1-
Ey insanlar, Rabbinizden korkunuz. Ki O sizi tek bir kişiden türetti, o tek kişinin
eşini de kendi özünden yarattı, sonra bu çiftten çok sayıda erkek ve kadın
meydana getirerek yeryüzüne yaydı. Karşılıklı dileklerinizi adına bağladığınız
Allah'tan ve akrabalık bağlarını çiğnemekten sakınınız. Hiç kuşkusuz
Allah sizi sürekli gözetmektedir.
Hitap
"insanlar"adır... Top yekün, kendilerini yaratan Rabblerine bağlamak
için bu .sıfatlarıyla hitap edilmektedir. "Tek bir kişiden" yaratmıştır...
"O tek kişinin eşini de kendi özünden yarattı, sonra bu çiftten çok
sayıda erkek ve kadın meydana getirerek yeryüzüne yaydı."
Bu
basit fıtri gerçekler son derece büyük, derin ve ağır gerçeklerdir. Şayet
"insanlar" kulaklarını ve kalplerini bu gerçeklere açacak
olurlarsa bu, hayatlarında büyük değişikliklerin meydana gelmesi ve
cahiliyeden -ya da değişik cahiliyelerden- imana, doğruluk ve hidayet yoluna
"insanlar"a, "nefse" Rabbi ve yaratıcısına ve yaratılışa
layık uygarlığa dönmeleri için yeterlidir.
Kuşkusuz
bu gerçekler, kalp ve göz için değişik düşünceler hususunda geniş bir
imkan bahşetmektedir.
1-
Öncelikle "insanlar"a çıktıkları kaynağı hatırlatmakta ve
onları şu yeryüzünde var eden yaratıcılarına bağlamaktadır. Bu,
insanların unuttuğu, böylece herşeyi unuttukları, bundan sonra da hiçbir işte
istikamet bulamadıkları bir gerçektir.
"İnsanlar,
daha önce bulunmadıkları bu dünyaya sonradan gelmişlerdir. Peki onları kim
getirmiştir? Çünkü buraya kendi istekleriyle gelmemişlerdir. Buraya
gelmeden önce iradeleri olmayan yokluktan ibarettirler. Bu yüzden, gelmeyi ya
da gelmemeyi belirleyecek bir iradeye sahip değillerdi. O halde kendi iradeleri
dışında onları buraya getiren bir başka irade söz konusudur. Kendi
istekleri dışında onları yaratmayı kararlaştıran bir başka irade vardır.
Yollarını çizen, hayat çizgilerini seçen istekleri dışında bir başka
irade söz konusudur. Onlar istemeden varlıklarını ve varlık özelliklerini
bahşeden, onlara birtakım yetenekler ve kabiliyetler veren ve kendi iradeleri
olmaksızın ancak kendilerine, dilediğini yapabilen iradeyi bahşeden irade
tarafından bilmedikleri bir yerden geldikleri bu evrenle birlikte hareket etme
gücünü veren bir başka irade vardır.
Şayet
insanlar, habersiz oldukları bu açık gerçeği hatırlayacak olurlarsa en
kestirme yoldan doğruluğa döneceklerdir.
Kendilerini
bu dünyaya getiren, hayat yollarını çizen ve onlara evrenle birlikte hareket
etme gücünü veren irade, tek başına her şeylerine sahip, her şeylerini
bilen ve işlerini en güzel bir şekilde planlayan iradedir. Bu irade, onların
hayat kaynaklarını belirlemek, düzenlerini ve kanunlarını koymak, değerlerini
ve ölçülerini yerleştirmek yetkisine tek başına sahiptir. Bu işlerden
birinde ihtilafa düştüklerinde sadece O'na, O'nun hayat metoduna, değer ve
ölçülerine, böylece alemlerin Rabbi olan Allah'ın istediği biricik metoda
baş vurmalıdırlar.
2-
Nitekim bu gerçekler tüm beşeriyetin bir tek iradeden doğduğunu, akrabalık
noktasında birleştiklerini, biricik hidayette buluştuklarını bir tek asıldan
fışkırdıklarını ve bir soya dayandıklarını ilham ettirmektedir.
"Karşılıklı
dileklerinizi adına bağladığınız Allah'tan ve akrabalık bağlarını çiğnemekten
sakınınız. Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli gözetmektedir."
Şayet
insanlar bu gerçeği hatırlayacak olurlarsa hayatlarında sonradan meydana
gelen, böylece bir tek "nefsin" çocuklarını bölen, bir olan
akrabalık bağını parçalayan temelsiz farklar duygularında basitleşecektir.
