UHUD
SAVAŞININ DEVAMI
Ayetlerin
akışı, savaşta meydana gelen olayları anlatma ve onları değerlendirmede
bir adım daha atmaktadır. Henüz tecrübe süzgecinden geçmemişler,
olaylarla yoğrulmamışken, işin pratiğini, kuralların özünü ve kanunlara
sarılmayan; varlık, hayat ve akidenin özündeki ciddiyete uymayan hiç
kimseyi kayırmayan pratik hayatın ciddiyetini henüz yaşamamışken -müslüman
oldukları halde- işin geldiği noktada dehşete kapılmalarını, başlarına
gelenin meydana gelişine şaşırmalarını ve iş konusundaki düşüncelerinin
davranışlarından dolayı olduğunu ve uygulamalarının tabii bir sonucu olduğunu
açıklamaktadır. Ancak onları bu noktada bırakmamakta, -çünkü bu durum,
gerçek de olsa nihai gerçek değildir- sebepler ve sonuçların arka plânındaki
Allah'ın kaderine, adet ve kanunların ötesindeki iradesine bağlamaktadır. Böylece
meydana gelen olaydaki hikmeti kendilerine ve uğruna cihad ettikleri davalarına
hayırlı olanın gerçekleşmesine, bu tecrübeyle onların bundan sonrasına
hazırlanmasına, kalplerinin arınmasına, saflarının olayların ortaya çıkardığı
münafıklardan ayrılmasına ilişkin hadiselerin ötesindeki Allah'ın plânını
açıklamaktadır. Her iş, sonunda Allah'ın iradesine ve plânına dayanmaktadır.
Böylece Kur'an'ın ince ve derin açıklamasında gizli gerçek, düşüncelerinde
ve duygularında iyice olgunlaşmaktadır.
165-
Karşı tarafa iki katını tattırdığımız musibet, bu kez sizin başınıza
gelince "Bu nereden geldi?" demediniz mi? De ki; "O musibet
kendinizden kaynaklandı." Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter.
166-
İki topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet, Allah'ın
izni ile gerçekleşti. Bu musibet, Allah'ın müminleri belirlemesi için
meydana geldi.
167-
Bir de münafıkları ayırd etmesi içindi. Onlara "Geliniz, Allah yolunda
savaşınız, ya da savunma yapınız " denince "Eğer savaşmayı
bilseydik, mutlaka peşinizden gelirdik " dediler. O gün onlar imandan çok
küfre yakındılar. Kalplerinde olmayan şeyi ağızları ile söylüyorlardı.
Hiç kuşkusuz Allah, onların gizli tuttukları duyguları çok iyi bilir.
168-
Onlar, evlerinde oturup savaşa katılan kardeşleri için "Eğer bizim sözümüzü
dinleselerdi, öldürülmezlerdi"diyenlerdir. De ki; "Eğer doğru söylüyorsanız,
ölümü kendi başınızdan savın bakalım."
Yüce
Allah; sancağını taşıyan ve akidesine inanan dostlarına yardım etmeyi üzerine
almıştır. Ancak bu yardımı, kalplerinde iman gerçeğinin olgunlaşmasına,
düzen ve hayat tarzlarında imanın gereklerini yerine getirmelerine, güçleri
oranında hazırlık yapmalarına ve imkanları nisbetinde çaba sarf etmelerine
bağlamıştır. İşte Sünnetullah budur. Ve Sünnetullah'ta hiç kimse kayırılmaz.
Müslümanlar ne zaman bu işlerden birinde bir eksiklik yaparlarsa, bu eksikliğin
sonucuna katlanmalıdırlar. Çünkü müslüman oluşları, kendileri için
adetin bozulmasını ve kanunun iptalini gerektirmez. Onlar, hayatlarının tümünü
Sünnetullah'a uydurmak ve ilahi kanunlar doğrultusunda düzenlemekten dolayı
müslümandırlar zaten.
Ancak
müslümanlıkları boşa gitmeyecektir, ziyan olmayacaktır. Çünkü
teslimiyetleri Allah içindir. Allah'ın sancağını taşımaları, O'na uymaya
gayret etmeleri ve O'nun metoduna tabi olmalarından dolayı, hataya uygun düşen,
acı, yara ve kayıpları tattıktan sonra bu hatayı iyiliğe çevirmek
akidenin daha bir netleşmesi, kalplerin daha iyi arınması, safların iyice
temizlenmesi, onları vaad edilen zafere yaklaştırması, böylece hayır ve
bereketle sonuçlandırması yüce Allah'ın şânındandır... Müslümanlar hiçbir
zaman Allah'ın korumasından, gözetiminden ve yardımından uzaklaştırılmazlar.
Aksine, yolda başlarına birtakım darbeler, acı ve sıkıntılar geldikçe,
Allah tarafından hep yol azığıyla desteklenmişlerdir.
Bu
açıklık ve kesinlikle beraber yüce Allah, meydana gelen olaydan dolayı paniğe
kapılıp sorular sorup duran müslüman kitleyi ele almakta, onlara takdirinden
kaynaklanan uzak hikmeti açıkladığı gibi kendi davranışlarından
kaynaklanan yalçın sebebi de ortaya çıkarmaktadır. Bu arada münafıkları
da, ne sakınmanın ne de geride kalıp oturmanın kendisinden koruyamadığı
ölüm gerçeğiyle yüzyüze getirmektedir:
"Karşı
tarafa iki katını tattırdığımız musibet başınıza gelince `Bu nereden
geldi?' demediniz mi? De ki; O musibet kendinizden kaynaklandı. Hiç şüphesiz
Allah'ın gücü herşeye yeter."
Müslümanların
Uhud'da başlarına bir felaket geldi. Bu acı günde karşılaştıkları bunca
yara ve acıların dışında ayrıca yetmiş şehid verdiler. Müslüman
oldukları halde Allah'ın düşmanı müşrikler onlara galip geldi. Halbuki
onlar müslümandılar ve Allah yolunda cihad ediyorlardı. Fakat aslında bu
felaketi tadan müslümanlar, bunun iki katını müşriklere isabet ettirmekle
daha üstün durumda idiler; çünkü Bedir günü Kureyş'in ileri
gelenlerinden yetmiş tanesini öldürmekle benzeri bir musibeti düşmanlarının
başlarına getirmişlerdi.
