlığın gerçek mahiyetini ve özelliklerini öğretmek için hitab ettiğini insan anlarsa Allah'ın büyük ikramını kavramış olur. Sonra kendisinden -şu insandan- şu zayıf ve cılız kuldan onun hayatından, girinti ve çıkıntısından, hareket ve sessizliğinden söz ettiğini, kendisini diriltecek kalbi ve durumu için en uygun olana ulaştırmak için çağırdığını ve genişliği göklerle yer kadar olan Cennete davet için hitap ettiği düşününce daha da iyi anlayacaktır konumunu...

Şu kitaptan fışkıran fazilet, ihsan ve iyilikten başka nedir ki?

Kuşkusuz yüce Allah, alemlerden müstağnidir. Zayıf insan ise fakir ve muhtaçtır. Ancak yüce Allah, bu zayıf yaratığı kuşatıyor, iyiliğiyle sarıyor ve davetiyle destek oluyor. İşte bu zengin zat, fakire hitab ediyor, onu davet ediyor ve davetini tekrarlıyor. İkrama bakın... İlahi lûtfa bakın... Şükür ve ifa ile ödenmeyen şu ihsana şu iyiliğe bakın...

"Onları arındırıyor..."

Onları temizlemekte, yüceltmekte ve arındırmaktadır. Kalplerini düşüncelerini ve duygularını temizlemektedir. Evlerini, eşyalarını ve ilişkilerini temizlemektedir. Hayatlarını, toplumlarını ve düzenlerini temizlemektedir. Onları; çirkin putperestliğin, hurafe ve efsanelerin pisliğinden insanı ve insanlığın anlamını alçaltan tören, arma, alışkanlık ve gelenekler gibi sosyal hayattaki kirli izlerinden temizlemektedir. Cahiliyye hayatından ve onun bulaştığı duygulardan, sembollerden, geleneklerden, değer ve kavramlardan temizlemektedir.

CAHİLİYYET DÖNEMİ

Her cahili düşüncenin etrafına bulaştırdığı birtakım kirleri vardır. Arapların da cahiliyyesi ve bundan kaynaklanan kirli davranışları vardı.

Bu kirli davranışların bir kısmını, yanındaki müslüman muhacirleri kendilerine teslim etmesi için gelen Kureyş'in iki elçisiyle Habeş kralı Necaşî'nin huzurunda karşılaşırken, Necaşî'yle konuşan Cafer b. Ebu Talib tavsif etmektedir:

"Ey Kral biz cahiliyye mensuplarıydık. Putlara kulluk eder murdar eti yerdik. Fuhuş yapar, akrabalık bağlarını keser komşulara kötülük yapardık. Bizden güçlü olanlar zayıfları ezerdi. Yüce Allah bizden soyunu, doğruluğunu, güvenirliğini ve iffetliliğini bildiğimiz bir Peygamber gönderene kadar böyle devam ettik. Allah'ı birlememiz ve sadece O'na kullukta bulunmamız için bizi bir olan Allah'a çağırdı. Bizim ve atalarımızın kullukta bulunduğu O'ndan başka taştan putları bırakmamızı istedi. Doğru sözlü olmayı, emanete riayet etmeyi, sıla-i rahime bağlı kalmayı, iyi komşuluk yapmayı ve haram şeylerden ve kan dökmekten el çekmemizi emretti. Fuhuş yapmamızı, yalan söylememizi, yetim malını yemememizi ve namuslu kadınlara iftira atmamızı yasakladı.

Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan, kullukta bulunmamızı namaz kılmamızı, zekat verip oruç tutmamızı emretti..."

Cahiliyyedeki iki cinsin ilişki şekillerini anlatan Aişe'nin (Allah O'ndan razı olsun) sözlerinde bu kirli davranışlar belirmektedir. Nitekim Sahih-i Buhari'de de bu aşağılık hayvani ve çirkin durum olduğu gibi anlatılmaktadır.

