TESELLİ
Olayların
sunulması ve değerlendirilmesinin sonunda ayetlerin akışı Resulullah'a (salât
ve selâm üzerine olsun) yönelmekte; kâfirlerin küfürlerinden dolayı mübarek
kalbinde oluşan keder ve hüzün üzerine, kendisini teselli edip desteklemekte
ve bu durumun yüce Allah'a hiçbir zarar dokunduramayacağı bildirilmektedir.
Bu Allah'ın bir denemesidir ve O'nun takdiri doğrultusunda meydana
gelmektedir. Kuşkusuz yüce Allah onların yaptıklarını, küfürlerini ve
ahirette kendilerini bekleyen yoksunluklarını bilmektedir. Bu yüzden onların
küfür içinde sonuna kadar yüzmelerine müsaade etmektedir. Oysa onlara
hidayet sunulmuştu. Onlarsa küfrü tercih etmişlerdi. Bu yüzden küfür içinde
yüzer durumda bırakıldılar. Günahlarının artması için hem zaman hem de
rahatlık bakımından kendilerine süre veriliyor. Bu mühlet ve süre omuzlarına
bir vebal, başlarına bir musibetten başka birşey değildir. Olayların
sunulması, her olayın arkasında gizli, Allah'ın hikmet ve planını açıklanmasıyla
son bulmaktadır. Kuşkusuz müminlerin denenmesi ve kafirlerin bir süre
bekletilmesinin ardında pisin temizden ayrılması bulunmaktadır. Kuşkusuz
kalplerin durumu, yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı gaybın kapsamındadır.
İnsanların herhangi birşey bilmesi söz konusu değildir. Ancak yüce Allah
bu gaybı, insana, münasip bir şekilde ve onun algılayacağı bir yöntemle
ortaya çıkarmayı dilemiştir. Müminlerin denenmesi ve kafirlere süre tanınması,
kalplerin gizliliklerinin ortaya çıkması, pisin temizden ayrılması, müminlerin
Allah'a ve Resulü'ne kesin ve yakinî bir şekilde bağlanmaları amacına yöneliktir.
176-
Doludizgin küfre koşanlar seni üzmesin. Onlar Allah'a hiçbir zarar
veremezler. Allah onlara hiçbir pay bırakmamayı diliyor. Onları büyük bir
azap bekliyor.
177-
İman karşılığında kâfirliği satın alanlar Allah'a hiçbir zarar
veremezler. Onları acıklı bir azap bekliyor.
178-
Kafirler, sakın kendilerine mühlet vermemizin, fırsat tanımamızın
iyiliklerine olduğunu sanmasınlar. Onlara sırf günahları artsın diye mühlet
tanıyor, fırsat veriyoruz. Onları onur kırıcı bir azap bekliyor.
179-
Allah müminleri, şimdi içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir, pis
olanı temiz olandan ayıracaktır. Ayrıca Allah sizi, gaybın bilgisine de
erdirecek değildir. Fakat Allah bunun için peygamberlerinden dilediğini seçer.
O halde Allah'a ve O'nun peygamberlerine inanınız. Eğer iman eder ve günahlardan
sakınırsanız size büyük bir ödül vardır.
Müminlerin
isabet aldıkları, müşriklerinse zafer ve galibiyetle döndükleri savaşta
meydana gelen olayların sunulmasının bu şekilde sona ermesi, ne uygun ve ne
de münasiptir... Hakk'la batıl arasında baş gösterip, hakkın bu şekilde
isabet aldığı, batılınsa saldırgan ve azgın göründüğü her savaşta,
bazı kalplerde, bu tür yalancı kuşkular kaynamış veya kınanmış
beklentiler yer almıştır.
Bu
yalancı kuşkular ve kınanmış beklentiler hep olagelmiştir. Ama neden ya
Rabbi? Neden hakk isabet alıyor da batıl kurtuluyor? Niçin batılla karşılaştığı
her seferde hakk zafer elde etmiyor, galibiyet ve ganimetle dönmüyor? Yoksa 0,
zaferi hak eden hakkın kendisi değil midir? Batıla bu üstünlük nerden
geliyor? Batılın hakk ile çarpışmasında böyle sonuçlarla dönmesi ve böylece
kalplerin bozulup sarsılması nereden kaynaklanıyor?
Müslümanların,
Uhud günü panik ve hayret içinde "bu neden" demeleriyle bu olay
fiilen gerçekleşmişti.
Bu
sonuç bölümünde, son cevap ve nihai açıklama yer almaktadır. Bununla yüce
Allah, bitkin kalpleri rahatlatmakta, bu noktada kalpleri, içlerini kaplayan kötü
duygulardan arındırmakta ve dün, bugün ve yarın meydana gelecek her olayın
arkasındaki; kanununu, takdirine ve plânını açıklamaktadır. Hakkla batılın
karşılaştığı ve bugünkü gibi sonuçlanan her çarpışma da öyle...
Batılın
herhangi bir çarpışmada galip gelmesi ve bir zaman diliminde güçlü görünmesi,
yüce Allah'ın O'nu bıraktığı ya da yenilmeyecek bir güç olduğu veya
hakka, kalıcı ve öldürücü zararlar dokundurabileceği anlamına gelmez.
Aynı
şekilde, herhangi bir çarpışmada hakkın sınanması, bir zaman diliminde
zayıf görünmesi, yüce Allah'ın onları yalnız bıraktığı veya unuttuğu
ya da batıla dilediği gibi öldürüp eziyet etmesi için terk ettiği anlamına
gelmez.
Asla!..
Bunda ve onda bir hikmet ve plân vardır. Yolun sonuna varması, en iğrenç günahları
işlemesi, kötülüklerin en ağırı yüklenmesi, böylece hakettiği en şiddetli
azabı tatması için batıla süre tanınmaktadır. Pisin temizden ayrılması
için, hakk da imtihana tabi tutulur... Böylece imtihan karşısında
direnenler büyük sevaplar kazanırlar. Kuşkusuz bu, hakk için bir kazanç,
batıl için ise bir kayıptır. Bunlar, gerek burada gerek orada kat kat artırılacaktır:
"Doludizgin
küfre kaçanlar seni üzmesin. Onlar Allah'a hiçbir zarar vermezler. Allah
onlara hiçbir pay bırakmamayı diliyor. Onları büyük bir azap
bekliyor."
Burada
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) teselli edilmekte ve küfre
dalanları, orada koşuşanları, sanki kendileri için bir hedef dikilmiş de
oraya varmak için yarışır gibi ısrarlı, hırslı ve süratli hareketlerini
görmekten dolayı gönlünü kaplayan hüzün giderilmektedir.
Bu
ifade, ruhsal bir durumu pratik bir şekilde tasvir etmektedir. Birtakım
insanların, konulan ödülü elde etmek için yarışır gibi küfür, batıl,
kötülük, günahkârlık yolunda büyük bir çaba harcadıkları görülür.
Arkasından kovalayan biri varmış gibi ya da mükâfat kazanması için önden
biri çağırıyor gibi ısrarla, şiddetle ve gayretle yol aldığı görülür.
Uyarılarına
kulak vermedikleri için Cehennem'e koşuşan bu kulları geri çevirme imkanına
sahip olmadığından dolayı Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun)
kalbi hüzünlenmekteydi. Nitekim, Cehennem'e sürüklenen ve küfür içinde koşuşan
bu insanların müslümanlara ve Allah'ın davasına dokundurdukları kötülük
ve işkenceler ve sonuçta saflarını seçmek için Kureyş'le girişilen savaşın
sonucunu bekleyen topluluklar arasındaki İslâm'ın yayılmasını
engellemelerinden dolayı da kalbi kederleniyordu. Kureyş müslüman olup boyun
eğince insanlar dalga dalga Allah'ın dinine girmeye başlamıştı. Bütün
bunların Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kalbinde yer
ettikleri kuşkusuzdur. Bu yüzden yüce Allah Resulü'ne güven vermekte,
kalbini kaplayan hüznü gidererek teselli etmektedir.
"Doludizgin
küfre koşanlar seni üzmesin. Onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler."
Şu
basit kullar Allah'a hiçbir zarar veremezler. Aslında konu, açıklamaya bile
ihtiyaç duymuyor. Ancak yüce Allah, akide sorununu kendi sorunu ve müşriklerle
girişilen savaşı kendi savaşı kılmayı, böylece bu akidenin ve bu savaşın
ağırlığını Resulullah'ın ve müslümanların omuzundan kaldırmayı
dilemektedir. O halde şu küfürde koşuşanlar Allah'la savaşmaktalar. Oysa
O'na zarar veremeyecek kadar zayıftırlar. Buna göre, küfürde ne kadar koşuşsalar,
Allah'ın dostlarına ne kadar işkence etseler de ne Allah'ın davasına ne de
davayı yüklenenlere hiçbir zarar veremezler.
Peki
bunlar doğrudan doğruya Allah'ın düşmanları oldukları halde yüce Allah
niçin onların kurtulup gitmelerine, galibiyetle övünmelerine müsaade
ediyor?
Çünkü
yüce Allah onlara daha büyük bir yenilgi ve daha ağır bir zillet plânlamaktadır:
"...Allah
onlara hiçbir pay bırakmamayı diliyor."
Bütün
enerjilerini harcamalarını, günahın tümünü yüklenmelerini, bütün azabı
hak etmelerini ve yolun sonuna kadar küfürde koşuşmalarını dilemektedir...
"...Onları
büyük bir azap bekliyor."
Ancak
yüce Allah'ın onlara bu aşağılık sonucu uygun görmesinin sebebi nedir?
Çünkü onlar imana karşılık küfrü satın almakla bunu hak etmişlerdir:
"İman
karşılığında kafirliği satın alanlar Allah'a hiçbir zarar veremezler.
Onları acıklı bir azap bekliyor."
Kuşkusuz
imanı kolaylıkla elde edebilirlerdi. Evrenin sayfalarında ve fıtratın
derinliklerinde imanın kanıtları serpiştirilmiş durumdadır. Şu olağanüstü
varlık alemi projesinin harikulâde uyum ve mükemmelliğinde, ayrıca doğrudan
doğruya fıtratın yapısında ve varlıklarla uyuşmasında, sanatkâr eli ve
sanatın eşsizliğini duyumsamaları ve imanın işaretlerini rahatlıkla
bulabilmeleri yerleştirilmiştir. Sonra iman davasının çağrısı bizzat
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) diliyle yapılmıştır. Davanın
tabiatı, fıtratla uyuşması, güzelliği, ahenkliliği, hayat ve insanlar için
en uygun metod oluşu da iman etmek için bir kanıttır.
Evet
iman kendilerine bahşedilmişti. Ancak onlar bilerek ve kanıtlarını görerek
imanı satıp karşılığında küfrü alıyorlar. Bu yüzden, küfürde koşuşmak
üzere Allah tarafından terk edilmeyi, bütün enerjilerini bu uğurda harcayıp
ahiret sevabından hiçbir pay elde etmemeyi hak ediyorlar. İşte bu yüzden yüce
Allah'a hiçbir zarar veremeyecek kadar zayıftırlar. Çünkü onlar tam bir
sapıklık içindedirler ve hakk namına hiçbir şeye sahip değildirler. Yüce
Allah sapıklığa bir güç indirmemiş, batıla bir kuvvet bahşetmemiştir.
Son derece kabarık görünmelerine ve geçici bir süre için müminlere eziyet
etmelerine rağmen, bu basit ve gülünç güçleriyle Allah'ın dostlarına ve
O'nun davasına zarar vermekten uzaktırlar.
"Onları
acıklı bir azap bekliyor."
Müminlere
dokundurdukları elemle kıyaslanamayacak kadar şiddetli bir elem! ..
"Kafirler,
sakın kendilerine mühlet vermemizin, fırsat tanımamızın iyiliklerine olduğunu
sanmasınlar. Onlara sırf günahları artsın diye mühlet tanıyor, fırsat
veriyoruz. Onları onur kırıcı bir azap bekliyor."
Surenin
akışı bu ayette; Allah'ın ve hakkın düşmanlarını, kendilerine hiçbir
azap ulaşmadan; görünürde güç, iktidar, mal ve mevkiden yararlanır
durumda gören bazı kalplerde kaynayan düğümlere, birtakım kalplerde dolaşan
şüphelere ve nice ruhlarda depreşen sitemlere değinmektedir. Bunlar, hem
kendi kalplerini hem de çevrelerindeki insanların kalplerini bozan
kimselerdendirler. Bir de, yüce Allah'ın batıldan, kötülükten, inkarcılıktan
ve azgınlıktan hoşnut olduğunu, bu yüzden ona süre tanıdığını ve
dizginlerini serbest bıraktığını ya da yüce Allah'ın hakk ile batıl arasındaki
savaşa müdahale etmediğini, batılın hakkı yutmasına göz yumduğunu ve
zaferine karışmadığını sanan kimsede iman zaafı vardır. Yahut şu batılın
hakk olduğunu, yoksa yüce Allah'ın gelişip büyümesine, sonuçta galip
gelmesine müsaade etmeyeceğini veya şu yeryüzünde hakka galip gelmenin batılın
bir özelliği olduğunu yahut da zaferin sadece hakka özgü olduğunu sanan ve
böylece Allah hakkında haksız yere cahiliye zannı besleyen zayıf imanlı
kimselerdendir. Sonra!.. Batıl taraftarları, zalimler, tağutlar ve
bozguncular, kibir içinde yüzerek, küfürde koşuşur durumda, azgınlık içinde
terk edilirler. Onlar da işlerinin yolunda olduğunu ve karşılarına
dikilmesinden korkulacak bir gücün söz konusu olmadığını zannederler.
Bütün
bunlar batıldır, Allah hakkında haksız zan beslemedir. Durum hiç de böyle
değildir. İşte bizzat yüce Allah kâfirleri böyle bir zanna kapılmamaları
konusunda uyarıyor. Şayet yüce Allah, onları koşuştukları küfürden alıkoymuyorsa,
dünyada yararlanıp eğlenecekleri bir pay bahşetmişse... Evet, yüce Allah'ın
onları bu şekilde denemesi bir fitnedir, sağlam bir tuzaktır. Ve uzun vadeli
bir cezalandırmadır:
"Kâfirler
sakın kendilerine mühlet vermemizin, fırsat tanımamızın iyiliklerine olduğunu
sanmasınlar. Onlara sırf günahları artsın diye mühlet tanıyor, fırsat
veriyoruz."
Şayet
onlar uyarıcı bir sınamayla, nimetin oyalayıcılığından Allah tarafından
kurtarılmayı haketmiş olsalardı kuşkusuz denenirlerdi. Ancak yüce Allah
onlara iyilik dilemiyor. Çünkü onlar, imana karşılık küfrü satın aldılar.
Küfürde koşuştular, onun uğruna çaba sarf ettiler ve böylece imtihan aracılığıyla
nimet ve iktidarın oyalayıcılığından kurtulmayı hak etmediklerini gösterdiler.
"...Onları
onur kırıcı bir azap bekliyor."
Sahip
oldukları makamın, işgal ettikleri konumun ve elde ettikleri nimetin karşılığı
alçaklıktır.
Böylece
Allah tarafından imtihana tabi tutulmanın bir nimet olduğu ve bunun, yüce
Allah'ın kendilerine iyilik dilediği kimselerden başkasına isabet etmediği
gerçeği de açığa çıkmış oluyor. Dostları bir imtihana uğramışlarsa
bunun nedeni yüce Allah'ın onlara dilediği bir iyiliktir. Bu imtihan, Allah'ın
dostlarının uygulamalarının karşılığı olarak meydana gelmiş olsa da
arkasında gizli bir hikmet, latif bir plan ve Allah'ın mümin dostlarına
dilediği lütfu yatmaktadır.
İşte
böylece kalpler istikrara ve ruhlar da güvenceye kavuşmuştur. Açık ve
dosdoğru İslâm düşüncesindeki bu basit; ancak temel gerçekler, böyle yer
etmiştir.
Kuşkusuz
Allah'ın hikmeti ve müminlere olan iyiliği, onları değişik koşulların
etkisiyle saflarda çalkantılara sebep olan ve hiçbir zaman İslâm'ı
sevmeyen münafıklardan ayırmayı gerektirmiştir. Bu yüzden yüce Allah bu
yolda pisi temizden ayırmak için davranışları ve düşünceleri nedeniyle
onları Uhud'da bu şekilde imtihana tabi tutmuştur:
"Allah
müminleri şimdi içinde bulunduğumuz durumda bırakacak değildir. Pis olanı
temiz olandan ayıracaktır. Ayrıca Allah sizi gaybın bilgisine de erdirecek
değildir. Fakat Allah bunun için peygamberlerinden dilediğini seçer. O halde
Allah'a ve O'nun peygamberlerine inanınız. Eğer iman eder ve günahlardan sakınırsanız
size büyük bir ödül vardır."
Kur'an
ayeti, müslüman safları iyice belirginleştirmeden karmakarışık bırakmanın;
kalpleri, imanın sevecenliğinden ve İslâm'ın ruhundan yoksun olduğu halde
iman davasının arkasında ve İslâm görüntüsünün ardında gizlenen münafıkları
ortaya çıkarmanın yüce Allah'ın şanından olduğu gibi uluhiyetin de gereği
olduğunu kesinlikle bildirmektedir. Yüce Allah müslüman ümmeti, evrensel ve
büyük bir rol üstlenmesi, muazzam ilahi metodu yüklenmesi ve yeryüzünde eşsiz
bir hayat tarzı ve yepyeni bir düzen meydana getirmesi için ortaya çıkarmıştır.
Bu önemli rol, soyutlanmayı, berraklığı, belirginliği ve titizliği
gerektirmektedir. Aynı zamanda saflarda bozukluğun ve yapıda herhangi bir çatlaklığın
olmaması da kaçınılmazdır. Kısacası, bu ümmetin tabiatının büyüklüğü
bakımından, yeryüzünde yüce Allah'ın kendisine takdir ettiği role ve
ahirette kendisine hazırladığı konuma uygun bir kapasitede olması lazımdır.
Bütün
bunlar da; içindeki pisliğin temizlenmesi için safta erimeyi, yapıdaki zayıflığın
giderilmesi için basınç uygulamayı gönüllerde ve vicdanlarda bulunanların
iyice ortaya çıkması için de aydınlatmayı zorunlu kılmaktadır. Bu yüzden
pis olanla temiz olanı birbirinden ayırmamak yüce Allah'ın şanından değildir.