Müslümanlar
aynı galibiyeti Uhud savaşının başlangıcında, henüz Allah'ın ve O'nun
Resulünün emrine uyuyorlarken, ganimet arzusu karşısında zaafa kapılmàmışken
ve mümin gönüllerde yer etmemesi gereken duygular ruhlarında depreşmemişken
tekrar elde ediyorlardı.
Onlar
panik içinde sorup duruyorlarken yüce Allah bütün bunları onlara hatırlatıyor
ve meydana gelen olayı direkt yakın sebebine döndürüyor:
"...De
ki; O musibet kendinizden kaynaklandı."
İş
konusunda sarsıntı geçiren, bozulan ve çekişen bizzat sizin nefsinizdir.
Allah ve Resulünün şartını yerine getirmeyen sizdiniz. Arzu ve heveslerin
etkilediği, kendi nefsinizdi. Resulullah'ın emrine ve savaş stratejisine
isyan eden sizdiniz. Bu sonuç meydana gelmesini istemediğiniz şey. Sopra da
"bu nasıl olur?" diyorsunuz. Sünnetullah'ta kendi durumunuza uygun
olanıyla karşılaştınız. Müslüman veya müşrik olsun insan kendini Sünnetullah'ın
işleyişine sundu mu gerekli karşılığı alacaktır. Hiç kimsenin kayırılması
için bu kanun bozulmaz. Bir kere, insanın ilk önce Allah'ın sünnetine
kendini uydurması, teslimiyetin olgunluk derecesini göstermektedir.
"Hiç
şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter."
Gücünün
gereği, sünneti uygulaması, kanunuyla hükmetmesi, her işin hükmü ve
iradesi uyarınca hareket etmesi ve varlık alemini, hayatı ve olayları dayandırdığı
yasalarını askıya almamasıdır.
Bununla
beraber, her işin ötesinde gördüğü bir hikmetten dolayı Allah'ın takdiri
yer almaktadır. Meydana gelen her olayın, her hareketin, her gelişmenin ve bütün
evrende yeralan her akışın ötesinde Allah'ın takdiri sürekli mevcuttur.
İLÂHÎ
KANUN
"Îki
topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet Allah'ın izni ile
gerçekleşti."
Hiçbir
şey rastlantı sonucu ve boşuna meydana gelmemiştir. Faydasız ve başıboş
da değildir. Her hareket, şu evrenin yaradılışında planlanmış ve
kendisine özgü sebep ve sonuçları olan bir kadere göre hareket etmektedir.
Bütün hareketler, -bozulmaz, askıya alınmaz ve hiç kimseyi kayırmaz sağlam
adet ve kanunlara uygun meydana gelmekle beraber- belirlenen proğramları plânında
gizli bir hikmeti gerçekleştirmekte ve hep birlikte evrenin nihai
"proje"sini tamamlamış olmaktadırlar.
İslâm
düşüncesi bu alanda, insanlık tarihi boyunca hiçbir düşüncenin ulaşmadığı
bir evrensellik ve dengecilik düzeyine ulaşmıştır.
Evrende
değişmez bir kanun ve kesin kurallar vardır. Değişmez kanunun ve kesin
kuralların ötesinde de etkin bir irade ve serbest ilahi meşiyet vardır.
Bu
kanun, kurallar, irade ve meşiyetin ötesinde de herşeyin çerçevesinde
cereyan ettiği ince bir hikmet yatmaktadır. Aralarında insan da olmak üzere
herşey hakkında hükümran olan bu kanun ve geçerli olanlar da bu kurallardır.
İnsan, özgür iradesinin ürünü hareketleri ve kendi düşünce ve değerlendirmesinin
sonucu davranışları neticesinde bu kurallarla karşılaşır, böylece
kuralların işlemesini sağlar ve onlardan etkilenir. Ancak, bütün bunlar,
Allah'ın kaderi ve dileyişi uyarınca meydana gelmekte, aynı zamanda O'nun
hikmet ve takdirini gerçekleştirmektedir. İnsanın iradesi, düşüncesi,
hareket ve davranışları Allah'ın adet ve kanununun bir parçasıdır. İnsan
bütün yaptıklarını bunlarla yapar. Allah, çizdiği kader ve plan çerçevesinde
gerçekleştirdiği herşeyi bu adet ve kanun sayesinde gerçekleştirir. Hiçbir
şey bu adet ve kanunun dışına çıkamaz. Onlara karşıt olamaz, Allah'ın
iradesini ve takdirini bir kefeye, insanın irade ve faaliyetlerini de karşıt
kefeye koyanların düşündükleri gibi faaliyetine karşı koyamazlar. Asla!..
İslâm düşüncesinde durum böyle değildir. Çünkü insana; varlığını,
düşüncesini, iradesini, takdirini, değerlendirme yeteneğini ve yeryüzünde
faaliyet imkânını bahşederken, bunlardan hiçbirini, kendi sünnetine zıt,
yüce iradesine muhalif kılmamıştır. Şu büyük evrene ilişkin kaderinin
ötesindeki nihai hikmetin dışına da çıkamaz. Ancak yüce Allah, insanın
takdir edip idare etmesini, hareket etmesini, etkilenmesini, Sünnetullah'la karşılaşıp
onlara uymasını, bu karşılaşmanın insana verilecek karşılığını;
lezzet, acı, rahatlık, yorgunluk, mutluluk ve bedbahtlık şeklinde tam olarak
almasını, bu karşılaşma ve sonucunun ötesindeki herşeyi kuşatan
kaderinin ahenk ve denge içinde gerçekleşmesini sünnetin ve takdirinin bir
gereği kılmıştır.
Uhud
savaşında meydana gelen bu olaylar, evrensel ve mükemmel İslâm düşüncesi
hakkındaki sözlerimize örnektir. Kuşkusuz yüce Allah müslümanlara, zafer
ve yenilgi hakkındaki sünneti ve şartını öğretmişti. Onlar da bu sünnet
ve şarta aykırı hareket etmişlerdi. Bunun sonucunda da acı ve yaralarla karşılaşmışlardı.