Çünkü
bütün bunlar temelsiz ayrılıklar, akrabalık sevgisine ve gözetim hakkına,
nefsin bağına ve sevgi hakkına, ilahlık bağına ve takva bağına baskın
çıkmamalıdır.
Bu
gerçeğin yerleşmesi, insanlığın başına bir sürü belalar açan ve renk
ve ırk ayırımı yapan, varlığını bu ayrılıklara dayandıran, soy ve
kavim bağlılığını hatırlayıp birtek insanlık ve biricik ilahlığa bağlılığı
unutan modern cahiliyede de aynı belaları tattıran ırkçı çekişmelerin
yok olması için yeterlidir.
Ayrıca
bu gerçeğin yerleşmesi, Hint putperestliğinde yaygın olan sınıfsal kulluğun
ve komünist ülkelerde uğrunda oluk oluk kan akıtılan sınıfsal mücadelenin
hayattan uzaklaşması için bir güvencedir. Modern cahiliye, herkesin bir tek
nefisten doğduğunu vë herkesin başvuracağı bir rububiyetin varlığını
unutarak birtek sınıfın egemenliğini sağlamak için bunu dinsel
felsefesinin temeli ve diğer tüm sınıfları ezmek için hareket noktası
yapmaktadır.
3-
Bir diğer gerçek de, bu tek nefisten "eşinin yaratılmış" olduğuna
ilişkin işarettir. İnsanlık bunu kavrayacak olursa bu, içinde yüzdükleri
acı hatıraları önlemesi için kefildir. İnsanlık kadın hakkında birtakım
iğrenç düşüncelere sahip bulunmaktadır. Onu pislik ve necasetin kaynağı,
kötülük ve belaların temeli olarak görmektedirler. Oysa fıtrat ve tabiat
bakımından ilk nefistendir kadın. Yüce Allah onu ilk nefse eş olması, böylece
onlardan birçok erkek ve kadın türetmek için yaratmıştır. Asıl ve fıtrat
bakımından kadın, erkek arasında hiçbir fark yoktur. Fark, yetenek ve görevlerde
söz konusudur.
Kuşkusuz
insanlık uzun süre bu çölde bocalayıp durmuştur. Bir zaman temelsiz ve boş
düşüncelerin etkisiyle kadın, tüm insanlık özelliklerinden ve haklarından
yoksun bırakılmıştı. İnsanlık, iğrenç hatasını düzeltmeye çalışınca
da bir başka tarafını baskı altına almış oldu. Kadının dizginini
serbest bıraktı. İnsan için yaratılmış bir insan, bir nefis için yaratılmış
bir başka nefis, bütünün tamamlayıcı yarısı olduğunu, erkek ve kadın
birbirinin dengi iki birey olmadıkları, aksine birbirlerini tamamlayan eşler
olduklarını unuttu.
İşte
sağlam Rabbani metod bu uzak sapıklıktan sonra insanlığı bu basit gerçekle
yüzyüze getirmektedir.
4-
Aynı zamanda ayet-i kerime insan hayatının temelinin aile olduğunu ifade
etmektedir. Yüce Allah bu tohumun yeryüzünde birtek aile ile başlamasını
dilemiştir. Bu yüzden ilk başta birtek nefis yaratmıştır, ondan da eşini...
Böylece aile iki eşten meydana gelmiş oldu. "Sonra bu çiftten çok sayıda
erkek ve kadın meydana getirdi."
Yüce
Allah dileseydi, yaratılışın başlangıcında birçok erkek ve kadın yaratır,
eşleştirirdi. Böylece daha yolun başındayken değişik ailelerden meydana
gelirlerdi. İşin başında aralarında bir akrabalık ve onları biricik yaratıcının
iradesinin ürünü kaynağa bağlayan ilk bağdan yoksun olurlardı. Ancak yüce
Allah, bildiği bir işten, kasdettiği bir hikmetten dolayı aralarındaki bağların
kat kat olmasını dilemiştir. Öncelikle ilahlık bağından başlamıştır
-ki bu temel ve ilk bağdır ardından akrabalık bağını eklemiştir. Böylece
ilk aileyi, bir nefisten meydana gelen, aynı özellik ve fıtrata sahip bir
erkek ve bir kadından meydana getirmiştir. Bu ilk aileden de birçok erkek ve
kadın türemiştir. Bu insanların tümü öncelikle ilahlık bağında birleşmektedirler.
