KÂFİRLERE
TÂBİ OLMAK
146-
Nice peygamber var ki, çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı.
Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar
ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever.
147-
Onlar sadece "Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki aşırılıklarımızı
affeyle, ayaklarımızı kaydırma ve kâfirler karşısında bize yardım
et" demişlerdir.
148-
Allah da onlara hem dünya kazancını ve hem de ahiret mükâfatının en güzelini
verdi. Allah iyi işler yapanları sever.
149-
Ey müminler, eğer kâfirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınız üzerinde
geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız.
150-
Oysa Allah'tır sizin mevlânız. O yardım edenlerin en hayırlısıdır.
151-
Biz kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir
güç verilmemiş olan nesneleri Allah `a ortak koşmuşlardır. Onların
gidecekleri yer Cehennem'dir. Zalimlerin varacağı yer ne fenadır!
152-
Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten
sonra bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye ve
itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz. Kiminiz dünyayı
istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi deneyden geçirmek için
onların başından savdı. Ama yine de sizi affetti. Allah müminlere karşı
gerçekten lütuf sahibidir.
153-
Hani Peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz;
ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi
kederden kedere uğrattı. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
154-
Sonra o kederin ardından Allah, üzerinize içinizden bir grubu saran bir güven
duygusu, bir uyuklama indirdi. Bir grup da kendi derdi-ne düştü. Bunlar Allah
hakkında cahiliye zihniyetini yansıtan, gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar
ve "Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?" diyorlardı. Onlara de
ki; "Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir." Aslında
sana açıklayamadıkları bir şeyi içlerinde saklıyorlar. içlerinden
"Eğer bu işte bir fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik "
diyorlar. De ki; "Eğer evlerinizde de olsaydınız alınlarına ölüm yazılanlar
uzanacakları yerleri yine de boylarlardı." Allah, gönüllerinizdekini
deneyden geçirmek ve kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza
getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir.
155-
İki topluluğun karşılaştığı gün savaştan geri dönenlerinizi şeytan
bazı günahkar duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah onları
yine de affetti. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve halimdir.
156-
Ey müminler, yolculuğa çıkan ya da savaşa katılan kardeşleri hakkında
"Eğer onlar yanımızda olsalardı ölmezler ya da öldürülmezlerdi"
diyen kâfirler gibi olmayınız. Allah bu asılsız saplantıyı onların
kalplerine çöreklenen acı bir hayıflanmaya dönüştürdü. Oysa can veren
de öldüren de Allah'tır. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarını görür.
157
Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, Allah'tan gelecek olan bağışlama
ve rahmet, onların biriktirecekleri dünya nimetlerinden daha hayırlıdır.
158-
Kuşku yok ki, ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız.
Şu
ayetler grubuna araştırıcı bir gözle baktığımızda, kanatlarının canlılık
fışkıran bir çok sahneyi, İslâm düşüncesi, insan hayatı ve evrensel
yasalara ilişkin temel ve büyük hakikatleri sardığını görürüz. Duygu
ve düşünceleri coşturacak düzeyde savaşın hiçbir yönünü dışarda bırakmayacak
şekilde; çabuk, canlı, hareketli ve derin bir dokunuşla ele aldığına şahid
oluruz. Kuşkusuz bu ayetler; meydana geldiği atmosfer, kendine özgü koşulları
ve olayları, beraberindeki ruhsal ve duygusal hareketlerle birlikte, savaşı,
canlılık ve gözler önüne serme bakımından, bunca uzunluk ve detaylılıklarına
rağmen siyer kitaplarında rastlanan tüm rivayetlerden daha etkindirler. Ayrıca,
daha doğru bir düşünceye ulaşmak isteyen ruhlardaki canlı ve hareket
halindeki gerçekler yığınını da kanatlarının altına aldığını görürüz.
Bunca
sahneyi, bütün bu gerçekleri, bu denli canlı, hareketli ve duygulandırıcı
bir tarzda bu kadarcık söz ve ifadeye sığdırmak insanın yapacağı birşey
değildir kuşkusuz. Bu gerçeği, üslupların sırlarını ve ifadelerinin gücünü
algılayanlar, öncelikle de üslûplarla uğraşan ve ifadenin sırlarını araştıranlar
kavrayabilirler:
"Ey
müminler, eğer kafirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınızın üzerinde
geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız."
"Oysa
Allah'tır sizin mevlanız. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır."
Medine'deki
kafirler, münafıklar ve yahudiler, müslümanların dirençlerini kırmak,
Muhammed'le (salât ve selâm üzerine olsun) birlikte hareket etmenin
sonucundan onları korkutmak, savaşın ürkütücü yanlarını, Kureyş müşrikleri
ve müttefikleriyle takışmanın sonuçlarını tasvir etmek için müminlerin
başlarına gelen yenilgi, ölüm ve yaralanmaları dillerine dolamışlardı. Küfür
kalplerin karıştırılması, safların dağılması, güvensizliğin oluşması
ve güçlülerle savaşmaya devam etmenin gereğinden kuşkulanmanın yayılmasını
istiyordu. Çünkü savaştan el çekmenin hoş gösterilmesi ve zaferi kazanmak
üzere olanların barışmaya yanaştırılması için en uygun hava, yenilgi
havasıdır. Ayrıca bu atmosfer, kişisel acıların ve bireysel felaketlerin
yaygınlaşıp toplumun ve akidenin bünyesini yıkmaya dönüşmesine ve böylece
galip güçlere teslim olmaya uygun bir atmosferdir.
Bu
yüzden yüce Allah, iman edenleri kafirlere uymaktan sakındırmaktadır. Çünkü
kafirlere uymanın sonu kesin zarardır; hiçbir kâr ve yarar söz konusu değildir.
Onlara uymak, topukların üzerinde küfre gerisin geriye dönmektir. Mümin, ya
küfür ve kafirlerle savaşmak, batıl ve batıla uyanları defetmek suretiyle
yoluna devam edecek ya da Allah korusun topukları üzerinde küfre dönecektir.
Müminin konumunu ve dinini koruyarak ikisinin arasına pasif bir pozisyonda
bulunması imkansızdır. İnsan böyle düşünebilir. Yenilginin ardından,
yara ve berenin etkisiyle, güçlü galiplerle savaşmaktan vazgeçip, onlarla
barış yapabileceğini, bununla beraber dinini, akidesini, imamı ve varlığını
koruyabileceğini sanabilir. Bu, kof bir vahimdir. Böyle bir durumda ileriye atılmayanın,
geriye dönmesi kaçınılmazdır. Küfür, şerr, sapıklık ve tağutlarla
savaşa tutuşmayanın, horlanıp geriye dönerek; küfür, şerr sapıklık,
batıl ve tuğyana dönmesi zorunlu bir sonuçtur. Bir kişinin akidesi ve imanı,
onu kafirlere uymaktan, onları dinlemekten ve onlara güvenmekten alıkoyamıyorsa
bu durumu o kişinin gerçekte daha ilk andan itibaren iman etmediğini gösterir.
Akide sahibinin, akidenin düşmanlarına dayanması, onların desiselerine
kulak vermesi ve direktiflerine uyması ruhsal bozgun belirtisidir. Yenilgi baş
gösterdimi de sürecektir. Artık kimse onu sonuçta yenilmekten, topukları üzerinden
küfre dönmekten alıkoyamaz. İlk adımlarını atarken bu kötü sonuca
varacağını zannetmese de... Mümin, akidesi ve yönetilmesi bakımından,
dininin ve önderliğinin düşmanlarına danışma gereğini duymaz. Bir kere
onları dinlerse fıtri ve pratik bir olgu olarak artık topukları üzerinde
irtidat yolunu tutmuş demektir. İşte yüce Allah, müminleri uyarmakta,
bundan sakındırmakta ve iman adına onlara seslenmektedir:
"Ey
müminler, eğer kafirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınızın üzerinde
geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız."
Topukların
üzerinden, imandan küfre dönme yıkımından daha büyük zarar var mı? İman
zararından sonra hangi kazanç olabilir ki?
Şayet
kafirlere uymaya eğilim göstermenin nedeni, onlardan bir koruma ve yardım
beklentisi ise, bu bir vehimdir. Ayetlerin akışı, yardım ve korumanın gerçeğini
hatırlatarak bunu da reddediyor:
"Oysa
Allah'tır sizin mevlanız. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır."
Müminlerin
dostluk ve yardım bekleyecekleri merci burasıdır. Allah'ın dost olduğu
kimse için O'nun yarattıklarının birinin dostluğuna gerek varmı? Yardımcısı
Allah olanın, kulların yardımına ihtiyacı olur mu?
Ayetlerin
akışı, müslümanların kalplerini sağlamlaştırmak için kendisine hiçbir
otorite, güç ve kuvvet indirilmeyen şeyleri Allah'a ortak koşmalarından
dolayı düşmanlarının kalplerine korku salındığını müjdeliyerek bunun
ahirette hazırlanan azaptan önce olacağını bildirerek sürmektedir:
"Biz
kafirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç
verilmemiş olan nesneleri Allah'a ortak koşmuşlardır. Onların gidecekleri
yer Cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne fenadır."
Kafirlerin
kalplerine korku salınacağına ilişkin Ulu, Kâdir ve Kahhar olan Allah'ın
verdiği söz, savaşın sonu için bir garanti, düşmanlarının yenilgisi ve
dostlarının zaferi için bir güvencedir.
Küfrün,
imanla karşılaştığı her savaş için geçerlidir bu vaad. Küfredenlerin,
korkmadan ve Allah tarafından kalplerine atılan dehşet duygusu harekete geçmeden
müminlerle karşılaştıkları vaki değildir. Ancak önemli olan, müminlerin
kalplerinde iman ve birtek Allah'a dostluk duygusu gerçeğinin bulunmasıdır.
Bu dostluğa sıkı sıkıya bağlı bulunmaları, Allah'ın ordusunun galip
olacağı gerçeği konusunda her türlü söylenti ve kuşkudan soyutlanmaları
ve kâfirlerin, yeryüzünde Allah'ı aciz bırakamayacakları gibi O'ndan
kurtulamayacaklarını da bilmeleridir. Görünüşte bu gerçeğe aykırı bir
durum belirdiğinde de Allah'ın ayette geçen sözüne içtenlikle güvenip
buna göre hareket etmeleri gerekir. Çünkü, Allah'ın sözü, insanların gözlerinin
gördüğü ve akıllarının değerlendirdiği herşeyden daha doğrudur.
Kâfirler
korkacaklardır. Çünkü kalpleri gerçek bir dayanaktan yoksundur. Çünkü
onlar ne bir güce ne de güçlü birine dayanmaktadırlar. Onlar hiçbir güçleri
olmayan tanrılarını Allah'a ortak koşmaktadırlar. Çünkü yüce Allah, bu
tanrılara hiçbir güç bahşetmemiştir.
"Kendisine
hiçbir güç verilmemiş olan nesneler..." deyimi bazen iddia edilen tanrıları,
bazen de kof inançları vasıflandırmak için Kuran'da sıkça rastladığımız
köklü ve temel bir gerçeğe işaret eden derin anlamlı bir deyimdir.
Kuşkusuz,
herhangi bir düşünce, inanç, kişi veya kuruluş, taşıdığı gizli güç
ve caydırıcı otorite oranında, yaşar, hareket alanı bulur ve etkinlik gösterebilir.
Bu güç; içindeki "Hakk" mefhumu ile, yani Allah'ın tüm evreni
dayandırdığı temeller ve evrende yürürlükte olan Allah'ın koyduğu
yasalara uygunluk derecesi ile ölçülür. Bu "Hakk" olma mefhumunu içermesi
ile yüce Allah, varlık aleminde gerçek anlamda faal ve etkin olan güç ve
otoritesinden ona bahşedecektir. Aksi takdirde, görünürde parlak ve heybetli
görünse de son derece hafif boş, zayıf ve çürük olacaktır bu güç.
Müşrikler,
(Allah'tan) başka tanrıları çeşitli şekillerde Allah'a ortak koşarlar. Öncelikle,
uluhiyetin özelliklerinden herhangi bir şeyi Allah'tan başkasına vermekle
meydana gelir bu şirk. Bu özellik, kanun koyma, hayat tarzları ve toplumsal düzenleri
için başvurdukları değerleri belirlemek için bu kanunlara uymaya ve bu değerleri
benimsemeye zorlamak şeklinde kullar üzerinde kullara egemenlik hakkı tanımaktır.
Bu özelliklerin kapsamında bulunan ve onlardan bir parça sayılan sembolik
ibadet sorunu bundan sonra gelir.
Peki
bu tanrılar, Allah'ın şu evreni dayandırdığı "hakk"tan neye
sahip bulunuyorlar? Kuşkusuz yüce Allah, şu evreni sadece bir olan yaratıcısına
dayanması için yaratmıştır. Bütün bu yaratıkları da, ortak koşmaksızın
kendisine kullukta bulunmaları, hiç tartışmasız kanun ve değerler
konusunda sadece kendisine başvurmaları ve O'na bir başkasını eş koşmadan
hakkıyla kendisine kulluk etmeleri için yarattı. Bunun için, kapsamlı anlamıyla
Tevhidin dışına çıkan herşey, dayanıksız ve boştur. Evrenin yapısındaki
gizli "hakk"tan yoksundur. Bu yüzden de çürük ve cılızdır. Ne
bir güç ne de bir otoriteye sahiptir. Hayatın akışında hiçbir etkisi söz
konusu değildir. Hatta hayat öğelerine ve hayat hakkına da sahip değildir.
İnanç
ve düşünce konusunda kendilerine hiçbir güç verilmeyen Tanrıları Allah'a
ortak koştuklarından dolayı müşrikler, zayıflık ve boşluğa dayanmaktadırlar.
Onlar sonsuza kadar hor ve zayıf çığırtkanlar olacaklardır. Mutlak güç
sahibi gerçeğe dayanan müminlerle karşılaştıklarında içlerini hep bir
korku saracaktır onların.
Hakk
ile batılın karşılaştığı her durumda bu vaadin doğruluğunu buluruz. Kaç
kere, silahsız hakk karşısında son derece silahlanmış olarak dikilen batıl,
korkaklar gibi büzülmüş, bunca silahlı kalabalığa rağmen her hareketten
ve her sesten dolayı titremiştir. Hakk hareket edip saldırıya geçince de,
bunca kalabalığına ve hakkın azlığına rağmen Allah'ın vaadini doğrularcasına
batılın saflarında; dehşet, korku, parçalanma ve bozgun baş göstermiştir.