CAHİLİYYET DÖNEMİNDE NİKÂH

"Cahiliyye döneminde nikâh dört şekildeydi:

a) Birisi, bu günkü insanların yaptığı gibiydi: Bir adam, birinin evlatlığı veya kızını nişanlar, mehrini öder sonra da nikahlardı.

b) Bir diğeri de, karısı hayızdan temizlenince adam karısına, falana git onunla cimada bulun derdi. İlişkide bulunduğu adamdan hamile kaldığı anlaşılıncaya kadar karısından uzak durur, ilişkide bulunmazdı. Hamile olduğu anlaşılınca kocası isterse yaklaşabilirdi. Bunu daha çok cima' edilen adamın soyluluğunu göz önünde bulundurarak yaparlardı. Bu nikaha "istibda" nikahı denirdi.

c) Bir diğer şekli de şöyleydi: On kişiden az olmamak üzere bir grup erkek toplanır bir kadının yanına girerek herbiri onunla ilişkide bulunurdu. Hamile kalıp doğurunca, doğumundan birkaç gece sonra onları çağırırdı. Hiçbiri gelmemezlik edemezdi. Yanında toplanınca kadın onlara şöyle derdi: `İşinizi biliyorsunuz. İşte doğum yaptım. Bu senin çocuğundur ey falan' diye içlerinde sevdiği kişinin adını verirdi. Çocuğunu o adamın soyuna katardı. Adam almamazlık edemezdi.

d) Dördüncü nikâh şekli de; birçok kişi toplanır, bir kadının yanına giderlerdi. Bu kadın geleni geri çeviremezdi. Bunlar fahişeydiler. Kapılarına kendilerini tanıtan işaretler asarlardı. İsteyen bunların yanına girebilirdi. Bunlardan biri hamile kalıp doğurunca yanına toplanırlardı. Tecrübeli birini çağırarak çocuğun babasının tesbitinde bulunurlardı. Çocuğu, tesbit edilen kişinin soyuna katarak çocuğa onun adını verirlerdi. Bundan sonra çocuğu adamın oğlu diye çağırırlardı. Adam bundan kaçınamazdı "

Bu tablonun, insan düşüncesinin aşağılık durumu ve hayvanlara özgü bir konuma düşmesini anlatması bakımından yoruma ihtiyacı yoktur. Bir insanın karısını soylu bir çocuk için "falan"a göndermesi, düşünce bakımından düşeceği en aşağılık durumdur. Tıpkı devesini veya kısrağını ya da hayvanını iyi bir döl elde etmek için damızlık hayvana çektirmesi gibi...

On kişiden aşağı olmamak şartıyla bir grup insanın toplanması, birlikte bir kadının yanına varması, "hepsinin de ilişkide bulunması" ve kadının da çocuğunu onlardan birine nisbet etmesi... Ne aşağılık bir düşünce...

Ya fahişeler -bu da dördüncü şekildi- kuşkusuz tamamen azgınlıktır. Çocuğun fuhşu işleyen erkeklerden birine nisbet edilmesi de çabası. Adam çocuğu alırken hiç utanmazdı. Almamazlık da edemezdi.

Bu hâl, İslâm'ın Arapları temizleyip arındırdığı bir bataklıktır. İslâm olmasaydı gırtlaklarına kadar batmışlardı bu bataklığa.

Cinsel ilişkilerdeki bu çirkef, cahiliyyede kadına ilişkin aşağılık bakışın sadece bir yönünü oluşturmaktadır. üstad Ebu'l-Hasan En-Nedvî "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" adlı değerli eserinde şöyle der:

"Cahiliyye toplumunda kadın, hakları yenilen, malları elinden alınan, mirastan yoksun bırakılan, boşandıktan ya da kocası öldükten sonra hoşlandığı biriyle evlenmekten (Bakara suresi; 232) alıkonulan zayıf ve zulme uğrayan bir mal konumundaydı. Eşya ve hayvan gibi miras kalırdı. (Nisa suresi; 19) İbn-i Abbas (Allah O'ndan razı olsun) şöyle rivayet eder. "Bir kişinin babası veya kayınpederi öldüğünde ölenin karısı üzerinde o kişi hak sahibi olurdu. İstese tutabilir ya da mihrini alıp serbest bırakabilirdi. Ölünce de malına el koyardı" Ata b. Rebah: "Cahiliyye devrinde biri ölüp karısı dul kalsaydı, kadını içlerinden bir çocukla evlendirmek üzere tutarlardı." der. Suddi şöyle der: "Cahiliyye devrinde adamın babası, kardeşi veya oğlu ölür de bir kadın geride bırakırsa, varislerden biri önce davranıp kadının üzerine elbisesini atar, kadını, ölen kocasının mihriyle nikâhlamaya, veya başkasıyla nikahlayıp mihrini almaya hak kazanırdı. Ancak kadın daha çabuk davranıp ailesinin yanına giderse kendi başının çaresine bakardı." (Taberi tefsiri, c.4, s.308)

Cahiliyyede kadın değersiz bir yaratıktı. Erkek onun bütün haklarından yararlandığı halde o, hiçbir hakkını kullanamazdı. Mihri elinden alınır ve sırf zarar vermek ve zulmetmek için bekletilirdi. (Bakara suresi; 231) Kocasından haksızlık görür onun tarafından terk edilirdi. Bazan da askıda bırakılırdı. (Nisa suresi; 129) Sırf erkeklerin yiyebildiği, kadınların tamamen yoksun bırakıldığı bazı yiyecekler de mevcuttu.·(En'am suresi; 140) Bir erkek rahatlıkla dilediği kadınla herhangi bir sınırlamaya maruz kalmadan evlenebilirdi. (Nisa suresi; 3)

Kız çocuklarından duyulan nefret onları diri diri toprağa gömecek noktaya gelmişti. Meydanî'nin anlattığına göre Heysem b. Adiy şöyle der: "Arap kabileleri arasında kız çocuklarını diri diri toprağa gömme olayı geçerli bir hadiseydi. Bu işi onda biri yapardı. İslâm geldiği zaman Araplar arasında kız çocuklarının gömülmesi çerçevesinde farklı görüşler yaygındı. Kimisi kıskançlıktan ve namuslarını korumaktan, onlardan dolayı gelecek bir utançtan korunmak için kız çocuklarını gömerdi. Kimisi de mavi gözlü, siyahî, cüzzamlı ve topalları uğursuz saydığından toprağa gömerdi. Bazısı da geçim korkusundan ve fakirlik endişesinden öldürürdü çocuklarını."

İşte böyle, bir zamanlar, görülmemiş bir acımasızlıkla kızlarını öldürüp gömerlerdi. Babanın yolculuğu ya da bir işi nedeniyle gömme işi bazan gecikirdi. Bu durumda çocuk, büyümüş, aklı ermişken gömülürdü. Böyle yapanlar insanı ağlatacak kadar acıklı şeyler anlatmışlardır. Kızlarını bir uçurumdan aşağı atanlar da olmuştur. (Bulüğel-İreb fi Ahval-il-Arap)

Cahiliyye'nin çirkefleri arasında; -diğer tüm çirkeflerin temeli olan- Üstad Ebul Hasan Nedvî'nin de kitabında ana hatlarıyla tasvir ettiği gibi aşağılık, basit şirk ve putçuluk yer alırdı.