Müminleri bu büyük sarsıntıdan önceki halleri üzere bırakmak O'na yakışmaz.
Ayrıca,
yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı gaybın da insanlar tarafından
bilinir olması O'nun yüceliğine yakışmaz. Bir kere yüce Allah, insanların
tabiatını gaybı algılayacak bir kapasitede yaratmamıştır. Onların beşerî
alıcı cihazları gaypten az bir şeyi algılayacak şekilde proğramlanmıştır.
Onun bu şekilde proğramlaması da ayrıca, bir hikmete yöneliktir. Yeryüzünde
hilafet görevini yerine getirecek kapasitede proğramlanmıştır. Bu görev de
gaybı bilmeyi gerektirmemektedir. Beşerî özellik bütünüyle gaybı algılaması
için açılacak olursa tamamen yok olur. Çünkü bu cihaz, ruhunu yaratıcısına,
bedenini de şu evrenin bedenine bağlayacak olan az bir kısmından geri kalan
başlıcasını algılamayacak şekilde hazırlanmıştır. En basitinden, şayet
sonunu bilecek olursa yeryüzünün imarı için elini ayağını kıpırdatmayacaktır.
En azından, yeryüzünün imarı için zaman ayırmayacak kadar bu sonuçla
ilgilenecektir.
Bunun
için insanlar gaybı bildirmesi yüce Allah'a yakışmadığı gibi, hikmetinin
gereği ve sünnetinin sonucu da bu değildir.
O
halde yüce Allah, pis olanı temiz olandan nasıl ayıracaktır? Müslüman
safların temizlenmesi, bulanıklıktan soyutlanması, nifaktan arınması ve müslüman
ümmeti, yerine getirmesi için seçtiği evrensel role hazırlaması
hususundaki ilahi özelliğini ve sünnetini nasıl gerçekleştirecektir?
"Fakat
Allah bunun için peygamberlerinden dilediğini seçer."
Risalet
yoluyla O'na inanmalı ya da inkar etmek yoluyla, risaletin gereklerini gerçekleştirmek
için resullerin giriştiği cihad ve bu cihad yoluyla arkadaşlarıyla uğradıkları
imtihanlar aracılığıyla yüce Allah'ın sıfatı gerçekleşir, sünneti
uygulanır. Bu sayede yüce Allah pisi temizden ayırır, kalpleri arındırır,
ruhları temizler. Kuşkusuz meydana gelen herşey, Allah'ın kaderine uygun
olarak meydana gelecektir.
Böylece
hayatta gerçekleşen Allah'ın hikmetinin bir tarafının üzerinden perde kaldırılmış
oluyor. Ve bu gerçek, köklü, açık ve aydınlık bir şekilde yeryüzünde
yerleşmiş oluyor böylece...
Hakikatin
parlak, sade ve huzur verici sahnesi önünde, kişiliklerinde imanın anlamını
ve gereklerini gerçekleştirmeleri için ayet-i kerime müminlere yönelmekte
ve müminleri bekleyen yüce Allah'ın lütfunu gözler önüne getirmektedir:
"...O
halde Allah'a ve O'nun peygamberlerine inanın, eğer iman eder ve günahlardan
sakınırsanız size büyük bir ödül vardır."
Bu
açıklama ve güvenceden sonra şu direktif ve teşviklerin yer alması,
Uhud'da meydana gelen olayların sunulmasına ve ardından yapılan değerlendirmelere
uygun düşmektedir.
UHUD
SAVAŞININ KAPSADIĞI GERÇEKLER
Sonra...
Kuşkusuz savaş ve Kur'an'ın onun üzerine yaptığı değerlendirmeler birçok
önemli gerçeği ortaya çıkarmıştır. Son derece geniş ve hacimli olmalarından
dolayı, onları ard arda ve haklarını vererek, Fi Zılâl'de takip ettiğimiz
yöntem bakımından son derece zordur. Ancak biz, en kapsamlı ve en
belirginlerini sunmakla yetineceğiz. Kur'an-ı Kerim'in yeri geldikçe ders alınması
ve delil olması için arz ettiği gibi savaşta meydana gelen diğer olaylar
bunlarla kıyaslanabilir.
1-
Kuşkusuz savaş ve onun ardından yapılan değerlendirmeler bu dinin özündeki
mevcut büyük ve temel bir gerçeği ortaya çıkarmıştır. Bu da, Allah'ın
beşer hayatı için koyduğu hayat metodu ve onun insan hayatındaki uygulanış
biçimidir. Bu, başta gelen basit bir gerçektir. Ancak, genellikle unutulur bu
gerçek. Ya da ilk başta algılanmaz. Bu unutmadan ve algılamamadan dolayı bu
dine, onun insan hayatındaki tarihsel olgusuna, dün, bugün ve yarın üstlendiği
role ilişkin bakış açılarında önemli yanlışlıklar meydana gelmiştir.
Bazılarımız, insan tabiatını, fıtri enerjilerini, maddi olgusunu, gelişmesinin
hangi aşamasında olduğunu ve hangi konumda bulunduğunu göz önünde
bulundurmadan -madem ki, Allah'ın insan hayatı için seçtiği metod budur- bu
dinden insan hayatında harikalar yaratmasını beklemekteyiz.
Onun
bu şekilde hareket etmediğini, aksine, beşer enerjisinin ve maddi olgusunun sınırları
içinde hareket ettiğini, bu enerjinin ve bu olgunun sürekli bu dinle beraber
yürüdüğünü bazan açıkça onların etkilendiklerini ya da insanların ona
uymaları oranında etkilendiklerini, insanlara toprağın ağırlığı, arzu
ve şehvetlerinin çekiciliği ağır basınca, bu dinin çağrısına veya
onunla birlikte tam manasıyla hareket etmeye yanaşmayınca bu etkilenmenin
tersine de olabileceğini görünce... Evet, bunu açıkca görünce
beklemedikleri bir hayal kırıklığına uğrarlar. (Bu din Allah katından
olduğu halde) pratik hayata ilişkin dini metoda olan bağlılıkları kopma
derecesine gelir ya da mutlak anlamında dinden kuşkulanmaya başlarlar.
Bunlar,
bu dinin tabiatını ve uygulanış biçimini kavrayamamaktan ya da bu başta
gelen basit gerçeği unutmaktan doğan bir tek hatadan kaynaklanan hatalar
zinciridir.
Kuşkusuz
bu din, insanlık hayatı için bir metoddur. İnsanların hayatında ancak
onların çabası ve güçleri oranında gerçekleşebilir. İnsanların fiilen
üzerinde bulundukları noktadan, onların maddi olgularından işe girişir ve
çabaları elverdiğince onları yücelere ulaştırır.
Onun
en belirgin özelliği; her harekette atılacak adımda bir an bile, insan fıtratının
özelliğinden, gücünün sınırından ve maddi olgusundan habersiz olmamasıdır.
Aynı zamanda bu din -bazı zamanlarda bunu fiilen gerçekleştirdiği ve ciddi
olarak çalışıldığı sürece her zaman gerçekleşeceği gibi- insanlığı
öyle bir aşamaya ulaştırmıştır ki; bu aşamaya hiçbir beşeri metod
insanlığı kesinlikle ulaştıramaz.
Ancak
daha önce de belirttiğimiz gibi bütün hata, bu dinin tabiatını
kavramamaktan ya da unutmaktan doğmaktadır. Yine beşerin pratiğine
dayanmayan, onu değiştiren, başka bir şekle sokan, insanın fıtratıyla, eğilimleriyle,
yetenekleriyle, güçleri ve tüm maddi olgusuyla ilişkisi bulunmayan harikaların
beklentisi içinde olmaktan kaynaklanmaktadır.
O
halde bu Allah katından değil midir? Hiçbir şeyin aciz bırakamadığı ve
herşeye kadir güçten gelmedi mi bu din? Peki niçin sadece insanın gücü
dahilinde hareket ediyor? Hareket etmesi için beşerin çabasına neden ihtiyaç
duyuyor? Sonra niye her zaman galip gelmiyor? Ona inananlar sürekli zafer
kazanmıyor? O halde, ona uyanların zaman zaman, tabiatın, şehvetlerin ve
maddi olguların ağırlığına yenik düşmesi neden? Kimi zaman, batılın
taraftarlarının, hakk mensuplarına galip gelmesinin sebebi nedir?
Bütün
bunlar -daha önce gördüğümüz gibi- bu dinin tabiatının ve onun uygulanış
biçiminin başta gelen ve basit gerçeğini kavrayamamaktan ya da unutmaktan
kaynaklanan sorular ve kuşkulardır.
Kuşkusuz
yüce Allah, bu din aracılığıyla ya da onun dışındaki araçla insanın fıtratını
değiştirebilir. Daha baştan, onu değişik bir fıtratta da yaratabilirdi kuşkusuz.
Ancak yüce Allah, insanı bu fıtrat üzere yaratmayı dilemiştir. Onun irade
sahibi ve dilediğini yapabilir olmasını dilemiştir. Hidayeti de bu çabanın
ve yapabilme gücünün karşılığı kılmayı dilemiştir. İnsan fıtratının,
yok olmaksızın, değişmeksizin ve devre dışı kalmaksızın sürekli
hareket etmesini dilemiştir. Hayat metodunun, insan hayatında insanların çabaları
ve onların gücü dahilinde gerçekleşmesini dilemiştir. Bunların tümüne,
insanın sarf ettiği çaba oranında ve pratik hayat koşulları dahilinde ulaşmasını
dilemiştir.
Yarattığı
hiç kimsenin; "Niye böyle dilemiştir?" diye sormaya hakkı yoktur.
Çünkü O'nun yarattıklarından hiçbiri ilah değildir. Evrenin düzenine, bu
düzenin varlıklar aleminde yeralan her varlığın tabiatındaki sonuçlarına
ve özel "planla" varolan herşeyin yaratılışının arkasında
gizli hikmete ilişkin bir bilgileri olmadığı gibi, bilme imkanları da söz
konusu değildir.
Bu
noktada "niçin?" sorusunu ciddî bir mümin soramaz. Çünkü O,
kendi gerçeğini ve sıfatlarını kalbine tanıtan Allah'a karşı son derece
edeplidir. Ayrıca O, insan idrakinin bu alandaki işleri algılayacak
kapasitede olmadığını çok iyi bilmektedir. Kâfir de soramaz; Çünkü O, işin
başında Allah'ı tanımıyor. Şayet uluhiyetini tammış olsaydı bununla
beraber bunların da O'nun uluhiyetinin özelliği ve gereği olduğunu bilirdi.
Ancak,
bu soruyu laubâli ve cıvık kimseler sorabilir. Bunlar ne samimi mümin ne de
ciddi bir kâfirdir. Bu yüzden araştırmaya ve üzerinde durmaya değmez.
Uluhiyetin
gerçeğinden habersiz cahiller de sorabilir bu soruyu. Bu cahile doğrudan
cevap vermek gerekmez. Ancak, kabul edip mümin olduğu ya da inkar edip kâfir
olduğu ortaya çıkana kadar uluhiyetin gerçeğini anlatmak gerekir. Böylece
tartışma bitebilir, yoksa cedelleşme alır gider.
O
halde, Allah'ın yarattığı hiç kimse O'na "insanın bünyesini neden bu
fıtrat üzere yarattın?" diye soramaz. Aynı zamanda, bu fıtratı, yok
olmayacak ve işlevsiz kalmayacak şekilde hareketli kılmasının ve ilahi
metodun hayatında gerçekleşmesini, beşerin çabasına ve enerjisine bağlı
kılmayı dilemesinin sebebini de soramaz.
Ancak
O'nun yarattığı herkesin bu gerçeği kavraması, beşer pratiğinde işlevini
yerine getirdiğini görmesi, beşer tarihini onun ışığında yorumlaması,
bir taraftan tarihin seyir çizgisini düşünürken diğer taraftan bu çizgiyi
nasıl karşılayacağını bilmesi gerekmektedir.
Muhammed'in
(salât ve selâm üzerine olsun) getirdiği şekliyle İslâm'da somutlaşan
ilahi hayat metodu, sırf Allah tarafından indirilmiş olması yahut yalnızca
insanlara tebliğ edilip açıklanması ile yeryüzünde insanların dünyasında
gerçekleşmiş olmaz. Yüce Allah'ın feleğin dolaşımında, yıldızların
akışında ve sonuçları tabii sebeplerinden sonraya bırakmasındaki kanununu
yürüttüğü kahredici gücüyle de gerçekleşmez. Ancak, ona tam anlamıyla
inanan bir topluluğun yüklenmesi, güçleri oranında ona uygun hareket
etmeleri, onu hayatlarının ödevi ve en büyük gayeleri edinmeleri ile mümkündür.
Ayrıca diğer insanların da kalplerinde ve pratik hayatlarında gerçekleşmesi
için çaba sarf etmeleri ve bu gaye için hiçbir çabadan ve hiçbir enerjiden
kaçınmamaları ile mümkün olur. Bu topluluk hem kendilerinin hem de bàşkalarının
ruhlarındaki beşerî eksiklikler, heva ve bilgisizliklerle mücadele eder. Bu
metoda karşı koymak için beşeri eksiklik, heva ve bilgisizliği kışkırtanlara
karşı mücadele eder. Bütün bunlardan sonra bu metodu, beşer fıtratının
gücü oranında gerçekleştirmiş olur. Üstelik insanları fiilen bulundukları
noktadan ele alır. Bu metodun aşamalarında ve uygulanışında insanların
pratik durumlarından ve bu olgunun gereklerinden hiçbir zaman habersiz olmaz.
Sonra bu topluluk sarf ettiği çaba, başvurduğu hareket yöntemleri ve bu yöntemleri
seçmekteki isabeti oranında kendi içinde ve insanların nefislerinde savaşta
bazan zafer kazanır bazan da bu savaşta yenik düşer. Herşeyden, her çabadan
ve her araçtan önce burada, bir başka önemli husus yer almaktadır. O da, bu
topluluğun bu gaye için herşeyden soyutlanması, bu metodun gerçeğini
bizzat temsil etmesi, bu metodu koyan yüce Allah ile sürekli ilişki içinde
olması, O'na bağlanması ve O'na güvenip dayanmasıdır.
İşte
bu dinin gerçeği ve uygulanış biçimi budur. Hareket çizgisi ve kullandığı
araç budur.
Aynı
zamanda bu, Uhud savaşında meydana gelen olaylar ve bu olayların değerlendirmesiyle
onları eğiten yüce Allah'ın müslüman kitleye öğretmek istediği bir gerçektir.
Savaşın
bazı noktalarında bu gerçeği temsil bakımından bu toplulukta bir kusur
bulunduğunda, pratik hareket yöntemlerine başvurmada bir eksiklik baş gösterdiğinde,
bu temel gerçeği göz ardı ettiğinde ya da büsbütün unuttuğunda kendi düşüncesine
ve uygulamasına bakmaksızın müslüman oluşundan dolayı kesinlikle zafere
ulaşacağına inandığında yüce Allah onları yenilgiyle yüzyüze getirerek
yenilgi acısını tattırdı. Sonra gelen şu Kur'anî değerlendirme de olayı
bu hakikate döndürmektedir:
"Karşı
tarafa iki katını tattırdığınız musibet bu kez sizin başınıza gelince
`Bu nereden geldi' demediniz mi? De ki; `O musibet kendinizden kaynaklandı: Hiç
şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter."
Ancak,
ayetleri sunarken söylediğimiz gibi, müslümanları bu noktada terk etmiyor.
Onları sebep ve sonuçların ötesindeki Allah'ın kaderine bağlayıp, pratik
uygulamaları gibi görünen, sebepler sonucu meydana gelen bu imtihanın arkasındaki
kendisi için hayırlı olan iradeyi de ortaya çıkarıyor.
Kuşkusuz
ilahî metodun, insanların çabasıyla hareket edip gerçekleşir olması ve bu
düzeyde insanların uygulamalarında etkin olması büsbütün iyiliktir. Bu
haliyle o, insan hayatını ıslah eder, bozmaz ya da monoton bir şekle sokmaz.
İnsan fıtratını düzeltir, uyandırır ve onu asıl düzeyine döndürür.
Gerçekten bu iman uğruna tebliğ ve açıklama gibi dil ile ve hidayet yoluna
saldıran isyancı güçleri bertaraf etmek gibi el ile insanlarla cihada girişmedikçe
iman hakikati tam anlamıyla kalplerde yer etmez. Girişilen bu savaşta
imtihanlarla yüzyüze gelip, cihada, işkencelere, yenilgiye ayrıca zafere karşı
sabretmedikçe -kuşkusuz zafere sabretmek yenilgiyi sabretmekten daha zordur-
kalpler arınıp saflar iyice belirginleşmedikçe, toplum yolda dosdoğru
hareket etmedikçe, yüksek bir olgunluğa erişip sırf Allah'a dayanıp güvenmedikçe
gerçekleşmez iman davası.
Bu
iman için insanlarla cihada girişmedikçe iman gerçeği bütünüyle
kalplerde yer etmez. Çünkü bu durumda O, insanlarla cihada girişirken ilk başta
kendini güvencede ve selamette hissettiği zamanlarda asla göremeyeceği imana
ilişkin ufuklar açılır önünde. İnsanlar ve hayata dair bunun dışında
hiçbir zaman anlayamayacağı gerçekleri kavrama imkanı bulur. Nefsi duyguları,
düşünceleri, davranışları, özellikleri, heyecan ve tepkileriyle bu zor ve
acı deney olmaksızın kesinlikle ulaşamayacağı bir düzeye ulaşır.
Tecrübe,
imtihan ve musibetlerle yüzyüze gelmedikçe, bünyesindeki her birey kendi gücünün
ve amacının gerçek durumunu kavramadıkça, sonra kendisini oluşturan kerpiçlerin
gerçek mahiyetini bu kerpiçlerin dayanıklılığını ve bir çarpışma anındaki
sağlamlıklarını bilmedikçe iman gerçeği toplumda da gereği gibi yer etmiş
olmaz.
Uhud'da
meydana gelen olaylar ve bu suredeki o olaylara ilişkin değerlendirmelerle müslüman
kitleyi eğiten yüce Allah'ın kendilerine isabet edenin görünen sebebini açıkladıktan
sonra, "İki topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen, Allah'ın
izniyle gerçekleşti. Bu musibet Allah'ın müminleri belirlemesi içindir."