"Biz
kafirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç
verilmemiş olan nesneleri Allah'a ortak koşmuşlardır."
Bu
dünyadaki halleri... Ya ahirette?.. Orada da zalimlere yakışan acıklı ve
fenâ bir sonuç beklemektedir onları...
"Onların
gidecekleri yer de Cehennemdir Zalimlerin varacağı yer ne fenadır."
İşte
bu noktada ayetlerin akışı müslümanlara, Uhud savaşındaki bu vaadin doğruluğunu
belgeleyen kanıtlara çevrilmektedir. Çünkü savaşın başında zafer onların
olmuştu. Müşrikler birer birer öldürülüyordu. Arkalarında birçok
ganimet bırakarak kaçmaya başlamışlardı. Bayrakları da yere düşmüş ve
bir kadın kaldırıncaya kadar kimse de buna el atmamıştı. Ganimete karşı
okçuların nefislerinde zaaf belirip, aralarında çekişerek Peygamberleri ve
komutanları Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine karşı
gelmeyinceye kadar müslümanların zaferi yenilgiye dönüşmemişti. Burada
ayetler dikkati; sahneleri, mekânları, olayları ve koşullarıyla savaşın içine
çekmektedir:
"Allah
size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten
sonra bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye ve
itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz. Kiminiz dünyayı
kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi deneyden geçirmek için onların başından
savdı. Ama yine de sizi affetti. Allah müminlere karşı gerçekten lütuf
sahibidir."
"Hani
peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan koşuyordunuz,
ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelenlere üzülmeyesiniz diye Allah
sizi kederden kedere uğrattı. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan
haberdardır."
"Sonra
o kederin ardından Allah içinizden bir grubu saran üzerinize bir güven
duygusu ve bir uyuklama indirdi. Bir grup da kendi derdine düştü. Bunlar
Allah hakkında cahiliyye zihniyeti yansıtan gerçeğe aykırı bir düşünce
taşıyorlar ve bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı? diyorlardı. Onlara de
ki; Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir. Aslında sana açıklayamadıkları
birşeyi içlerinde saklıyorlar. İçlerinden, `Eğer bu işte bizim bir
fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik' diyorlar. De ki; `Eğer
evlerinizde de olsaydınız alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları
yerleri yinede boylarlardı. Allah gönüllerinizdekini denemek ve
kalplerinizdekini arındırmak için bunları başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz
Allah gönüllerin özünü bilir."
"İki
topluluğun karşılaştığı gün, savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı
günahkâr duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah onları yine
de affetti. Hiç kuşkusuz Allah, affedici ve Halim'dir."
Kuşkusuz,
burada Kur'an'ın ifade tarzı, meydandaki hiçbir hareketi, ruhlardaki hiçbir
duyguyu, yüzlerdeki hiçbir çizgiyi ve vicdanlardaki hiçbir devinimi
belirtmeksizin geçmeyecek şekilde savaş sahnesinin ve zaferle yenilginin dönüşümünün
eksiksiz bir tablosunu çizmektedir. İbareler, bir film şeridi gibi gözler önünde
geçmekte ve her harekette yepyeni ve canlı bir tablo taşımaktadır. Özellikle
dağa tırmanmayı, panik ve dehşet içinde kaçış hareketini ve Resulullah,ın
(salât ve selâm üzerine olsun) savaştan dönüp kaçanları ve korkudan dağa
tırmananları çağırmasını tasvir etmesinin yanında nefislerin hareketini,
müslümanlarda meydana gelen çalkalanma, çeşitli duygular, heyecanlar ve
arzuları da tasvir etmektedir. Bunca hareketli ve canlı tablonun yanında,
Kur'an'ın üslûbunun ve olağanüstü eğitim metodunun belirmesini sağlayan
şu direktifler ve hükümler yer almaktadır:
"Allah
size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten
sonra bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye ve
itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz."
Bu
durum, ganimet duygusuna kapılmadan önce müslümanların müşrikleri doğradıkları
ya da köklerini kuruttukları, savaşın başlangıcındaydı. Resulullah (salât
ve selâm üzerine olsun) onlara "Sabrettiğiniz sürece zafer
sizindir." demişti. Böylece yüce Allah Peygamberinin dilinden verdiği
vaadi doğrulamıştı:
"Kiminiz
dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu..."
Bu
ifade, okçuların durumunu belirtmektedir. Onlardan bir grup ganimet arzusu karşısında
zaaf göstermiş, onlarla, Resulullah'ın emrine mutlak itaat etmenin gerektiği
görüşünde olanlar arasında çekişme baş göstermiş ve sevdikleri zaferin
belirdiğini gözleriyle gördükten sonra isyan etmeye kadar götürmüşlerdi
işi. Böylece iki gruba ayrılmış oldular. Bir kısmı dünya ganimetini, diğer
bir kısmı da ahiret sevabını istiyordu. Artık kalpleri dağılmış,
saflarda ve hedefte birlik diye birşey kalmamıştı. Ganimet arzusu ihlâs cilâsını
ve akide savaşlarında bulunması kaçınılmaz olan mutlak dünya malından
soyutlanma duygusunu gidermişti. Çünkü akide savaşı başka savaşlara
benzemez. Bu savaş, hem savaş alanında hem vicdan da sürmektedir. Vicdandaki
savaş kazanılmadan savaş alanında zafer elde etmek mümkün değildir. Bu,
Allah için yapılan bir savaştır. Bu yüzden nefsini Allah için arındırmadıkça
yüce Allah kimseye zafer nasip etmez.
Allah'ın
sancağını yükselttikleri ve O'na dayandıkları halde, ortada bir kapalılık,
bozukluk ve karışıklık olmaması için, yükselttikleri sancak adına herşeyden
arınıp temizlenmedikçe yüce Allah zafer bahşetmez. Kuşkusuz, açıkca batıl
sancağını yükselten batıl taraftarları -Allah'ın bildiği bir hikmetten
ötürü- galip gelmişlerdir. Ancak, akide sancağını yükselttikleri halde,
içtenlikle O'nun adına herşeyden soyutlanmayanlara yüce Allah, arındırıp
temizlemek için onları denemedikçe ebediyyen zafer bahşetmez. Kur'an'ın
savaş alanındaki konumlarına işaret ederken müslüman kitleye göstermek
istediği budur. Kaypak ve kararsız tutumlarının meyvesi olan acı bir
yenilgi ve açık bir yara almış bulunan müslüman kitleye yüce Allah, bunu
öğretmek istiyordu.
"...Kiminiz
dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu."
Kur'ana
Kerim, bizzat müslümanların kendi kalplerinde varlığından habersiz
oldukları gizli duygulara ışık tutmaktadır. Abdullah İbn-i Mes'ud (Allah
O'ndan razı olsun) şöyle der: "Uhud günü bizim hakkımızda
"Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu" ( İbn-i
Kesir, tefsirinde rivayet eder ve "İbn-i Mes'ud dışında başka
yollardan da rivayet edilmiştir" der. İbn-i Mürdeveyh de tefsirinde bunu
rivayet etmektedir.) ayeti inene kadar Resulullah'ın ashabından birinin dünyayı
istediğini görmemiştim." Böylece Kur'an, kalpleri ve içindekilerini açıp
önlerine koymakta, bir dahaki sefere sakınmaları için yenilginin nereden
geldiğini göstermektedir onlara.
Aynı
zamanda, karşılaştıkları acıların ve açık sebeplerinden dolayı meydana
gelen olayların arka plândaki Allah'ın hikmet ve tedbirinin bir tarafını da
onlara göstermektedir.
"...Sonra
sizi deneyden geçirmek için onların başından savdı."
Kuşkusuz,
orada insanların fiillerinin arkasında, Allah'ın takdiri yeralıyordu. Zaaf gösterip
aralarında çekişerek isyan edince yüce Allah, güçlerini, heybetlerinï ve
müşrikler karşısındaki dikkatlerini giderdi. Okçuları geçitten geri döndürdü,
savaşçıları savaş alanından çevirdi ve böylece hep birlikte kaçmaya başladılar.
Bütün bunlar, onları denemek için hazırladığı plana göre meydana
geliyordu. Kalplerin gizliliklerini ortaya çıkarmak, ruhları arındırmak ve
değineceğimiz gibi safları belirlemek için; zorluk, korku ve yenilgi, öldürülme
ve yaralanma ile deniyordu onları yüce Allah.
Böylece,
olaylar sebeplerin sonucu meydana geldiği gibi müslümanların kendi hesaplarına
göre planlanmış olarak canlanıyordu. Ancak hiçbiri diğeriyle çakışmadan
oluyordu bunların. Her olayın bir sebebi ve her sebebin arkasında, latif ve
herşeyden haberdar olan Allah'ın plânı vardır.
"...Ama
yine de sizi affetti."
Sizde
meydana gelen zaaf, çekişme ve isyanı bağışladığı gibi savaştan kaçışınızı,
dönmenizi ve irtidatınızı da bağışladı. Kendisinden bir lütuf ve
minnetle yaptı bunu. Çünkü kötü bir niyet ve hatada ısrar söz konusu
olmayıp beşeri zaaftan kaynaklanıyordu bu hal. Allah'a iman, O'na teslim
olmak, önderliğinize ve Allah'ın iradesine teslim olmak çerçevesinde de
hata edebilir, zaaf gösterebilirdiniz.
"...Allah
müminlere karşı gerçekten lütuf sahibidir."
O'nun
metoduna uydukları, O'na kulluk üzere bulundukları, uluhiyetin özelliklerinden
herhangi bir şeyi kendileri için iddia etmedikleri, metod, düzen, değer ve
ölçülerini O'ndan başkasından almadıkları sürece onları bağışlamak
Allah'ın lütfundandır. Onlardan bir hata meydana geldiğinde, zaaf acizlik ya
da sürçme ve başka bir nedenden dolayı meydana geleceğinden; deneme, arınma
ve ihlâstan sonra Allah'ın bağışlamasıyla karşılaşacaklardır...
Aşağıdaki
ayet-i kerime yenilginin canlı ve hareket halindeki bir tablosunu gözler önüne
getirecektir:
"Hani
peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz."
Sahnedeki
olgunun duygularında derinleşmesi, zaaf, çekişme ve isyan sonucu
kendilerinden kaynaklanan davranış ve sonucundan mahcup olup utanmaları için...
İbare, birkaç kelimeyle duygusal ve ruhsal hareketlerinin tablosunu çizmektedir.
Sahnede büyük bir korku dehşet ve panik içinde dağa tırmanıyorlar. Öyle
ki biri diğerine bakamıyor. Çağırınca cevap veremiyor. Üstelik,
kalplerini ve ayaklarını titreten "Muhammed öldürüldü" şayiasından
sonra, yaşadığına inandırmak için Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) da arkalarından çağırıp duruyordu. Bu, şu kadarcık kelimede gözler
önüne getirilen mükemmel bir sahnedir.
Sonuçta
yüce Allah, kaçırdıklarına sevinmemeleri ve başlarına gelene üzülmemeleri
için kaçmak, kendileri kaçtıkları halde arkalarında direnen sevgili
Peygamberini bırakmak ve böylece birtakım yaralar almasına ve üzülmesine
neden olduklarından dolayı onların ruhlarına üzüntü salmakla cezalandırıyor.
Başlarından geçen bu deney Peygamberinin başına gelen bu acı -ki bu,
kendilerine isabet eden herşeyden daha ağır geliyordu- ruhlarını kaplayan
bu pişmanlık ve uğradıkları bu üzüntü... Kaçırdıkları bunca menfaati
ve başlarına gelen bunca sıkıntıyı küçümsemelerini sağlayacaktır:
"Ne
kaybettiğinize ve ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi
kederden kedere uğrattı..."
Allah,
bütün gizliliklerden haberdardır. Sizin yaptıklarınızın hakikatini ve
davranışlarınızın nedenini hakkıyla bilir:
"Hiç
kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Yenilginin,
korku ve dehşetini, Rabblerine ve Peygamberlerine dönen mümin ruhlarda
yereden hayret verici bir güven duygusu takip etmişti. Kendilerini, büsbütün
kaplayan tatlı bir uykuya teslim etmişlerdi. Bu olağanüstü mucize ifade
edilirken, tıkırtısı ve gölgesiyle bu güven ve sükûn atmosferini tasvir
etmesi için istikrar, incelik ve yumuşaklık saçıyor adeta.
"...Sonra
o kederin ardından Allah üzerinize içinizden bir grubu saran bir güven
duygusu bir uyuklama indirdi."
Bu,
o mümin kullarını kuşatan ilahi rahmetin sonucu meydana gelen olağanüstü
bir mucizedir. Çünkü, bir an için de olsa, korkup kaçışan yorgunları
uyku bürüdü mü, bünyelerinde büyü etkisini yapar, onları yeniden yaratır
ve niteliği bilinmeyen bir şekilde bünyelerine güven duygusunu serper. Bunu,
sıkıntı ve zorluk anında denediğimden söylüyorum. O anda, insanın kısır
ifadesinin tasvir edemeyeceği şekilde yüce Allah'ın kuşatıcı ve derin
rahmetini hissetmiştim.
Tirmizi,
Nesei ve Hakim, Hammad b. Seleme'nin hadisinden, O da Enes'ten, O da Ebi
Talha'dan şöyle rivayet ederler: Ebu Talha der ki: "Uhud günü başımı
kaldırıp baktığımda onlardan kabuğuna çekilip uyuklamayan biri
yoktu."
Ebu
Talha'dan yapılan bir başka rivayette "Uhud günü saflarda iken bizi bir
uyku basmıştı. Öyle ki kılıcım elimden düşer gibi oluyor ben de
tutuyordum. Tekrar düşüyor tekrar tutuyordum" der.
KENDİLERİNİ
DÜŞÜNENLER
Diğer
gruba gelince onlar; nefisleri kendilerini uğraştırıp daha çok
ilgilendiren, cahiliye düşüncelerinden tamamen kurtulamayan, nefislerini içtenlikle
Allah'a teslim etmeyen, bütün benlikleriyle O'nun kaderine teslim olmayan, başlarına
gelenin imtihan ve arınma için olduğu, yoksa yüce Allah dostlarını düşmanlarına
karşı yalnız bırakmayacağı konusunda mutmain olmayan ve yüce Allah'ın, küfür,
şer ve batıla nihai galibiyet ve tam zafer vermeyi takdir etmediğine güvenmeyen
imanı sarsılmış kimselerdir:
"...Bir
grup da kendi derdine düştü. Bunlar Allah hakkında cahiliye zihniyeti yansıtan
gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar ve `Bu işte bizim bir
fonksiyonumuz var mı?' diyorlardı."