Millet en iğrenç şekliyle putçuluk ve putlara kulluğun bataklığına dalmıştı. Her kabilenin, her bölgenin, her şehrin hatta her evin özel bir putu bulunurdu. Kelbî şöyle der: "Mekke'de her ailenin evinde kullukta bulundukları bir putları olurdu. Yolculuğa çıkmak isteyen birinin en son yaptığı şey putunu okşamak olurdu. Dönünce de evine girdiğinde ilk yaptığı şey, önceki gibi putunu okşamaktı. (Kitabu'l Esnam) Putlara ibadette Araplar o kadar ileri gitmişlerdi ki kimisi bu işe bir evi ayırırdı. Özel bir put edinirdi. Bunlara gücü yetmeyense Kâbe'nin önüne ya da hoşlandığı herhangi bir yere taş diker, sonra da Kâbe'yi tavaf eder gibi etrafında dönerdi. Buna "ensab" derlerdi. Kâbe'nin içinde -sırf Allah'a kulluk için kurulan bu evde- ve avlusunda üçyüz altmış tane put bulunurdu. (Buhari) Putlara tapmaktan daha ileri giderek önlerine gelen taşa tapacak duruma gelmişlerdi. Buharî, Ebu Recâ el-Utâridî'den şöyle rivayet eder: "Bizler taşlara ibadet ederdik. Taptığımız taştan iyisini gördüğümüzde onu atar diğerini alırdık. Taş bulamadığımız zaman da biraz toprak yığar, bir koyun getirip sağardık, sonra da tavaf ederdik." (Buhari-Kitabu'l Esnam) Kelbî: "Adam yolculuğa çıkardı. Bir yerde konakladığında dört tane taş alır, içlerinde hoşuna gidene bakar, onu ilah edinirdi. Diğer üçünü de tenceresine sacayağı yapardı. Yoluna devam edince de bırakıp giderdi" der.

Her çağda ve her yerde müşrik milletlerin tümünde olduğu gibi Arapların da meleklerden, cinlerden ve yıldızlardan birçok ilahları vardı. Meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanarak onları Allah katında şefaatçi edinirlerdi. Onlara ibadet eder, Allah'ın katında aracı olduklarını düşünürlerdi. Bunların yanında cinleri de Allah'a ortak koşarlardı. Herhangi birşeye güçlerinin yettiğine herhangi bir şeyde etkilerinin olduğuna inanarak ibadet ederlerdi. Kelbî şöyle der: "Huzâa kabilesinden Medih oğulları cinlere ibadet ederdi. Said: Himyer kabilesi Güneşe, Kinane kabilesi Aya, Temim kabilesi Debran'a, Lalım kabilesi ve cüzzam kabilesi Müşteri Yıldızına, Tay kabilesi Süheyl'e, Kays kabilesi Şi'râ'ya (Sirius), Esed kabilesi "Utarid Yıldızı'na" ibadet ederdi." der. (Tabakâtü'l Ümem, Es-Sâîd)

Bir insanın putperestliğin, kalplerde ve pratik hayata yaydığı pisliği bilmesi, İslâm'ın bu ulusu getirdiği aşamayı; gerek düşüncelerinde gerekse hayatlarında giriştiği temizliği kavraması için bu ilkel ve iğrenç putçuluğu incelemesi yeterlidir. İçine düştükleri pisliklerden biri de, şehirlerinde ve sokaklarında başlıca övünç kaynakları olan; içki, kumar ve genel uğraşlarıdır. Hiçbir zaman üstüne çıkamadıkları bu sınırlı ve yerel düşüncenin özünü basit kan davaları gibi ahlâksal ve toplumsal hastalıklar oluşturuyordu.

"Savaş ve kan dökme" tehlikeli sayılmayacak kadar sıradan bir hal olmuştu hayatlarında. Bekr kabilesi ile Tağlib b. Vail kabilesi arasında savaş baş göstermiş, kırk sene oluk oluk kan akmıştı. Bunun nedeni de: Ma'd kabilesinin başkanı Kuleyb'in, Munkiz'in kızı Besus'un devesinin memesine ok atmasıyla kanın süte karışmasından başka birşey değildi. Cessas b. Mürre Kuleyb'i öldürür, böylece Bekr ve Tağlib arasında savaş başlamış olur. Kuleyb'in Mühellin'in dediği gibi; "Hayatı mahvetti. Anneleri çocuksuz, çocukları da yetim koydu. Dinmez gözyaşları ve defnedilmeyecek kadar çok ceset bıraktı "