..: `Bir de münafıkları ayırd etmesi içindir". Sonra "Allah müminleri,
şimdi içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir, pis olanı temiz
olandan ayıracaktır." derken müslüman kitleye bu gerçeği öğretmek
istiyordu. Daha sonra yüce Allah, onları bütün sebeplerin ve olayların
arkasındaki Allah'ın kaderi ve O'nun hikmetine ve mümin ruhlarda iyice yer
etmedikçe tamamlanması mümkün olmayan büyük iman gerçeğine döndürmektedir.
"Eğer siz (Uhud'da) yara aldınız ise karşınızdakiler de benzeri bir
yara almışlardır. Biz bu tür acı günleri insanlar arasında dolaştırırız.
Allah'ın kimlerin mümin olduklarını belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler
seçmesi içindir bu. Hiç kuşkusuz Allah zalimleri sevmez. Bunun bir başka
sebebi de Allah'ın müminleri arındırması ve kafirleri yok etmesidir."
O
halde -en sonunda- bu sebepler, olaylar, şahıslar ve hareketlerin arka planında
gizli olan; Allah'ın kaderi, planı ve hikmetidir. Aynı zamanda bu, olayların
ve onlara ilişkin aydınlatıcı değerlendirmenin ötesinde yeralan evrensel
ve mükemmel İslâm düşüncesidir.
2-
Savaş ve onun üzerine yapılan değerlendirmeler, insan nefsine, onun fıtratının
özelliğine, insan çabasının tabiatına ve ilahi metodu gerçekleştirmede
ulaşabileceği düzeye ilişkin büyük ve temel bir gerçeği ortaya çıkarmıştır.
Kuşkusuz
insan nefsi -bir olgu olarak- eksiksiz değildir. Ancak, şu yeryüzünde
kendisine takdir edilen mükemmellik düzeyinde ulaşabilecek kadar gelişme ve
yükselme yeteneğine sahiptir de.
İşte
biz, hakkında yüce Allah'ın "siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz" dediği ümmetin zirvesini temsil eden bir kitlede somutlaşan
bir grup insanı -oldukları gibi, tabii halleriyle- görmekteyiz. Bunlar mutlak
anlamda insanlık için tam bir örnek oluşturan Muhammed'in (salât ve selâm
üzerine olsun) arkadaşlarıdırlar... Bizim gördüğümüz nedir?.. Bir grup
insan görüyoruz, içlerinde zaaf ve eksiklik var. Haklarında yüce Allah'ın
"İki topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet, Allah'ın
izni ile gerçekleşti. Bu musibet, Allah'ın müminleri belirlemesi için
meydana geldi" ve "Allah size verdiği sözü gerçekleştirdi. Hani
size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş konusunda görüş
ayrılığına düşünceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz. Kiminiz
dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi deneyden geçirmek
için onları başından savdı" dediği kimseler var. İçlerinde "O
zaman içinizden iki topluluk bozulmak üzereydi. Halbuki dostları Allah'tı. Müminler
Allah'a güvenip dayansınlar" denilen kimseler de vardı. İçlerinde
yenilip dağılanlar da olmuştu.. Nitekim yüce Allah bu olayı şöyle vasıflandırmaktadır:
"Hani peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz;
ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi
kederden kedere uğrattı."
Bunların
tümü de iman etmiş müslümanlardı. Ancak daha yolun başındaydılar. Eğitim
ve oluşum dönemini yaşıyorlardı. Onlar bu işi, ciddiye alıyorlardı, işlerini
Allah'a teslim etmişlerdi. O'nun tayin edip belirlediği önderlikten hoşnuttular.
Bütünüyle O'nun metoduna boyun eğmişlerdi. Bu yüzden yüce Allah onları
himayesinden kovmuyor, aksine onlara acıyor, onları affediyor ve Peygamberine
de onları affetmesini, bağışlama dilemesini, onlardan kaynaklanan bunca
olaydan ve şûranın sonunda cereyan eden bunca sıkıntıdan sonra iş
hususunda onlara danışmasını emrediyor. Evet yüce Allah, bu davranışlarının
sonucunu tatmak üzere onları saftan dışarı atmamıştı. Onlara hiçbir
zaman, bu tecrübe sonucu sizde baş gösteren bu zaaf ve eksiklikten sonra bu
dava için bir işe yaramazsınız dememiştir. Onların bu zaaf ve
eksikliklerini kabul etmiş, onları musibet ve imtihanlarla eğitmiş ve içinden
birtakım dersler ve öğütler almaları için direktifler vermişti. Ancak bütün
bunlar rahmet, bağışlama ve hoşgörü sınırları içinde olmuştu. Evet
onlar, bilmeleri, kavramaları ve olgunlaşmaları için ateşle dağlanıyorlardı...
Eksiklikleri ve nefislerinin gizlilikleri ortaya çıkarılıyordu; ancak, utandırmak,
rezil etmek, küçültmek, zora sokmak ya da güç yetiremeyecekleri şeyi yüklemek
için değildi bunlar. Ellerin tutulup Allah'ın kopmaz ipine bağlı oldukları
sürece kendilerine güvenmeleri, kendilerini küçük görmemeleri ve amaca ulaşma
hususunda karamsarlığa kapılmamaları telkin ediliyordu.
Nitekim
amaçlarına ulaştılar. Savaşın başlangıcında sayılan davranışlar
onları mağlup etmişti. Ama neticede amaçlarına ulaştılar. Çünkü
yenilgi ve ağır yaralar aldıkları günün ertesinde; korkmadan, çekinmeden
ve haklarında yüce Allah'ın "O kimseler ki, insanlar kendilerine; `Düşmanlarınız
size saldırmak için yığınak yaptılar, onlardan korkmalısınız'
dediklerinde, bu sözden imanları daha güçlenerek; `Allah bize yeter, O ne güzel
bir vekildir' derler" demesini hakedecek şekilde sarsılmadan Resulullah (salât
ve selâm üzerine olsun) ile birlikte düşmanı takip etmeye çıkabildiler.
Bundan
sonra yavaş yavaş işler ve gelişme büyüyünce uygulamalar da değişmeye
başlamıştı. Buradaki gibi, çocuklara özgü bir şekilde eğitilmelerinden
sonra büyükler gibi sorgulanır oldular. Berae suresindeki Tebuk savaşına ve
o savaştan geri kalan birkaç kişinin Allah ve Resulü tarafından o denli şiddetle
sorgulanmasına bakan biri, uygulamalarda ve Allah'ın harikulâde eğitim
metodunun aşamalarındaki açık farklılığı rahatlıkla görebilir. Ayrıca
Uhud'daki toplulukla Tebük'teki topluluk arasındaki farklılığı da görebilir.
Oysa bunlar aynı kişilerdi. Ancak ilahî eğitim onları, bu üstün düzeye
ulaştırmıştır. Buna rağmen onlar yine de insandırlar. İçlerinde zaaf,
eksiklik ve hata baş göstermiştir. Bununla beraber bağışlanma dilemişler,
tevbe edip Allah'a dönmüşlerdir.
Kuşkusuz
bu metod, insan tabiatını yeryüzünde kendisine takdir edilen en yüce
olgunluk derecesine ulaşsa da onu değiştirmeden, işlevini görmez bir duruma
sokmadan ve gücünün yetmeyeceği şeyi yüklenmeden korur.
Bu,
insanlığı sürekli bir hedef belirlemede ve bu eşsiz metodun gölgesinde çalışıp
gelişmesinde büyük bir değer arzeden bir gerçektir. Şu cemaat bu yüksek
zirveye, içinde yüzdükleri bataklıktan yavaş yavaş ulaşırlar. Bu dersin
akışında sunduğumuz gibi cahiliyyede her bakımdan geri kalmış kitlenin meşakkatlerle
dolu bir yolu katettiği kaypak bir zemindi bu. Bütün bunlar, bataklık içinde
gömülmüş olsa bile şu yüce seviyeye çıkabilme hususunda insanlığa büyük
bir ideal bahşetmektedir. Bu topluluğu, harikulâde bir şekilde meydana gelmiş
eşine rastlanmaz bir toplum yapmakla değerini düşürmez. O, olağanüstü
bir şekilde meydana gelmemişti. Aksine insanların çabası ve daha önce gördüğümüz
gibi birçok şey meydana getirebilen insanların güçleri dahilinde gerçekleşen
ilahi metod tarafından meydana getirilmiştir.
Bu
metod, her toplumu bulunduğu noktadan, içinde bulunduğu pratik durumdan ele
almaktadır. Sonra da şu kitleyi basit Arap cahiliyyesinden, o bataklıktan çıkardığı
gibi yücelere ulaştırır. Sonra da çeyrek yüzyılı geçmiyecek gibi kısa
bir zaman diliminde böylesine yüksek zirvelere çıkarır.
Yerine
getirilmesi gereken birtek koşul vardır: İnsanlar, önderliklerini bu metoda
teslim edecekler, ona inanacaklar, ona teslim olacaklar, onu hayatlarının
temeli, hareketlerinin sembolü ve şu uzun ve meşakkatli yolda stratejilerini
belirleyen mercî edineceklerdir.
3-
Savaşın ve onun üzerine yapılan değerlendirmelerin ortaya çıkardığı
üçüncü gerçek; Allah'ın metodunda müslümanın nefsi ile, müslüman
cemaat ve tüm alanlarda düşmanlarıyla giriştiği savaşlar arasındaki sağlam
ilişkidir. Akide, düşünce, ahlâk, hayat tarzı, siyasi, ekonomik ve
toplumsal düzen arasındaki kuvvetli bağdır. Bir de tüm savaşlardaki zafer
ve yenilgi arasındaki ilgidir. Kuşkusuz bunların tümü zafer veya yenilgi
elde etmekte başlıca etkenlerdir.
Bu
yüzden ilahi metod, insan ruhunda ve beşer topluluklarındaki bu korkunç
alanda işlevini yürütmektedir. Bu alan, genişliklerin, noktaların, çizgilerin
ve renklerin birbirine girdiği bir alan olduğu kadar, eksiksiz ve kapsamlı
bir alandır da. Bütün bu genişlikler, noktalar, çizgiler ve renkler arasındaki
ilişki ve ahenk zayıflayınca hareket stratejisi bozulur ve dağılır. Bu da,
hayatı bütün olarak ele alan, parçalayıp dağıtmayan, nefsin ve hayatın tüm
yönleriyle ilgilenen hayatın girift ve uzak özelliklerini avucunda toplayan,
tümünü birden ve uyum içinde harekete geçiren, böylece bireyin kopmasına,
toplumun da parçalanıp bölünmesine engel olan ilahi metodun ayırıcı bir
özelliğidir.
Bu
birliktelik ve birbirine girmiş bu ilişkilerin örneklerini -Kur'an'ın değerlendirmesinde-
hatalardan ve onların zafer ve yenilgi hakkındaki düşünce ve kazandıkları
bazı şeylerden dolayı savaştan geri dönenlerin zaafından yararlanmak
isteyen şeytanla ilgilidir...
"İki
topluluğun karşılaştığı gün savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı
günahkar duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti."
Nitekim
Peygamberlerle beraber savaşıp görevlerini yerine getiren ve savaşın başlangıcında
günahlarından dolayı bağışlanma dileyenlerin müminler tarafından uyulması
gereken örnekler olduğunu da bildiriyor:
"Nice
peygamber var ki çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar
Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve
boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever."
"Onlar
sadece; `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki aşırılıkları
affeyle, ayaklarımızı kaydırma ve kafirler karşısında bize yardım et'
demişlerdir."
"O
müminler ki, yaralandıktan sonra Allah'ın ve Peygamberin savaşma çağrısına
uydular, onlardan "İhsan" ilkesine uyanlar ile takva sahiplerini büyük
bir ödül beklemektedir."
Müslüman
kitleye yönelik direktifler arasında savaş anında korkmamaları ve üzülmemeleri
için günahlardan arınıp bağışlanma dilemeleri de yer almaktadır.
"Rabbinizden
bir mağfirete ve genişliği göklerle yer kadar olan muttakiler için hazırlanan
cennete koşuşun."
"Onlar
her bollukta ve darlıkta infak ederler. Öfkelerini yenerler.. İnsanların
kusurlarını affederler. Ve Allah da ihsan edenleri sever"
"Onlar
ki, bir kötülük yaptıklarında ya da nefislerine zulmettiklerinde Allah'ı
anarak günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allah'tan başka kim günahları
bağışlar? Onlar bile bile yaptıklarında ısrar etmezler."
Bundan
önce de ehl-i kitabın içine düştüğü zillet ve yenilginin sebebinin haddi
aşıp günâhlara dalmak olduğunu açıklamıştı:
"Nerede
bulunursa bulunsunlar, üzerlerine zillet damgası vurulmuştur. Allah'ın ve
insanların ahdine sığınanlar müstesna. Allah'ın hışmına uğradılar. Üzerlerine
bir miskinlik vuruldu. Bu, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve haksız yere
peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, isyan edip haddi aşmalarındandır."
Ayrıca,
savaşta meydana gelen olayların değerlendirilmesi yapılırken araya hatalar
ve onlardan tevbe etmenin de sokuşturulduğunu, bütün surenin akışında
takvadan ve muttakilerden bolca söz edildiğini, farklı konularına rağmen
surenin atmosferi ile savaş atmosferi arasında sağlam bir bağ kurulduğunu görürüz.
Faizden vazgeçmeye, Allah'a ve Resulü'ne itaat etmeye, insanları bağışlamaya,
öfkeyi yenmeye ve iyilik yapmaya çağrı yapıldığını da görürüz. Kuşkusuz
bunların tümü, nefis, hayat ve toplumsal sistem için birer arınma aracıdırlar.
Surenin tümü bu önemli ve temel hedefe yönelme bakımından sağlam bir bütün
oluşturmaktadır.
4-
Dördüncü gerçek, İslâm'ın eğitim metodunun özelliğine ilişkindir. Bu
metod müslüman kitleyi; olaylar, ruhlarda meydana getirdiği duygular,
heyecanlar, tepkiler ve bu olayları değerlendirmeyi ele almaktadır. Kur'an'ın
Uhud savaşı üzerine yaptığı değerlendirme gibi... Bu değerlendirmede,
olaydan etkilenen insan ruhunu doğru bir şekilde etkilenmesi için tüm yönleriyle
ele almaktadır. Ayrıca ruhun istikrar bulması ve huzura kavuşması için de
kendine uygun görülen bu hakikat özüne yerleştirilmektedir. Bu metod, bakışları
ona yöneltmedikçe, ışık tutmadıkça, insan ruhunun derinliklerindeki birçok
gizliliği ve kapalılığı ortaya çıkarmadıkça, hiçbir yönü, hiçbir çizgiyi,
hiçbir düşünceyi ve hiçbir tepkiyi göz ardı etmez. O, nefsi bütün çıplaklığıyla
önünde tutmaktadır. Böylece, derinliklerine kadar iyice arındırılmakta,
nurun aydınlığında tertemiz bir hale getirmektedir. Duyguları, düşünceleri
ve değerleri düzeltmekte, sağlam İslâm düşüncesinin ve istikrarlı İslâmî
hayatın dayanmasını istediği ilkeleri birbir yerleştirmektedir. Bu arada
her yerdeki müslüman kitlenin başına gelen olayların bütün genişliğiyle
aydınlanma ve eğitim için bir araç edinmenin gereğini de ilham
ettirmektedir.
Uhud
savaşı üzerine yapılan değerlendirmeye baktığımızda büyük bir
titizlik, derinlik, kapsayıcılık ve dikkat gözlemlemekteyiz. Tüm
duraksamalara, hareketlere ve dolambaçlara yönelen ince bir titizlik ve
dikkat... Nefsin gözeneklerinden ve saklı duygularından kaynaklanan kuşkuları
ele alışta büyük bir derinlik... Ayrıca nefsin ve meydana gelen olayın tüm
boyutlarını içermesi açısından da olağanüstü bir kapsayıcılık görmekteyiz.
Sebep ve sonuçları üzerine yapılan ince, derin ve kapsamlı analiz,
duraksamalarda ve olayın meydana geliş sürecinde faaliyeti bulunan birtakım
etkenler de göze çarpmaktadır. Nitekim, tasvirlerde bir canlılık, ahenk ve
duygusallık da görmekteyiz. Öyle ki, İfade ve tasvirle birlikte derin ve
heybetli duygu dalgaları da yer almaktadır.
Bu
vasıflandırma ve değerlendirme şekli karşısında hiçbir katılık
duramaz; çünkü sahneleri -nerdeyse hareket edecek bir şekilde- gözler önüne
seren canlı bir vasıflandırmadır bu. Etrafa etkileyici bir hareketlilik, nüfûz
edici bir parlaklık ve coşkun bir duygusallık saçmaktadır.
5-
Beşinci gerçek de yine ilahi metodun pratiğine ilişkindir. Bu metod, pratik
hayatta eserler inşa etmek için bizzat işe girişmektedir. Ne teorik ilkeler
ne de soyut direktifler sunar. Teorilerini ve direktiflerini uygular ve hareket
ettirir. Bu metodun pratikliğinin en açık örneği savaştaki "Şûra"
ilkesinin uygulanışındaki konumudur.
Kuşkusuz
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) yeni yeni oluşmakta olan ve her yönden
düşmanlarla kuşatılmış olan müslüman kitleyi karşılaştıkları bu acı
deneyden uzak tutabilirdi. Üsteki düşmanlar kalelerinin arkasında sinsi
sinsi beklemekteydiler. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Medine'yi
sağlam bir zırha benzeten sadık rüyasına dayanarak, savaş taktiği
hususunda kendi görüşünü uygulasaydı, yani arkadaşlarına danışmasaydı
ya da topluluğun tercih ettiği görüş uymasaydı yahut evinden çıkarken,
inanan arkadaşlarının pişman olmasından doğan fırsattan yararlanıp görüşünden
dönseydi, müslüman kitleyi yüzyüze geldikleri bu acı deneyden uzak
tutabilirdi.