Sonra insan topluluğunun dayandığı aile bağında birleşmektedirler.
İslâm
düzeninde ailenin bu denli gözetilmesi, iskeletinin korunması, yapısının
sağlamlaştırılması ve bu binayı zayıflatacak etkenlerden uzak tutulması
bu yüzdendir. Bu zararlı etkenlerin başında fıtrattan uzaklaşma, erkek ve
kadının yeteneklerinden ve yeteneklerin birbirleriyle oluşturdukları uyumdan
ve bunların erkek ve kadından oluşan aileyi tamamlayacak unsurlar olduğundan
habersiz olmaktır.
Bu
surede ve bunun dışındaki diğer surelerde İslâm düzeninin aileye verdiği
önemin belirtilerini görmek mümkündür. Çünkü kadın bu tür despotça
uygulama ve her çeşidiyle cahiliye toplumlarındaki gibi alçak bir bakışla
karşılaştığı sürece ailenin sağlam bir yapısının bulunması imkansızdır.
Bu yüzden İslâm bu despotça uygulamayı defedip bu alçak bakışı ortadan
kaldırmaya büyük önem vermektedir.
5-
Son olarak, asırlar boyu içinde iki kişinin birbirine tam anlamıyla
benzemediği ve her nesilden gelen fertlerin sayısını kimsenin bilmediği şu
geniş alanda (yeryüzünde) -bir nefisten ve birtek aileden türedikten sonra-
tüm fertlerin özelliklerinin ve yeteneklerinin farklılığına... Şekillerde,
yüzlerde ve karakterlerdeki ayrılığına... Tabiatlarda, mizaçlarda, ahlâk
ve duygulardaki başkalığa... Yeteneklerde, ilgilerde ve görevlerdeki farklılığa...
Evet, bu birliktelikten fışkıran başkalığa bir kere bakmak, bir ilim ve
hikmetle idare eden eşsiz bir yaratıcı gücün varlığını kavramayı sağlayacaktır.
Bundan sonra kalp ve göz canlı, olağanüstü müzede dolaşacak, bitmek nedir
bilmeyen, sürekli yenilenen, Allah'tan başka kimsenin güç yetiremediği, hiç
kimsenin Allah'tan başkasına dayandırmaya cüret edemediği örnekler topluluğunu
sèyre dalacaklardır. Sadece dilemesinde herhangi bir sınırlama söz konusu
olmayan ve dilediğini yapan irade, birtek asıldan bu sonsuz farklılığı
meydana getirebilir.
"İnsan"
hakkında bu şekilde düşünmek kalbe, iman ve takva azığından sonra yakınlık
ve yararlanma azığını da bahşeden bir güvencedir. Kuşkusuz bu, kazanç üstüne
kazançtır. Yükselmeden sonra yükselmedir.
Bunca
anlama işaret eden açılış ayetinin sonunda "insanlar", bazısının
bazısına sorduğu Allah'tan ve topluca birleştikleri akrabalıktan sakınmaya
yöneltilmektedirler.
"Karşılıklı
dileklerinizi adına bağladığınız Allah'tan ve akrabalık bağlarını çiğnemekten
sakınınız. Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli gözetmektedir."
Adıyla
sözleştiğiniz, anlaştığınız, kiminiz kiminizden O'nun adıyla bağlılık
istediğiniz, kiminiz kiminize O'nun adına and içtiğiniz Allah'tan korkun.
Aranızdaki ilgilerden, bağlardan ve muameleden korkun.
"Allah'tan
sakınmak" Kur'an-ı Kerim'de sık sık tekrarlanmasından dolayı anlaşılır
ve bilinen bir şeydir. Fakat "akrabalık bağını çiğnemeden sakınmak"
enterasan bir deyimdir. Gölgeleri nefiste birtakım duygular meydana
getirmektedir. Ancak, insan bu gölgelerin yaydığını bulamıyor sonra.
Akrabadan sakının (korkun). Bağlarını algılayabilmeniz için ince
duygulara sahip olun. Akrabalık hakkını algılayın. Haksızlık ve zulümden
sakının. Onu hırpalayıp ezmekten uzak durun... Onu incitmekten, yaralamaktan
ve ona kızmaktan korkun. Bu husustaki algılayışınızı, ona yönelik vakarınızı,
yumuşaklılık ve gölgesine olan arzunuzu inceltin. Sonra bu çeşitli
duyguları uyandıran ayet-i kerime Allah'ın gözetimini hatırlatmakla sona
eriyor.