"Dahis ve Gabra savaşı da böyle. Bunun nedeni de; Kays b. Züheyr ile Huzeyfe b. Bedr arasında düzenlenen bir yarış yapılıyordu. Kays'ın atı Dahis'i geçerken, Esedîlerden birinin Huzeyfe'yi desteklemek amacıyla önüne çıkarak bir tokat atması. Böylece onu oyalayarak yarışı kaybetmesini sağlamasıdır. Arkasından öldürme ve intikam geldi. Esir alınanlar oldu. Binlerce insan bu şekilde öldürülüp gitti."

Bütün bu olaylar, bunların hayatlarının enerjilerini, böylesine basit ortamlarda sarf etmelerini önleyecek büyük değerlerden yoksun olduğunun göstergesidir. Çünkü, hayat için bir mesajları, beşeriyete sunacakları bir ideolojileri ve kendilerini böylesine basit şeylerle uğraşmaktan alıkoyacak insanlık aleminde üstlendikleri bir rolleri söz konusu değildi. Kendilerini bu ilginç toplumsal pisliklerden temizleyecek bir akideleri de yoktu... İlahi bir akide olmadan insanlar nasıl olgun olabilirler ki! İlgi alanları, düşünceleri ve ahlâkları başka nasıl oluşabilir!

Kuşkusuz cahiliyye aynı cahiliyyedir. Ve her cahiliyyenin pisliği ve iğrençliği vardır. Yeri ve zamanı önemli değildir. Her ne zaman insanların kalpleri, düşüncelerine egemen ilahi bir akideden ve bu akideden kaynaklanıp hayatlarını düzenleyen bir şeriatten yoksun olursa orada birçok cahiliyye şekillerinden biri vardır demektir. Bugün beşeriyetin çamurları içinde yüzdüğü cahiliyye, özü bakımından, İslâm'ın kaldırarak yeryüzünü ondan temizleyip arındırdığı Arap cahiliyyesinden farklı değildir.

Bugün insanlık büyük bir batakhanede yaşamaktadır. Gazetelerine, filimlerine, moda gösterilerine, güzellik yarışmalarına, dans pistlerine, meyhanelerine, radyolarına, çıplak etin sergilendiği çılgın pazarlarına, sanat, edebiyat ve diğer reklam araçlarındaki iğrenç görüntülerine ve hastalık saçan duygularına kadar... Diğer taraftan, faiz düzenine, onun arkasında gizlenen tefeciliğe, mal toplamak ve sömürmek için başvurulan alçakça yöntemlere, yasallık kisvesine bürünmüş şans, hile ve piyango oyunlarına... Öte yandan, her insanı, her aileyi, her düzeni ve insan topluluğunu tehdit eder duruma gelen ahlâksal çöküntü ve toplumsal bozulmalarına... Evet, bütün bunlara bir kere bakmak, şu cahiliyyenin gölgesinde insanlığın sürüklendiği korkunç sonucu anlamak için yeterlidir.

Beşeriyet, insanlığını yiyip bitirmekte, ademiyetini ortadan kaldırmaktadır. O düşük hayvansal aleme katılmak için hayvanların ve hayvansal dürtülerin peşinde sürüklenmektedir. Oysa hayvan bunlardan çok daha pâk, şerefli ve temizdir. Çünkü o, parçalanmaz ve ilahi bir akide ve şeriat bağından yoksun insanların şehvetlere yenilip yüce Allah'ın insanların egemenliğinden kurtardığı ve şu ayet-i kerimede belirttiği gibi mümin kullarına onun çirkefliklerinden temizlemekle lütufta bulunduğu cahiliyyeye tekrar dönüp kokuşmaları gibi kokuşmayan bir fıtrata sahiptir.