Ancak mesele bu noktada bitmiyor, çünkü bu karşı çıkmanın ve acı çekmenin
ötesinde, saftaki müminlerle münafıkların ayrılması, mümin kalplerin arındırılması,
düşünce bulanıklığından, zaaf ve eksikliklerden temizlenmesine ilişkin
Allah'ın kaderinin gerçekleşmesi yer almaktadır.
Bu
da işlevi bakımından -acı ve zararın ötesinde- müslümanlar için hayırlı
olmuştur. Kuşkusuz bu sonucu, Kanûn-u İlâhî uyarınca elde etmişlerdi.
Çünkü Allah'ın metoduna teslim olan, bütün hayatlarında onu uygulayan müslümanlara
yardım edip onları gözetmek, sonuçta acılarını tatmış olsalar bile işledikleri
hataları nihai hayırlarına bir araç kılmak Allah'ın sünnetidir. Nitekim,
acı çekme; arınma, eğitim ve hazırlık için de bir araçtır.
Bu
sert ve yalçın konumda müslümanların ayakları rahatlamakta, kalpleri hiçbir
kararsızlık, sıkıntı ve şaşkınlık duymadan tatmin olmaktadır. Çünkü
onlar, Allah'ın kaderi ile yüz yüzedirler. Hayatlarında O'nun kanunlarıyla
hareket etmektedirler. Onlar, yüce Allah'ın gerek kendilerine gerekse çevrelerindekilere
dilediğini yapacağını biliyorlar. Çünkü onlar, yüce Allah'ın onunla
dilediğini gerçekleştirdiği kaderi için birer hammadde konumundadırlar.
İşledikleri tüm yanlışlar ve doğrular -yanlışları ve doğrularından
dolayı karşılaştıkları tüm sonuçlar Allah'ın kaderi ve ince hikmeti ile
hareket ettiğini ve bu yolda hareket ettikleri sürece de kendilerini iyiliğe
doğru götüreceğini gayet iyi biliyorlar:
"İki
topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet, Allah'ın izni
ile gerçekleşti. Bu musibet, Allah'ın müminleri belirlemesi için meydana
geldi."
"Bir
de münafıkları ayırd etmesi içindi. Onlara `Geliniz, Allah yolunda savaşınız'
denince; `Eğer savaşmayı bilseydik, mutlaka peşinizden gelirdik' dediler. O
gün onlar imandan çok küfre yakındılar. Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla
söylüyorlardı. Hiç kuşkusuz Allah, onların gizli tuttukları duyguları çok
iyi bilir."
Yüce
Allah burada, Abdullah bin Ubey bin Selul ve beraberindekilerin konumuna işaret
etmekte ve onları "münafıklar" diye adlandırmaktadır. Bu noktada
yüce Allah, onları ortaya çıkarmakta, müslüman safları onlardan
temizlemektedir, o günkü gerçek konumlarını belirlemektedir: "...O gün
onlar imandan çok küfre yakın idiler..." Orada müslümanlarla müşrikler
arasında savaş çıkacağını bilmediklerinden dolayı geri döndüklerini
iddia ederken doğru söylemiyorlardı. Gerçek neden bu değildi, onlar:
"...kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlar." Tamamen
akidenin kontrolüne bırakmadıkları kalplerinde nifak vardır. Kişiliklerini
ve beşerî değerlerini, akide ve iman değerlerinin üstüne çıkarmışlardır.
Uhud günü Resulullah, (salât ve selâm üzerine olsun) görüşünü kabul
etmedi diye ayrılan münafıkların başı Abdullah b. Ubey ne yaptıysa,
bundan önce de Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) ilahî bir
mesajla Medine ye geldiğinde kendilerinin başkanlıktan yoksun bırakılması
ve başkanlığı bu dine ve onun taşıyıcısına vermesi karşısında da aynı
davranışı göstermişti. Kalplerde bu vardı. Müşrikler, Medine'nin kapılarına
dayanmışken münafıkların geri dönmelerinin sebebi buydu. Kendilerine
"Geliniz Allah yolunda savayız ya da savunma yapınız" diyen gerçek
müslüman Abdullah b. Haram'a "Eğer savaşmayı bilseydik mutlaka peşinizden
gelirdik" diyerek itiraz etmeleri bundandı. İşte bu ayette yüce Allah
gerçek durumlarını ifşa ediyor:
"Hiç
kuşkusuz Allah onların gizli tuttukları duyguları çok iyi bilir."
Sonra,
saflarda ve ruhlarda sarsıntının meydana gelmesindeki konumlarını ortaya çıkararak
sürüyor ayet-i kerime:
"Onlar
evlerinde oturup savaşa katılan kardeşleri için `Eğer bizim sözümüzü
dinleselerdi öldürülmezlerdi' diyenlerdir."
Özellikle
başta kavmi arasındaki otoritesini sürdüren, münafıklığı henüz daha
ortaya çıkmamış ve müslümanlar arasındaki mevkisinin sarsılmasına neden
olan bu vasıfla henüz vasıflandırılmamış Abdullah b. Ubey olmak üzere,
diğer münafıklar ayrılık sonucu saflarda ve ruhlarda kargaşa ve sarsıntı
meydana getirmekle yetinmiyorlar:
"...Eğer
bizim sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi" diyerek, savaştan
sonra şehid ailesi ve arkadaşlarının kalplerine sarsıntı ve hayıflanma
duygularını yaşamaya çalışıyorlardı.
Böylece,
ayrılmalarında bir hikmet ve maslahat olduğunu, Resulullah'a (salât ve selâm
üzerine olsun) itaat edip uymakta da bir zarar ve ziyan olduğunu yaymak
istiyorlardı. En fazla da, Allah'ın çizdiği kaderi, ecelin kesinliği, ölüm
ve hayatın hakikati ve bunların yalnızca Allah'ın kaderine bağlılığı
konusundaki saf İslâm düşüncesini bozuyorlardı. Bu yüzden ayet-i kerime,
bir taraftan hilelerini bozmak, diğer taraftan İslâm düşüncesini düzeltip
onu bulanıklıktan kurtararak kesin ve doğru olanı yerleştirmek suretiyle
gerekli karşılığı vermektedir:
"Eğer
doğru söylüyorsanız, ölümü kendi başınızdan samız bakalım."