Bu
akide, mensuplarına, hiçbir şeyin kendilerine ait olmadığını, tamamen
Allah'a ait olduklarını, O'nun yolunda cihada çıktıklarında O'nun için çıktıklarını,
O'nun için hareket ettiklerini, O'nun için savaştıklarını, bu cihadda,
kendilerine ait başka bir amacın söz konusu olmadığını, Allah'ın
kaderine teslim olduklarını, ne şekilde olursa olsun bu kaderden geleni hoşnutluk
ve teslimiyetle karşılamalarını öğretmektedir.
Sadece
kendilerini düşünenler ve şahıslarını düşünce, değerlendirme, ilgi ve
uğraşlarının ekseni durumuna getirenlere gelince bunların ruhlarında iman
gerçeği olgunlaşmamıştır. İşte Kur'an'ın burada sözünü ettiği grup
bunlardandır. Bunların nefisleri kendilerini uğraştırmış ve sadece
kendilerini düşünecek duruma gelmişlerdi. Düşüncelerinde, açığa kavuşmayan
bir iş yüzünden kaybettiklerini sanarak büyük bir sıkıntı ve kararsızlık
içinde bocalamaktaydılar. İstemeden savaşa itildiklerini, buna rağmen acı
bir sınav verdiklerini, öldürülme, yara ve acılardan oluşan ağır bir
bedel ödediklerini düşünüyorlardı. Allah'ı gerçek anlamda tanımıyorlardı.
Bu yüzden cahiliyede olduğu gibi O'nun hakkında haksız zan yürütüyorlardı.
Kendilerine birşey düşmeyen, ancak ölüp yaralanmaları için sürüklendikleri
savaşta kaybolacaklarını düşünmeleri, Allah hakkında besledikleri haksız
zandan kaynaklanıyordu. Allah'ın, kendilerini yardım edip kurtarmayacağını
ve aksine düşmanlarının eline bir kurban gibi teslim edeceğini düşünüyorlardı.
"...Bu
işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?" diye sormaları bu yüzdendi. Bu sözleri,
kumanda ve savaş çizgisine karşı geldiklerini göstermektedir. Bunlar
Medine'den çıkmama görüşünde olup Abdullah b. Ubeyy ile birlikte geri dönmedikleri
halde kalpleri bir türlü istikrar ve güvene kavuşmamış kişiler
olabilirler.
Ayetlerin
akışı, kuşku ve zanlarını sunmayı bitirmeden önce, sordukları işin aslını
düzeltmek ve gerçeğini yerleştirmek için şu sözlerini ele âlmaktadır:
"Bu
işte bizim bir fonksiyonumuz var mı? Onlara de ki; Hayır, bu tamamen Allah'ı
ilgilendiren bir iştir."
Bu
işte kimseye birşey yok. Ne kendilerine ne de başkalarına... Bundan önce
Peygamberine şöyle demişti yüce Allah: "Bu işten sana hiçbir şey
yoktur."·(Al-i İmran suresi; 128) Bu dinin işi, yeryüzünde onu yerleştirmek
ve düzenini kurma meselesi, kalpleri ona yöneltme konusu... Bunların tümü
Allah'ın işidir. Görevlerini yapmak, biatlarına sadık kalmaktan başka bu işte
insanın hiçbir müdahalesi söz konusu değildir. Sonrasında Allah, ne şekilde
dilemişse öyle olur herşey.
Ayet-i
kerime böylece, kuşku ve zanlarını sunmadan önce ruhlarının
gizlediklerini açığa çıkarmaktadır:
"Aslında
sana açıklayamadıkları şeyi içlerinde saklıyorlar."
Ruhları,
vesvese ve kuşkularla doludur. Karşı gelme ve inatçılıkla kuşatılmıştır.
"Bu işte bize birşey var mı?" diye sormaları, istemeden bu sonuca
geldikleri düşüncesinde olduklarını göstermektedir. Bunun altında kötü
idarenin kurbanı olduklarını, şayet savaşı kendileri idare etmiş olsalardı
bu sonuca layık olmayacakları düşüncesi yatmaktadır.
"Eğer
bu işte bizim bir fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik,
diyorlar."
Bu,
yenilgiyle yüzyüze geldiklerinde, yenilginin acılarına katlanmak zorunda
kaldıklarında, bedelin düşündüklerinden de ağır olduğunu anladıklarında,
vicdanlarına baktıklarında, sorunun açık ve oturmuş olmadığını algıladıklarında,
kumandanın uygulamalarının ve bu işte bir yetkileri olsaydı böyle
olmayacaklarını zannettiklerinde, akide için herşeyden soyutlanmamış tüm
ruhlarda depreşen bir vesvesedir. Böyle olunca da düşüncelerindeki bu bulanıklıkla,
olayların arkasında Allah'ın elinin ve imtihanda O'nun hikmetinin olduğunu düşünmeleri
mümkün değildir. Onların değerlendirmesine göre sorun zarar üstüne zarar
kayıp üstüne kayıptır.
İşte
bu noktada bütün işler hakkında derin bir düzeltme yeralmakta ve arkasından
hayat, ölüm ve sınamanın gerisindeki gizli hikmet hakkında doğru düşünce
gelmektedir:
"De
ki; `Evlerinizde de olsaydınız alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları
yerleri yine de boylarlardı. Allah gönüllerinizdekini denemek,
kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz
Allah gönüllerin özünü bilir."
De
ki; şayet siz; evlerinizde olsaydınız, komutanın çağrısına uymayıp savaşa
çıkmasaydınız ve her işinizi kendi değerlendirmenize göre yapsaydınız
yine de öldürülmesi yazılanlar öldürülecekleri yeri boylarlardı.
Herkesin belirli bir eceli vardır, öne alınmadığı gibi ertelenmez de. Aynı
şekilde, herkesin belirtilmiş bir yeri vardır, oraya gelip ölmesi kaçınılmazdır.
Ecel yaklaştığında, eceli gelen kendi ayaklarıyla ona koşar, öleceği
yere kendi adımlarıyla varır. Belirlenen eceline kimse zorla sürüklemez
onu, ayrılan ölüm yerine de kimse itmez.
Şu
ifadeye bakın: ".. Yatacakları yer"... Buna göre bedenlerinin yere
değip rahatladığı, adımların sustuğu ve yeryüzünde dolaşanların sonuçta
geldikleri kabir bir yataktır. Hiçbir zaman kavrayamadıkları ancak
kendilerini kavrayan ve kendilerini diledikleri gibi idare eden gizli bir etken
tarafından sürüklendikleri bir yatak... Bu güçlü etkene teslim olmak kalp
için daha huzur verici, ruh için daha sakinleştirici ve vicdan için daha
rahatlatıcıdır.
Kuşkusuz
bu, arka planda gizli bir hikmeti bulunan Allah'ın kaderidir:
"Allah
gönüllerinizdekini deneyden geçirmek ve kalplerinizdekini arıtmak için
bunları başınıza getirdi."
Göğüslerdekini
açığa vuran, kalplerdekini gideren ve gerçeğini abartısız ortaya çıkaran
sınama gibi bir mihenk yoktur. Sınamak; gerçeği ortaya çıkarmak için göğüslerde
bulunanları denemek ve bildirmektir. Bu, içinde bir bozukluk ve çürüklük bırakmayacak
şekilde kalpleri temizleme ve tasfiye operasyonudur. Ayrıca, içinde bir karışıklık
ve kapalılık bırakmaksızın düşüncenin sahihleşip parlamasını sağlar
sınav zorluğu.
"Hiç
kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir."
Göğüslerde
bulunanlar; onlar için gerekli gizli sırlardır. Bunlar orada gizlenir, sürekli
nefse eşlik ederler. Bunları açığa çıkarmadığı gibi gün yüzüne de
çıkarmaz. İşte Allah, göğüslerde bulunan bütün bunları bilir. Ancak yüce
Allah, olayları hareketlendirip ortaya çıkarmadıkça insanların bilmesinin
imkansız olduğu bu sırları onlara da öğretmeyi dilemektedir.
Savaş
alanında iki topluluğun karşılaştığı gün yenilip kaçanların içlerinde
bulunanı yüce Allah biliyordu. İşledikleri bir günah yüzünden zaaf gösterip
geri dönmüşlerdi. Bu yüzden ruhları sarsılmıştı. Şeytan da bu gedikten
ruhlarına musallat olmuş ve onları kaydırmak istemişti. Onlar da kayıp düşmüşlerdir:
"İki
topluluğun karşılaştığı gün, savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı
günahkâr duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah yine de sizi
affetti. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve Halim'dir."
Bu
ayette, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kendilerini paylarından
yoksun bırakacağı düşüncesine kapıldıkları gibi ganimet arzusuna kapılan
okçulara özel bir işaret vardır. Yaptıkları buydu. Ve şeytan da bununla
onları kaydırmak istemişti.
Okçulara
işaret yanında; hata işleyen, gücündeki dayanıklılığı yitiren,
Allah'la olan bağını gevşeten ölçü ve dayanaklarını terkeden, Allah'la
bağını ve O'nun hoşnutluğuna olan bağlılığını bir kenara attığından
dolayı kuşku ve vesveselere geniş bir alan bırakan her insan nefsinin düşeceği
durumu belirleyen genel bir tasvir söz konusudur burada. Böyle bir durumda şeytan,
bu nefsi etkilemek için kolaylıkla kendisine yol bulur. Bu nefsi taşıyan
insanı dayanaktan yoksun bırakır artık.
Peygamberlerle
birlikte düşmanlar karşısında savaşan ve sadece Rabb'e kul olanların öncelikle
günahlardan istiğfar etmesinin sebebi buydu. Bu istiğfar, onları Allah'a döndürmüş,
O'nunla bağlarını güçlendirmiş, kalplerindeki kararsızlığı silmiş, orâdaki
vesveseleri kovmuş, şeytanın girdiği, Allah'tan kopma, O'nun korumasından
uzaklaşma gediğini kapatmıştır. Çünkü şeytan; bu gedikten girerek
kendilerini kurtaracak koruyucudan fersah fersah uzaklaştırıp bataklıkta bir
başına bırakana kadar tekrar tekrar ayaklarını kaydırmaya çalışmaktadır.
Burada
yüce Allah, ràhmetinin kendilerine kavuştuğunu, şeytanın onları
kendisinden koparmaya izin vermediğini, dolayısıyle kendilerini bağışladığını
bildirmektedir. Burada kendisini onlara -Çok bağışlayan- Gafûr, ve Yumuşaklık
sahibi- Halîm olarak tanıtmakta. Ruhlarında O'na yönelme ve bağlılık olduğunu;
azgınlık, kopukluk ve kaçaklık duygusunun fıtratlarında olmadığını
bildiğini ve böylece hata işleyenleri kovmayıp onları cezalandırmada da
acele etmediğini bildirmektedir.
Ölüm
ve hayata ilişkin yüce Allah'ın kaderi ve bu konuda kâfir ve münafıkların
kötü düşüncelerinin gerçek mahiyetinin açıklanması, müminlere bunlar
gibi düşünmemelerine ilişkin bir çağrıyla son bulmaktadır. Ayetlerin akışı
müminleri, başka değerlere, acı ve fedakarlıkları daha iyi değerlendiren
ölçülere yöneltmektedir:
"Ey
müminler, yolculuğa çıkan ya da savaşan kardeşleri hakkında `Eğer onlar
yanımızda olsalardı ölmezlerdi ya da öldürülmezlerdi' diyen kafirler gibi
olmayız. Allah bu asılsız saplantıyı onların kalplerine çöreklenen acı
bir hayıflanmaya dönüştürdü. Oysa can veren de öldüren de Allah'tır. Hiç
kuşkusuz Allah yaptıklarınızı görür."
"Eğer
Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz Allah'tan gelecek. olan bağışlanma
ve rahmet onların biriktirdikleri dünya nimetlerinden daha hayırlıdır.
Kuşku
yok ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız."
Bu
ayetlerin, savaş konusuyla olan ilişkilerinden de anlaşılacağı gibi bu sözler,
savaş öncesinde geri dönen münafıklar ile müslümanlarla ilişki ve yakınlıkları
bulunan ve ancak henüz İslâm'a girmemiş Medine'li müşriklere aittir. Böylece
bu müşrikler, Uhud'da şehid düşenlerin yakınlarının kalplerine; hasret
ve öldürülmelerinin, savaşa çıkmalarının sonucu olduğuna ilişkin bir
duyguyu yaymaya çalışıyorlardı. Kuşkusuz bu tür fitneler ve kanlı
hicranlar müslüman saflarda; karışıklık ve çalkalanmalara neden olur. Bu
yüzden düşünceleri düzeltmek ve tuzakları kuranların boyunlarına geçirmek
için bu Kur'anî açıklama yer almaktadır.
Kafirlerin
"Eğer yanımızda olsalardı ölmez veya öldürülmezlerdi" sözleri;
bolluğu ve darlığıyla tüm hayat ve hayattaki olaylara yön veren kanunlara
ilişkin akide sahibi ile ondan yoksun olanın düşünceleri arasındaki temel
farkı ortaya çıkarmaktadır. Akide sahibi, Allah'ın kanunlarını kavramış,
O'nun iradesini algılamış ve O'nun kaderine güvenmiştir. Allah'ın yazdığından
başkasının kendisine isabet etmeyeceğini çok iyi bilmektedir.
Başına
birşey gelmişse bu onun kendi hatasından kaynaklanmaktadır. Kendisi için
takdir edilmeyen bir şeyin de başına gelmesi söz konusu değildir. Bu yüzden,
zorluk anında feryadı basmadığı gibi bolluk karşısında da şımarmaz. Ne
bunun ne de şunun için ruhunda bir sıkıntı hissetmez. İş olup bittikten
sonra, "bu şekilde" korunmak ya da "şöyle" kazanmak için
"böyle" yapmadığına üzülmez. Değerlendirme, planlama, görüş
bildirme ve danışmanın zamanı harekete geçmeden öncedir. Kendi bilgisi ve
Allah'ın emir ve nehiylerinin sınırları içinde değerlendirip plânladıktan
sonra harekete geçtiğinde meydana gelen herşeyi; güven, hoşnutluk ve
teslimiyetle karşılar. Çünkü mümin, meydana gelen herşeyin Allah'ın
kaderi, planı ve hikmeti uyarınca meydana geldiğine inanmaktadır. Bütün
sebepleri bizzat yerine getirmiş olsa da herşeyin Allah'ın takdir ettiği şekilde
olacağına kanidir. Bu şekilde teslimiyet, görevi yerine getirmek ve tevekkül
arasındaki denge sayesinde insanın adımları doğrulur ve vicdanı huzura
kavuşur. Ancak; kalbini Allah hakkındaki bu dosdoğru düşünceden yoksun bırakana
gelince o, sürekli bir kararsızlık ve bunalım içindedir. Daima "şayet..",
"olmasaydı..", "keşke olsaydım..." ve "eyvah..