"Karşılıklı
dileklerinizi adına bağladığınız Allah'tan ve akrabalık bağlarını çiğnemekten
sakınınız. Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli gözetmektedir."
Ne
korkunç bir gözetim... Gözetici bizzat Allah'tır. Ve O, yarattığını
bilen yaratıcıdır. O alimdir, haberdardır. Ne davranışların görüntüsünde
ne de kalplerin derinliklerinde hiçbir şey O'na saklı kalamaz.
Bu
güçlü ve etkin açılıştan, bu basit ve fıtri gerçeklerden ve bu büyük
ve esas temelden aile ve toplum içindeki dayanışmadan, içindeki zayıfların
haklarının gözetilmesinden, kadın haklarının ve şerefinin korunmasından,
genelde tüm toplum mallarının muhafazasından ve mirasın varisler arasında
fertler için adaleti toplum için de iyiliği gözeten düzene dağıtılmasından
meydana gelen toplumsal hayatın düzeni oluşturuluyor.
Daha
başlarken, yetimlerin varisi durumundan olanlara buluğ çağına erdiklerinde
yetimlere mallarını tam ve eksiksiz vermelerini emretmektedir. Ayrıca mallarını
ellerinden almak için daha korumaları altında bulunan henüz buluğa ermemiş
kızları nikahlamamalarını emretmektedir. Malları kendilerine teslim edildiğinde
zarar vereceklerinden korkulan akli dengeleri bozuk olanlara gelince bunlara
malları verilmez. Çünkü gerçekte toplumun malıdır. Bunda toplumun ayakta
kalması ve yararı söz konusudur. Bu yüzden ifsat edecek birine teslim doğru
değildir. Bu arada genel anlamda kadınlarla ilişkilerinde adalet ve iyiliği
göz önünde bulundurmaları emredilmektedir.
2-
Yetimlere mallarını veriniz, temiz malı murdarı ile değiştirmeyiniz, onların
mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyiniz, çünkü bu büyük bir
vebaldir.
3-
Eğer gözetiminiz altındaki yetim kızları ile evlendiğiniz takdirde onların
haklarını gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız size nikahı düşen
kadınlardan ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar
arasında adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla evleniniz, ya
da eliniz altındaki cariye ile yetininiz Haksızlığa düşmemeniz için en
uygun hareket budur.
4-
Kadınların mehirlerini gönül hoşnutluğu ile veriniz. Fakat eğer onlar
mehirlerinin bir bölümünü gönüllü olarak size bağışlarlar ise bunu
afiyetle yiyiniz.
5-
Allah'ın, sizi başına diktiği malları aptalların (aklî dengesi yerinde
olmayanların) ellerine vermeyiniz. Fakat onları bu mallardan besleyiniz,
giydiriniz ve kendilerine güzel söz söyleyiniz.
6-
Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyiniz. Eğer olgunlaştıklarını
görürseniz hemen mallarını kendilerine teslim ediniz. Yetimler büyüyecek
endişesi ile bu malları savurganca yemeyiniz. Zengin veliler bu mallara hiç
el sürmesin. Fakir veliler ise bu malların geleneklere uygun düşecek kadarını
yesin. Yetimlere mallarını teslim ederken yanınızda şahit bulundurunuz. Gerçi
hesap sorma merci olarak Allah yeterlidir.
Dediğimiz
gibi bu ısrarlı tavsiyeler, genelde tüm zayıfların özelde yetim ve kadınlarının
haklarının yok edilmesine ilişkin Arap cahiliyesindeki bir olguya işaret
etmektedir. Bu kalıntılar Kur'an'ın eritip yok etmesinden önce aslı da
cahiliyeden kopup gelen müslüman cemaatle de varlıklarını sürdürmüşlerdi.
Bu konuda Kur'an müslüman kitleye yepyeni bir düşünce, duygu, gelenek ve
bakış açısı kazandırmaktadır.
YETİMLERİN
MALLARI
"Yetimlere
mallarını veriniz. Temiz malı murdarı ile değiştirmeyiniz. Onların mallarını
kendi mallarınıza katarak yemeyiniz. Çünkü bu büyük bir vebaldir"
Yetimlerin
eliniz altındaki mallarını verin. İyisinin yerine kötüsünü vermeye kalkışmayın.
Verimli arazilerinin yerine çorak arazinizi vermeniz gibi... Ya da koyunlarını
hisselerini paralarını -çünkü paranın da değerlisi ve değersizi vardır
ya da iyisi ve kötüsü bulunan herhangi bir mal gibi... Aynı şekilde tamamını
veya bir kısmını malınıza katmakla mallarını yemeyin. Kuşkusuz bunların
tümü büyük günahtır. İşte Allah sizi bu büyük günahtan sakındırmaktadır.