Ölüm,
hem cihada çıkan hem de evinde oturanı, hem cesuru, hem korkağı, hülâsa
herkesi alır götürür. Ne hırs, ne korunma geri çeviremez ölümü. Korku
ve geride beklemek de ertelemez. Bunun en güzel kanıtı tartışma götürmez
pratik hayattır. Kur'an-ı Kerimde bu pratik hayatla onlara cevap vermekte, iğrenç
hilelerini bozmakta, gerçeği yerine oturtmakta, böylece müslümanların
kalplerini sağlamlaştırıp üzerine güven, huzur ve yakîn duygularını akıtmaktadır.
Kur'an-ı
Kerim'in savaştaki olayları sunarken, olayların öncesinde, savaşın hemen
arefesinde meydana gelen bu olaya -Abdullah b. Ubey ve beraberindekilerin savaştan
geri kalmalarını- değinmeyi ertelemesi, oluşun içinde bu noktaya yer bırakması
dikkat çekicidir.
KUR'AN
EĞİTİMİ
Bu
erteleme, Kur'an'ın eğitim metodunun belirgin özelliklerinden birini taşımaktadır.
Kuşkusuz bu olayı, yerleştirdiği İslâm düşüncesinin belli başlı
kurallarını yerleştirmek, yerleştirdiği gönüllere doğru duyguları
oturtmak ve değerler için koyduğu bu ölçüleri belirlemek için ertelemişti.
Sonra da "münafıklara", davranışlarına, bundan sonraki
uygulamalarına işaret etmektedir. Çünkü ruhlar bu davranışları, doğru düşünceden,
doğru ölçütteki doğru değerden sapmanın ürünü bu uygulamaları algılayacak
düzeye gelmiştir artık... İmanî düşüncenin ve değerlerin müslümanın
nefsinde böyle yer etmesi, düşünce ve değerlerin gerçek mahiyetini, iş ve
şahısların gerçek ölçüsünü verecek doğru ölçütlerin bu şekilde
yerleştirilmesi gerekmektedir. Bundan sonra, işleri ve şahısları bu ölçüte
göre değerlendirir insan... Ve bu saf imanî duyguyla onlara, aydınlık ve doğru
hüküm uygulanabilir...
Bu
ertelemede, eşsiz Kur'an metodunun bir başka özelliği de gizlidir. Çünkü
Abdullah b. Ubey -daha önce değindiğimiz gibi- o ana kadar kavmi arasında
saygın bir konumdaydı. Bu yüzden "Şûra" ilkesinin yerleşmesi ve
uygulaması toplum içinde itibarı olanların görüşüne başvurmayı
gerektirdiğinden Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) kendi görüşüne
başvurmadı diye kibirlenmişti. Bu büyük münafığın uygulamaları müslümanların
safında sarsıntı ve düşüncelerinde karışıklıklar meydana getirmişti.
Nitekim bundan sonra öldürülenlere ilişkin sözleri de gönüllere hasret,
duygulara karışıklıklar serpmişti. O'nun davranışlarının ve sözlerinin
küçümsenmesi, savaşın öncesinde meydana gelmesine rağmen, Kur'an'ın sunuş
tarzında öne alınması ve bu işi yapmaya kalkışanların vasıflarının
"münafıklık yapanlar" olarak adlandırılması gerçekten anlamlıdır.
Ayrıca bu davranışları şu hayret sigasıyla -münafıkları görmez misin-
diye özetlemek ve en büyüklerinin adını veya şahsını anmadan, yine bu
davranışı yapmaya kalkışan herkesin, hakettiği gibi iman ölçeğinde
onunla eşit durumda olmaları yüzünden surenin akışında başka münafıkları
değerlendirdiği gibi münafıklar arasında belirsiz olarak kalması için açıklamaması
ve sona bırakması bu eşsiz eğitim metodunun içerdiği bir hikmet olsa
gerektir.
ALLAH
YOLUNDA ÖLDÜRÜLENLER
Kalpler
huzura kavuşup vicdanlar, evrende yürürlükte olan yasa, işlerin ötesindeki
Allah'ın kaderi, bu takdir ve planın arka planındaki hikmeti... Sonra olması
için yazılmış ecel ve geride kalmanın erteleyemediği savaşa çıkmanın
çabuklaştıracağı; hırs, sakınma ve tedbirin önleyemediği mukadder ölüm
gerçeği ile istikrar bulduktan sonra...
Evet
bundan sonra ayetlerin akışı bir diğer hakikati açıklamakla sürüyor. Hem
özü hem de etkisi itibariyle büyük bir hakikat... Allah yolunda öldürülenlerin
ölüler olmayıp diri oldukları hakikati... Onlar Rabblerinin izinden,
kendilerinden sonra oluşan hayattan ve olaylarından kopmamışlardır. Bu
cemaatin yaptıklarından etkilendikleri gibi ona da etki ediyorlar. Bilindiği
gibi etki ve etkilenme hayatın belirtisidir.
Ayet
Uhud savaşında şehid düşenlerin hayatı ile şehadetlerinden sonra meydana
gelen olaylar arasında sağlam bir ilgi kurduktan sonra, kendilerine isabet
eden bunca yaraya rağmen, Allah ve Resulü'nün çağrısına karşılık
veren, savaş alanını bırakıp gittikten sonra Medine'ye saldırmalarından
korkup Kureyş'i takip eden, Kureyş'in toparlanmasıyla kendilerini korkutmaya
çalışan insanlara aldırış etmeyip sadece Allah'a güvenip dayanan ve bu
konumlarıyla imanın anlamını ve hakikatini gerçekleştiren bir grup müminin
konumlarını tasvir ediyor.
169-
Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız, tersine onlar yaşıyor
ve Allah katında besleniyorlar.
170-
Allah'ın, keremiyle kendilerine sunduğu nimetlerden dolayı sevinç içindedirler.
Arkadaki henüz kendilerine katılmamış olanlar için korku ve üzüntü söz
konusu değil diye onlar adına sevinçlidirler.
171-
Onların sevinci Allah'tan gelen nimet ve lütuf ile O'nun müminlerin mükâfatını
kayba uğratmayacağı müjdesinden kaynaklanıyor.