"lar içinde bocalamaya mahkumdur.
Yüce
Allah -müslüman kitleyi eğitmek için, Uhud savaşı ve orada müslümanların
başına gelenlerin gölgesinde- onları, rızık elde etmek için yeryüzünde
dolaşırken veya cihada çıkıp savaş esnasında öldürülen bir yakınlarından
dolayı üzüntüye kapılan kafirler gibi olmaktan sakındırıyor.
"Ey
müminler; Yolculuğa çıkan ya da savaşa katılan kardeşleri hakkında `Eğer
onlar yanımızda olsalardı ölmezlerdi veya öldürülmezlerdi' diyen kafirler
gibi olmayınız."
Bu
sözü, evrende meydana gelen şeyler ve bunlar üzerinde etkin güç olan Allah
hakkındaki bozuk düşüncelerinden dolayı söylüyorlar. Çünkü bu
kafirlerin Allah ve O'nun hayata egemen kaderiyle bağları kopuk olduğundan görünen
sebepler ve yüzeysel koşullardan başka birşey görmeleri mümkün değildir.
"...Allah
bunu kalplerinde bir hasret olsun diye bıraktı..."
Kardeşlerinin
rızık elde etmek için yeryüzünde dolaşmaya çıkmalarının sonucu öldükleri
ya da savaş ve çarpışmadan ötürü öldürüldüklerine ilişkin duyguları...
Ölüm veya öldürülmelerinin nedeninin bu yeryüzüne çıkış olayı olduğuna
dair inançları sonucu çıkmaktan alıkoymadıklarına üzülmelerini sağlamaktadır.
Gerçek nedenin; ecelin gelmesi, ölüm çağrısı, Allah'ın takdiri, ölüm
ve hayat hakkındaki kanunu olduğunu bilselerdi üzülmezlerdi. İmtihanı sabırla
karşılayıp hoşnutlukla Allah'a yönelirlerdi.
"Oysa
can veren de öldüren de Allah'tır."
Hayatı
vermek, kararlaştırılan bir zamanda, belirlenen bir ecelle ister evlerinde
veya ailelerinin yanında ister rızık elde etmek ya da akide için savaş
meydanında olsunlar insanlara verdiğini almak Allah'ın elindedir. Herşeyden
haberdar olan O'dur, herşeyi bilip gören O'dur, ceza ve karşılık da O'nun
katındadır.
"Hiç
kuşkusuz Allah yaptıklarını görür."
ÖLÜM
OLGUSU
Buna
göre iş, ölüm veya öldürülme ile bitmiyor, son nokta burası değildir.
Şu halde yeryüzündeki hayat yüce Allah'ın insanlara bahşettiği nimetlerin
en iyisi değildir. Başka değerler; Allah katında daha üstün değerler vardır:
"Eğer
Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz Allah'tan gelecek olan bir bağışlanma
ve rahmet onların biriktirdikleri dünya nimetlerinden daha bayırlıdır."
"Kuşku
yok ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız."
Allah
yolunda ölmek ve öldürülmek -bu şartla ve bu itibarla- hayattan, insanların
hayatta elde ettikleri mal, makam, güç ve dünya metaından daha iyidir. Çünkü,
arkasında gelen Allah'ın bağışlaması ve merhameti vardır. Bunlar insanların
elde ettiklerinden daha iyidir. İşte Allah, müminleri bu bağışlanma ve
merhamete yöneltmektedir. Bu noktada onları, kişisel üstünlüklere ve beşerî
değerlere terk etmiyor. Allah'ın yanında bulunanlara da teslim ediyor bizzat
kalplerini, kendi rahmetine bağlıyor. Bu da insanların tüm topladıklarından
kalplerin bağlandığı tüm değerlerden daha iyidir kuşkusuz.
Herkes
Allah'a dönecektir. İster yataklarında veya yeryüzünde dolaşırken ölsünler,
ister meydanda çarpışırken öldürülsünler; her durumda O'nun huzurunda
toplanacaklardır. Bunun dışında dönecekleri, bundan başka varacakları bir
yer yoktur. O halde oradaki farklılık; yapılan iş, niyet, yöneliş ve
ilgide söz konusu olabilir. Sonuç ise hep birdir; gerek ölmek, gerekse
kesinleşmiş zamanda ve belirlenmiş sürede öldürülmek şeklinde olsun
Allah'a dönülecektir. Ve toplanma gününde O'nun huzurunda toplanılacaktır.
Dolayısıyla herkesi bekleyen son; Allah'ın bağışlaması ve merhameti ya da
öfke ve azabı olacaktır. Ahmakların ahmakı; her durumda öleceği halde,
kendine kötü sonucu seçendir.
Böylece
kalplerde, ölüm, hayat ve Allah'ın kaderinin gerçek mahiyetleri yer
etmektedir. Bu şekilde kalpler, beraberinde kaderin hareket ettiği imtihan,
kaderin arka plânındaki hikmet ve imtihan sonrasındaki mükafatla tatmin
olmaktadır. Bununla da, savaştaki olaylar ve bu olayların doğurduğu şartlar
arasında yapılan gezinti son bulmaktadır.
PEYGAMBERİN
ŞAHSİYETİ
Daha
sonra ayetlerin akışı, yeni bir konu ile sürüyor. Bu akışın eksenini de
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kişiliği, yüce peygamberlik
gerçeği, bu yüce gerçeğin müslüman ümmetin hayatındaki değerï ve bu
sayede yüce Allah'ın bu ümmete bahşettiği rahmetin tecelli etmesi oluşturmaktadır.
Bu eksenin etrafında, müslüman kitlenin hayatının düzenlenmesi ve bu düzenin
temellerine ilişkin İslâm metodundan ve İslâm düşüncesi ile onun dayandığı
gerçeklerden, genel anlamda bu düşüncenin ve bu metodun insan hayatındaki
değerinden oluşan başka çizgiler de yer almaktadır.
159-
Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert, katı
kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla,
kendileri için Allah'tan af dile, yapacağın işler hakkında onların görüşlerini
al, ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine
dayananları sever.
160-
Eğer Allah size yardım ederse sizi hiç kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü
bırakırsa O'ndan başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece Allah `a
dayansınlar.
161-
Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk yapması söz konusu değildir.
Kim bir yolsuzluk yaparsa kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak gelir.
Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak verilir, hiç kimseye haksızlık
edilmez.
162-
Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur
mu? Onun varacağı yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir varış yeridir!
163-
Onların Allah katındaki dereceleri farklıdır. Allah onların neler yaptıklarını
görmektedir.
164-
Allah, müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta
bulundu. Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor,
kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık
içinde idiler.
Bu
bölümde yüce peygamberlik gerçeği eksenine sıkı sıkıya bağlı birçok
temel gerçeği ve aynı zamanda kısa ifadelerin içerdiği büyük esasları görürüz.
Öncelikle Peygamber'in (salât ve selâm üzerine olsun) ahlâkında, kalplerin
üzerinde toplanması, ruhların etrafında birleşmesi için hazırlanan şefkatli,
hoşgörülü, yumuşak ve güzel tabiatın da somutlaşan ilahi rahmeti görürüz.
Aynı zamanda, İslâmî toplum hayatının dayandığı temelin şûra olduğunu
ve bunun sonucunun dış görünüşü bakımından acı da olsa yeri geldikçe
emredildiğini görürüz. Şûra ilkesinin yanında, verilen kararın büyük
bir kararlılık ve kesinlikle uygulanması ve yürütülmesi ilkesini görürüz.
Şûra ve uygulamanın yanında, tasavvur, hareket ve düzenlemeyi tamamlayan
Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yeraldığını görürüz. Ayrıca Allah'ın
çizdiği kaderi görürüz. Herşeyin neticede O'na döneceğine vakıf oluruz.
Olaylar ve sonuçları üzerinde kendisinden başka hiçbir etken gücün
bulunmadığı gerçeğini de kavrarız. Ganimet konusunda; ihanet, hile ve
ihtirastan sakındırmanın yeraldığını görürüz. Değerlerin, ölçülerin,
kazanç ve zararın gerçeğini ortaya çıkaran Allah'ın hoşnutluğuna
uyanlar ile O'nun hışmına uğrayanların arasındaki kesin farkı gördüğümüz
gibi... Bölüm, bu ümmete peygamberini göndermekle yüce Allah'ın yaptığı
iyiliğin yüceliğini göstermekle son buluyor. Öyle ki bu iyiliğin yanında,
ganimetler gibi çekilen acılar da çok küçük kalır.
Evet
bütün bu hususlar şu az sayıdaki ayette toplanmıştır:
"Allah'tan
gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli
biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla.
Kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini
al. Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine
dayananları sever."
Ayetlerin
akışı burada Resulullah'a ve O'nun şahsında da Medine'den çıkmak için başta
öne atılan, sonra safları karışan ve böylece savaş öncesinde üçte biri
geri dönenlere, hitabını tevcih etmektedir. Bunlar daha sonra O'nun emrine
karşı gelmiş, ganimet arzusuna yenik düşmüş ve Resulullah'ın öldürüldüğüne
ilişkin söylenti karşısında zayıflık göstermişti. Yine bunlar yenilerek
topukları üzerinde geri dönmüş, O'nun az kişiyle başbaşa ve yara bere içinde
peşlerinde çağırır halde bırakıp, buna rağmen hiç kimseye dönüp
bakmamış kişilerdi. Peygamberin gönlünü hoş tutmak, müslümanların da
Allah'ın nimetini anlamalarını sağlamak için onlara yönelmekte ve çevresinde
kalplerin toplandığı Peygamberin yüce ve şefkatli ahlâkında somutlaşan
Allah'ın rahmetini O'na ve onlara hatırlatmaktadır. Böylece O'nun kalbindeki
gizli rahmeti harekete geçirmekte ve bu davranış sonucu kalbinde yereden kırgınlığı
da gidermektedir. Müminlerin de, bu şefkatli peygamberle kendilerine ulaşan
ilahi nimeti duyumsamalarını sağlamaktadır. Sonra Peygamber'i, onları
affetmeye, onlar için bağışlanma dilemeye ve meydana gelen sonuçtan ötürü
İslâmî hayatın bu temel ilkesini iptal etmeksizin her zaman olduğu gibi
onlarla müşavere yapmaya çağırmaktadır.
"Allah'tan
gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli
olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı."
Bu
O'nu ve onları kuşatan Allah'ın rahmetidir. Yüce Allah, Peygamberini müminlere
karşı şefkatli ve son derece yumuşak kılmıştır. Şayet kaba ve katı
kalpli olsaydı etrafında kalpler birleşmez ve çevresinde duygular toplanmazdı.
Çünkü insanlar sürekli; şefkatli üstün bir gözetime, güler yüzlü bir
hoşgörüye, kendilerini saran bir sevgi atmosferine, bilgisizlikleri, zayıflık
ve eksiklikleri yüzünden sıkmayan bir yumuşaklığa ihtiyaç duyarlar. Ayrıca,
kendilerine veren; ancak onlardan birşey beklemeyen, üzüntüleriyle ilgilendiği
halde kendi derdiyle onları üzmeyen, yanında her zaman, ilgi, gözetim, şefkat,
hoşgörü, sevgi ve hoşnutluk buldukları büyük bir kalbe muhtaçtırlar.
İşte Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kalbi böyle bir kalpti
ve insanlarla birlikte böyle yaşıyordu. Bir kerecik olsun kendi şahsı için
onlara kızmadı. Beşeri zaaflarından dolayı onlara karşı kalbinde bir sıkıntı
hissetmedi. Hayatın nimetlerinden hiçbir şeyi kendine mal etmedi; aksine,
elinde ne varsa hepsini büyük bir hoşgörü ve cömertlikle onlara verdi.
Yumuşaklık, iyilik, şefkat ve yüce sevgiyle onları sardı. O'nunla konuşan,
O'nu gören hiç kimse yoktur ki, kalbi O'nun büyük ve geniş gönlünden fışkıran
sevgi duygularıyla dolmasın.
Bütün
bunlar O'na ve ümmetine Allah'ın bir rahmetiydi. Yüce Allah, bütün bunları,
bu ümmetin hayatı ve dilediği düzeni yerleştirmek için hatırlatmaktadır.
İSTİŞARE
ETME
"...Onları
bağışla, kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında
onların görüşlerini al."
"Yapacağın
işler hakkında onların görüşlerini al."
Yüce
Allah şu kesin ayetle İslâm toplumunun yöneticisi Hz. Muhammed (salât ve
selâm üzerine olsun) de olsa, yönetimde "şûra" ilkesini getirmiş
oluyor. Bu ayet, müslüman ümmet için "şûra"nın temel bir ilke
olduğu ve İslâm düzeninin bundan başka bir ilkeye dayanmadığı konusunun,
hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin olduğunu vurgulamaktadır.
"şûra"nın şekline ve gerçekleşme yöntemlerine gelince; bunlar,
ümmetin durumu ve hayat şartlarına uygun olarak değişebilirler. Çünkü
"şûra" gerçeğinin -göstermelik değil- uygulandığı her yöntem
İslâm'dandır.
Bu
hüküm, "Şûra" ilkesinin görünürde acı ve tehlikeli sonuçları
ortaya çıktıktan sonra gelmektedir. Açık sonuçlarından biri de, müslüman
saflarda bozulmanın ve görüş ayrılıklarının baş göstermesiydi. Müslümanların
bazıları Medine'de kalıp düşmanın saldırmasını beklemeyi ve sokak başlarında
onlarla savaşmayı öngörüyordu. Başka bir topluluk da cesaret gösterip düşmanı
karşılamaya çıkma görüşündeydi. Bu görüş ayrılığının sonunda,
safta bozulma baş göstermişti. Çünkü düşman kapıya dayanmışken
Abdullah bin Ubey bin Selul askerin üçte biriyle geri dönmüştü. -Kuşkusuz
bu, büyük olay ve korkunç bir bozulmaydı: Ayrıca uygulanan taktik; görünüş
itibariyle de askerî açıdan sağlıklı bir taktik değildi. Nitekim bu
taktik, Abdullah b. Ubey'in dediği gibi eskiden beri uygulanan Medine'yi içerden
savunma taktiğine de uymuyordu. Müslümanlar daha sonra meydana gelen Ahzap
(Hendek) savaşında bunun tersini uygulamış ve fiilen Medine'de beklemişlerdi.