Demek
ki bunların tümü, ilk defa bu ayete muhatap olan toplumda meydana gelmiştir.
Hitap şekli, bunun, aralarında bu işi yapanlara yönelik olduğunu göstermektedir.
Bu, cahiliyeden kalma bir izdir. Her cahiliye toplumunda benzerine rastlamak mümkündür.
Benzerlerini modern cahiliyede gerek şehirde gerekse köylerde görmemiz mümkündür.
Bunca yasal tedbire ve mümeyyiz olmayanların mallarını gözetmek için oluşturulmuş
bunca devlet kuruluşuna rağmen yetimlerin malları birçok vasi tarafından çeşitli
yollarla ve türlü hilelerle yenmektedir. Bu konuda kanunların yatırımların,
göstermelik gözetimlerin yararı olmaz. Kesinlikle, birtek şeyin yararı
olabilir, o da takvadır. Vicdanlar üzerindeki içsel gözetimin güvencesi
odur. Bundan sonra yasaların bir değeri ve etkisi olabilir ancak. Bu ayetin nüzulünden
sonra yetimlerin kendi malını mallarından ayırmaları ve yemeklerini
yemeklerinden ayırmaları hususunda sakınmaları bildirildiğinde, sakınma ve
büyük günahın meydana geleceğini duydukları takvanın da o denli titizlik
gösteren vasilerde olduğu gibi... Çünkü onları sakındıran yüce Allah'tı
ve şöyle buyuruyordu:
"Çünkü
bu büyük vebaldir."
Yasama
ve düzenlemelerin uygulanması için vicdanda takvadan bir gözetim bulunmadığı
sürece kanun ve düzenlemeler yararlı olamaz. Sırları bilen, vicdanları gözeten
bir yönden kaynaklanmadıkça (bu kanun ve düzenler karşısında) takva
duygusu harekete geçmez. Ancak bu durumda -kanuna saygısızlık yapmamaya özen
gösteren- fert Allah'a ihanet ettiğini, O'nun emrine isyan ettiğini,
iradesine karşı geldiğini ve yüce Allah'ın bu niyetini ve davranışı
bildiğini algılar. İşte bu durumda ayakları titrer, eklemleri gevşer ve
takva duygusu harekete geçer.
Kullarını
en iyi yüce Allah bilir. Fıtratlarını en iyi O tanır. Onları yaratan olduğuna
göre ruhsal ve sinirsel yapılarından da en iyi O haberdardır. Bu yüzden yüce
Allah, kalplerde ölçüsü, etkisi, korku ve saygınlığın bulunabilmesi için
kulların uyacağı şeriatın kendi şeriatı, kanunun kendi kanunu, düzenin
kendi düzeni ve metodun kendi metodu olmasını dilemiştir. Çünkü o,
kalplerin korktuğu, titrediği ve gizli sırlara ve kalplerin vakıf olduğunu
bildiği bu merciye dayanmadığı sürece hiçbir kanuna itaat edilmeyeceğini
bilir. Ayrıca baskı ve sindirmenin kalplerden habersiz yüzeysel gözetimlerin
etkisi sonucu kulların koyduğu kanunlara uysalar da kontrolün gaflet anında
veya fırsatını buldukça bundan kurtulmanın yollarını aramaktadırlar.
Nitekim sürekli bir kahır, öfke ve bu baskıyı bertaraf etme hazırlığı içinde
olurlar.
"Eğer
gözetiminiz altındaki yetim kızlar ile evlendiğiniz takdirde onların haklarını
gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız size nikahı düşen kadınlardan
ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onların arasında
adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla evleniniz, ya da
elinizin altındaki cariye ile yetininiz. Haksızlığa düşmemeniz için en
uygun hareket budur."
Urve
b. Zübeyr (Allah O'ndan razı olsun) Hz. Aişe'den "yetim kızlar
hususunda adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız".. ayetini sordum
bana şöyle cevap verdi der: "Ey bacımın oğlu, bu yetim kız velisinin
himayesinde bulunur. Velisi malını kendi malına katar, bu arada malı ve güzelliği
hoşuna gider. Mehrinde adaleti gözetmeksizin onunla evlenmek ister. Ona başkasının
vereceği kadar bir şey verir. Bu yüzden adaletli davranmadıkları ve adet
olan mehirlerinin en üstününü vermedikleri sürece onları nikahlamaktan alıkonuldular.