GÜNÜMÜZ CAHİLİYYESİ

"Kendilerine kitap ve hikmeti öğretiyor."

Bu ayetin muhatapları okuma-yazma bilmez cahillerdi. Hem yazmayı bilmezlerdi hem de akli olgunluğa erişmemişlerdi. Herhangi bir alanda, evrensel bilgi ölçütlerinde bir değere sahip bilgileri, herhangi bir konuda evrensel bir değere sahip bir bilgi kaynağından doğan ilgileri olmadığı halde bu Risalet onları dünyaya üstad ve aleme egemen olacakları bir noktaya getirdi. Bir akideden kaynaklanan fikrî, toplumsal ve sistemli bir metoda sahip kişiler oldular. Bu metod o zamanki insanları cahiliyyeden kurtardığı gibi bugün de bunca materyalist bilimsel gelişmişliğine, sınai ürünlerin bolluğuna ve uygar-refah düzeyinin yüksekliğine rağmen, ahlâkî ve toplumsal açıdan eski cahiliyyenin tüm özelliklerini özünde barındıran modern cahiliyyeden, onun, hayatın hedeflerine ilişkin düşüncelerinden ve insanlık için belirlediği amaçlardan bu sefer de yine o kurtaracaktır Allah'ın izniyle.

"...Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içindeydiler..."

Düşünce ve itikatta sapıklık... Hayat anlayışında sapıklık... Amaç ve yönelişlerde sapıklık... Gelenek ve hayat tarzında sapıklık...

O gün, bu ayete muhatap olan Araplar, kuşkusuz, geçmiş hayatlarını hatırlıyorlardı. İslâm'ın kendilerinde meydana getirdiği değişimin özünü kavramışlardı. Bunun, İslâm olmadan gerçekleşemeyeceğini ve insanlık tarihinde eşine rastlanmayacak bir değişim olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Kendilerini, kabile hayatından, kabilesel değerlerden ve kan davalarından kurtaranın İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu kavramışlardı. Sadece bir ümmet olmaları için değildi tabii. Daha çok -bir göz açıp kapama anı gibi kısa bir sürede ve uzun zaman olan hazırlanma gibi birşey olmaksızın- beşeriyete önder olmaları, ideallerini, hayat metodlarını ve düzenlerini beşeriyetin uzun tarihi boyunca eşine rastlanmayacak bir tarzda belirlemeleri içindi bu değişim.

Ulusal konumları belirlediği kadar, siyasal ve uluslararası alanlarda da varlık göstermelerini, her şeyden önce ve önemli olan insani varlıklarını kazandıranın İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu biliyorlardı. İnsanlıklarını yücelten, ademiyetlerini onurlandıran, hayat düzenlerinin tümünü bu onur esasına dayandıran ve yüce Rabblerinin katından bir ihsan ve lütuf olarak gelenin İslâm olduğunu kavrıyorlardı. Bundan sonra bunu bütün beşeriyete sunmuş ve "İnsan"ın nasıl saygın olacağını ve yüce Allah'ın onurlandırmasıyla nasıl onurlanacağını tüm insanlığa öğretmişlerdi. Ne yarımadada ne de başka bir yerde bu konuda kendilerini geçen olmadı. Geçen bölümde değindiğimiz "Şûra" konusu da, yüce Allah'ın kendilerine büyük bir lütfu idi. Bu lütuf bu ilahi metodun bir yönünü oluşturmaktadır.

Onlar, aleme sunacakları bir mesajlarının, beşer hayatına ilişkin bir görüşlerinin ve insan hayatını düzenleyecek bir yöntemlerinin olmasını sağlayan nimetin İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu biliyorlardı. Büyük insanlık tarihinde beşeriyeti ileriye götürecek bir mesaj, bir dünya görüşü ve hayat prensibi olmaksızın varlığını sürdüren bir millet söz konusu değildir.