Uhud'da başlarına gelenden ders alarak "Hendek" kazıp, düşmanı
karşılamaya çıkmamışlardı.
Kuşkusuz
Resulullah, Medine'nin dışına çıkmakla, müslüman safları bekleyen
tehlikeli sonuçtan habersiz değildi. Kesinlikle doğru olduğunu bildiği sadık
bir rüya görmüş ve bu yüzden Medine'de kalma taraftarı idi. Ailesinden
birinin, arkadaşlarından bir kaçının öldürülmesine ve Medine'yi de sağlam
bir zırha yormuştu. Kuşkusuz "şûra" sonucu kararlaştırılan görüşü
benimsemeyebilirdi. Ancak, gerisindeki acıları, zararları ve kurbanları gördüğü
halde bu "şûra"daki görüşe uydu. Çünkü bir ilkenin yerleştirilmesi,
bir kitlenin eğitilmesi ve bir ümmetin terbiye edilmesi geçici zararlardan
daha önemlidir.
En
sakıncalı şartlarda meydana getirdiği bölünme ve savaş sonunda çekilen
bunca acıları doğurması karşısında; Nebevî komuta, savaştan sonra
"şûra" ilkesini tümden atma yetkisine sahipti yine kuşkusuz. Ancak
İslâm, bir ümmet oluşturuyordu, onu eğitip insanlığa önderlik yapmaya
hazırlıyordu. Ve yüce Allah, toplumları eğitmek ve onlara gerçek önderliği
hazırlamak için, en iyi yöntemin "şûra"ya başvurması olduğunu
benimsetiyordu. Bunu sağlamak için sorumluluk taşımaya alıştırmak ve (ne
kadar büyük, sonuç bakımından ne kadar acı da olsa) hatalarını düzeltmelerini
öğretmek, görüş ve uygulamasının sorumluluğunu taşımasını
bilmelerini sağlamak için hata da işlenebileceğini biliyordu. Çünkü hata
işlenmedikçe doğru, gerçek anlamda bilinemez. Alıştırılmış ve
sorumluluğunun bilincine vardırılacak bir ümmetin inşası söz konusu
olunca, zararlar önemsenmez. Halâ bir ümmet vesayet altındaki bir çocuk
gibi hayatını sürdürüyorsa bunun hayatındaki hatalar, kaymalar ve zararlar
ona bir şey kazandırmıyor, demektir. Bir insanın zararlardan sakınması ona
birtakım maddi kazançlar sağlayabilir. Ancak bu insan ruhsal olarak
kaybedecektir. Gelişimi ve eğitimi sekteye uğratacaktır. Pratik hayattaki
dayanıklılığı bakımından kaybedecektir. Tıpkı, kayıp düşmemesi ya da
-Örneğin- ayakkabısını yıpratmaması için yürümekten alıkonulan çocuk
gibi...
İslâm
bir ümmet inşa edip eğitiyordu. Onu önderlik makamına hazırlıyordu. Bu
nedenle, olgunlaşıp pratik hayattaki davranışlarının üzerinden vesayetin
kaldırılması için Resulullah'ın hayatındaki pratik uygulama ile eğitilmeleri
gerekiyordu. Şayet olgun bir önderliğin varlığı "şûra"ya engel
teşkil etseydi, her yandan düşmanlar ve tehlikelerle kuşatılmış ve henüz
yeni olgunlaşmakta olan İslâm ümmeti için çok önemli bir sonucu
getirebilecek Uhud savaşı gibi en tehlikeli durumlarda buna başvurulmazdı.
Ve yine pratik ve fiilen ümmetin oluşmasına engel olsaydı, bunca tehlikeli
bulunan bir işte önderlik kurumu Şûra'dan bağımsız davranabilseydi ve
olgun bir önderliğin varlığı en tehlikeli işlerde "şûra"nın
yerini tutabilseydi, yüce Allah'tan vahiy alan Hz. Muhammed'in (salât ve selâm
üzerine olsun) varlığı müslüman ümmeti o gün "şûra" hakkından
yoksun kalmasına neden olabilirdi. Özellikle, müslüman ümmetin oluşması için
tehlikeli olan şartların gölgesinde ve beraberinde getirdiği bunca acıdan
sonra.. Ancak ilahi vahiye muhatab olan Hz. Muhammed'e, (salât ve selâm üzerine
olsun) bu tür olayların meydana gelmesi ve bunca olumsuz şartın varlığı
bile hakkı ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Çünkü yüce Allah, sonuç ne
olursa olsun, zarar ne derece büyük olursa olsun, saftaki bölünme ne kadar
tehlikeli olursa olsun, verilen kurbanlar ne denli acı verirse versin ve
tehlikeler her yanı sarmış da olsa en kritik işlerde bile "şûra"
ilkesinin uygulanmasının gerekli olduğunu biliyordu. Çünkü bunların hiçbiri,
pratik hayatta pişmiş, görüş ve uygulamanın sorumluluğunun bilincinde ve
farkında olan bir ümmetin oluşmasına engel teşkil edemezler. Bizzat böyle
bir ortamda bu ilahî emrin gelmesinin nedeni budur.
"Onları
bağışla, kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında
onların görüşlerini al."
Beraberinde
büyük tehlikeler getirse de bu ilkenin her koşulda yerleşmesi gerekir.
Uygulanışı sırasında meydana gelen tehlike son derece büyük olsa da, müslüman
ümmetin hayatında yer etmesi ve uygulanışı Uhud'daki gibi düşman kapıdayken
safta bölünmeye sebep olsa da, müslüman ümmetin hayatından bu ilkeyi kaldırmaya
ilişkin korkunç mazeretlerin geçersiz kılınması için... Çünkü doğru
yoldaki ümmetin varlığı bu ilkeye bağlıdır. Ve doğru yoldaki ümmetin
varlığı da yolda karşılaşılan diğer tüm zararlardan daha önemlidir kuşkusuz.
Üstelik
İslâm düzeninin gerçek görüntüsü, ayetin sonunu getirmeden tamamlanmış
olmuyor. Ayete baktığımızda görüşler arasında tercih yapmak, bazısını
uygulamadan alıkoymanın "şûra" ilkesinin yerine gelmesi için
yeterli olmadığını görürüz. Sonuçta Allah'a güvenip dayanmaktan alıkoymamalıdır
insanı.
"Ama
karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları
sever."
"şûra"nın
görevi, en isabetli görüşü ortaya çıkarmak, ortaya atılan ihtimallerden
birini seçmektir. İş bu noktaya varınca "şûra"nın rolü biter
artık "uygulama" fonksiyonu devreye girer.
Allah'a
güvenip dayanarak kararlaştırılan görüşü büyük bir azim ve kararlılıkla
uygulama işi, Allah'ın çizdiği kadere ve sonuçları dilediği gibi yönlendiren
Allah'ın iradesine bağlar.
Resulullah,
Rabbanî ve Nebevî zırhını giyerken, ümmete "şûra"yı yani görüş
bildirmeyi, en tehlikeli ve en büyük işlerde bile uygulama sorumluluğunu taşımayı
öğretiyordu. "şûra"dan sonra hareket etme, Allah'a güvenip dayandıktan
sonra (sonunu ve varacağı yeri bildiği halde) kendini Allah'ın kaderine
teslim etmekten ibaret ikinci zırhını da kuşanıyordu. Böylece çıkış
emri uygulandı. Resulullah eve girdi, nereye gittiğini, kendisini ve
beraberindeki arkadaşlarını bekleyen acıları ve kurbanları çok iyi bildiği
halde zırhını ve silahlarını kuşandı. Ardından Medine'nin dışına çıkmaya
taraftar olanlar, Resulullah'ı istemediği bir şeye zorladıklarına ilişkin
endişeleri ve tereddütleri ile düşmanı karşılamak veya Medine'de beklemek
konusunda dilediği gibi davranması hususunda Resulullah'ı serbest bırakmaları...
Evet böyle bir fırsatın doğması bile O'nun kararından döndürmeye
yetmedi. Çünkü O, onlara toplu bir ders vermek istiyordu. "şûra"
dersini, Allah'a güvenip dayanmak ve O'nun kaderine teslim olmakla beraber
azmedip kararlılık göstermek dersini de vermek istiyordu. Onlara "şûra"nın
bir zamanının olduğunu, bundan sonra tereddüte, görüş tercih etmeye ve görüşleri
yeni baştan değerlendirmeye yer olmadığını öğretmek istiyordu. Çünkü
bu, aceleciliğin, edilgenliğin ve bitmez tükenmez kararsızlığın
belirtisidir. Oysa yapılacak iş, görüş bildirip "şûra"ya başvurmaktır.
Allah'a güvenip dayandıktan sonra azim ve kararlılık göstermektir. Allah da
bunu seviyor:
"...Allah
kendisine dayananları sever..."
Allah'ın
ve O'nun taraftarlarının sevdiği dostluk, müminlerin özenle koruması
gereken dostluktur. Hatta bu, müminlerin ayırıcı özelliğidir. Allah'a güvenip
dayanmak, her işi sonuçta O'na döndürmek İslâm düşüncesinde ve İslâmî
hayatta beliren son denge çizgisidir. Bu, her işin Allah'a döneceğine ve
Allah'ın dilediğini yapabildiğine ilişkin büyük gerçekle birlikte hareket
etmektir.
Kuşkusuz,
bu "Uhud"dan çıkarılan büyük derslerden biridir. Herhangi bir çağda
yaşayan özel bir nesil için değil tüm müslüman nesiller için bir tecrübe
birikimidir.
Allah'a
güvenip dayanma gerçeğinin yerleşmesi ve sağlam temelleri üzerinde yükselmesi
için sûrenin akışı, zafer ve bozgun konusunda etkin gücün Allah'ın gücü
olduğunu, yardımın o'ndan bekleneceğini, yenilgi konusunda O'ndan korkulacağını,
yönelişin O'na olacağını, hazırlık yapıldıktan, sonuçtan el çekip onu
tamamen Allah'ın kaderine bağladıktan sonra O'na güvenilip dayanılacağını
bildirerek sürmektedir:
"Eğer
Allah size yardım ederse sizi biç kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa
O'ndan başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece Allah'a dayansınlar."
İslâm
düşüncesinde, Allah'ın kaderinin mutlak etkinliği ile bu kaderin insanların;
davranış, eylem ve işlerinin sonucunun gerçekleşmesi arasında şaşmaz bir
denge vardır. Yüce Allah'ın kanunu sonuçların sebeplerden sonra gelmesini
öngörmektedir. Ancak sonuçları doğuran bizzat sebeplerin kendisi değildir.
Müessir etken Allah'tır. Ve yüce Allah, kaderi ve iradesi uyarınca sonuçları
sebeplerden sonraya bırakmıştır. Bu yüzden insandan, görevini yerine
getirmesini, çaba sarf etmesini, gereken neyse onu yapmasını istemektedir.
Sonra da bunların miktarına uygun sonucu meydana getirmektedir.
Böylece
sonuçlar ve akıbetler, Allah'ın dilemesine ve kaderine bağlanmış olur.
Çünkü yalnızca O, birşeyin olmasına ve dilediği gibi oluşmasına izin
verir. Bu şekilde müslümanın düşüncesiyle eylemi arasında denge sağlanmış
olur. O, elinden geldiğince çalışır, çaba sarf eder, bunların sonucu
konusunda da Allah`ın kaderine ve iradesine bağlanır. Onun düşüncesinde,
sonuçlarla sebepler arasında kesinliğe yer yoktur. Hiçbir işte Allah'ı
zorunlu kılamaz.
İşte
burada ayet-i kerime, savaşın -hangisi olursa olsun- kaçınılmaz sonuçları
olan zafer ve yenilgi konusunda müslümanları, Allah'ın kaderine ve
dilemesine döndürmektedir. Onları Allah'ın iradesine ve gücüne bağlamaktadır.
Şayet Allah onlara yardım ederse kimse onları yenemez. Bu varlık aleminde
yaradan, tam ve mutlak bir gerçektir. Çünkü, Allah'ın kuvvetinden başka
kuvvet, O'nun gücünden başka güç ve O'nun dilemesinden başka dileyiş söz
konusu değildir. Herşey ve her olay O'ndan kaynaklanır. Ancak tam ve mutlak
gerçek olan bu anlayış, müslümanları metodu uygulamaktan, direktiflere
uymaktan, yükümlülükleri yerine getirmek ve çaba sarf etmekten alıkoyamaz.
Bütün bunlardan sonra da Allah'a güvenip dayanmak zorundadır müslüman:
"Müminler
sadece Allah'a dayansınlar."
Böylece
müslümanın düşüncesi, Allah'tan başkasından birşey isteme düşüncesinden
kurtulmuş olur. O, kalbini doğrudan varlık aleminde etkin olan güce bağlar.
Böylece zafer, korunma ve sığınma için ham hayallerden ve boş sebeplerden
elini çeker. Sonuçların meydana gelişinde varılacak noktanın gerçekleşmesinde
ve her işi hikmeti uyarınca plânlamasında yalnızca Allah'a güvenip dayanır.
Bundan sonra da her ne şekilde olursa olsun, Allah'ın takdiriyle meydana gelen
herşeyi içtenlikle kabul eder.
Bu
teslimiyet İslâm'ın dışında olan her insan kalbinin tanımadığı olağanüstü
bir dengedir.
Daha
sonra ayet-i kerime; emanete, yönetime, ihanetten sakındırma, hesap gününü
hatırlatma ve ruhları hırpalamadan görevi yerine getirmeye sevk etme
konusunda bu eksenden çizgiler uzatmak için Nübüvvete ve onun ahlâki, özelliklerine
dönmektedir:
"Hiçbir
peygamberin kamu mallarında yolsuzluk yapması söz konusu değildir. Kim bir
yolsuzluk yaparsa kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak gelir. Sonra
herkese kazandığı eksiksiz olarak verilir, hiç kimseye haksızlık
edilmez."