Ancak
O, -bütün bu sonuçları doğuran- "Şûra"nın kararını
uyguluyor. Müslüman kitleyi toplumsal sorumluluğun neticeleriyle karşı karşıya
getirmek için kararlaştırılan görüşü uyguluyor. Böylece onlara, görüş
bildirmenin ve davranışların sorumluluğunun nasıl taşınacağını öğretiyor.
Çünkü bu onun ve uyguladığı ilahi metodun ölçüsünde büyük
zararlardan sakınmaktan ve kitleyi bu acı deneyden uzak tutmaktan daha önemlidir.
Kitleyi bu deneyden uzak tutmanın anlamı, onu tecrübeden, bilgiden ve eğitimden
yoksun bırakmaktır.
Yine
savaştan sonra bu ilkenin iyice yerleşmesi bakımından acı sonuçlarını
karşılamak hususunda "Şûra"ya başvurulmasına ilişkin ilahi emir
gelmektedir. Bu yöntem, bir taraftan iyice yerleşmesi diğer taraftan metodun
temellerinin açıklanması için daha güçlü ve daha derin bir yöntemdir.
Kuşkusuz
İslâm, toplum onu uygulayacak duruma gelsin diye hiçbir ilkenin uygulanmasını
ertelemez. O, bu ilkeleri fiilen uygulamadıkça toplumun hazırlanamayacağını
çok iyi bilmektedir. Yine -Şûra gibi- toplumsal hayatın temel ilkesinden
kitleyi yoksun bırakmanın, bu ilkeleri ilk defa uygulamaktan doğan acı sonuçlarla
yüzyüze gelmekten daha kötü olduğunu da bilmektedir. Kuşkusuz uygulamadaki
hatalar -son derece büyük de olsalar- ilkeyi tamamen bırakmayı gerektirmez.
Hatta uygulamayı bir süre için bile durdurmayı gerektirmez. Çünkü bu,
toplumun gelişmesini, hayat ve yükümlülüklerle deney kazanmasını bir
kenara atmak veya bir süre için durdurmaktır. Hatta bu, bir ümmet olarak
varlığına kesinlikle son vermektir.
Bunlar
"Şûra"nın savaş alanındaki sonuçlarına rağmen yeralan yüce
Allah'ın şu sözlerinden istifade edilen duygulardır:
"...onları
affet, bağışlanma dile onlara, iş hususunda onlarla müşavere et."
Teorik
ilkelerin pratik uygulanışı, kararlaştırılan bir görüşten sonra tekrar
"Şûra"ya başvurmayı kararsızlık ve kaypaklık sayarak reddeden
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) davranışlarında ortaya çıkmaktadır.
Bu da "Şûra" ilkesini sürekli kararsızlıklar ve dönekler için
bir araç olmaktan korumaktadır. Aşağıdaki etkileyici ve eğitici sözü de
bunu göstermektedir:
"Bir
peygambere, zırhını kuşandıktan sonra Allah onun hakkındaki hükmünü
verene kadar onu çıkarması yakışmaz." Metodda, direktif ve uygulama
birbirini takip eder.
6-
Son olarak Kur'an-i Kerim'in değerlendirmesinden, Resulullah'a (salât ve selâm
üzerine olsun) eşlik eden ve Allah yanında şu ümmetin en şereflisini
temsil eden müslüman kitlenin konumuna ilişkin bir gerçeği öğrenmekteyiz.
Bu gerçek, Allah'ın izniyle İslâmî hayatı yeniden inşa etmede son derece
yararlı olacaktır.
Allah'ın
metodu değişmezdir, değerleri ve ölçüleri de... İnsanlar ya ondan uzaklaşırlar
ya da ona yaklaşırlar. Düşünce ve sistemin temellerinde hem yanılabilir
hem de doğruyu bulabilirler. Ancak, onların hataları bu metoda yüklenemez,
sabit değer ve ölçülerini değiştiremez.
İnsanlar
düşünce ve davranışlarda hata işlediklerinde hatalı olarak nitelenecek
insandır, metod değildir. Dolayısıyle ilahi nizam da derecesi ve değerleri
ne olursa olsun insanların hatalarını ve sapkınlıklarını görmezden
gelmez. Sapıklıklarına uymak için kendisi de sapmaz.
Buradan
öğreniyoruz ki, şahısları temize çıkarmak için metodu değiştirmek
gerekmez. Bir de metodundaki ilkelerin, sağlam, net ve kesin olması;
kendisinde hata yapanları ya da sapanları kesinlikle temize çıkarmaması
dolayısıyle bu ilahi metodun müslüman ümmetin iyiliğine olduğunu öğreniyoruz.
Bu tahrif ve değiştirme İslâm için, büyük müslüman şahsiyetlerin hatalı
veya sapmış olarak nitelendirilmesinden daha tehlikelidir; Çünkü metod, kişilerden
daha büyük ve daha kalıcıdır. İslâm'ın tarihsel pratiği müslümanların,
tarihlerinde yaptığı ya da meydana getirdiği, herşeyden ibaret değildir.
Ancak, onların İslâm metoduna, değişmez ilke ve değerlerine tamamen uygun
olarak sergiledikleri tüm davranışlarından ibarettir. Aksi halde tüm davranışlar
hatadır, sapıklıktır. Ne İslâm'a ne de İslâm tarihine mal edilir. Ancak
mensuplarına mal edilebilir ve onları hatalı, sapkın veya tamamen İslâm'dan
çıkmış gibi hakettikleri sıfatla nitelendirilebilirler. Kuşkusuz İslâm
tarihi -ismen ya da dille müslüman olsalar da- müslümanların tarihi değildir.
İslâm tarihi, İslâm'ın gerçek anlamda insanların düşüncelerinde,
davranışlarında, hayat tarzlarında ve toplumsal düzenlerinde uygulanışıdır.
İslâm sabit bir eksendir. İnsanların hayatı onun etrafında değişmez bir
yörüngede döner. Şayet onlar bu yörüngeden çıkmışlarsa ya da bu ekseni
bırakıp ayrılmışlarsa İslâm nerede, onlar nerededir? İslâm'a mal edilen
ya da İslâm'ı onlarla yorumlayan insanların bu uygulama ve davranışlarına
ne demeli? İslâm metodunun dışına çıktıkları, onu hayatlarında
uygulamaya yanaşmadıkları halde kendilerini müslüman diye nitelendirmeleri
de ne oluyor? Onlar daha önce bu metodu hayatlarında uyguladıkları için müslümandırlar;
isimleri müslüman ismi olduğu ya da dilleriyle "biz müslümanız"
dedikleri için değil.
Müslüman
kitlenin hatalarını ortaya çıkarırken, zaaf ve eksikliklerini belirleyip
ardından onlara acıyarak kusurlarını bağışlarken, imtihan alanında zaaf
ve eksikliklerinin sonucunu tattırmış olsa da bu günahlarını silerken yüce
Allah'ın müslüman ümmete öğretmek istediği bütün bu hakikatlerdir.
Kur'an-ı
Kerim'in savaşı -Uhud savayı- sunması sona erdi. Ancak müslüman kitle ile
Medine'de etrafını saran düşmanları -özellikle yahudiler- arasında süregelen
savaş henüz bitmemiştir. Bu mücadele, tartışma, kuşku ve karışıklık
yayma, hile, aldatma, pusu kurma ve tedbir alma savaşıdır. Bu savaş surenin
büyük bir kısmını kapsamaktadır.
Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) Bedir savaşının ardından, kin ve hileleri,
müslümanları incitmeleri, Medine'ye gelip kendi başkanlığında Evs ve
Hazreç müslümanlarından oluşan bir devlet kurduktan sonra onlarla vardığı
antlaşmayı bozmalarından dolayı Beni Kaynuka'yı Medine'deki yerlerinden sürmüştür.
Ancak, çevresindeki Beni Nadr, Beni Kureyza ve bunların dışında Hayber ve
yarımadanın başka taraflarındaki yahudiler yerlerinde duruyorlardı. Bunlar
Medine'deki münafıklar, Mekke'deki ve Medine'nin çerçevesindeki müşriklerle
haberleşiyor, biraraya geliyor, birbirleriyle ilişki kuruyorlardı. Müslümanlara
karşı aralıksız olarak sürekli tuzaklar planlıyorlardı.
Al-i
İmran suresinin başlarında yahudiler, müslümanların eliyle müşriklerin
başına gelen durumdan sakındırılmışlardı:
"Kâfirlere
de ki; mutlaka yenilecek ve Cehennemde toplanacaksınız, o ne kötü
yerdir." "Karşılaşan iki toplulukta sizin için bir delil vardır.
Bir topluluk Allah yolunda savaşıyordu diğeri de kâfirdi. Gözlerinin görüşüyle
onları kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla güçlendirir.
Kuşkusuz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır."
Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) Bedir savaşı sonrasında davranışlarına
kin, hile ve tuzaklarına bir cevap olarak gelen bu sakındırmayı onlara tebliğ
edince bunu edepsizce karşılayıp şöyle dediler: "Ey Muhammed, tecrübesiz
ve savaştan anlamayan Kureyş'ten bir grubu öldürdüm diye aldanma. Allah'a
andolsun ki, şayet bizimle savaşacak olsaydın, daha önce benzerini görmediğin
insanlar olduğumuzu bilirdin." Sonra da bu surede çeşitli şekilleri
aktarılan hile ve desiselerine devam ettiler. Giderek Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) ile vardıkları sözleşmeyi iptal ettiler. Bunun üzerine
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) hükmüne boyun eğene kadar bölgelerini
kuşattı. Arkasından onları Medine'den uzaklaştırıp Ezriat'a sürdü.
Beride, görünürde sözleşmeye bağlı kalan Beni Kureyze ve Beni Nadr kaldı.
Ancak onlar da, hile, tuzak, kuşku, karışıklık, fitne ve yahudilerin tüm
tarihinde ortaya koydukları, en doğru sicil olan ve Allah'ın kitabının
onayladığı ve yeryüzü sakinlerinin bu melûn ulustan gördüğü diğer özelliklerini
de sergilemekten geri kalmadılar.
Bu
derste yahudilerin bazı davranışları ve sözleri aktarılmaktadır.. Müslümanlara
karşı olan kötü davranışlardan sonra Allah'a karşı da edepsiz bir tavır
sergiledikleri ortaya çıkmakta dir. Resulullah'a (salât ve selâm üzerine
olsun) verdikleri malî taahhütlerinde cimri davrandıkları gibi giderek Allah
hakkında şöyle demeye başlamışlardı:
"Kuşkusuz
Allah fakirdir, biz ise zenginiz."
Bu
arada, yüzyüze kaldıkları İslâm çağrısını savmak için ileri sürdükleri
zayıf bahaneleri de ortaya çıkıyor. Oysa bilinen tarihsel olay bu
bahanelerini ve karşı çıkışlarını yalanlamaktadır. Bu olgu, Allah'a
verdikleri söze karşı çıkmalarını, onlardan açıklamasını istediği
hakkı gizlemelerini, arkalarına atmalarım, az bir ücretle satmalarını,
istedikleri mucizeyi ve kabul etmedikleri kanıtları getiren peygamberleri haksız
yere öldürmelerini ortaya koymaktadır.
Yahudilerin
peygamberlerine karşı tavırlarını ve Rabbleri hakkında söylediklerini
utandırıcı bir şekilde ortaya çıkarılması ve müslüman kitleye karşı
kötü pozisyonları, onları müşriklerle birlikte müslümanlara karşı düzenledikleri,
hile, tuzak ve eziyetler hazırlamaya sevk etmiştir. Yüce Allah'ın müslüman
kitleyi sağlam bir şekilde eğitmesi, çevrelerinde olan şeyleri ve kimseleri
göstermesi, faaliyette bulundukları yerin, kendileri için kurulan kapan ve
tuzakların, yol boyunca kendilerini bekleyen acıların ve fedakarlıkların özelliklerini
öğretmesi de bu açıklamayı gerektirmiştir. Medine'deki yahudilerin müslüman
kitlelere kurduğu hileler Mekke'deki müşriklerin hazırladığından çok
daha katı ve daha tehlikeliydi. Tarih boyunca müslüman kitlelere hazırlanan
tuzakların en tehlikelisi de bunlardan gelenler olsa gerektir.
Etkileyici
sunuş esnasında müslümanlara yönelik Rabbanî direktiflerin ard arda yer
aldığını görmemiz bu yüzdendir. Bu esnada, kalıcı ve geçici değerlerle
yüzyüze getirildiklerini görmekteyiz. Kuşkusuz yeryüzündeki hayat ecelle sınırlıdır.
Her halûkârda her nefis ölümü tadacaktır. Ceza oradadır. Kâr ya da zarar
orada belli olacaktır.
"Kim
ateşten uzaklaştırılıp Cennete sokulursa işte o, kurtulmuştur. Dünya
hayatı aldatıcı bir metadan başka birşey değildir."
Onlar
mallar, canlar ve gerek müşriklerden, gerekse ehl-i kitap olan düşmanlarından
görecekleri eziyetlerle denenmektedirler. Sabır, takva ve kendilerini ateşe düşmekten
çekip kurtaracak metoda uymaktan başka birşey koruyamaz onları.
Medine'deki
müslüman kitleye yönelik bir direktif bugün ve yarın geçerli olup, yüce
Allah İslâm'ı yeniden yaşamak ve Allah'ın himayesinde yine İslâmî bir
hayat kurmak için yolun prensiplerine uymaya özen gösteren her müslüman
kitleye yol göstericilik işlevini yürütecektir. Onlara -aynı müşrik,
dinsiz ve ehl-i kitap gibi olan- evrensel siyonizm, haçlı ve komünist düşmanları
kurdukları tuzak ve kapanların, kendilerini bekleyen acı, fedakârlık,
eziyet ve imtihanların özelliklerini gösterecektir. Kalplerini ve bakışlarını
oradakine, Allah'ın yanındakine yöneltecektir. Böylece eziyet, ölüm, cana
ve mala yönelik fitneler basit gelecektir müslümana. İlk müslüman kitleye
olduğu gibi O'na da şöyle seslenecektir:
"Herkes
kesinlikle ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı kıyamet günü
size eksiksiz olarak verilecektir. O zaman kim Cehennem ateşinden uzaklaştırılıp
Cennet'e konursa gerçekten başarıya ulaşmıştır. Dünya hayatı aldatıcı
bir hazdan başka birşey değildir. Mallarınız ve canlarınız konusunda
kesinlikle deneneceksiniz, gerek ehl-i kitaptan gerek müşriklerden inciltici söz
işiteceksiniz. Eğer sabreder Allah'tan korkarsanız bu tutum azimliliğinizin,
kesin kararlılığınızın bir belirtisidir." (Al-i İmran suresi;
185-186)
Kur'an
aynı Kur'an'dır. Bu ümmetin ölümsüz kitabı... Evrensel yasası... Hidayet
rehberi... Güvenilir önderi... Düşmanları da aynı düşmanlar, yol aynı
yol...
180-
Allah'ın lütuf olarak bağışladığı şeylerde cimrice davrananlar sakın
bu tutumlarının kendileri hesabına hayırlı olduğunu sanmasınlar. Tersine
bu, onlar hesabına kötüdür. Cimrilikle yanlarında tuttukları mal kıyamet
günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yeryüzünün mirası Allah'a
aittir. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
181-
"Allah fakir, biz ise zenginiz" diyenlerin sözünü Allah işitti.
Gerek bu sözlerini ve gerekse sebepsiz yere peygamberleri öldürmelerini
hesaplarına yazacak ve onlara "Kavurucu azabı tadın bakalım"
diyeceğiz.
182-
Bu kendi elleriniz ile yaptıklarınız yüzündendir. Yoksa Allah'ın, kullara
haksızlık etmesi kesinlikle söz konusu değildir.
183-
"Ateşin yakıp yiyeceği bir kurban mucizesi göstermedikçe hiçbir
peygambere inanmayalım diye Allah bize kesin direktif verdi" diyenlere de
ki; "Benden önce size açık belgeler getiren ve sözünü ettiğiniz
mucizeyi gösteren peygamberler geldi. Eğer doğru söylüyorsanız, onları niçin
öldürdünüz?"
184-
Bunlar eğer seni yalanlıyorlarsa (bilesin ki) senden önce açık mucizeler,
sayfalar ve aydınlatıcı kitap getiren birçok peygamberi de yalanlamışlardı.
Bu
bölümdeki ilk ayette kimlerin kastedildiğine, cimrilikten ve kıyamet günündeki
sonuçtan sakındırıldığına ilişkin güçlü bir rivayet söz konusu değildir.
Ancak ayetin burada yer alması kendisinden sonra gelen yahudiler hakkındaki
ayetlerle ilgili olduğu görüşünü desteklemektedir. Çünkü "Allah
fakirdir biz ise zenginiz" diyen -Allah kahretsin- onlardır. "Ateşin
yakıp yiyeceği bir kurban mucizesi göstermedikçe hiçbir peygambere
inanmayalım diye Allah bize kesin direktif verdi." diyen yine onlardır.
Anlaşılıyor
ki, ayetlerin bütünü, yahudilerin Resulullah'la vardıkları anlaşmadan doğan
malî sorumluluklarını yerine getirmeye çağırılması, bir de Resulullah'a
(salât ve selâm üzerine olsun) iman edip Allah yolunda infak etmeye davet
edilmeleri üzerine nazil olmuştur.
Bu
tehditvâri sakındırma, yahudilerin Muhammed'e (salât ve selâm üzerine
olsun) iman etmemelerindeki bahanelerini ortaya çıkarmak için olduğu kadar yüce
Allah'a karşı takındıkları edepsiz tavra bir cevap olup bahanelerini
yalanlamak için de nazil olmuştur. Beraberinde, kendisinden önceki
peygamberlerin kavimlerinden gördüklerinin anlatılması ile onların
yalanlamaları karşısında peygambere bir destekte inmiştir. Bu peygamberler
arasında İsrailoğulları'nın tarihinde bilindiği gibi, kendilerine kanıtlar
ve mucizeler getirdikleri halde yahudiler tarafından öldürülen Beni İsrail
peygamberleri de yer almaktadır.