İslâm, onun varlık hakkındaki düşüncesi, hayat görüşü, toplumsal şeriatı, insan hayatına ilişkin düzeni, gölgesinde "insan"ın mutlu olabildiği bir düzenin oluşması için yerleştirdiği ideal, pratik ve hareketli metodu... Bu özellikleriyle İslâm; Arapların tüm dünyaya sundukları, onunla tanındıkları, saygı gördükleri ve bu sayede önderliği devraldıkları "Özel kimlikleridir"

Bugün ve yarın bundan başka bir kimlik taşıyamazlar. Bunun dışında dünyada onunla tanınacakları bir başka mesajları yoktur. Ya bu mesajı taşıyacaklar, böylece beşeriyet onları tanıyıp saygı gösterecek ya da bunu terk edecekler, sonuçta da -daha önce oldukları gibi- hiç kimse tarafından bilinmeden ve tanınmadan başıboş bir hayat yaşayıp gideceklerdir.

Bu mesajı sunmazlarsa, insanlığa sunacakları başka neleri var ki?

İnsanlığa, edebiyat, sanat ve bilim. alanında dahiler mi sunacaklar? Oysa yeryüzünde diğer halklar onları bu alanda oldukça geride bırakmış. Üstelik beşeriyet, hayatın bir ayrıntısı sayılan bu alanda boğazına kadar "deha" deryasına gömülmüştür. Hayatın bir ayrıntısı sayılan bu alanda bir dahiye ihtiyaç duyulmadığı gibi böyle bir beklenti de söz konusu değildir.

Herkesin önünde eğileceği, onunla sokakları dolduracakları ve ellerindeki ürünle herkesi cezb edecekleri ileri sanayi alanında deha çapta ürünler mi sunacaklar? Bu alanda da birçok halk onları geride bırakmış, öncülük direksiyonunu eline geçirmiştir.

Kendi elleriyle meydana getirdikleri, kendi düşüncelerinin ürünü toplumsal bir felsefî ekol mu, ya da ekonomik ve idari metodlar mı sunacaklar? Yeryüzü bu tür felsefeler, ekoller ve metodlarla dolup taşmaktadır. Bu sapık metodlar sayesinde de büyük bir bedbahtlık içinde yaşamaktadır.

O halde beşeriyete öğretecekleri ve bu konuda öncelikli, ileri ve imtiyazlı sayılacakları ne sunabilirler?

Bu büyük mesajdan başka bir şeyleri yok... Şu eşsiz metoddan başka hiçbir şeyleri yok. Allah'ın kendilerini seçtiği, bununla onurlandırdığı ve bir zamanlar onların eliyle tüm insanlığı kurtardığı bu lütuftan başka hiçbir şeyleri yok. İnsanlık bugün her zamankinden daha çok bu mesaja muhtaçtır. Çünkü insanlık, bedbahtlık, şaşkınlık, bunalım ve iflas bataklığına düşmüştür.

Kuşkusuz geçmişte tüm insanlığa sundukları ve ilgilerini çektikleri yegane nitelikleri sadece budur. Bugün de insanlığa bunu sunabilirler. Bu sayede kurtulabilirler ancak.

Büyük milletlerden herbirinin insanlığa sunduğu bir mesajı vardır. En büyük millet, en büyük mesajı taşıyan, en üstün metodu sunan ve hayata ilişkin yüksek dünya görüşüyle sivrilen millettir.

Araplar bu mesaja sahip bulunmaktadırlar. -Bu hususta onlar asıldırlar, diğer halklar ise onlara ortak konumundadırlar-. Acaba hangi şeytandır onları bu büyük hazineden uzaklaştıran, hangi şeytan?..

Yüce Allah'ın bu millete bir Resul ve Risalet göndermekle bahşettiği lütuf çok büyüktür hem de çok. Onu bu lütuftan, şeytandan başkası uzaklaştıramaz. Ve O, Rabbine karşı bu şeytanı kovmakla sorumludur.