Okçuların
dağdaki mevzilerini terk etmesinin nedenleri arasında, Resulullah'ın
ganimetten kendilerine pay ayırmayacağı endişesi de yer almaktaydı. Aynı
şekilde bazı münafıklar daha önce "Bedir" ganimetlerinden bir kısmının
saklandığını söylemiş ve bu konuya Resulullah'ın ismini de karıştırmaktan
çekinmemişlerdi.
İşte
burada surenin akışı, bütün peygamberlerin ihanet etme ihtimalini ortadan
kaldıran bir hüküm yerleştirmektedir. Yani mallardan veya ganimetten
herhangi bir şeye el koymaları, askerden bazısına pay ayırmadan diğerleri
arasında paylaştırmaları, yahut herhangi bir şeye ihanet etmelerinin söz
konusu olmayacağını bildirmektedir:
"Hiçbir
peygamberin kamu mallarında yolsuzluk yapması söz konusu değildir."
Olur
şey değil. Kesinlikle hiçbir peygamberin özellik, tabiat ve ahlâkında böyle
bir şeyin olması mümkün değildir. Buradaki olumsuzluk, eylemin meydana geliş
ihtimaline ilişkindir. Helallığını ya da olabilirliğini yasaklamak için
değildir. Çünkü peygamberin; güvenilir, adil ve tertemiz tabiatlı oluşu
başından itibaren ihanetin meydana gelmesine engeldir. Bir diğer kıraatte (Yeğullu)
fiili meçhul sığasıyla okunmaktadır. Bu durumda bir peygambere ihanet
edilmeyeceği ve ona uyanların kendisinden herhangi bir şey gizleyemeyeceği
anlamı ortaya çıkar. Dolayısıyla herhangi bir şeyde peygambere ihanet
etmeye nehyetme söz konusu edilmiş oluyor. Bu kıraat Hasan el-Basri'nin kıraatıdır.
Ardından,
emanete ihanet edenlere, kamu malından ya da ganimetten herhangi bir şey
gizleyenlere yönelen şu korkunç tehdit yer almaktadır:
"Kim
bir yolsuzluk yaparsa kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak gelir.
Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak verilir, biç kimseye haksızlık
edilmez."
İmam
Ahmed şöyle rivayet eder: Süfyan Zührî'den aktardı. O da Urve'nin şöyle
dediğini işitmişti. Ebu Hamîd es-Saîdî anlattı: Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) Ezd kabilesinden İbn-i Uteybe adında birini zekâtları
toplamak için görevlendirdi. Adam gelip şöyle dedi: "Bunlar sizin,
bunlar da bana hediye edildi. Bunun üzerine Resulullah mimbere çıktı ve şöyle
dedi: `Bu iş için görevlendirdiğimiz görevliye ne oluyor da, bunlar sizin,
bunlar da bana hediye edildi' diyor. Babasının ya da anasının evinde oturup
bekleseydi bunlar hediye edilecek miydi? Muhammed'in nefsi elinde olana and
olsun ki sizden biriniz ondan birşey götürürse kıyamet günü hayatında götürdüğü
o şeyle gelir. Ya bağıran bir deve, ya böğüren bir sığır ya da meleyen
bir koyunla gelir. Sonra biz koltuklarının altını görene kadar iki elini
kaldırdı. Sonrada üç kere şöyle dedi: "Allah'ım tebliğ ettim
mi?" (Buhari-Müslim)
Bir
başka rivayette İmam Ahmed kendi isnadiyle Ebu Hüreyre'den şöyle nakleder:
"Birgün
Resulullah aramızdayken ayağa kalktı ve emanetten sözetti. Emanete ve onu
korumaya büyük önem verilmesini istedi. Sonra da şöyle buyurdu: `Sizden
birinizin boyunda bağıran bir deve olduğu halde gelip `Ya Resulullah yardım
et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam, çünkü
sana tebliğ etmiştim' diyeceğim. `Sizden birinizin boynunda kişneyen bir at
olduğu halde gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a
karşı sana hiçbir şey yapamam. Çünkü sana tebliğ etmiştim' diyeceğim.
Sizden birinizin boynunda altın ve gümüş olduğu halde gelip `Ya Resulullah
yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam,
çünkü sana tebliğ etmiştim' diyeceğim." ( Buhari-Müslim)
İmam
Ahmed kendi isnadiyle Adiyy b. Umeyre el-Kindî'den şöyle rivayet eder:
"Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyurdu: `Ey insanlar sizden kimi bir
konuda vazifelendiririz de bu kişi bir iğne dahi gizlerse bu emanete
ihanettir. Kıyamet günü bununla getirilir.' Adiyy der ki: Ensardan siyah
derili biri kalktı -mücahid der ki: O Sa'd bin Ubade idi. Şu an O'nu görür
gibiyim ve O `Ya Resulullah benden verdiğin işi geri al' dedi. Resulullah `Niçin?'
diye sorar. Adam `Şöyle şöyle dediğini işittim' der. Resulullah bunun üzerine
şöyle buyurdu: `Aynı şeyi şimdi de söylüyorum. Kimi bir işe görevlendirdiğimizde
az çok ne varsa getirsin. Verileni alsın, verilmeyeni bıraksın " (Müslim-Ebu
Davud değişik yollardan İsmail b. Ebu Raf'den rivayet etmişler.)
İşte
Kur'an ayetleri ve hadisi şerifler müslüman kitlenin eğitimindeki
fonksiyonlarını böyle icrâ edip onu hayret verici bir noktaya getirdiler.
Onları insanlar içinde benzeri görülmemiş bir şekilde emanete riayet eden,
takva sahibi ve her ne şekilde olursa olsun emanete ihanet duygusundan uzak bir
topluluk halinde yetiştirdiler. Müslümanlar arasında en basit bir insan bile
ganimet olarak eline geçen çok kıymetli bir şeyi alırken, hiç kimse görmediği
halde, getirip komutanına teslim edebiliyordu. Müslüman, Kur'an'ın ürkütücü
nassına muhatap olmaktan ve kıyamet günü peygamberinin kendisini sakındırdığı
korkunç ve utandırıcı durumla karşılaşmaktan korktuğu için bu konuda
nefsinde olumsuz bir duyguya yer açmazdı. Müslüman, bu gerçeği pratik
olarak yaşıyordu. Ahiret O'nun duygularında yereden bir olguydu. Müslüman
heran kendisini, peygamberinin ve Rabbinin karşısında görüp kötü duruma düşmekten
titizlikle korunuyordu. Çünkü ahiret, yaşadığı bir gerçekti, uzak bir
vaad değil. Hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, herkese kazandığının
verileceğini ve kimseye haksızlık edilmeyeceğini çok iyi biliyordu.
İbn-i
Cerir Taberi tarihinde şöyle anlatır: "Müslümanlar Medain şehrine
girip ganimetleri topladıklarında adamın biri beraberinde bulunan bir malı
getirip ganimetleri toplayan kişiye verdi. Ganimetleri toplayan kişiyle orada
bulunanlar `Bunun gibisini görmedik. Yanımızda bulunanlar değil buna denk
olsunlar, yanına bile yaklaşamazlar. Adama bundan birşey aldın mı?'
dediler. `Allah'a andolsun ki onun korkusu olmasaydı bunu asla getirmezdim'
dedi. Bunun üzerine adam da bir özellik olduğunu anlamadılar ve `Kimsin?'
dediler. `Adımı sizi beni övmemeniz için sizden başkasına da beni
methetmemeleri için söylemem; Ancak Allah'a hamd eder O'nun sevabıyla
yetinirim' dedi. Peşine bir adam taktılar ve arkadaşlarına gidip kim olduğunu
soruşturmasını istediler. Böylece bu kişinin Amr b. Abdi Kay olduğunu öğrendiler."
(Taberi Tarihi c.4, s.16)
İşte
İslâm, müslümanları bu olağanüstü eğitim yöntemiyle eğitiyordu. Öyle
ki bu konuda anlatılanlar nerdeyse efsane sayılacak derecededir.
Daha
sonra ayetin akışı ganimet ve ihanet konusundan, değerlerin ölçülmesine
geçiyor. Mümin kalbin ilgilenip uğraşmasına yol açan gerçek değeri
bildiriyor:
"Allah'ın
rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun
varacağı yer Cehennemdir. Orası ne kötü bir varı ş yeridir."
"Onların
Allah katındaki dereceleri farklıdır. Allah onların neler yaptıklarını görmektedir."
Bu,
gölgesinde ganimetlerin ve çeşitli malların çok küçük kaldığı bir değişimdir.
Ayrıca, kalplerin eğitimi, önem verdiği şeylerin yükseltilmesi, ufkunun
genişlemesi ve asıl meydandaki gerçek yarışı göstermesine ilişkin olağanüstü
eğitim metodundan bir temas örneğidir:
"Allah'ın
rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun
varacağı yer Cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir."
İşte
"değer" budur. İlgi ve seçim alanı burasıdır. Kâr, zarar ortamı
burasıdır. Àllah'ın hoşnutluğuna uyan ve onunla kurtuluşa erenle, O'ndan
yüz çevirip Allah'ın hışmına uğrayarak böylece Cehenneme (o kötü dönüş
yerine) giden arasındaki fark ne kadar açıktır.
Bu
ayrı bir derece, bu da apayrı bir derece... Çok farklı şeyler...
"Onların
Allah katındaki dereceleri farklıdır."
"Herkes
derecesini, hak ederek elde edecektir. Ne bir haksızlık ne de bir kısma, ne
tolerans ne de fazlalık...
"Allah
onların neler yaptıklarını görmektedir."
Bölüm
asıl eksenine: Resulullah'ın kişiliğine, Risaletine ve O'nunla müminlere
yapılan iyiliğin büyüklüğüne dönerek son buluyor.
ALLAH'IN
LÜTFU
"Allah
müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta
bulundu. Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor,
kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık
içinde idiler."
Bu
bölümün şu büyük gerçekle; Peygamber'in (salât ve selâm üzerine olsun)
kişisel değeri onunla gerçekleşen ilahi lütfun büyüklüğü, şu ümmetin
inşasında, eğitim-öğretiminde, önderliğinde apaçık sapıklıktan, ilim
hikmet ve temizliğe dönüşümündeki rolünün gerçeğiyle son bulması...
Evet bu sonuç Kur'an'a özgü derin ve değişik işaretleri içermektedir.
Öncelikle
ganimetler, ganimet tutkusu, ganimete ihanet ve savaştaki durumun değişmesine,
zaferin yenilgiye dönüşmesine ve müslümanlara yapacağını yapmasına doğrudan
neden olan bu değersiz işle uğraşma konularına değinmektedir. Çünkü büyük
Risalet gerçeğine ve onda somutlaşan büyük lütfa yönelik işarette, gölgesinde
tüm yeryüzü ganimetlerinin, eşyalarının ve nimetlerinin anmaya ve değerlendirmeye
değmeyecek kadar değersiz ve önemsiz kaldığı, Kur'an'ın eşsiz eğitim
temaslarından derin bir temas yer almaktadır. Bu gerçeğin yanında mümin başka
şeyleri anmaktan utanır, bunları düşünmek bile yüzünü kızartır; nerde
kaldı ki bunlarla ilgilenmek söz konusu olsun.
Sonra
savaşta müslümanların başına gelen yenilgi, yara, acı ve zararlardan söz
edilmektedir. Çünkü böylesine büyük bir gerçeğe ve onda somutlaşan lütfa
değinmek, gölgesinde her türlü acının ve zararın yanında bütün
yaralanma ve kurbanların son derece küçük kaldığı Kur'an'a özgü olağanüstü
eğitim metodunun derin temaslarından biridir. Böylece lütuf tazim edilmekte,
müslümanların hayatındaki herşeye kesinlikle tercih edilen iyilik tamamen
belirginleşmektedir.
Sonra...
Bu lütfun müslüman ümmetin hayatındaki etkilerine işaret edilmektedir:
"Allah
müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta
bulundu. Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor,
kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık
içinde idiler."
Bu
da bir halden diğer bir hale, bir durumdan başka bir duruma ve bir dönemden
başka bir döneme geçişi ifade etmektedir. Böylece müslüman ümmet, bu değişimin
arka plânındaki yeryüzü tarihi ve insanlık hayatında bu ümmetten büyük
bir görev isteyen ve peygamber göndermekle ümmeti bu büyük göreve hazırlayan
Allah'ın kaderini kavramış olur. O halde böylesine önemli bir görevi
bulunan bir ümmetin şu önemli hedefin gölgesinde basit ve değersiz kalan şeylerle
kafasını meşgul etmesi uygun değildir. Şu büyük gayenin gölgesinde rahat
ve kolay görünen kurbanlar ve acılarla muzdarip olması yakışık almaz.
Bunlar,
ayetlerin akışında hatırlatılan bu lütfun akla getirdiği bazı
duygular... Tüm duyguları ve gölgeleriyle kuşatıcı Kur'an ayetini karşılayabilmek
için özetleyerek genel bir değiniyle yetiniyoruz:
"Allah
müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta
bulundu."
Yüce
Allah'ın içlerinden bir peygamber göndermesi ve bu peygamberin
"kendilerinden" olması büyük bir lütuftur. Celal sahibi Allah'ın
bazı yaratıklarına kendi katından peygamber göndermekle iyilikte bulunması
ancak Allah'ın kereminden fışkıracak bir lütuftur. Beşerin hiçbir davranışı
bu yüce lütfu karşılayamaz.
Yaratıklarının
hiçbirinden karşılık beklemeden sınırsız keremine gark eden yüce Allah'ın
onlara ayetlerini ve sözlerini anlatan bir peygamber göndermekle kendilerini
saran lütfu olmasaydı, şu insanlar ve şu yaratıklar ne yapabilirlerdi? Yine
yüce Allah bu şekilde onlara uyarıda bulunsun ve bu iyiliği yapsın?
Peygamberin
"kendilerinden" olması da bu lütfu arttırmaktadır.
"onlardan" denilmiyor. Çünkü Kur'an-ı Kerimin kullandığı
"kendilerinden" deyimi duygu ve anlam bakımından derin bir kapsayıcılığa
sahiptir.