"Allah'ın
lütuf olarak bağışladığı şeylerde cimrice davrananlar sakın bu tutumlarının
kendileri hesabına hayırlı olduğunu sanmasınlar. Tersine bu, onlar hesabına
kötüdür. Cimrilikle yanlarında tuttukları mal, kıyamet günü boyunlarına
dolanacaktır. Göklerin ve yeryüzünün mirası Allah'a aittir. Hiç kuşkusuz
Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Ayetin
anlamı geneldir.. Sorumluluklarını yerine getirmekte cimrilik yapan
yahudileri kapsadığı gibi onların dışında Allah'ın lütfundan verdiği
şeylerde cimrilik yapan ve bu cimriliğin, malları koruması ve infakla heder
olmasını önlemesi bakımından hayırlı olduğunu sanan herkesi kapsamaktadır.
Kur'an
ayeti onları bu yanlış zandan sakındırmakta ve biriktirdikleri şeylerin kıyamet
günü ateş şeklinde boyunlarına geçirileceğini bildirmektedir. Bu korkunç
bir tehdittir. İfade,onların "Allah'ın lütfundan verdiği şeylerde
cimrilik..." yaptıklarını zikrederken, cimriliğin kötülüğünü daha
bir arttırmaktadır.. Çünkü onlar, aslında kendilerine ait olmayan bir
malda cimrilik yapmaktadırlar. Bu dünyaya derileri de dahil hiçbir şeye
sahip olmadan gelmişlerdir. Yüce Allah lütfundan onlara vermiş, onları
zenginleştirmiştir.. Ancak Allah lütfundan verdiği şeyleri infak etmelerini
isteyince Allah'ın lütfunu hatırlamadılar bile. Az bir şey infak etmekle
cimrilik yaptılar. Biriktirdikleri şeylerin kendileri için hayırlı olduğunu
sandılar. Aslında bu korkunç bir kötülüktür... Üstelik onlar -bütün
bunlardan sonra- mallarını geride bırakıp gideceklerdir. Herşeyin varisi de
Allah'tır. "...Göklerin ve yeryüzünün mirası Allah'a aittir" Bütün
biriktirdikleri kısa bir süre içindir. Sonra da hepsi Allah'a dönecektir.
Sadece Allah rızası için infak ettikleri kalacaktır onlara, biriktirdikleri
ise kıyamet günü boyunlarına geçirilecek ve O'nun katında kendileri için
bekletilecektir.
Ardından,
Allah'ın lütuf olarak verdiği malı ellerinde bulunduran, böylece
kendilerinin Allah'tan daha zengin olduklarını, O'nun mükafatına ve kendi
yolunda (ki bunu kendisinden bir lütuf ve kendilerine verilen güzel bir borç
olarak nitelendirmektedir.) infak edenlere vaadettiği "kat kat" arttırmasına
ihtiyaçlarının olmadığını sanan yahudiler kınanmaktadırlar. Çünkü
onlar, küstahça şöyle diyorlardı: "Allah'a ne oluyor ki malımızdan
kendisine borç vermemizi istiyor! Buna karşılık da "kat kat"
vereceğini vaadediyor. Oysa faizden ve "kat kat" arttırmaktan
nehyeden O'dur." Kuşkusuz bu küstahlıktan ve Allah'a karşı edepsiz bir
tavır takınmaktan kaynaklanan bir kelime oyunudur.
"Allah
fakirdir, biz ise zenginiz' diyenlerin sözünü Allah işitmiştir. Gerek bu sözlerini
ve gerekse sebepsiz yere peygamberleri öldürmelerini hesaplarına yazacağız,
ve onlara `kavurucu azabı tadın bakalım' diyeceğiz."
"Bu,
kendi elleriniz ile yaptıklarınız yüzündendir. Yoksa Allah'ın, kullara
haksızlık etmesi kesinlikle söz konusu değildir."
Yahudilerin
ilahi hakikate ilişkin kötü düşünceleri, tahrif edilmiş kitaplarında
yaygındır. Ancak buradaki düşünceleri, kötü düşünce ve edepsiz tavır
bakımından son derece aşırıdır. Bu yüzden peşi sıra gelen bu tehditleri
hak etmektedirler.
"...dediklerini..
yazacağız."
Onları
hesaba çekmek için. O terk edilecek, unutulacak ya da boş verilecek değildir...
Bunun yanında geçmiş günahlarının tescili de söz konusudur; -bu günahlar
bütün ırkların, soyların günahını içermektedir- çünkü onlar, günah
ve isyanda bir bütündürler.
"...Sebepsiz
yere peygamberleri öldürmelerini..."
İsrailoğulları'nın
tarihi, peygamberleri öldürmelerine ilişkin günahların silsilesini
bildirmektedir. Son olarak da Mesih'i (selâm üzerine olsun) öldürmeye kalkışmışlardı.
O'nu öldürdüklerini iddia ederek bu korkunç cürümle övünmektedirler:
"Kavurucu
azabı tadın bakalım diyeceğiz."
İfadedeki
(Harik) kelimesinden, azabın müthişliği ve korkunçluğu amaçlanmaktadır.
Ayrıca azap sahnesinin; heybeti, alevi ve kavuruculuğuyla somutlaştırılması
kastedilmektedir. Kuşkusuz bu, haksız yere peygamberleri öldürerek o iğrenç
suçu işlemenin ve "Allah fakirdir, biz ise zenginiz" gibi çirkin
bir söz sarf etmenin cezasıdır.
"Bu,
yaptıklarınızın karşılığıdır."
Uygun
bir cezadır bu. Herhangi bir haksızlık ya da kabalık söz konusu değildir.
"..
Yoksa Allah kullarına asla zulmetmez"
İfadedeki
"Abd (kul)" kelimesi onların gerçek durumlarını ortaya koymaktadır.
Yüce Allah'a kıyasla, kullardan birer kuldurlar sadece. Bu ifade, bir kulun
"Allah fakirdir biz ise zenginiz" demesinde ve peygamberleri öldürmesindeki
cürmün ve edepsiz tavrın kötülüğünü daha da arttırmaktadır.
"Allah
fakirdir, biz ise zenginiz" diyenler ve peygamberi öldürenler -kendi
iddialarına göre- sunacakları bir kurban getirmedikçe, bazı İsrailoğulları
peygamberlerinin gösterdiği gibi mucize gerçekleşip ateş kurbanı yemedikçe
herhangi bir Resule inanmayacaklarını söyleyenler yahudilerdir. Allah emrettiği
için Muhammed'e (salât ve selâm üzerine olsun) inanmadıklarını iddia
ediyorlardı. Muhammed de bu mucizeyi göstermeyeceğine göre sözlerinde
durmalıymışlar. (!)
İşte
burada Kur'an tarihsel olguyu yüzlerine vurmaktadır. İstedikleri mucizeyi ve
Allah'ın apaçık ayetlerini getirdikleri halde peygamberleri öldürenler
bunlardır...
"Ateşin
yakıp yiyeceği bir kurban mucizesi göstermedikçe hiçbir peygambere
inanmayalım diye Allah bize kesin direktif verdi' diyenlere de ki; `Benden önce
size açık belgeler getiren ve sözünü ettiğiniz mucizeyi gösteren
peygamberler geldi. Eğer doğru söylüyorsanız, onları niçin öldürdünüz?"
Bu,
yalanlarını, vehimlerini, küfürde ısrarlarını, sonra da övünüp Allah'a
iftira etmelerini ortaya çıkaran kuvvetli bir yüzleştirmedir.
Ayet-i
kerime burada, teselli etmek, yardım etmek, onlardan gördüğü şeylerin asırlar
boyu gelmiş geçmiş peygamber kardeşlerinin karşılaştığı şeylerin
benzerleri olduklarını bildirerek rahatlaması için Resulullah'a (salât ve
selâm üzerine olsun) ,yönelmektedir:
"Bunlar
eğer seni yalanlıyorlarsa (bilesin ki) senden önce açık mucizeler, sayfalar
ve aydınlatıcı kitap getiren birçok peygamberi de yalanlamışlardı."
Yalanlanan
ilk elçi O değildir... Ard arda gelen uluslar -özellikle yahudiler
kendilerine kanıtlar, mucizeler, -Zebur gibi- ilahi direktifleri içeren
sahifeler ve Tevrat ile İncil gibi aydınlatıcı kitabı getiren elçileri de
yalanlamışlardır. İçindeki yorgunluk ve meşakkate rağmen, Resul ve
Risaletin yolu budur. Gerçek yol sadece budur.
Bundan
sonra ayetlerin akışı müslüman kitleye yönelmekte, üzerine düşmeleri ve
uğruna feda olmaları gereken değerlerden, yoldaki dikenlerden, yorgunluk ve
acılardan söz etmekte; onlara sabır, takva, direnç ve dayanıklılık telkin
etmektedir.
185-
Herkes kesinlikle ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılıkları, kıyamet
günü, size eksiksiz olarak verilecektir. O zaman kim Céhennem ateşinden uzak
tutulur da Cennet'e konursa gerçekten başarıya ulaşmıştır. Dünya hayatı
aldatıcı bir hazdan başka birşey değildir.
186-
Mallarınız ve canlarınız konusunda kesinlikle deneyden geçirileceksiniz,
gerek kitap ehlinden ve gerekse müşriklerden birçok incitici söz işiteceksiniz.
Eğer (bunlara karşı) sabreder ve Allah tan korkarsanız, bu tutum azimliliğinizin,
kesin kararlılığınızın bir belirtisidir.
Şu
gerçeğin ruhlarda iyice yer etmesi gerekir. Yeryüzündeki hayatın geçici
olduğu, ecelle sınırlı olduğu, kesinlikle sonunun geleceği gerçeği..
Salihler de ölür, bozguncular da ölür. Cihad edenler öldüğü gibi geride
kalanlar da ölür. Akide sayesinde yücelenler gibi kullara boyun eğenler de
ölür. Haksızlık yapmaktan kaçınan cesurlar öldüğü gibi ne pahasına
olursa olsun hayata sarılan korkaklar da ölür. Büyük değerlere, üstün
hedeflere sahip olanlar gibi ucuz bir meta için yaşayan ahmaklar da ölür.
Herkes
ölecektir... "Herkes kesinlikle ölümü tadacaktır." Her nefis bu
şerbeti tadacak ve bu hayattan ayrılacaktır. Bu şerbeti ve elden ele dolaşan
bu kadehi içmede nefisler arasında bir fark yoktur. Fark başka bir şeydedir.
Değişik bir değerde söz konusudur farklılık. Sonuçta varılacak yerde
fark vardır.
"Yaptıklarınızın
karşılığı, kıyamet günü, size eksiksiz olarak verilecektir. O zaman kim
ateşten uzaklaştırılırsa... O, başarıya ulaşmıştır."
Budur
üzerinde ayrılık söz konusu olan "değer". Falana falandan farklı
muamele yapılması gereken korkunç "sonuç" budur..
"...Kim
Cehennem ateşinden uzak tutulur da Cennet'e konursa o, başarıya ulaşmıştır."
Ayet-i
kerimede geçen "Zuhziha" kelimesi, vurgusu, kelime yapısı ve kalıcı
etkisiyle bizzat anlamını somutlaştırmaktadır. Sanki ateşin yaklaşanı
yutacak ve girdabına alacak bir cazibesi varmış da onu azar azar bu azgın
cazibeden çekip uzaklaştıracak birine ihtiyaç duymaktadır. Kim ateşin bu
girdabından uzaklaştırma imkanına sahip olur, ateşin çekiciliğinden
kurtarılıp Cennet'e sokulursa kuşkusuz o insan kurtulmuştur.
Güçlü
bir tablo... aksine, canlı bir sahne... İçinde hareket, alem ve çekicilik
yok mu? Nefis, kendisini günahın çekiciliğinden çekip uzaklaştıracak
birine muhtaç değil midir? Kesinlikle evet. İşte onun ateşten uzaklaştırılması
budur. İnsan -sürekli çalışmasına ve daimi uyanıklık içinde bulunmasına
rağmen- Allah'ın lütfu olmadan amellerinde hep kusur etmez mi? Evet, işte
onun ateşten uzaklaştırılması budur. Allah'ın lütfu insana ulaşınca ateşten
uzaklaştırılmış olur böylece.
"...Dünya
hayatı aldatıcı bir metadan başka birşey değildir."
Dünya
hayatı bir metadır. Ancak gerçek bir meta değil, uyanıklık ve intibah metaı
değil, aldatıcı bir metadır. İnsanı aldatıp gerçek bir metâ olduğunu
vehmettiren bir metâ. Ya da aldanma ve hileye sebep olan bir meta. Gerçek meta
ise, elde etmek için çaba sarf etmeyi hakeden metadır. İşte orada! Ateşten
uzaklaştırıldaktan sonra Cennet'le kurtuluştur.
Bu
gerçek, nefiste yeredince, nefis, hayata sarılma hikayesini hesabından çıkarınca,
-her halukârda her nefis ölümü tadacağından- aldatıcı ve geçici meta
hikayesini bir kenara atınca... Bu esnada yüce Allah, müminlere kendilerini
bekleyen mal ve can hususundaki sınamadan söz etmektedir. Çünkü artık
ruhları imtihana hazırlanmıştır.
"Mallarınız
ve canlarınız konusunda kesinlikle deneneceksiniz. Gerek kitap ehlinden,
gerekse müşriklerden birçok incitici söz işiteceksiniz. Eğer (bunlara karşı)
sabreder ve Allah'tan korkarsanız bu tutum azimliliğinizin, kesin kararlılığınızın
bir belirtisidir."
Akidelerin
ve davetlerin kuralı budur. İmtihan kaçınılmazdır. Mal ve can hususunda
eziyet çekmek zorunludur. Sabır, direnç ve kararlılıktan başka seçenek
yoktur.
Cennet'e
giden yol budur. Kuşkusuz Cennet tuzaklarla çevrilmiştir, nitekim ateş de şehvetlerle...
Bu
davayı yüklenip gereklerini yerine getirecek bir kitle oluşturmak için başka
yol da söz konusu değildir. Bu kitleyi eğitmek, iyilik, kuvvet ve dayanıklılık
gibi gizli yönlerini ortaya çıkarmak için başvurulacak yol budur. Bu
sorumlulukları pratik olaràk uygulamak insan ve hayatın hakikatini öğrenmek
için tek çıkar yol budur.
Bunun
nedeni, davaya inananların kararlılıklarını tesbit etmektir. Çünkü davayı
yüklenip ondan dolayı sabredecek güvenilir kişiler onlardır.
Bu
uğurda çektikleri işkence ve imtihanlar, onun yolunda verdikleri şerefli ve
saygın kurbanlar, davanın şerefli ve saygın olması içindir.. Çünkü
durum ne olursa olsun bundan sonra ondan sapmaları söz konusu olmaz.
Bir
de dava ve davetçinin temelinin sağlam olması içindir bu. Çünkü gizli güçleri
ortaya çıkaran, geliştiren, bir noktada yoğunlaştırıp yönlendiren dirençtir.
Yeni davalar, köklerinin sağlamlaşıp derinleşmesi ve fıtratın
derinliklerinde ki mümbit toprağa ulaşması için böylesi güçleri edinmek
zorundadır.
Hayatı
ve cihadı pratik olarak uygulamayan davetçilerin bizzat kendi hakikatlerini,
beşer nefsinin gizliliklerini kitle ve toplumların hakikatini öğrenmeleri için
de bir araçtır bu. Böylece onlar davalarının ilkeleriyle, kendi
nefislerinde ve tüm insanların nefislerindeki şehvetlerinin nasıl dolaştığını
görürler. Nefislerde şeytanın etkilediği açıkları, yolun kaygan kısımlarını
ve sapıklığın izlerini öğrenirler.
Sonra
Allah'a... O'na karşı çıkanların en sonunda bunda bir iyiliğin bulunduğunu,
O'na inananların bunca eziyetlerle karşılaşmalarına rağmen direnmelerini
sağlayan bir sırrın varlığını kavramaları da amaçlanmaktadır. Çünkü
böyle bir durumda, O'na karşı çıkanlar dalga dalga O'na döneceklerdir
sonunda.
Davaların
kuralı budur.. Kararlı ve güçlü kimselerden başlıcası, zorluklara
sabretmek, acı sarsıntılar esnasında Allah'tan korkmayı sürdürmek. Haksızlık
edip haktan uzaklaşmaktan yüz çevirmek, Allah'ın rahmeti hususunda ümitsizliğe
kapılmamak, zorluklarla karşılaşırken Allah'ın yardımından ümitsiz
olmamak... Bütün bunları kararlı ve güçlü kimselerden başkası gerçekleştiremez.
"Allah'tan
korkarsanız bu tutum azimliliğinizin, kesin kararlılığınızın bir
belirtisidir."
Medine'deki
müslüman kitle, kendisini bekleyen fedakârlık ve acıları çevrelerindeki
ehl-i kitaptan ve düşmanları müşriklerden görecekleri can ve mala gelecek
musibeti böyle öğreniyordu. Buna rağmen yoluna devam ediyordu. Dağılmadan,
kararsızlık göstermeden, ökçelerinin üzerinden geriye dönmeden... Çünkü
onlar her nefisin ölümü tadacağını ve ücretlerin ödeneceği zamanın kıyamet
günü olduğunu, o gün ateşten uzaklaştırılıp Cennet'e sokulanın
kurtulacağını, üzerinde durdukları şu katı ve belirgin yeryüzündeki ve
yürüdükleri şu amaca ulaştırıcı ve açık yoldaki `hayatın aldatıcı
bir metadan başka birşey olmadığını, çok iyi biliyorlardı.
Yeryüzü
dava adamlarının gözünde her zaman katı ve belirgindir. Amaca ulaşmak için
tutulacak yol, her insanın görebileceği şekilde açıktır. Bu davanın düşmanları
asırlar ve nesiller boyu süregelen düşmanlardır. Asırlar ve nesillerden
beri ona karşı tuzaklarını kurmaya devam ediyorlar. Kur'an da o Kur'an'dır.
Zamanın
değişmesiyle, imtihan ve fitne araçları, müslüman kitleye karşı başlatılan
propaganda yöntemleri, kişiliklerine, hedeflerine ve gayelerine ilişkin duyup
çektikleri eziyetlerin şekli değişir, ancak, kural birdir:
"Mallarınız
ve canlarınız konusunda kesinlikle deneneceksiniz. Gerek kitap ehlinden
gerekse müşriklerden birçok incitici söz işiteceksiniz."