172-
O müminler ki, yaralandıktan sonra Allah'ın ve peygamberin savaşma çağrısına
uydular, onlardan "İhsan" (Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmek
-Mütercim-) ilkesine uyanlar ile takva sahiplerini büyük bir ödül
beklemektedir.
173-
O kimseler ki, insanlar kendilerine "Düşmanlarınız size saldırmak için
yığınak yaptılar, onlardan korkmalısınız"dediklerinde, bu sözden
imanları daha güçlenerek `Allah bize yeter, O ne güzel bir vekildir"
dediler.
174-
Bundan dolayı Allah'tan gelen nimet ve lütufla geri döndüler, kendilerine hiçbir
zarar dokunmadı, Allah'ın rızasına uydular. Hiç kuşkusuz Allah büyük lütuf
sahibidir.
175-
O şeytan sizi yardakçıları ile korkutur, o halde eğer gerçekten mümin
iseniz onlardan değil, benden korkunuz.
Yüce
Allah mümin kalplerde kader ve ecel hakikatini iyice belirginleştirmek, münafıkların
"Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi" sözleriyle
öldürülenler hakkında yaydıkları; kuşku, karışıklık ve hayıflanma
duygularını: "De ki; Eğer doğru söylüyorsanız ölümü kendi başınızdan
savın bakalım" meydan okuyuşuyla bertaraf etmek istemiştir.
Yüce
Allah, bu değişmez hakikatin eşiğinde mümin kalpleri huzura kavuşturduktan
sonra, bu kalplerin huzur ve güvenini artırmak için Allah yolunda öldürülen
-Allah yolunda öldürülen, kalplerini bu mananın dışındakilerden arındıran
ve diğer tüm şartlardan soyutlananlardan başkası şehid değildir- şehidlerin
varacağı sonucu açıklamayı dilemiştir. Bu şehidler diridirler. Bütün
hayat özelliklerine sahiptirler. Onlar, Rabblerinin yanında "rızıklanmaktadırlar".
Rabblerinin fazlından verdiği ile sevinmektedirler. Geride kalan müminlere
vardıkları sonucu müjdelemek istemektedirler. Ayrıca geride kalan kardeşlerinin
yaşadığı olaylarla da ilgilenmektedirler. Kuşkusuz bütün bunlar;
yararlanma, müjdeleme, ilgilenme, etki etme ve etkilenme dediğimiz hayat
belirtileridir. Onlar, elde ettikleri Allah'ın fazlı ve O'nun yanındaki makam
ve rızkın yanında hayat ve olaylarla ilişki içindeyken ayrılıklarından
dolayı duyulan bu hasret de ne oluyor? İnsanların, dipdiri şehidle geride
kalan kardeşlerine ilişkin düşüncelere koydukları mesafe de nerden çıktı?
Burada ve orada sürekli Allah'la birlikte olan müminlerin nazarında,
mesafelerin ve engellerin hiçbir değeri yokken, bu hayatla hayat sonrası alem
arasında konulan bu engel de nedir?
Bu
büyük gerçeğin iyice belirginleşmesi, olayları değerlendirmede büyük önem
arzetmektedir. Bir kere o, farklı hayat çeşitleri ve durumlarıyla birlikte
varlıkların hareketine ilişkin düşünceyi de dengeler. -Hatta yeni baştan
inşa eder. Artık bu bir sürekliliktir, kesintiye uğramaz. Çünkü ölüm
yolculuğunun sonu değildir. Hatta ölüm öncesiyle sonrası arasında mutlak
anlamda bir engel de söz konusu değildir.
Kuşkusuz
bu, müminlerin hayat ve ölümü karşılayışlarına ve buradan orayı
tasavvur edişlerine ilişkin duygularda büyük etkisi bulunan yepyeni bir bakış
açısıdır.
"Sakın
Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız. Aksine onlar yaşıyor ve
Allah katında besleniyorlar."
Ayet,
Allah yolunda öldürülen, böylece hayattan ayrılıp gözlerden uzaklaşanların
"ölü" sayılmasını yasaklayan bir hükümdür. Ayrıca onların
"Rabbleri katında diri olduklarını" da isbat eden bir nasstır. Bu
yasaklama ve isbatı canlılara özgü bir sıfat takip etmektedir. Onlar
"besleniyorlar."
Bununla
beraber -şu fani dünyada yaşayan- bizler, sahih hadislerin bildirdiklerinin dışında
şehidlerin sürdüğü hayatın şeklini bilemiyoruz. Ancak herşeyi bilen ve
herşeyden haberdar olanın zatından gelen bu doğru nass, tek başına ölüm
ile hayat ve her ikisinin arasındaki ayrılık ve bütünlüğe ilişkin anlayışımızı
değiştirmeye yeterlidir. Aynı zamanda meydana gelen olayların gerçek
mahiyetinin bizim algıladığımız dış görünüşleri gibi olmadıklarını
öğretmeye de yeterlidir. Çünkü biz, mutlak hakikatlere ilişkin anlayışımızı,
algıladığımız dış belirtilere dayandırmaktayız. Bu da hakikati bütünüyle
kavramak için yeterli değildir. O halde bu konuda gerçeği açıklamaya kadir
yüce Allah'ın açıklamasını beklemekten başka seçeneğimiz yoktur.
Onlar
bizim gibi insandırlar. Öldürülüyorlar, dış görünüşünü bildiğimiz
hayattan kopuyorlar. Bize göründüğü kadarıyla hayattan ayrılıyorlar.
Ancak onlar, "Allah yolunda öldürüldükleri" ve O'nun uğrunda her
türlü nimetten; cüz'î ve küçük amaçlardan soyutlandıkları, ruhlarını
Allah'a bağladıkları ve O'nun yolunda canlarıyla mücadele ettikleri... Evet
onlar bu şekilde öldürüldükleri için yüce Allah, dosdoğru bir haberle
onların "ölüler" olmadıklarını bize bildirmekte ayrıca onlara
ölü dememizi yasaklamaktadır. Kendi katında diri olduklarını te'kid
etmekte ve onların beslendiklerini bildirmektedir. Allah'tan gelen rızkı canlılar
gibi almaktadır bunlar. Nitekim yüce Allah, onlarda bulunan diğer hayat
belirtilerini de bildirmektedir:
"Allah'ın
keremiyle kendilerine sunduğu nimetlerden dolayı sevinç içindedirler."