Kuşkusuz
peygamberlerle müminler arasındaki bağ, ruhun bir diğer ruhla kurduğu bağdır;
bireyle tür arasındaki bağ değildir. Sorun peygamberin onlardan biri olmasıyla
bitmez. Sorun bundan çok daha köklü ve yücedir. Sonra, müminler peygamberle
kurdukları bu bağa ve Allah'ın bahşettiği yüce ufka iman sayesinde ulaşıp
yükselebilirler. Bu da müminlere büyük bir lütuftur. Peygamberin gönderilmesi,
ruhlarıyla peygamberlerin ruhu, kendisiyle peygamber arasında bu sevimli bağın
olmasına da somutlaşan bu iyilik böyle dahada artmaktadır.
Ardından
bu üstün iyilik, ruhlarında, hayatlarında ve tarihlerindeki pratik
etkileriyle daha bir belirginleşmektedir:
"Bu
peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor,
kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor."
Yüce
Allah'ın kendi katından kendilerine yüce sözleriyle hitap eden bir peygamber
göndermekle lütfettiği iyilik en büyük alanda belirginleşiyor.
"Onlara
Allah'ın ayetlerini okuyor."
İnsanın
yalnızca bu iyiliği düşünmesi bile Allah'ın huzurunda korkup titremesine
ve O'nun önünde eğilmesine, sonuçta da şükür ve namaz için secdeye
durmasına yeterlidir.
Şayet
yüce Allah'ın kendisine ikramda bulunduğunu, kendi sözleriyle hitab ettiğini,
kendi zatından ve sıfatlarından ilahlığın gerçek mahiyetini ve özelliklerini
öğretmek için hitab ettiğini insan anlarsa Allah'ın büyük ikramını
kavramış olur. Sonra kendisinden -şu insandan- şu zayıf ve cılız kuldan
onun hayatından, girinti ve çıkıntısından, hareket ve sessizliğinden söz
ettiğini, kendisini diriltecek kalbi ve durumu için en uygun olana ulaştırmak
için çağırdığını ve genişliği göklerle yer kadar olan Cennete davet için
hitap ettiği düşününce daha da iyi anlayacaktır konumunu...
Şu
kitaptan fışkıran fazilet, ihsan ve iyilikten başka nedir ki?
Kuşkusuz
yüce Allah, alemlerden müstağnidir. Zayıf insan ise fakir ve muhtaçtır.
Ancak yüce Allah, bu zayıf yaratığı kuşatıyor, iyiliğiyle sarıyor ve
davetiyle destek oluyor. İşte bu zengin zat, fakire hitab ediyor, onu davet
ediyor ve davetini tekrarlıyor. İkrama bakın... İlahi lûtfa bakın... Şükür
ve ifa ile ödenmeyen şu ihsana şu iyiliğe bakın...
"Onları
arındırıyor..."
Onları
temizlemekte, yüceltmekte ve arındırmaktadır. Kalplerini düşüncelerini ve
duygularını temizlemektedir. Evlerini, eşyalarını ve ilişkilerini
temizlemektedir. Hayatlarını, toplumlarını ve düzenlerini temizlemektedir.
Onları; çirkin putperestliğin, hurafe ve efsanelerin pisliğinden insanı ve
insanlığın anlamını alçaltan tören, arma, alışkanlık ve gelenekler
gibi sosyal hayattaki kirli izlerinden temizlemektedir. Cahiliyye hayatından ve
onun bulaştığı duygulardan, sembollerden, geleneklerden, değer ve
kavramlardan temizlemektedir.
CAHİLİYYET
DÖNEMİ
Her
cahili düşüncenin etrafına bulaştırdığı birtakım kirleri vardır.
Arapların da cahiliyyesi ve bundan kaynaklanan kirli davranışları vardı.
Bu
kirli davranışların bir kısmını, yanındaki müslüman muhacirleri
kendilerine teslim etmesi için gelen Kureyş'in iki elçisiyle Habeş kralı
Necaşî'nin huzurunda karşılaşırken, Necaşî'yle konuşan Cafer b. Ebu
Talib tavsif etmektedir:
"Ey
Kral biz cahiliyye mensuplarıydık. Putlara kulluk eder murdar eti yerdik. Fuhuş
yapar, akrabalık bağlarını keser komşulara kötülük yapardık. Bizden güçlü
olanlar zayıfları ezerdi. Yüce Allah bizden soyunu, doğruluğunu, güvenirliğini
ve iffetliliğini bildiğimiz bir Peygamber gönderene kadar böyle devam ettik.
Allah'ı birlememiz ve sadece O'na kullukta bulunmamız için bizi bir olan
Allah'a çağırdı. Bizim ve atalarımızın kullukta bulunduğu O'ndan başka
taştan putları bırakmamızı istedi. Doğru sözlü olmayı, emanete riayet
etmeyi, sıla-i rahime bağlı kalmayı, iyi komşuluk yapmayı ve haram şeylerden
ve kan dökmekten el çekmemizi emretti. Fuhuş yapmamızı, yalan söylememizi,
yetim malını yemememizi ve namuslu kadınlara iftira atmamızı yasakladı.
Allah'a
hiçbir şeyi ortak koşmadan, kullukta bulunmamızı namaz kılmamızı, zekat
verip oruç tutmamızı emretti..."
Cahiliyyedeki
iki cinsin ilişki şekillerini anlatan Aişe'nin (Allah O'ndan razı olsun) sözlerinde
bu kirli davranışlar belirmektedir. Nitekim Sahih-i Buhari'de de bu aşağılık
hayvani ve çirkin durum olduğu gibi anlatılmaktadır.
CAHİLİYYET
DÖNEMİNDE NİKÂH
"Cahiliyye
döneminde nikâh dört şekildeydi:
a)
Birisi, bu günkü insanların yaptığı gibiydi: Bir adam, birinin evlatlığı
veya kızını nişanlar, mehrini öder sonra da nikahlardı.
b)
Bir diğeri de, karısı hayızdan temizlenince adam karısına, falana git
onunla cimada bulun derdi. İlişkide bulunduğu adamdan hamile kaldığı anlaşılıncaya
kadar karısından uzak durur, ilişkide bulunmazdı. Hamile olduğu anlaşılınca
kocası isterse yaklaşabilirdi. Bunu daha çok cima' edilen adamın soyluluğunu
göz önünde bulundurarak yaparlardı. Bu nikaha "istibda" nikahı
denirdi.
c)
Bir diğer şekli de şöyleydi: On kişiden az olmamak üzere bir grup erkek
toplanır bir kadının yanına girerek herbiri onunla ilişkide bulunurdu.
Hamile kalıp doğurunca, doğumundan birkaç gece sonra onları çağırırdı.
Hiçbiri gelmemezlik edemezdi. Yanında toplanınca kadın onlara şöyle derdi:
`İşinizi biliyorsunuz. İşte doğum yaptım. Bu senin çocuğundur ey falan'
diye içlerinde sevdiği kişinin adını verirdi. Çocuğunu o adamın soyuna
katardı. Adam almamazlık edemezdi.
d)
Dördüncü nikâh şekli de; birçok kişi toplanır, bir kadının yanına
giderlerdi. Bu kadın geleni geri çeviremezdi. Bunlar fahişeydiler. Kapılarına
kendilerini tanıtan işaretler asarlardı. İsteyen bunların yanına
girebilirdi. Bunlardan biri hamile kalıp doğurunca yanına toplanırlardı.
Tecrübeli birini çağırarak çocuğun babasının tesbitinde bulunurlardı.
Çocuğu, tesbit edilen kişinin soyuna katarak çocuğa onun adını
verirlerdi. Bundan sonra çocuğu adamın oğlu diye çağırırlardı. Adam
bundan kaçınamazdı "
Bu
tablonun, insan düşüncesinin aşağılık durumu ve hayvanlara özgü bir
konuma düşmesini anlatması bakımından yoruma ihtiyacı yoktur. Bir insanın
karısını soylu bir çocuk için "falan"a göndermesi, düşünce
bakımından düşeceği en aşağılık durumdur. Tıpkı devesini veya kısrağını
ya da hayvanını iyi bir döl elde etmek için damızlık hayvana çektirmesi
gibi...
On
kişiden aşağı olmamak şartıyla bir grup insanın toplanması, birlikte bir
kadının yanına varması, "hepsinin de ilişkide bulunması" ve kadının
da çocuğunu onlardan birine nisbet etmesi... Ne aşağılık bir düşünce...
Ya
fahişeler -bu da dördüncü şekildi- kuşkusuz tamamen azgınlıktır. Çocuğun
fuhşu işleyen erkeklerden birine nisbet edilmesi de çabası. Adam çocuğu alırken
hiç utanmazdı. Almamazlık da edemezdi.
Bu
hâl, İslâm'ın Arapları temizleyip arındırdığı bir bataklıktır. İslâm
olmasaydı gırtlaklarına kadar batmışlardı bu bataklığa.
Cinsel
ilişkilerdeki bu çirkef, cahiliyyede kadına ilişkin aşağılık bakışın
sadece bir yönünü oluşturmaktadır. üstad Ebu'l-Hasan En-Nedvî "Müslümanların
Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" adlı değerli eserinde şöyle der:
"Cahiliyye
toplumunda kadın, hakları yenilen, malları elinden alınan, mirastan yoksun bırakılan,
boşandıktan ya da kocası öldükten sonra hoşlandığı biriyle evlenmekten
(Bakara suresi; 232) alıkonulan zayıf ve zulme uğrayan bir mal konumundaydı.
Eşya ve hayvan gibi miras kalırdı. (Nisa suresi; 19) İbn-i Abbas (Allah
O'ndan razı olsun) şöyle rivayet eder. "Bir kişinin babası veya kayınpederi
öldüğünde ölenin karısı üzerinde o kişi hak sahibi olurdu. İstese
tutabilir ya da mihrini alıp serbest bırakabilirdi. Ölünce de malına el
koyardı" Ata b. Rebah: "Cahiliyye devrinde biri ölüp karısı dul
kalsaydı, kadını içlerinden bir çocukla evlendirmek üzere tutarlardı."
der. Suddi şöyle der: "Cahiliyye devrinde adamın babası, kardeşi veya
oğlu ölür de bir kadın geride bırakırsa, varislerden biri önce davranıp
kadının üzerine elbisesini atar, kadını, ölen kocasının mihriyle nikâhlamaya,
veya başkasıyla nikahlayıp mihrini almaya hak kazanırdı. Ancak kadın daha
çabuk davranıp ailesinin yanına giderse kendi başının çaresine bakardı."
(Taberi tefsiri, c.4, s.308)
Cahiliyyede
kadın değersiz bir yaratıktı. Erkek onun bütün haklarından yararlandığı
halde o, hiçbir hakkını kullanamazdı. Mihri elinden alınır ve sırf zarar
vermek ve zulmetmek için bekletilirdi. (Bakara suresi; 231) Kocasından haksızlık
görür onun tarafından terk edilirdi. Bazan da askıda bırakılırdı. (Nisa
suresi; 129) Sırf erkeklerin yiyebildiği, kadınların tamamen yoksun bırakıldığı
bazı yiyecekler de mevcuttu.·(En'am suresi; 140) Bir erkek rahatlıkla dilediği
kadınla herhangi bir sınırlamaya maruz kalmadan evlenebilirdi. (Nisa suresi;
3)
Kız
çocuklarından duyulan nefret onları diri diri toprağa gömecek noktaya gelmişti.
Meydanî'nin anlattığına göre Heysem b. Adiy şöyle der: "Arap
kabileleri arasında kız çocuklarını diri diri toprağa gömme olayı geçerli
bir hadiseydi. Bu işi onda biri yapardı. İslâm geldiği zaman Araplar arasında
kız çocuklarının gömülmesi çerçevesinde farklı görüşler yaygındı.
Kimisi kıskançlıktan ve namuslarını korumaktan, onlardan dolayı gelecek
bir utançtan korunmak için kız çocuklarını gömerdi. Kimisi de mavi gözlü,
siyahî, cüzzamlı ve topalları uğursuz saydığından toprağa gömerdi. Bazısı
da geçim korkusundan ve fakirlik endişesinden öldürürdü çocuklarını."
İşte
böyle, bir zamanlar, görülmemiş bir acımasızlıkla kızlarını öldürüp
gömerlerdi. Babanın yolculuğu ya da bir işi nedeniyle gömme işi bazan
gecikirdi. Bu durumda çocuk, büyümüş, aklı ermişken gömülürdü. Böyle
yapanlar insanı ağlatacak kadar acıklı şeyler anlatmışlardır. Kızlarını
bir uçurumdan aşağı atanlar da olmuştur. (Bulüğel-İreb fi Ahval-il-Arap)
Cahiliyye'nin
çirkefleri arasında; -diğer tüm çirkeflerin temeli olan- Üstad Ebul Hasan
Nedvî'nin de kitabında ana hatlarıyla tasvir ettiği gibi aşağılık, basit
şirk ve putçuluk yer alırdı.
Millet
en iğrenç şekliyle putçuluk ve putlara kulluğun bataklığına dalmıştı.
Her kabilenin, her bölgenin, her şehrin hatta her evin özel bir putu
bulunurdu. Kelbî şöyle der: "Mekke'de her ailenin evinde kullukta
bulundukları bir putları olurdu. Yolculuğa çıkmak isteyen birinin en son
yaptığı şey putunu okşamak olurdu. Dönünce de evine girdiğinde ilk yaptığı
şey, önceki gibi putunu okşamaktı. (Kitabu'l Esnam) Putlara ibadette Araplar
o kadar ileri gitmişlerdi ki kimisi bu işe bir evi ayırırdı. Özel bir put
edinirdi. Bunlara gücü yetmeyense Kâbe'nin önüne ya da hoşlandığı
herhangi bir yere taş diker, sonra da Kâbe'yi tavaf eder gibi etrafında dönerdi.
Buna "ensab" derlerdi. Kâbe'nin içinde -sırf Allah'a kulluk için
kurulan bu evde- ve avlusunda üçyüz altmış tane put bulunurdu. (Buhari)
Putlara tapmaktan daha ileri giderek önlerine gelen taşa tapacak duruma gelmişlerdi.
Buharî, Ebu Recâ el-Utâridî'den şöyle rivayet eder: "Bizler taşlara
ibadet ederdik. Taptığımız taştan iyisini gördüğümüzde onu atar diğerini
alırdık. Taş bulamadığımız zaman da biraz toprak yığar, bir koyun
getirip sağardık, sonra da tavaf ederdik." (Buhari-Kitabu'l Esnam) Kelbî:
"Adam yolculuğa çıkardı. Bir yerde konakladığında dört tane taş alır,
içlerinde hoşuna gidene bakar, onu ilah edinirdi. Diğer üçünü de
tenceresine sacayağı yapardı. Yoluna devam edince de bırakıp giderdi"
der.