Sure,
ehl-i kitap ve müşriklerin birçok tuzaklarını ve bazan davanın temelleri
ve hakikati bazan da inananlar ve önderlerine ilişkin karışıklık ve kuşkulandırma
amacıyla yaydıkları birçok propaganda şekillerini içermektedir. Bu
propaganda şekilleri zamanla değişir. Yeni propaganda araçlarının icadıyla
renklenir. Ancak hepsi de İslâm'a, inanç temellerine, müslüman kitleye ve
onun önderliğine yöneltilir. Yüce Allah'ın ilk müslüman kitleye gösterdiği
ve onlar için yolun özelliğini ve yolda pusuya yatmış düşmanlarının
niteliklerini ortaya çıkardığı bu kuralın dışına çıkmamıştır hiç
biri.
Bu
Kur'anî direktif; bu akideyle hareket etmeye ve yeryüzünde Allah'ın metodunu
gerçekleştirmek için çaba sarf etmeye başlayan ve böylece hedeflerini şaşırtmak
ve bağlarını koparmak için aleyhlerinde hile, fitne ve propaganda yöntemleri
ile biraraya gelenleri öğretmek ve müslümana fonksiyonunu nasıl yerine
getireceğini öğretmektedir. Bu Kur'anî direktif, davanın, davayı gerçekleştirme
yönteminin ve yol boyunca pusuda bekleyen düşmanlarının tabiatını, gözler
önüne getirmeye ve Allah'ın bu vaadleriyle yüzyüze geldiklerinde kalplerine
güven duygusunu serpmeye devam etmektedir. Böylece eziyet etmek için üzerine
kurtların üşüştüğü, propagandalarıyla havladıkları ve imtihan ve
fitneye maruz bıraktıkları zaman bu yolu takip ettiklerinin belirtisi ve gördükleri
şeylerin yoldaki işaretler olduğunu bilirler.
Bu
yüzden müslümanlar aleyhlerindeki imtihan, fitne, boş iddia, hoşlanılmayan
ve eziyet verici şeyler işittikçe sevinirler... Bunlarla sevinirler; çünkü,
önceden yüce Allah'ın kendilerine vasfettiği yolu takip ettiklerine iyice
inanırlar. Sabır ve takvanın, yol azığı olduğunu da bilirler. O zaman tüm
hile ve kargaşalar onların yanında boşa çıkar. İmtihan ve işkenceler çok
küçük kalır. Vaadedilen yolda belirlenen hedefe doğru yol alırlar. Sabır
ve takva ile... Kararlılık ve sebat ile...
Bundan
sonra Kur'an'ın akışı ehl-i kitabın kendilerine kitap verildiği gün
Allah'la yaptıkları ahde karşı çıkmaları, kitabı ihmal etmeleri,
istedikleri zaman kendilerine emanet edilen şeyi saklamalarındaki tavırlarını
ifşa etmektedir.
187-
Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden "Bu kitabı insanlara mutlaka açıklayacaksınız,
onu asla saklamayacaksınız " diye söz almıştı. Fakat onlar bu sözlerine
sırt çevirerek o kitabı birkaç paraya sattılar. Almış oldukları o karşılık
ne kötü bir şeydir!
Surenin
akışı ehl-i kitabın -özellikle yahudilerin- birçok davranış ve sözlerini
içermektedir. Bu davranış ve sözlerin en belirgini, dinin anlamı, İslâm'ın
doğruluğu, onun ve önceki dinlerin arasındaki temel ilkelerin birliği, İslâm'ın
onları, onların da İslâm'ı tasdik etmeleri hususunda karışıklık ve kuşku
meydana getirmek için bildikleri hakkı gizleyip batılla örtmeleridir. Çünkü
Tevrat ellerindeydi. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun)
getirdiklerinin, hakk olduğunu ve Tevrat'la aynı kaynaktan geldiğini
biliyorlardı...
Şu
anda yüce Allah'ın kendilerine kitap verirken onu insanlara açıklamak, tebliğ
etmek, gizleyip saklamak üzere söz aldığı, onlarınsa Allah'a verdikleri bu
sözü kulak ardı ettikleri de ortaya çıkınca konumlarının çirkinliği
son noktaya varıyor... İfade, ihmallerini ve verdikleri söze karşı çıkışlarını
somutlaştıracak bir harekette temsil etmektedir..
"...Bu
sözlerine sırt çevirerek"
Üstelik
onlar bu iğrenç davranışı az bir değer karşılığı yaptılar:
"O
kitabı birkaç paraya sattılar."
Bu
şey yeryüzü mallarından bir mal, din adamlarının kişisel ya da
yahudilerin ulusal çıkarıdır. Hepsi de az bir değerdir. İsterse tüm
zamanları kapsayacak yeryüzü egemenliği olsun. Bu değer, Allah'ın sözünün
karşılığı olmaktan ne kadar uzaktır. Allah'ın yanındaki ile kıyaslanınca
ne kadar da değersizdir bu meta.
"Almış
oldukları o karşılık ne kötü bir şeydir."
Buhari
kendi isnadıyla İbn-i Abbas'dan şöyle rivayet etmektedir: Resulullah (salât
ve selâm üzerine olsun) yahudilerden birşey sordu. Onlar da sorduğunu
gizleyip başkasını söylediler. Sonra da çıkıp O'na doğrusunu göstermeyi,
sorduğunu söylemeyi, bununla O'na karşı övünmeyi ve sorduğuna cevabı
gizledikleri için sevinmeyi istediler. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:
188-
Yaptıklarına sevinen ve yapmadıklarına karşılık övülmekten hoşlananlar
var ya, sakın onların azaptan kurtulabileceklerini sanma, onları acıklı bir
azap beklemektedir,
Buhari'nin
kendi isnadıyla Ebu Said el Hudri'den naklettiği başka bir rivayette şöyle
denir:
"Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) döneminde bazı münafıklar, Resulullah savaşa
çıktığında ondan ayrılırlardı. Ondan ayrılıp savaşa çıkmadıkları
için de sevinirlerdi. Resulullah dönünce de özür bildirip yemin ederler ve
yapmadıkları şeylerle övünmeyi severlerdi. Bunun üzerine "Yaptıklarına
sevinen ve yapmadıklarına karşılık övünmekten hoşlananlar var ya, sakın
onların azaptan kurtulabileceklerini sanma..." ayeti nazil oldu.
Bir
ayetin herhangi bir meselede inmiş olması o meseleyle sınırlı olması anlamına
gelmez. Genellikle benzeri olaylar meydana geldiğinde ayet delil getirilir ve
bu konuda nazil olmuştur denir. Ya da ayetin olaya uygun düştüğü görülür.
Yine aynı şekilde, bu konuda nazil olmuştur denir. Bu yüzden iki rivayet
hakkında kesin bir söz söyleyemiyoruz.
Birinci
rivayete göre surenin akışında ehl-i kitaptan ve onlara Allah'ın insanlara
açıklayıp gizlememek üzere verdiği kitaptan söz edilmesi arasında bir münasebet
vardır. Çünkü gerçeği gizleyen onlardır. Öyle ki yalan açıklamaları
ve müfteri cevaplarıyla övünmeyi de istiyorlar.
İkincisine
gelince; surenin akışında münafıklardan söz edilmektedir. Durumları da
ayete uygun düşmektedir. Bu ayet, her toplumda olabileceği gibi Resulullah (salât
ve selâm üzerine olsun)döneminde bulunan bazı tipleri tasvir etmektedir. Görüş
bildirmenin sorumluluğunu ve akidenin yükümlülüklerini taşımaktan aciz
tipleri. Bunlar savaştan geri kalıp otururlar.. Şayet savaşanlar bozguna uğrayıp
yenilecek olursa, bu adamlar başlarını dikleştirip kibirlenerek akıllılık
sağlam ve ileri görüşlülük taslarlar. Savaşçılar galip gelip ganimetler
elde ettiklerinde ise, arkadaşlarının davranışlarını desteklediklerini
belirtip zaferden kendilerine pay ayırarak yapmadıkları şeylerle övünmeyi
severler.
Bu
tipler, insanlar arasındaki korkak ve boş iddiacılardan bir örnektir.
Kur'an'ın ifade tarzı, bu örneği birkaç kelime ile verip geçiyor. Öyle ki
ifadenin parlaklığı apaçık ortadadır. Bu ifadenin çizgileri zaman içinde
hep kalıcıdır. İşte Kur'an'ın yöntemi budur...
Yüce
Allah, Resulü'ne bu insanların azaptan kurtulamayacaklarını tetkikle
bildirmekte ve onları bekleyen acıklı azaptan kurtulmalarının söz konusu
olmayacağı gibi bir yardımcılarının da bulunmasının mümkün olmadığını
belirtmektedir...
"...Sakın
onların azaptan kurtulabileceklerini sanma."
Onları
bu şekilde tehdit eden, göklerin ve yerin hükümranı ve herşeye gücü
yeten Allah'tır. O halde kurtuluş nerede? Ve nasıl kurtulacaklar?
189-
Göklerin ve yeryüzünün egemenliği Allah'ın tekelindedir. Hiç kuşkusuz
Allah'ın gücü herşeye yeter.
Bu
konu İslâm düşüncesinin temellerini ihtiva eden son bahistir. Ehl-i kitap,
münafık ve müşriklerle girişilen mücadelede bu temellerin yerleşmesi,
karanlık ve kapalılıktan kurtulması, bu ilahî metodun tabiatının mal ve
cana yüklediği yükümlülüklerinin açıklanması, müslüman kitlenin bu yükümlülükleri
nasıl yerine getireceğini vermektedir. Ayrıca müslümanın bollukta ve darlıkta
imtihanı nasıl karşılayacağı ve bu akide ve O'nun mal ve cana yüklediği
önemli sorumluluklar için nasıl herşeyden soyutlanacağını bilmesi gibi
hususlarda surenin akışının içerdiği konuları daha önce işledik.
Şu
anda, konuları ve üsluplarıyla birbiriyle uygunluk arzeden yukarıdaki
konularla içerik ve tarz bakımından uygunluk arzeden surenin son bir -ya da
birkaç- hususu gelmektedir.
Derin
bir gerçeği de beraberinde getirmektedir bu son konu: Kuşkusuz bu evrenin
kendisi, imanın kanıt ve işaretlerini içeren apaçık bir kitaptır. Ötesinde
kendisini hikmetle idare eden bir ele işaret etmektedir. Dünya hayatından
sonra ahiret hayatının olduğunu, hesap ve cezanın görüleceğini ilham
ettirmektedir. Ancak, insanlardan; bu açık kitaba ve bu göz kamaştırıcı işaretlere
gözlerini kapayıp anlamaksızın bakmayan "akıl sahipleri" bu kanıtları
kavrayabilir, bu ayetleri okuyabilir, bu hikmeti görebilir ve bu ilhamları işitebilir.
Bu
gerçek; "evren"e, onunla "insan" fıtratı arasındaki sağlam
bağa, evrenin fıtratıyla insan fıtratı arasındaki güçlü uygunluğa, şu
evrenin bir yönden yaratıcısına ve diğer yönden kendisini bir
"gaye", "hikmet" ve "amaç"la yöneten yasaya işaret
ettiğine ilişkin İslâm düşüncesinin temellerinden birini temsil
etmektedir. Bu gerçek, insanın "evren" ve evrenin "ilahı"
karşısındaki konumunu belirlemesi açısından büyük bir önem taşımaktadır.
Aynı zamanda bu, varlık hakkındaki İslâmî düşüncenin temel noktalarından
biridir de.
Konunun
devamında bu gerçeği yüce Allah'ın akıl sahiplerine verdiği cevap takip
etmektedir. Ki, o akıl sahiplerini dünya malını küçümsemeye ve gerçek müminlerin
önemsemeleri gereken ahiret mükafatındaki kalıcı değerleri açıklamakla
beraber onları çaba sarf etmeye, cihada, fedakârlık yapmaya, sabretmeye ve açık
evren kitabında huşu içinde yaptıkları geziden edindikleri imanın yükümlülüklerini
yerine getirmeye yöneltmek şeklinde olmaktadır.
Surede
uzunca söz edilen ehl-i kitap ve onların müminler karşısındaki konumlarına
atfen şu son bölümde, müminlerden bir gruba ve onlara uygun mükafattan söz
edilmektedir. Bu grubun, açık evren kitabı karşısındaki "akıl
sahipleri"nin oluşturduğu sahneye ve huşuyla yaptıkları duaya uygun huşu
vasıfları ile surede özellikleri sunulan şu ehl-i kitap gibi Allah'ın
ayetlerini az bir değere satmaktan Allah'a karşı duydukları haya sıfatları
öne çıkmaktadır.
Sonra,
müslüman kitleye yönelik ilahî direktifleri özetleyen, arzulanan sıfatları
ile onlarla kurtulabilecekleri belirlenmiş yükümlülüklerini özetleyen son
ayet gelmektedir:
"Ey
iman edenler, sabredin, sabırda yarışın, hazırlıklı olun ve Allah'tan
korkun ki, kurtulasınız."
190-
Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini
kovalayışında derin düşünceliler için birçok ibret dersi vardır.
191-
Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yeryüzünün
yaratılışı hakkında kafa yorarlar ve derler ki; "Ey Rabbimiz, sen bu
evreni boşuna yaratmadın, sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin, bizi
Cehennem azabından koru!
192-
Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem'e atınca onu perişan edersin. Zalimlerin hiçbir
yardım edeni yoktur.
193-
Ey Rabbimiz, biz "Rabbinize inanınız " diye seslenen bir davetçinin
çağrısını işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı
affeyle, kusurlarımızı ört ve iyiler ile birlikte canımızı al.
194-
Ey Rabbimiz, peygamberlerinin ağzından vaad ettiklerini bize ver, kıyamet günü
bizi perişan etme, kuşku yok ki sen sözünden caymazsın."
Göklerin
ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişindeki deliller
nelerdir? Ayakta, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anan akıl
sahiplerine, göklerin ve yerin yaratılıyı, gece ve gündüzün ardarda gelişini
düşünürken görünen deliller nelerdir? Bu delileri düşünmek ile Allah'ı
ayakta, otururken ve yanı üzerine yatarken anmak arasındaki ilişki nedir?
Bunları düşünmekten "Ey Rabbimiz sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen
böyle bir anlamsızlıktan münezzehsin, bizi Cehennem azabından koru..."
diye devam eden alçak gönüllü ve ürpertici duaya geçiş nasıl meydana
geliyor?
İfade
burada, sağlam bir idrakin, evrenin etkileyici olaylarını sağlıklı bir şekilde
karşılayışını ve gözler ile düşüncelerin istifadesine sunulmuş, gece
ve gündüzle evrenin proğramına yerleştirilmiş bu etkenlere sağlıklı bir
karşılık verişini canlı bir tablo şeklinde çizmektedir..
Kur'an'a
Kerim kalpleri ve bakışları tekrar tekrar tetkik ederek, sayfaları durmadan
çevrilen şu açık kitaba yöneltmektedir. Bu kitabın her sayfasında
duygulandırıcı deliller belirmektedir. Şu kitabın sayfaları ve şu yapının
"plân"ı bir Yaradanı işaret eder. Bu gerçeği duyumsamakla sağlam
fıtratta bir coşku ve şu evreni var eden, ona bu gerçeği yerleştiren yaratıcıya
her an sevgi ve korku beslemekle beraber O'nun çağrısına karşılık verme iştiyakını
da harekete geçirir. Akıl sahipleri.. Sağlam bir idrake sahip bulunanlar..
Evet onlar, yüce Allah'ın varlıklar alemindeki ayetlerini karşılamak için
gözlerini açarlar. Aralarına engeller koymazlar.. Kendileriyle şu ayetler
arasındaki geçitleri kapatmazlar. Ayakta iken, otururken ve yanları üzerinde
yatarken kalplerini Allah'a yöneltirler. Böylece gözleri açılır, idrakleri
aydınlanır, insan kalbi ile şu varlık alemindeki yasaların arasını birleştiren
ilham sayesinde yüce Allah'ın varlık alemine yerleştirdiği gerçeğe ulaşıp
varlık amacını, meydana geliş nedenini ve fıtratın özünü kavrarlar.
Gökler
ve yer sahnesi. Gece ve gündüzün değişim sahnesi... Evet gözlerimizi,
kalplerimizi ve idraklerimizi O'nun için iyice açsak, gözlerin ilk defa gördüğü
yeni bir sahne gibi algılasak, duygularımızı alışkanlığın verdiği
donukluktan ve tekrarın neden olduğu sönüklükten kurtarsak; bakışlarımız
titreyecek, duygularımız sarsılacaktır. Göz, kalp ve idraklerimiz, buradaki
ahengin ötesinde bu uygunluğu bahşeden bir elin; bu düzenin ötesinde,
planlayıcı bir aklın; bu yönetimin ötesinde değişmez bir yasanın varlığını
duyumsayacaktır. Bütün bunların hile, rast gele ve boş olmasının mümkün
olmadığını algılayacaktır.
Gece
ve gündüzün, güneş karşısında dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinden
kaynaklanan iki görüntü olduğunu ve gökler ve yerdeki uyumun "çekim"
ya da çekim dışı bir şeyden kaynaklandığını bilmemiz olağanüstü varlık
sahnesi karşısındaki heyecanımızı azaltmaz. Bunlar doğrulanmış ya da doğrulanmamış
varsayımlardır. Ve o, her iki halde de şu varlık harikasını ve kendisine hükmeden
ve kendisini koruyan harikulâde ince yasaları karşılamada öne atılmaz,
geride de kalmaz. Bu yasalar -araştırıcı insanların yanında isimleri ne
olursa olsun- göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün
ardarda gelişindeki güç ve hakkın işaretidirler..
Kur'an'ın
üslubu, akıl sahiplerinin şuurlarında; yer ile göklerin yaratılış
sahnesi ile gece ve gündüzün değişimi ile karşılaşmanın neden olduğu
ruhsal hareketlenmenin adımlarını ince bir tasvirle tablolaştırmaktadır.
Bu aynı zamanda evrenle birlikte hareket etmede, onunla kendi diliyle konuşmada,
fıtratı ve hakikati ile cevaplaşmada, işaret ve ilhamlarıyla şekillenmede
kalplere sağlıklı bir metod gösteren duyguları barındıran bir tablodur. Böylece
açık kainat kitabından, Allah'a, yarattıklarına bağlı mümin insan için
bir "marifet" kitabı meydana getirmektedir.