Allah'ın
rızkını sevinerek karşılıyorlar; çünkü onlar bunun yüce Allah'ın
kendilerine karşı bir lütfu olduğunu algılıyorlar. Bu da, yüce Allah'ın
onlara kendi yolunda öldürülmesinden hoşnut olduğunun kanıtıdır. O halde
O'nun hoşnutluğunun göstergesi olan rızkından çok, onları ne
sevindirebilir?
Sonra
onlar geride kalan kardeşleriyle de ilgileniyorlar. Yüce Allah'ın mücahid müminlere
olan hoşnutluğundan bildiklerini müjdelemek istiyorlar:
"Arkadaki
henüz kendilerine katılmamış olanlar için korku ve üzüntü söz konusu değil
diye onlar adına sevinçlidir."
"Onların
sevinci Allah'tan gelen nimet ve lütuf ile O'nun müminlerin mükâfatını
kayba uğratmayacağı müjdesinden kaynaklanıyor."
Onlar
"Arkalarındaki henüz kendilerine katılmamış" kardeşlerinden
uzaklaşmamışlar ve onlarla bağlarını koparmamışlardır. Çünkü onlar,
beraberlermiş gibi "diridirler" dünya ve ahirette elde ettikleriyle
müjdeliyorlar birbirlerini, müjdelerinin içeriğini de "kendilerinde
korku ve üzüntü söz konusu olmadığı" gerçeği oluşturmaktadır. Kuşkusuz
onlar bunu öğrendiler, "Rabblerinin katında" 'ki hayat O'nun nimet
ve fazlından elde ettikleri lütuflar, bunun gerek müminlere karşı Allah'ın
bir iyiliği olduğuna ve O'nun müminlerin ecrini zayi etmeyeceğine olan kesin
inançlarıyla ikna olmuşlardır.
Şehidlerin,
-Allah yolunda öldürülen- gerçekleştirmediği hangi hayat belirtisi kaldı
ki? Arkalarında kendilerine katılmamış kardeşlerinden ne ayırabilir onları?
Hangi şey canlılar ve hayatla ilişki içinde olmakla beraber, yüce Allah'ın
katına yapılan yolculuktan dolayı; gıpta, hoşnutluk ve yakınlık duyulacak
bu aşamayı arkalarında kendilerine katılmamışların ruhlarında meydana
getirebilir?
Bu
-Allah yolunda olduğu zaman- ölüm kavramında, canlarıyla cihad edenlerin ölüm
karşısındaki duygularında ve arkalarında kalanların ruhlarında gerçekleştirilen
büyük bir değişikliktir. Aynı zamanda bu, dünyanın çerçevesini ve basit
hayat görüntülerini aşmak suretiyle, hayatın alanının belirtilerini, şekillerini
daha da genişletmektir. Onun böylesine geniş ve büyük bir sahayı kapsaması,
bir şekilden başka bir şekle, bir hayattan başka bir hayata geçişte
belleklerimizde ve düşüncelerimizde oluşan engelleri etkisiz hale
getirmektedir.
Bu
ve benzeri Kur'an ayetlerinin müslümanların kalplerine yerleştirdiği bu
yeni anlayışa uygun olarak aziz mücahidler -Allah yolunda- şehadet talep
etmeye yöneltiliyorlar. (Bazı örneklerini savaşı ele aldığımız sözlerimizin
başında anlatmıştık; oraya başvurulabilir.)
Bu
büyük gerçeğin yerleşmesinden sonra, savaş alanında şehid düşenler
tarafından Rabbleri katında kendileri için hazırlanan nimetlerle müjdelenenler
"müminler"dir. Bunlardan söz edilmekte, kim oldukları
belirtilmekte, özellikleri, nitelikleri ve Rabbleriyle olan hikayeleri anlatılmaktadır:
"O
müminler ki yaralandıktan sonra Allah'ın ve peygamberin savaşma çağrısına
uydular. Onlardan "ihsan" ilkesine uyanlar ile takva sahiplerini büyük
bir ödül beklemektedir."
"O
kimseler ki insanlar kendilerine `Düşmanlarınız size saldırmak için yığınak
yaptılar, onlardan korkmalısınız' dediklerinde bu sözden imanları daha güçlenerek
`Allah bize yeter. O ne güzel bir vekildir' dediler."
"Bundan
dolayı Allah'tan gelen nimet ve lütufla geri döndüler, kendilerine hiçbir
zarar dokunmadı. Allah'ın rızasına uydular. Hiç kuşkusuz Allah, büyük lütuf
sahibidir."
Onlar,
bu acı çarpışmanın ertesi günü, beraberinde tekrar savaşmak için
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) tarafından çağrılan kişilerdir.
Üstelik yaralardan dolayı bitkin düşmüşler, daha dün savaş alanında ölmekten
kıl payı kurtulmuşlardı. Saldırının korkusunu, yenilginin acısını ve
felaketin şiddetini henüz unutmamışlardı. Aldıkları bunca yarayla beraber
birçok yiğitlerini de kaybetmişlerdi. Sayıları da azdı.
Ancak
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onları çağırıyordu.. Yalnız
onları... -Bazılarının söyleyebileceği gibi, onları güçlendirmek ve sayılarını
artırmak için- savaşa katılmayanların kendisiyle birlikte gelmesine müsaade
etmemişti.. Onlar da çağrıyı kabul ediyorlar. Resulullah'ın çağrısına
uyuyorlar -ayetlerin akışının yerleştirdiği, özü itibariyle ve anlayışlarında
da böyle yer ettiği gibi bu aynı zamanda Allah'ın çağrısıdır- Böylece
kendilerine yara isabet ettiği, büyük zarara uğradıkları ve yaralarla
bitkin düştükleri halde Allah'ın ve Resulü'nün çağrısına koşmuşlardır.
Kuşkusuz
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onları çağırıyordu. Yalnız
onları... Bu çağrı ve ondan sonra gelen icabet, içinde çeşitli ilhamları
taşımakta ve bir kısmına değineceğimiz büyük hakikatleri göstermektedir.