Her
çağda ve her yerde müşrik milletlerin tümünde olduğu gibi Arapların da
meleklerden, cinlerden ve yıldızlardan birçok ilahları vardı. Meleklerin
Allah'ın kızları olduğuna inanarak onları Allah katında şefaatçi
edinirlerdi. Onlara ibadet eder, Allah'ın katında aracı olduklarını düşünürlerdi.
Bunların yanında cinleri de Allah'a ortak koşarlardı. Herhangi birşeye güçlerinin
yettiğine herhangi bir şeyde etkilerinin olduğuna inanarak ibadet ederlerdi.
Kelbî şöyle der: "Huzâa kabilesinden Medih oğulları cinlere ibadet
ederdi. Said: Himyer kabilesi Güneşe, Kinane kabilesi Aya, Temim kabilesi
Debran'a, Lalım kabilesi ve cüzzam kabilesi Müşteri Yıldızına, Tay
kabilesi Süheyl'e, Kays kabilesi Şi'râ'ya (Sirius), Esed kabilesi "Utarid
Yıldızı'na" ibadet ederdi." der. (Tabakâtü'l Ümem, Es-Sâîd)
Bir
insanın putperestliğin, kalplerde ve pratik hayata yaydığı pisliği
bilmesi, İslâm'ın bu ulusu getirdiği aşamayı; gerek düşüncelerinde
gerekse hayatlarında giriştiği temizliği kavraması için bu ilkel ve iğrenç
putçuluğu incelemesi yeterlidir. İçine düştükleri pisliklerden biri de,
şehirlerinde ve sokaklarında başlıca övünç kaynakları olan; içki, kumar
ve genel uğraşlarıdır. Hiçbir zaman üstüne çıkamadıkları bu sınırlı
ve yerel düşüncenin özünü basit kan davaları gibi ahlâksal ve toplumsal
hastalıklar oluşturuyordu.
"Savaş
ve kan dökme" tehlikeli sayılmayacak kadar sıradan bir hal olmuştu
hayatlarında. Bekr kabilesi ile Tağlib b. Vail kabilesi arasında savaş baş
göstermiş, kırk sene oluk oluk kan akmıştı. Bunun nedeni de: Ma'd
kabilesinin başkanı Kuleyb'in, Munkiz'in kızı Besus'un devesinin memesine ok
atmasıyla kanın süte karışmasından başka birşey değildi. Cessas b. Mürre
Kuleyb'i öldürür, böylece Bekr ve Tağlib arasında savaş başlamış olur.
Kuleyb'in Mühellin'in dediği gibi; "Hayatı mahvetti. Anneleri çocuksuz,
çocukları da yetim koydu. Dinmez gözyaşları ve defnedilmeyecek kadar çok
ceset bıraktı "
"Dahis
ve Gabra savaşı da böyle. Bunun nedeni de; Kays b. Züheyr ile Huzeyfe b.
Bedr arasında düzenlenen bir yarış yapılıyordu. Kays'ın atı Dahis'i geçerken,
Esedîlerden birinin Huzeyfe'yi desteklemek amacıyla önüne çıkarak bir
tokat atması. Böylece onu oyalayarak yarışı kaybetmesini sağlamasıdır.
Arkasından öldürme ve intikam geldi. Esir alınanlar oldu. Binlerce insan bu
şekilde öldürülüp gitti."
Bütün
bu olaylar, bunların hayatlarının enerjilerini, böylesine basit ortamlarda
sarf etmelerini önleyecek büyük değerlerden yoksun olduğunun göstergesidir.
Çünkü, hayat için bir mesajları, beşeriyete sunacakları bir ideolojileri
ve kendilerini böylesine basit şeylerle uğraşmaktan alıkoyacak insanlık
aleminde üstlendikleri bir rolleri söz konusu değildi. Kendilerini bu ilginç
toplumsal pisliklerden temizleyecek bir akideleri de yoktu... İlahi bir akide
olmadan insanlar nasıl olgun olabilirler ki! İlgi alanları, düşünceleri ve
ahlâkları başka nasıl oluşabilir!
Kuşkusuz
cahiliyye aynı cahiliyyedir. Ve her cahiliyyenin pisliği ve iğrençliği vardır.
Yeri ve zamanı önemli değildir. Her ne zaman insanların kalpleri, düşüncelerine
egemen ilahi bir akideden ve bu akideden kaynaklanıp hayatlarını düzenleyen
bir şeriatten yoksun olursa orada birçok cahiliyye şekillerinden biri vardır
demektir. Bugün beşeriyetin çamurları içinde yüzdüğü cahiliyye, özü
bakımından, İslâm'ın kaldırarak yeryüzünü ondan temizleyip arındırdığı
Arap cahiliyyesinden farklı değildir.
Bugün
insanlık büyük bir batakhanede yaşamaktadır. Gazetelerine, filimlerine,
moda gösterilerine, güzellik yarışmalarına, dans pistlerine, meyhanelerine,
radyolarına, çıplak etin sergilendiği çılgın pazarlarına, sanat,
edebiyat ve diğer reklam araçlarındaki iğrenç görüntülerine ve hastalık
saçan duygularına kadar... Diğer taraftan, faiz düzenine, onun arkasında
gizlenen tefeciliğe, mal toplamak ve sömürmek için başvurulan alçakça yöntemlere,
yasallık kisvesine bürünmüş şans, hile ve piyango oyunlarına... Öte
yandan, her insanı, her aileyi, her düzeni ve insan topluluğunu tehdit eder
duruma gelen ahlâksal çöküntü ve toplumsal bozulmalarına... Evet, bütün
bunlara bir kere bakmak, şu cahiliyyenin gölgesinde insanlığın sürüklendiği
korkunç sonucu anlamak için yeterlidir.
Beşeriyet,
insanlığını yiyip bitirmekte, ademiyetini ortadan kaldırmaktadır. O düşük
hayvansal aleme katılmak için hayvanların ve hayvansal dürtülerin peşinde
sürüklenmektedir. Oysa hayvan bunlardan çok daha pâk, şerefli ve temizdir.
Çünkü o, parçalanmaz ve ilahi bir akide ve şeriat bağından yoksun
insanların şehvetlere yenilip yüce Allah'ın insanların egemenliğinden
kurtardığı ve şu ayet-i kerimede belirttiği gibi mümin kullarına onun çirkefliklerinden
temizlemekle lütufta bulunduğu cahiliyyeye tekrar dönüp kokuşmaları gibi
kokuşmayan bir fıtrata sahiptir.
GÜNÜMÜZ
CAHİLİYYESİ
"Kendilerine
kitap ve hikmeti öğretiyor."
Bu
ayetin muhatapları okuma-yazma bilmez cahillerdi. Hem yazmayı bilmezlerdi hem
de akli olgunluğa erişmemişlerdi. Herhangi bir alanda, evrensel bilgi ölçütlerinde
bir değere sahip bilgileri, herhangi bir konuda evrensel bir değere sahip bir
bilgi kaynağından doğan ilgileri olmadığı halde bu Risalet onları dünyaya
üstad ve aleme egemen olacakları bir noktaya getirdi. Bir akideden kaynaklanan
fikrî, toplumsal ve sistemli bir metoda sahip kişiler oldular. Bu metod o
zamanki insanları cahiliyyeden kurtardığı gibi bugün de bunca materyalist
bilimsel gelişmişliğine, sınai ürünlerin bolluğuna ve uygar-refah düzeyinin
yüksekliğine rağmen, ahlâkî ve toplumsal açıdan eski cahiliyyenin tüm özelliklerini
özünde barındıran modern cahiliyyeden, onun, hayatın hedeflerine ilişkin düşüncelerinden
ve insanlık için belirlediği amaçlardan bu sefer de yine o kurtaracaktır
Allah'ın izniyle.
"...Oysa
onlar daha önce açık bir sapıklık içindeydiler..."
Düşünce
ve itikatta sapıklık... Hayat anlayışında sapıklık... Amaç ve yönelişlerde
sapıklık... Gelenek ve hayat tarzında sapıklık...
O
gün, bu ayete muhatap olan Araplar, kuşkusuz, geçmiş hayatlarını hatırlıyorlardı.
İslâm'ın kendilerinde meydana getirdiği değişimin özünü kavramışlardı.
Bunun, İslâm olmadan gerçekleşemeyeceğini ve insanlık tarihinde eşine
rastlanmayacak bir değişim olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Kendilerini,
kabile hayatından, kabilesel değerlerden ve kan davalarından kurtaranın İslâm
-ama yalnız İslâm- olduğunu kavramışlardı. Sadece bir ümmet olmaları için
değildi tabii. Daha çok -bir göz açıp kapama anı gibi kısa bir sürede ve
uzun zaman olan hazırlanma gibi birşey olmaksızın- beşeriyete önder
olmaları, ideallerini, hayat metodlarını ve düzenlerini beşeriyetin uzun
tarihi boyunca eşine rastlanmayacak bir tarzda belirlemeleri içindi bu değişim.
Ulusal
konumları belirlediği kadar, siyasal ve uluslararası alanlarda da varlık göstermelerini,
her şeyden önce ve önemli olan insani varlıklarını kazandıranın İslâm
-ama yalnız İslâm- olduğunu biliyorlardı. İnsanlıklarını yücelten,
ademiyetlerini onurlandıran, hayat düzenlerinin tümünü bu onur esasına
dayandıran ve yüce Rabblerinin katından bir ihsan ve lütuf olarak gelenin İslâm
olduğunu kavrıyorlardı. Bundan sonra bunu bütün beşeriyete sunmuş ve
"İnsan"ın nasıl saygın olacağını ve yüce Allah'ın onurlandırmasıyla
nasıl onurlanacağını tüm insanlığa öğretmişlerdi. Ne yarımadada ne de
başka bir yerde bu konuda kendilerini geçen olmadı. Geçen bölümde değindiğimiz
"Şûra" konusu da, yüce Allah'ın kendilerine büyük bir lütfu
idi. Bu lütuf bu ilahi metodun bir yönünü oluşturmaktadır.
Onlar,
aleme sunacakları bir mesajlarının, beşer hayatına ilişkin bir görüşlerinin
ve insan hayatını düzenleyecek bir yöntemlerinin olmasını sağlayan
nimetin İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu biliyorlardı. Büyük insanlık
tarihinde beşeriyeti ileriye götürecek bir mesaj, bir dünya görüşü ve
hayat prensibi olmaksızın varlığını sürdüren bir millet söz konusu değildir.
İslâm,
onun varlık hakkındaki düşüncesi, hayat görüşü, toplumsal şeriatı,
insan hayatına ilişkin düzeni, gölgesinde "insan"ın mutlu
olabildiği bir düzenin oluşması için yerleştirdiği ideal, pratik ve
hareketli metodu... Bu özellikleriyle İslâm; Arapların tüm dünyaya
sundukları, onunla tanındıkları, saygı gördükleri ve bu sayede önderliği
devraldıkları "Özel kimlikleridir"
Bugün
ve yarın bundan başka bir kimlik taşıyamazlar. Bunun dışında dünyada
onunla tanınacakları bir başka mesajları yoktur. Ya bu mesajı taşıyacaklar,
böylece beşeriyet onları tanıyıp saygı gösterecek ya da bunu terk
edecekler, sonuçta da -daha önce oldukları gibi- hiç kimse tarafından
bilinmeden ve tanınmadan başıboş bir hayat yaşayıp gideceklerdir.
Bu
mesajı sunmazlarsa, insanlığa sunacakları başka neleri var ki?
İnsanlığa,
edebiyat, sanat ve bilim. alanında dahiler mi sunacaklar? Oysa yeryüzünde diğer
halklar onları bu alanda oldukça geride bırakmış. Üstelik beşeriyet,
hayatın bir ayrıntısı sayılan bu alanda boğazına kadar "deha"
deryasına gömülmüştür. Hayatın bir ayrıntısı sayılan bu alanda bir
dahiye ihtiyaç duyulmadığı gibi böyle bir beklenti de söz konusu değildir.
Herkesin
önünde eğileceği, onunla sokakları dolduracakları ve ellerindeki ürünle
herkesi cezb edecekleri ileri sanayi alanında deha çapta ürünler mi
sunacaklar? Bu alanda da birçok halk onları geride bırakmış, öncülük
direksiyonunu eline geçirmiştir.
Kendi
elleriyle meydana getirdikleri, kendi düşüncelerinin ürünü toplumsal bir
felsefî ekol mu, ya da ekonomik ve idari metodlar mı sunacaklar? Yeryüzü bu
tür felsefeler, ekoller ve metodlarla dolup taşmaktadır. Bu sapık metodlar
sayesinde de büyük bir bedbahtlık içinde yaşamaktadır.
O
halde beşeriyete öğretecekleri ve bu konuda öncelikli, ileri ve imtiyazlı
sayılacakları ne sunabilirler?
Bu
büyük mesajdan başka bir şeyleri yok... Şu eşsiz metoddan başka hiçbir
şeyleri yok. Allah'ın kendilerini seçtiği, bununla onurlandırdığı ve bir
zamanlar onların eliyle tüm insanlığı kurtardığı bu lütuftan başka hiçbir
şeyleri yok. İnsanlık bugün her zamankinden daha çok bu mesaja muhtaçtır.
Çünkü insanlık, bedbahtlık, şaşkınlık, bunalım ve iflas bataklığına
düşmüştür.
Kuşkusuz
geçmişte tüm insanlığa sundukları ve ilgilerini çektikleri yegane
nitelikleri sadece budur. Bugün de insanlığa bunu sunabilirler. Bu sayede
kurtulabilirler ancak.
Büyük
milletlerden herbirinin insanlığa sunduğu bir mesajı vardır. En büyük
millet, en büyük mesajı taşıyan, en üstün metodu sunan ve hayata ilişkin
yüksek dünya görüşüyle sivrilen millettir.
Araplar
bu mesaja sahip bulunmaktadırlar. -Bu hususta onlar asıldırlar, diğer
halklar ise onlara ortak konumundadırlar-. Acaba hangi şeytandır onları bu büyük
hazineden uzaklaştıran, hangi şeytan?..
Yüce
Allah'ın bu millete bir Resul ve Risalet göndermekle bahşettiği lütuf çok
büyüktür hem de çok. Onu bu lütuftan, şeytandan başkası uzaklaştıramaz.
Ve O, Rabbine karşı bu şeytanı kovmakla sorumludur.