Bu
tasvir öncelikle kalbin "Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı
anarlar." Allah'ın zikrine ve O'na ibadet etmeye yönelişi ile göklerin
ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün ardarda gelişini düşünmeyi
birleştirmektedir. Böylece bu, tefekkürü ibadet konumuna getirir ve onu
zikir sahnesinin bir parçası kabul eder. İki hareketin arasının birleştirilmesiyle
iki önemli gerçeğe işaret edilmiş oluyor.
Birincisi,
Allah'ın yarattıklarını düşünmek, açık evren kitabını incelemek ve
evreni harekete geçiren ve bu kitabın sayfalarını değiştiren yüce Allah'ın
yaratıcı elini araştırmanın, samimi bir ibadet ve içtenlikli bir zikir
olduğu gerçeğidir. Evrenin projesini, kanun ve sünnetlerini; güçleri,
potansiyelleri ile sır ve enerjilerini araştıran varlık bilimleri, şu
evrenin yaratıcısını düşünüp O'nun üstünlük ve lütfunu kavrayacak düzeye
ulaşsalardı; hemen şu evrenin yaratıcısına kulluk etmeye ve O'na dua
etmeye başlarlardı. Hayat böylece bu bilimlerle istikamet bulur ve Allah'a yönelirdi.
Ancak materyalist kafir eğilim, evrenle yaratıcısının, varlık bilimleriyle
ezeli ve ebedi hakikatlerin arasını kesmektedir. Bu yüzden -Allah'ın insana
en güzel bağışı olan- bilim, kâfirler tarafından insana musallat olan
zorba bir saldırgan gibi onu ruhsal bir boşluğa düşürmektedir.
İkincisi,
Allah'ın evrendeki işaretleri, O'nu zikreden ve O'na kullukta bulunandan başkasına
ilham verici gerçeklikleriyle görünmeyeceklerdi. Göklerin ve yerin yaratılışını,
gece ve gündüzün değişimini düşünerek ayakta, oturarak ve yanı üzere
yatarken Allah'ı ananların bakışlarına; göklerin ve yerin yaratılışında,
gece ile gündüzün değişiminde gizli büyük gerçeklerin açıldığı ve
bunun ötesinde onların kurtuluş, iyilik ve esenliğe ulaştırıcı ilahi
metoda bağlı oldukları gerçeğidir. Dünya hayatının görüntüsüyle
yetinip -bu iman bağı olmaksızın- varlık alemindeki bazı güçlerin sırrına
ulaşanlara gelince, onlar ulaştıkları bu sırlarla hayatı ve kendilerini
mahvetmektedirler.. Hayatlarını uğursuz bir cehenneme ve boğucu bunalımlara
dönüştürmektedirler. Bu halleriyle de giderek Allah'ın öfkesine ve azabına
düçar olurlar.
Bunlar,
Kur'an'ın "akıl sahipleri"nin karşılayış, karşılık veriş ve
bağlılık kurma anı için çizdiği şu surenin sunduğu birbirinden ayrılmaz
iki durumdur. Bu karşılık verme, etkilenme ve araştırmayı somutlaştırdığı
gibi kalbin arılığını, ruhun berraklığını, idrakin açıklığı ve algılamaya
hazırlanışını da somutlaştıran bir andır.
Bu
bir kulluk anıdır. Bu özelliğiyle de buluşma ve karşılaşma anıdır. Bu
anda en büyük varlık işaretlerini kavrama yeteneğinin bulunması yalnızca
göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün değişimini düşünmenin
gizli gerçekleri ilham ettirmesi ve bunların gereksiz yahut boş yaratılmadığını
kavratması garip değildir. Bu yüzden doğrudan doğruya buluşma anına geçiliyor:
"Ey
Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın. Sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin..."
Bu
evreni boşuna yaratmadın, aksine hak üzere yarattın. Çünkü temeli haktır.
Konumu ve aslı haktır. Kuşkusuz şu evrenin bir gerçekliği vardır. Bazı
filozofların dediği gibi, "yokluk" değildir. Bir kanuna güre
hareket etmektedir. Başıboşluğa bırakılmış değildir. Bir amaca göre
hareket etmektedir. Rastlantıya terk edilmiş değildir. Varlığı, hareketi
ve amacı bakımından batılın bulaşmadığı Hakk'a tabidir.
Bu
kulluk, zikir ve buluşma bilinciyle göklerin ve yerin yaratılışını, gece
ile gündüzün değişimini düşünmekten "akıl sahipleri"nin
kalplerine gelen ilk dokunuştur. Bu dokunuş, duygularını evrenin planındaki
temel gerçekle şekillendirmekte, dillerini de bu evreni boşuna yaratmaktan yüce
Allah'ı tesbih ve tenzih etme zikriyle baş başa bırakmaktadır.
"Ey
Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın. Sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin."
Sonra
varlık alemindeki dokunuşlarla, ilhamlar karşısındaki ruhsal hareketler
ardarda sıralanmaktadır.
"...bizi
Cehennem azabından koru... Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem'e atınca onu perişan
edersin. Zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur."
Göklerin
ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişindeki hakkı
kavrama ile ateş korkusuyla yapılan ürkek ve titrek duadan kaynaklanan ürperti
arasındaki vicdanî ilişki nedir?
Kuşkusuz
evrenin özünde ve görünüşündeki hakkın anlamı -akıl sahipleri yanında-
burada bir ölçünün, planın, hikmet ve amacın ve şu gezegendeki insan
hayatının ötesinde bir hak ve adaletin varlığıdır.. O halde insanların
yaptıklarından dolayı hesaba çekilip cezalandırılması kaçınılmazdır.
İçinde hak, adalet ve cezanın gerçekleştiği bu yurttan başka bir yurdun
varlığı da zorunludur.
Bu,
fıtrat ve açıklık mantığından bir zincirdir ve akıl sahiplerinin duyularında
halkaları böylesine seri yer almaktadır. Birdenbire hayallerinde ateşin şeklini
görmeleri ve ondan koruması için Allah'a dua etmeleri bu yüzdendir. Bu aynı
zamanda varlıkta gizli gerçeği kavramakla birlikte ilk akla gelen duygudur
da. Ve bu kesin görüş sahibi olan "akıl sahipleri"nde meydana
gelen bilinç dalgalanmalarına olağanüstü bir dikkat çekmedir. Daha sonra
dillerinden; bu uzun, mütevazi, ürkek, titrek, tevbekâr, tatlı nağmeli,
kafiyeli, ahenkli, söz ve nağmelerinden bir çöl ılıklığı yükselen dua
dökülmektedir.
Ateşten
koruması için Rabblerine yöneldiklerinde duydukları bu ilk ürpertinin önünde
durmak lazam. Yani şu sözlere dikkat etmek gerekir:
"Ey
Rabbimiz, sen birini Cehennem'e atınca onu perişan edersin.. Zalimlerin hiçbir
yardım edeni yoktur."
Bu
da gösteriyor ki; ateşten korkmaları -herşeyden önce- ateş ehline isabet
eden utançtan korkmalarından kaynaklanmaktadır. Kendilerini saran bu ilk ürperti,
ateş ehline isabet eden alçaklıktan duyulan utanmanın ürpertisidir. Bunun
en büyük nedeni Allah'a karşı duyulan hayadır. Ateşin yakması konusunda
ona karşı son derece duyarlıdırlar. Ayrıca bu, Allah'a karşı hiç
kimsenin yardımının söz konusu olmayacağına ve zalimler için bir yardımcının
bulunmayacağına olan güçlü bilinçten de kaynaklanmaktadır. Sonra bu mütevazi
ve uzun duaya devam ediyoruz:
"Ey
Rabbimiz biz, `Rabbinize inanın' diye seslenen bir davetçinin çağrısını işittik
ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı affeyle, kusurlarımızı ört
ve iyiler ile birlikte canımızı al."
Kalpler
açılmıştır. Çağrıyı algılar algılamaz karşılık verir. Bu derece şiddetli
bir duyarlılık uyanır içlerinde. İlk söz ettikleri şey de; eksiklikleri,
günahları ve isyanları olur. Günahlarını bağışlaması, kötülüklerini
örtmesi ve iyilerle beraber canlarını alması için Rabblerine yönelirler..
Duadaki
bu ihtiyaç gölgesi, nefsin; şehvetleri, günah ve hatalarıyla girişilen
kapsamlı savaşta, istiğfara, günah ve masiyetten arınmaya yönelmek
hususundaki surenin tüm gölgeleriyle bir uyum oluşturmaktadır.. Bu alanda
girişilen savaşta kazanılan zafer, öncelikle Allah ve iman düşmanlarıyla
girişilen meydan savaşındaki zaferi doğurmaktadır. Surenin tümü uyum ve gölgeleriyle
eksiksiz ve tertipli bir bütünlüktür.
Bu
duanın sonunu; Allah'a yöneliş, O'na ümit bağlamak, O'na dayanmak ve O'nun,
sözüne bağlılığından yardım istemek oluşturmaktadır:
"Ey
Rabbimiz, peygamberlerinin ağzından, vaadettiğini bize ver. Kıyamet günü
bizi perişan etme. Kuşku yok ki sen sözünden caymazsın."
Resullerin
bildirdiği Allah'ın vaadinin gerçekleşmesini istemek, sözünden dönmeyen
Allah'ın sözüne bağlanmak ve kıyamet günü rezil olmaktan kurtaracağını
ümit etmek bu duada duyulan ilk ürpertiyle birleşmek ve rezil olmaktan
duyulan şiddetli korkuya ve bu korkunun, duanın başında ve sonunda hatırlanma
ve belirtilme gereğine işaret etmektedir. Ayrıca, bu kalplerin duyarlılığına,
inceliğine, berraklığına, Allah'tan duydukları korku ve hayalarına da işaret
etmektedir.
Bütünüyle
dua, evrenin ilhamlarının ve evrende gizli gerçeğin nağmelerinin sağlıklı
ve açık kalplerde meydana getirdiği doğru ve derin tepkiyi somutlaştırmaktadır.
Edebî
güzellik ve tarzdaki uygunluk açısından şu dua karşısında bir daha
durmak zorundayız.
Kur'an
surelerinden herbirinin ayetlerinin belirgin kafiyeleri vardır. Kur'an
kafiyeleri şiirlerdeki gibi aynı harften meydana gelmez. Aksine benzeşen
ahenklerden oluşurlar. Örneğin: 1-Bâsır, Hâkim, Mübîn, Mürîb, 2-Elbâb,
Ebsâr, Ennâr, Karâr, 3-Hafiyyâ, Şakiyyâ, Şarkiyyâ, Şey'â vs. gibi.
Birinci
bölümdeki kafiyeler genellikle herhangi bir hüküm bildirirken kullanılır.
İkinciler, dua yerlerinde üçüncüler de kıssa ve hikayede kullanılırlar.
Âl-i İmran suresinde, genellikle, birinci tür kafiyeler kullanılmıştır.
İki yerin dışında bu kural değişmemiştir. Birinci değişiklik; içinde
dua bulunan surenin baş tarafında, ikincisi de burada, bu yeni duada söz
konusu olmaktadır.
Bu
da Kur'an'ın ifade tarzındaki eşsiz ve edebi uygunluklarındandır. Bu
uzatmalar duaya; yakıcı bir yumuşaklık, istek, yöneliş ve yakarış
atmosferine uygun bir ses güzelliği katmaktadır.
Burada
bir başka edebi sanat göze çarpmaktadır. Bu sahnenin, yani gök ve yerin
yaratılışı ile gece ve gündüzün değişimini düşünüp inceleme
sahnesinin sunuluşuna, ağır ağır söylenen, uzun nağmeli, derin vurgulu ve
mütevazi dua uygun düşmektedir. Bu yüzden sahnenin sunuluşunun; sinirler,
kulaklar ve hayallerdeki duygu ve etkisi uzun sürmektedir. İçindeki tevazu,
nağme, yöneliş ve ürperti sayesinde vicdanları etkilemektedir. Burada sahne
Kur'an'ın ifade tarzının hedeflerinden birini gerçekleştirecek şekilde
ibare ve nağmesiyle birlikte uzamakta ve onun sanatsal çizgilerinden birini
gerçekleştirmektedir. Ardından ayetler, bu yakarışa verilen cevap ve karşılıkla
sürüp gitmektedir.
195-
Rabbleri onlara cevap verdi ki; "Ben birbirinizden meydana gelmiş bir bütün
oluşturan sizlerden, erkek-kadın, hiçbir iyi amel işleyenin emeğini boşa
çıkarmam. Buna göre göç edenlerin, yurtlarından sürülenlerin, benim
yolumda eziyet çekenlerin, savaşanların ve öldürülenlerin kusurlarını örtecek
ve kendilerini Allah tarafından verilmiş bir ödül olarak altlarından ırmaklar
akan Cennetlere koyacağım. Ödüllerin güzeli yalnız Allah katındadır.
196-
Kafirlerin (zevk içinde) diyar diyar gezinmeleri sakın seni aldatmasın.
197-
Sadece az bir hazdır bu. Sonra varacakları yer Cehennem'dir. Orası ne kötü
bir barınaktır!
198-
Fakat Rabblerinden korkanlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır.
Onlar Allah'ın konukları olarak orada süresiz kalacaklardır. Allah'ın iyi
kullara yönelik mükafatı daha hayırlıdır.
Bu
ifade, ruhsal ve bilinçsel açıdan durumun gerektirdiklerine ve konumun
istediklerine uygun olan Kur'an'ın ifade tarzının sanatsal çizgisiyle uyuşan
ayrıntılı bir karşılık ve uzun bir ifadedir.
Ardından,
bu ilahi karşılığın içeriği ile ilahî metodun tabiatına ve özelliklerine,
sonra da İslâmî eğitim metodunun tabiatına ve özelliklerine yönelik işaretlerini
özetleyelim.
Kuşkusuz,
"akıl sahipleri", göklerin ve yerin yaratılışını düşünen;
gece ve gündüzün değişimini inceleyen; açık evren kitabını algılayan;
fıtratları, evrende gizli gerçeğin ilhamlarına karşılık veren; böylece
şu mütevazi, ürpertici uzun ve derin duayla Rabblerine yönelen, sonra da
samimi ve sevimli duaları üzerine Rahman ve Rahîm olan Rabblerinden karşılık
gören kimselerdir.
Ancak
gördükleri karşılık neydi?
Kuşkusuz
duanın kabulü ile onların şu ilahi metodun temellerine ve yükümlülüklerine
yöneltilişleri aynı anda olmuştur:
"Rabbleri
onlara cevap verdi ki; `Ben birbirinizden meydana gelmiş bir bütün oluşturan
sizlerden, erkek-kadın, hiçbir iyi amel işleyenin emeğini boşa çıkarmam."
Sırf
tefekkür ve inceleme, yalnızca huşû ve ürperti... Kötülükleri örtmesi,
rezil olmaktan ve ateşe düşmekten kurtarması için Allah'a yöneliş yetmez.
"Amel" gereklidir. Bu algılamadan, bu karşılık vermeden ve ürpertiden
ve somutlaşan duyarlılıktan kaynaklanan olumlu bir amel. Bu ameli İslâm; düşünme,
inceleme, zikir, istiğfar, Allah'tan korkma ve O'na ümitle yönelme gibi
ibadet olarak nitelemektedir. İslâm'ın nitelediği amel bu ibadetin beklenen
pratik bir sonucudur. Cinsiyet farklılığından kaynaklanan ayrılığı göz
önünde bulundurmadan erkek-kadın herkesten kabul ettiği amel budur. Çünkü
insanlık noktasında hepsi eşittirler. -bazısı bazısından olmaları
nedeniyle- Ölçüde de eşittirler.
Sonra
bu amelin ayrıntılarından; bu akidenin can ve,mala getirdiği yükümlülükler
gibi, metodun tabiatı, egemen olacağı yerin niteliği, yolun ve içindeki
engeller ile dikenlerin mahiyeti, engelleri aşmanın, dikenleri kırmanın,
temiz bitkilerin yetişebilmesi için toprağı hazırlamanın... Fedakârlıklar
ve sonuçlar ne kadar ağır olursa olsun onu yeryüzünde yerleştirmenin
zorunluluğu da anlaşılmaktadır. "Buna göre göç edenlerin, yurtlarından
sürülenlerin, benim yolumda eziyet çekenlerin, savaşanların ve öldürülenlerin
kùsurlarını örtecek ve kendilerini Allah tarafından verilmiş bir ödül
olarak altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyacağım. Ödüllerin güzeli
yalnız Allah katındadır."
Bu,
imana çağrılan ve ilk defa Kur'an'la muhatap olanların tablosudur. Mekke'den
hicret edenlerin, akideleri uğrunda yurtlarından çıkarılanların başka hiçbir
amaç için değil sırf O'nun yolunda işkence görenlerin, savaşıp öldürüldükleri...
Yani; ancak bu akideye içtenlikle inanan herkesin, her yerde ve her zamanki
tablosudur. -Hangisi olursa olsun- kendisine zıt bir bölgede gelişen -hangisi
olursa olsun- karşı çıkan bir kavmin arasında yaşayan ve kendisine karşı
göğüslerin daraldığı, arzu ve şehvetlerin incindiği, bu yüzden işkence
ve koğuşturmaya maruz kalan ve ilk etapta taraftarları da zayıf bırakılmış
bir azınlık olan davanın tablosudur. Sonra, bunca işkenceye ve koğuşturmaya
rağmen -yeşermesi kaçınılmaz olan- bitki yeşerir.. Giderek direnecek ve
kendini savunacak bir konuma gelir. Böylece savaş ve öldürmeler başlar.
İşte kötülüklerin örtülmesi, mükâfat ve sevap bu meşakkatli ve acı çabadan
sonra gelmektedir..
Yol
budur. Yüce Allah'ın gerçekleşmesini, hayatın pratiğinde, beşeri çabaya
ve Allah için, O'nun yolunda cihad eden müminlerin sarf ettikleri çabaya bağlı
kıldığı Rabbanî metodun yolu budur..
Bu
metodun tabiatı, temelleri ve yükümlülükleri budur.. Sonra bu metodun eğitim,
direktif verme ve Allah'ın yarattıklarını düşünüp incelemekten doğan
vicdani etkilenme aşamasından, Allah'ın istediği metodu gerçekleştirmek için
bu etkilenmeye uygun müsbet amel aşamasına geçişi sağlamadaki yöntemi de
budur.