Bununla
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) müslümanların gönüllerinin ve
duygularının buluştuğu noktanın; yenilgi, acı, eziyet ve yaralarla dolu
olmamasını dilemiş olabilir. Bu yüzden, gönüllerinde bunun bir deneme ve
imtihan olduğunu, yoksa yolun sonu olmadığını yerleştirmek için Kureyş'i
takip etmeye ve onları kovmaya çağırmaktadır. Kuşkusuz onlar hâlâ güçlüdürler.
Galip düşmanları da zayıftır. Bu olay bir kere oldu ve geçti artık.
Nitekim onlar da zaaf ve dağılmaktan kurtulup Allah ve Resulü'nün çağrısına
uyunca üstünlük sağlamışlardı.
Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) müşriklerin gönüllerinde ve duygularında
zafer sarhoşluğunun uzun sürmemesini dilemiş olabilir. Bu yüzden dünkü
savaşta hazır bulunanlardan arta kalanlarla Kureyş'i takip ediyor. Böylece
Kureyş'in müslümanlara karşı amaçlarına ulaşamadıklarını ve
kendilerini takip edip tekrar saldıracak kişilerin kaldığını
hissetmelerini sağlıyordu.
Siyer
rivayetlerinde anlatıldığı gibi bunlar gerçekleşmiş olaylardır. Belki de
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bununla müslümanların ve onların
ötesinde tüm dünyanın, yeryüzünde varolan bu yepyeni gerçeğin yerleştirdiğini
duyumsamamalarını dilemiştir. Kendisine inananların ruhlarında herşeye
bedel bir akidenin varolduğu gerçeği... İnsanlık da ondan başka hiçbir şeye
ihtiyaç duymadıklarını, hayatlarında onun dışında bir amaçlarının
olmadığını, sırf bu akide için yaşadıklarını bilsin istemiştir. Ayrıca
ondan sonra kendileri için herhangi bir şeyin kalmasını istemediklerini,
onun için harcayamayacakları, onun uğruna feda etmeyecekleri hiçbir şeylerinin
olmadığını bilmelerini dilemiştir.
Kuşkusuz
bu, o zaman için şu yeryüzünde yepyeni bir olaydı. Bu yüzden -müslümanlardan
sonra- tüm yeryüzünün, bu olayın meydana gelişini ve büyük gerçeğin
varlığını hissetmesi kaçınılmazdı...
Hiçbir
şey, bu büyük gerçeğin doğuşunu, yaralı oldukları halde, Allah ve Resulü'nün
çağrısına koşanların, saf, heybetli ve korkutucu bir şekilde; sırf
Allah'a dayanıp güvenerek, insanların sözlerine, -Ebu Süfyan'ın elçisinin
bildirdiği gibi- Kureyş'in toparlanmasıyla korkutmalarına ve münafıkların
Kureyş'in yapacaklarını abartmalarına aldırmadan tekrar savaşa çıkışları
kadar ifade gücüne sahip değildir:
"O
kimseler ki insanlar kendilerine `Düşmanlarınız size saldırmak için yığınak
yaptılar, onlardan korkmalısınız' dediklerinde bu sözden imanları daha güçlenerek
`Allah bize yeter, O ne güzel vekildir' dediler."
Şu
heybetli ve ürpertici tablo, bu büyük gerçeğin doğuşunun kesin bir ilânıdır...
Bütün bunlar, Peygamberin hikmetli uygulamasının işaret ettiği bazı gerçeklerdir.
Bazı
siret rivayetleri, bu yaralanma ve Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine
olsun) çağrısına koşma olayını detaylı anlatmaktadırlar.
Muhammed
bin İshak şöyle der: Bana Abdullah b. Harice b. Zeyd b. Sabit Hz. Osman'ın kızı
Aişe'nin kölesi Ebu Saib'den anlattı; Resulullah'ın Beni Abdul Eşhel'den
olan bir arkadaşı Uhud savaşını görmüş ve şöyle anlatmıştı: Ben ve
kardeşim Resulullah'la birlikte Uhud'a katılmış ikimiz de yaralı geri dönmüştük.
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) müezzini düşmanı takibe çıkacağını
duyurunca, kardeşime -belki de kendime- şöyle dedim: "Resulullah'la
birlikte savaşa çıkmayı kaçıracak mıyız? Vallahi binecek bir hayvanımız
olmadığı gibi ağır yaralıydık da. Buna rağmen Resulullah'la (salât ve
selâm üzerine olsun) beraber çıktık. Benim yaralarım daha hafifti, kardeşim
ağırlaşınca müslümanların konakladığı yere kadar onu sırtımda taşıdım."
İbn-i
İshak şöyle der: Uhud savaşı Şevval ayının onbeşinde olmuştu, onaltıncı
gecenin sabahında Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) müezzini
halkı düşmanı takip etmeye çağırıyordu. Bu arada dün bizimle beraber
olmayanlar bugün bize katılmasınlar diyordu. Bunun üzerine Cabir b. Abdullah
b. Amr b. Haram, Resulullah'a gelerek şöyle dedi: Ya Resulullah, babam, aralarında
bir erkek bırakmadan bu kadınları terk etmemiz ne sana ne de bana yakışmaz
diyerek beni, yedi kız kardeşime bakmam için geride bıraktı. Ve bana "Resulullah'la
birlikte savaşa çıkmaya seni kendime tercih etmem ve burada kardeşlerini
koru" diyerek beni geri bıraktı. Ben de onlarla birlikte kaldım. Bunun
üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onun kendisiyle birlikte
çıkmasına müsaade etti.
Allah'tan
başka güvence tanımayan, O'ndan hoşnut olan, O'nunla yetinen, zorluk karşısında
imanları artan ve insanların kendilerini düşmandan korkutmaları karşısında
"Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyen büyük ruhlarda bu büyük
gerçeğin yer etmesi için işte böyle yardımlaştılar onlar.
Sonuç
da, beklendiği ve sırf Allah'a dayanıp güvenen, O'nunla yetinen ve O'ndan başka
herşeyden soyutlananlara Allah'ın vaadettiği gibi oldu:
"Bundan
dolayı Allah'tan gelen nimet ve lütufla geri döndüler. Kendilerine hiçbir
zarar dokunmadı. Allah'ın rızasına uydular."