Sonra
ayet-i kerime, yeryüzü malı ve nimetlerinde kafirler, isyancılar ve Allah'ın
metoduna karşı çıkanlar için gizli bulunan fitneye pratik bir dikkat çekmektedir.
Bu; malın, gerçek ölçüsüne ve gerçek değerine dikkat çekmektedir. Tâ
ki taraftarlarına; işkence, yurtlarından çıkarılma, öldürülme ve savaş
gibi zorluklara maruz kalan müminler için bir fitne olmasın.
"Kâfirlerin
(zevk içinde) diyar diyar gezinmeleri sakın seni aldatmasın."
"Sadece az bir hazdır bu. Sonra varacakları yer Cehennem'dir. Orası ne kötü
bir barınaktır!"
"Fakat
Rabblerinden korkanlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır.
Onlar Allah'ın konukları olarak orada süresiz kalacaklardır. Allah'ın iyi
kullara yönelik mükâfatı daha hayırlıdır."
Kafirlerin
şehirlerde gezip dolaşması, nimet ve zenginliğin, mülk ve iktidarın görüntüsüdür.
Bu kalplerde karşı konulmayı gerektiren ve etki bırakan bir görüntüdür.
Çünkü onlar; zorluk, yoksulluk, işkence emek sarf etmek, koğuşturma ve
cihadın zorluklarına katlanırken ve bütün bunlar da son derece meşakkatli
ve korkunç zorluklar iken, batıl taraftarlarının nimetler içinde mal mülkten
yararlanması mümin kalplerde de etki bırakır.. Bu durum, hakkı ve
taraftarlarını bu şekilde zorluklara düçar olmuş, batıl ve taraftarlarını
da refah ve saadet içinde gören ve herşeyden habersiz halk yığınlarının
kalbini de etkiler. Ayrıca sapıklık ve batıl taraftarlarının kendilerini
de etkiler. Böylece sapıklıkları, azgınlıkları, şer ve fesat içindeki
inatları artar..
İşte
aşağıda buna değinilmektedir:
"Kafirlerin
(zevk içinde) diyar diyar gezmeleri sakın seni aldatmasın."
"Sadece
az bir hazdır bu. Sonra varacakları yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir barınaktır!"
Az
bir geçim... Yok olup giden... Ama sürekli ve kalıcı olarak dönecekleri
yer; Cehennem'dir. Ne kötü barınak...
Geçip
giden zorluk ve meşakkat karşısında_ da, Cennetler, sonsuzluk ve Allah'ın
ikramı yer almaktadır.
"...Altlarından
ırmaklar akan Cennetler"... "...Orada süresiz kalacaklardır"..:
"...Bu Allah tarafından bir ağırlanmadır"... "...Allah'ın
iyi kullara yönelik mükafatı daha hayırlıdır."
Kişi,
bu nasibi bir kefeye diğerini de bir kefeye koysa Allah'ın katındakilerin
iyiler için daha hayırlı olduğundan şüphe duymaz. Bu ölçüye göre, müttakilerin
kefesinin kafirlerinkine tercih edilmesi hususunda kalplerde kuşku kalmaz. Akıllı
birinin "akıl sahipleri"nin kendileri için seçtikleri payı seçmek
için tereddüt etmesi mümkün değildir.
Yüce
Allah, bu nizama alıştırmak, İslâm düşüncesinin temel değerlerini yerleştirmek
noktasında, müminlere her zaman zaferi, düşmanlarını kahretmeyi, onları
yeryüzüne yerleştirmeyi ve bu hayatla ilgili herhangi bir şeyi vaad etmiyor.
Düşmanlarıyla karşılaştıklarında dostlarına yardım edeceğine dair
takdirini de vaad etmiyor.
Burada
onlara bir tek şeyi, Allah katında bulunan nimetleri vaadediyor. Bu davada asıl
olan da budur. Burası, şu akidenin öngördüğü hareket noktasıdır. Bütün
hedeflerden, amaçlardan, her türlü eğilimden mutlak soyutlanma... -Hatta,
akidesinin ve Allah'ın sözünün galip gelmesi ve O'nun düşmanlarının
kahrolması hususundaki arzularından- evet yüce Allah, müminlerin bu arzularından
da soyutlanmalarını, işlerini O'na dayandırmalarını velev ki kendilerinde
olmasa bile kalplerini bu eğilimden kurtarmalarını dilemektedir.
Yüce
Allah'ın bahşettiği, vaadettiği ve yerine getirmelerini istediği yalnızca
bu akidedir... Karşılığında dünya malı, zafer, galibiyet, hakimiyet ve üstünlük
gibi şeyler vaad etmeksizin... Herşeyi orada beklemek sadece.
Sonra
zafer, egemenlik ve üstünlük gerçekleşiyor. Ancak bu, Allah'ın verdiği sözde
yer almamıştır. Akidleşmenin bir parçası değildir. Akidde dünya karşılığından
herhangi birşey yer almamıştır. Sadece görevi yerine getirme, bağlılık,
bağış ve imtihan...
Dâva
Mekke'den kovulmuşken biat buna göre gerçekleşmişti. Alış-veriş bunun üzerine
yapılmıştı. Bu şekilde soyutlanmadıkları ve bu derece bağlanmadıkları
sürece yüce Allah, müslümanlara zafer, hakimiyet ve üstünlük bahşetmiyor,
yeryüzünün idaresini, beşeriyetin önderliğini onlara teslim etmiyor.
Muhammed
b. Kâb el-Kurezî ve diğerleri şöyle rivayet ediyorlar: Abdullah bin Revaha
(Allah O'ndan razı olsun) Akabe gecesinde (Evs ve Hazreç ileri gelenleri
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kendilerine hicret etmesi için
O'na biat ederlerken) Resulullah'a şöyle dedi: "Rabb'in ve kendin için
dilediğin şartı koş". Resulullah şöyle buyurdu: "Rabbim için;
O'na kulluk etmenizi ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmamanızı şart koşuyorum.
Kendim için de canlarınızı ve mallarınızı koruduğunuz şeylerden beni de
korumanızı şart koşuyorum " Abdullah: "Peki bunu yaptığımızda
bize ne var?" deyince Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) O'na:
"Cennet!.." buyurdu, bunun üzerine; `Kârlı alış-veriş ne bozarız,
ne de bozulmasını isteriz' dediler."
İşte
böyle... Kârlı bir alış-veriş, ne bozarız ne de bozulmasını isteriz..
Kuşkusuz onlar, bunu iki kişi arasında gerçekleştirilen bir alış-veriş
olarak algılamış, onunla yetinmiş, sözleşmeyi sürdürmüşlerdi... Pazarlık
yapmaları bu yüzdendi...
Yüce
Allah, yeryüzünün idaresini önderlik öncülüğünü ellerine vermeyi ve tüm
eğilimlerinden, arzu ve şehvetlerinden hatta yüklendikleri dava, gerçekleştirdikleri
metod ve uğrunda öldükleri akideye özgü amellerinden tam anlamıyla
soyutlandıktan sonra, o büyük emaneti teslim etmeyi takdir buyurduğu kitleyi
işte böyle eğitiyordu. Çünkü ruhunda kendisi için bir arzu ya da top yekün
Allah'a teslim olmakla bağdaşmayan bir kalıntı barındıran kişiye bu büyük
emanetin yüklenmesi doğru değildir. ("Ey müminler, bütün varlığınızla
İslâm'a (barışa) giriniz." ayetinin tefsirine bakınız, Bakara suresi;
208, Fi Zılâl)
Surenin
bitiminden önce ayetlerin akışı ehl-i kitaba dönmekte ve aralarında müslümanlar
gibi inanan bir grubun olduğunu bildirmektedir. Onlar da İslâm kervanına katılıyor,
onlar gibi hareket ediyorlar, mükâfatları da elbette onlar gibi olacaktır.
199-
Kuşkusuz kitap ehlinden Allah'a size indirilen ve kendilerine indirilmiş olan
mesaja, Allah korkusu içinde, inananlar, Allah'ın ayetlerini birkaç paraya
satmayanlar vardır. Bunlar Rabbleri katında ödüllerini alacaklardır. Hiç
şüphesiz Allah'ın hesaplaşması pek çabuktur.
Bu,
ehl-i kitapla son hesaplaşmadır. Surenin geçen birçok bölümünde onlardaki
gruplardan ve konumlarından söz edilmişti. İman sahasında dua ve karşılık
sahnesinde aynı şekilde ehl-i kitaptan bazı kimselerin sonuna kadar yolu
takip ettikleri anlatılmıştı. Onlar, kitapların tümüne inanıyorlar.
Allah ve Resullerinin arasını ayırmadıkları gibi Resullerinden hiçbirini
de ayırmazlar. Daha önce kendilerine ve müslümanlara indirilene inanırlar.
Bu da iman kervanına yakınlık ve sevgiyle bakan, akidenin stratejisini
Allah'a ulaştırıcı olarak gören ve Allah'ın metodunu evrensel birliği ve
bütünlüğüyle ele alan bu akidenin bir özelliğidir. Burada ehl-i kitaptan
mümin olanların, Allah'a karşı duydukları huşû ve O'nun ayetlerini az bir
değere satmama özellikleri öne çıkmaktadır. Bunun nedeni de onları, ehl-i
kitabın kibir, Allah'a karşı hayasızlık, adi hayat metaını elde etmek uğruna
yalan düzmek ve Allah'ın ayetlerini gizlemek olan temel özelliklerinden ve
onların saflarından ayırmaktır. Onlara da Allah, katında müminlere ayırdığı
ecri vaad etmektedir. Ve Allah kendisiyle alış-veriş yapanların ücretini
geciktirmez.
"...hiç
şüphesiz Allah'ın hesaplaşması pek çabuktur."
Ardından,
yüce Allah'ın iman edenlere yönelik çağrısındaki son ifade... Metodun
gerektirdiği ağırlıkları ve yolun şartlarını özetlemesi yer almaktadır.
200-
Ey müminler, sabırlı olunuz, sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakınız,
sürekli savaşa hazırlıklı olunuz ve Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa
eresiniz.
Bu
iman edenlere yönelik yüce bir çağrıdır. Kendilerine bu ağır yükü yükleyen,
davet ve sorumluluk için eğiten, yerde onurlandırdığı gibi gökte de
onurlandıran kaynağa bağlayan sıfatlarıyla yapılan bir çağrı...
"Ey
müminler..."
Sabretmeleri,
sabırda yarışmaları, hazırlıklı olmaları ve Allah'tan korkmaları için,
onlara çağrı yapılmaktadır.
Surenin
akışı, sabır ve takvayı bolca işlemektedir. Bazan ayrı ayrı bazan da
birlikte zikretmektedir. Aynı şekilde surenin akışı, dayanmaya, cihat
etmeye, hileleri bertaraf etmeye, yenilgi ve kargaşa çığırtkanlıklarına
kulak vermemeye yönelik çağrılan da içermektedir. Bu yüzden sure,
sabretmeye, sabırda yarışmaya, hazırlıklı olmaya ve Allah'tan korkmaya çağırmakla
son bulmaktadır. Bu da surenin bütünlüğüne uygun bir sonuç olmaktadır.
Bu
davada sabır, yol azığıdır. Çünkü yol uzun ve meşakkatlidir. Cezalar ve
dikenlerle kuşatılmıştır. Kan, ceset, işkence, imtihanla doludur. Birçok
şeye karşı sabretmek gereklidir. Nefsin şehvet ve arzularına, eğilim ve
kibirlerine, zaaf ve eksikliklerine, acelecilik ve bıkkınlığına karşı sabır...
İnsanların şehvetlerine, eksikliklerine, zaaf ve bilgisizliklerine, kötü düşüncelerine,
bozuk tabiatlarına, bencilliklerine, kibirliliklerine, kaypaklıklarına ve
sonuç için aceleci olmalarına karşı sabır... Batılın saldırganlığına,
tabutların küstahlığına, kötülüğün kabarıklığına, şehvetin yaygınlığına,
gurur ve tekebbürün azgınlığına karşı sabır... Öte yandan yardımcıların
azlığına, destekçilerin zayıflığına, yolun uzunluğuna, zorluk ve sıkıntı
anında şeytanın vesveselerine karşı sabır... Bütün bunlara karşı cihadın
sürekliliğine ve nefislerde meydana getirdiği, acı, kin, öfke ve sıkıntı
gibi çeşitli tepkilere... Kimi zaman hayırda güven zayıflığına, kimi
zaman insan fıtratındaki ümit eksikliğine, kimi zaman da usanç, sıkıntı,
karamsarlık ve ümitsizliğe karşı sabır... Bütün bunlardan sonra da, güç,
zafer ve galibiyet anında nefsi zapt etmeye, kibirlenmeden, intikam almaya
yeltenmeden, bir hak olan kısası haksızlığa dönüştürmeden, bolluğu
tevazu ve şükürle karşılamaya, bollukta da darlıkta da Allah'a bağlı
kalma, O'nun çizdiği kaderine teslim olma,, güven bağlılık ve huşû içinde
her işi O'na havale etme hususunda sabır...
Bütün
bunlara ve bu uzun yolun yolcusunun yol boyunca karşılaşacağı ve
kelimelerin yetersiz kaldığı daha nicesine karşı sabır. Çünkü kelimeler
bu zorlukların gerçek anlamlarım aktaramazlar. Yolun meşakkatlerini çeken,
heyecan, tecrübe ve acılarını tadan kavrayabilir bunu ancak.
İman
edenler bu hakiki anlamın birçok yönünü tatmışlardır. Bu çağrının
tadını da en iyi onlar bilir. Yüce Allah'ın uygulamalarını ve istediği
sabrın anlamını çok iyi bilirler.
"Musabere"
-sabırda yarışma- "Sabır" kelimesinin kökünün "mufaele"
-işdeş- kipidir. Bütün bu duygularını sabırda yarışması, müminlerin
sabrını kırmaya çalışan düşmanların sabırda yarışması... Evet onların
ve bunların sabırda yarışması, sürüp giden cihadda müminlerin sabrını
tüketemez, aksine onları düşmanlarından daha sabırlı ve daha güçlü kılar.
Kalplerißin gizliliklerindeki düşmanlarından -şeytan- ve insanların en kötüsü
olan düşmanlarından olsun o, fark etmez. Sanki bu bir yarıştır. Düşmanlarıyla
kendileri arasında... Sabra karşı sabır, savunmaya karşı savunma, çalışmaya
karşı çalışma, ısrara karşı ısrara çağırıyor sanki. Yarışmanın
gayesi de düşmanlarından daha dirençli, daha sabırlı olmalarıdır. Batıl
ısrar ediyorsa, sabredip yoluna devam ediyorsa, hakk, daha ısrarlı ve yolunu
sürdürmede daha sabırlı olmaya layıktır. "Murabata" -hazarlıklı
olma cihad için mevzilere yerleşmek, düşmanın saldırısına açık
noktalarda direnmek. Müslüman kitle, dava yükünü omuzlamaya ve onu
insanlara sunmaya çağrıldığı andan itibaren, bir an bile gafil olmamış,
uyuşukluk göstermemiş ve hiçbir zaman düşmanları onları korkutamamıştır.
Kıyamete kadar cihada hazırlanmaktan vazgeçmediği sürece hiçbir zaman veya
mekandaki düşmanları da asla onları korkutamaz.
Bu
dava insanları, pratik bir hayat metoduyla yüzyüze getirmektedir. Mallarına,
hayat ve yaşayışlarına hükmettiği gibi vicdanlarına da hükmeden bir
metod... İyi, adil ve dosdoğru bir metod... Ancak kötülük; iyi, adil ve
dosdoğru metoddan rahatsız olur. Batıl; iyiliği, adaleti ve doğruluğu
sevmez. Tuğyan; adalete, eşitliğe ve şerefliliğe teslim olmaz. Bu yüzden kötülük,
batıl ve azgınlığın taraftarları bu davaya karşı çıkmaya başlıyorlar...
Sömürü ve çıkarlarından vazgeçmek istemeyen sömürgeci ve çıkarcılar,
tuğyan ve büyüklük taslamaktan geçemeyen tağut ve müstekbirler ile başıboşluk
ve şehvetlerden ayrılmak istemeyen ahmak beyinsizler bu hak davaya savaş açıyorlar.
İşte bütün bunlara karşı cihad etmek kaçınılmazdır. Sabretmek ve sabırda
yarışmak zorunludur. Hazırlıklı ve tetikte olmak gereklidir. Ta ki müslüman
ümmet, her yerde ve her soyda süren düşmanlarından gafil olmasın...
İşte
bu davanın tâbiatı, işte davanın yolu... Kuşkusuz bu dava haksızlık
yapmak istemez. Ancak, yeryüzüne köklü metodunun ve sağlam düzeninin yerleşmesini
ister. Her zaman bu metod ve düzenden hoşlanmayanları, yoluna güç ve hile
ile dikilenleri, başına türlü dolaplar açmak için fırsat kollayanları,
kendisine karşı elleriyle, kalpleriyle ve dilleriyle savaşanları bulacaktır
kuşkusuz. Bütün yükümlülükleriyle birlikte savaşı kabullenmekten başka
seçeneği yoktur. Sürekli hazırlık ve tetikte olması, bir an bile gafil
olup uyumaması gereklidir.
Takva...
Takva, bütün bunlara eşlik eder... Çünkü o, vicdanda uyarıcı bir bekçi
fonksiyonunu icra ederek onu gafil olmaktan, zaaftan, haksızlık yapmaktan, şurada
veya burada yoldan çıkmaktan korumaktadır.
Yolun
meşakkatlerine katlanan ve çeşitli durum ve onlarda baş gösteren, sürekli
çelişen, çoğalan ve kaynayan tepkileri tedavi etmek durumunda olanlardan başkası
bu uyarıcı bekçiye olan ihtiyacı kavrayamaz.
Bu,
birçok duygulu sahneyi içeren surenin son melodisidir. Sure bütün bunların
ve genelde davanın gerektirdiği yükümlülüklerin toplamından meydana
gelmektedir. Bu yüzden yüce Allah, bu uzun yarışın sonucunu ve bu yarıştaki
başarıyı ona bağlamaktadır.
"...kurtuluşa
eresiniz."
Ve
kuşkusuz yüce Allah en doğrusunu söyler.