Kurtuldular
-hiç kötülük görmeden- Allah'ın hoşnutluğunu elde ettiler. Kurtuluş ve
hoşnutlukla geri döndüler.
"...Allah'tan
gelen bir nimet ve lütufla..."
İşte
bu noktada ayet-i kerime onları bağışlar konusunda ilk sebebe döndürüyor:
Allah'ın dilediğine, verdiği nimet ve bolluğa... Bu arada heybetli konumlarını
da zikretmeyi ihmal etmiyor. Çünkü onlar bu konumlarıyla işi Allah'ın
nimet ve fazlına döndürüyorlar. Zaten bu, her iyiliğin döndüğü büyük
esastır. Onların bu konumları da bu sonsuz nimetin bir yönünü oluşturmaktadır.
"...Allah
büyük lütuf sahibidir."
Bununla
yüce Allah, bu durumlarını, bu konumlarını, ölümsüz kitabında ve
evrenin her tarafında yankılanan kelamında tescil etmektedir. Kuşkusuz bu;
harika bir tablo ve şerefli bir konumdur.
İnsan
bu tabloya ve konuma bakınca bu cemaatin bünyesinin bir günle gece arasında
tamamen değiştiğini, olgunlaştığını, durulduğunu, üzerinde bulundukları
yerle mutmain olduklarını, düşüncelerindeki kapalılığı giderdiklerini,
her işi ciddiyetle ele aldıklarını, daha dün saflarda ve düşüncelerde baş
gösteren kararsızlık ve kargaşadan kurtulduklarını hissediyor. Oysa bu
kitlenin dünkü konumlarıyla şimdiki konumları arasında sadece bir gece geçmişti.
Fark ne kadar da büyük... Mesafe ne kadar da uzak!
Kuşkusuz
acı tecrübeler, olayların şiddetle sarstığı ruhlara yapacağını yapmıştır.
Kapalılık giderilmiş, kalpler uyandırılmış, ayaklar sabitleşmiş ve
ruhlar azim ve kararlılıkla dolmuştur.
Evet...
Acı imtihanlardaki Allah'ın lütfu son derece büyüktür.
Sonunda
bu bölüm, korku, panik ve ümitsizliğin sebebini açıklayarak son bulmaktadır.
Buna göre dostlarını korku ve dehşetin kaynağı kılan, onlara güç ve
heybet görüntüsü kazandıran şeytandır. Bu yüzden müminin, şeytanın hîlesini
bozması ve çabasını boşa çıkarması gerekmektedir. Öyleyse şu şeytanın
dostlarından korkmamalıdırlar ve onlardan ürkmemelidirler. Yalnız ve yalnız
Allah'tan korkmalıdırlar. Korkulması gereken, kuvvetli, güçlü ve Kahhar
olan Omdur çünkü.
"O
şeytan sizi yardakçıları ile korkutur. O halde eğer gerçekten mümin
iseniz onlardan değil, benden korkunuz."
Dostlarının
durumunu olduğundan büyük gösteren, onlara güç ve kuvvet kisvesi giydiren,
kalplere onların güç ve iktidar sahibi oldukları, fayda ve zarar
dokundurmaya güçleri yettiği duygusunu salan bizzat şeytandır. Bununla arzu
ve amacını yerine getirmeyi, yeryüzünde kötülük ve bozgunculuğun gerçekleşmesini,
başların kendi önünde eğilmesini, kalplerin kendisine uymasını, kendisine
karşı bir itiraz sesinin yükselmemesini, kimsenin kendisine isyan edip şer
ve bozgunculuktan alıkoymaya kalkışmayı düşünmemesini dilemektedir.
Şeytan,
batılın yaygınlaşmasında, kötülüğün artmasında ve hiç kimsenin karşı
duramayacağı, hiçbir savunmanın engelleyemeyeceği, hiçbir muhalifin
yenemeyeceği şekilde; güçlü, kuvvetli, caydırıcı ve zorba olmasından
yarar ummaktadır. Şeytan, işin böyle olmasında yarar ummaktadır. Çünkü
O'nun dostları, korku ve endişe perdesi altında, terör ve zorbalığın gölgesinde,
yeryüzünde onun direktiflerini uygulamaktadırlar. Böylece iyiliği kötülüğe,
kötülüğü de iyiliğe çevirirler. Bozgunculuk, batıl ve sapıklığın
yaygınlaşmasını sağlarlar. Hakk'ın, doğruluğun ve adaletin sesini
gizlerler. Kendilerini yeryüzünde kötülüğün koruyucusu, iyiliğin katili
tanrılar yerine koyarlar. Kimsenin kendisine isyan etmesine, karşı çıkmasına,
önderlik makamından uzaklaştırmasına müsade etmezler. Hatta hiç kimsenin
yaygınlaştırdıkları batılı küçümsemesine ve susturdukları Hakk'ı
ortaya çıkarmasına bile göz yummazlar.
Hileci,
aldatıcı ve hain şeytan, dostların arkasına gizlenir, vesvesesine râm
edemediği kimselerin gönüllerine onlarla korku salar. İşte burada yüce
Allah O'nun hile ve tuzaklarını, hiçbir kisvenin gizleyemeyeceği şekilde
ortaya çıkarmakta ve ondan sakınabilmeleri için onun gerçek mahiyetini,
hile ve tuzaklarının gerçek durumunu müminlere göstermektedir. O halde şeytanın
dostlarından çekinmemelidirler ve onlardan korkmamalıdırlar. O ve dostları,
Rabbine sığınan, O'nun gücüne dayanan müminin kendilerinden korkmayacağı
kadar zayıftırlar. Kuşkusuz, korkulup endişe duyulacak tek güç, fayda ve
zarar dokundurabilen güçtür. O da Allah'ın gücüdür. Allah'a iman edenler
yalnızca O'nun gücünden korkarlar. Onlar sadece O'ndan korktukları sürece
herkesten daha güçlü olurlar. Yeryüzünde hiçbir güç onların karşısında
duramaz olur. Ne şeytanın ne de dostlarının gücü...
"...Müminseniz
onlardan değil benden korkunuz"