Onlardan başka kadınları nikahlamaları emredildi. Urve diyor ki, Aişe şöyle
dedi: Bazı insanlar bu ayet geldikten sonra Resulullah'tan (salât ve selâm üzerine
olsun) fetva istediler. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: `Onlar
senden kadınlara ilişkin fetva istiyorlar. De ki; onlar hakkındaki fetvayı
Allah veriyor. Kendilerine farz kılınmış şeyi vermediğiniz ve onlarla
evlenmeyi arzuladığınız yetim kadınlar hakkında kitapta size okunanı..."
(Nisa suresi; 127) Hz. Aişe (Allah O'ndan razı olsun) diyor ki,
"Nikahlamayı arzuladığınız..." sözünden, birinizin malı ve güzelliği
az olan yanındaki yetim kızdan yüz çevirmesi kastedilmektedir.
Bu
yüzden malları ve güzellikleri az olduğu zaman yüz çevirmemeleri için
adaletle davranmadıkları sürece mallarını ve güzelliklerini arzulayanlar
onlar nikahlamaktan alıkonuldular." (Buhari rivayet etmiştir.)
Hz.
Aişe'nin hadisi, cahiliye toplumunda yaygın olan sonra da Kur'an, gelip bu yüce
direktifler ve "yetimler konusunda adaleti gözetemiyeceğinizden korkarsanız.."
diyerek işi vicdanlara dayandırmak suretiyle yasaklayıp yok edene kadar müslüman
kitle içinde de varlığını sürdüren düşünce ve geleneklerin bir yönünü
tasvir etmektedir. Bu, himayesindeki yetim konusunda adaleti gözetmeyecek
vekilinin titiz davranması, Allah'tan sakınıp korkması sonucudur. Ayetin hükmü
geneldir. Adaletin gözetileceği yerleri sınırlandırmıyor. Bu durumlarda
istenen, tüm şekilleri ve anlamlarıyla adalettir. Mehirle ilgili olması ya
da diğer bir değere ilişkin olması önemli değildir. Birinin yetim kızı,
kalbinde bir sevgi bulunmadan ve onunla beraberliği arzulamadan sırf malına
duyduğu ilgiden dolayı nikahlaması veya evlenmeyi istemediği halde utancından
ya da velisinin isteğine karşı geldiğinde malının zayi olacağından
korktuğundan dolayı bu isteksizliğini söyleyemeyen kızın isteğini göz önünde
bulundurmadan orada hayatın birlikte sürmesine imkan vermeyecek kadar yaş
farkı olduğu halde nikahlamak gibi adaletin gerçekleşmesinden endişe
duyulan daha nice durumlar...
İşte
Kur'an, vicdanı bir bekçi, takvayı da bir gözetleyici konumuna
getirmektedir. Geçen ayette, bütün bu direktifleri gerektirecek yüce Allah'ın
şu sözü yer almıştı: "Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli gözetmektedir."
BİRDEN
ÇOK KADINLA EVLİLİK
Veliler
himayelerindeki yetim kızlar konusunda adaleti gözetmede kendilerine güvenemiyorlarsa
başka kadınlar vardır. Kulun bundan şüphe edip kaçınması için geniş
imkanlar vardır.
"Eğer
gözetiminiz altındaki yetim kızlarla evlendiğiniz takdirde onların haklarını
gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız size nikahı düşen kadınlardan
ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar arasında adil
davranamayacağınızdan korkarsanız tek tadınla evleniniz, ya da eliniz altındaki
cariye ile yetininiz. Haksızlığa düşmemeniz için en uygun hareket
budur."
Bu,
adaleti gözetmeme endişesinden dolayı sakıncalı ve böyle bir durumda bir
taneyle ya da elleri altındaki cariyelerle yetinmeyi tavsiye etmekle beraber
birden fazla kadınla evlenmeye izindir.
Bu
iznin hikmetini ve yararını açıklamak yararlı olacaktır. Bir zamanlar
insanlar bu konuda kendilerini yaratan Rabblerine karşı bilgiçlik taslıyorlardı.
İnsan hayatı fıtratı ve çıkarı konusunda yüce yaratıcılarından daha
isabetli bir buluşa sahip olduklarını iddia ediyorlardı. Bu ve diğer
konularda heva, şehvet, bilgisizlik ve körlüğe dayanarak konuşuyorlardı.
Sanki kendilerinin algılayıp güç yetirdikleri günümüz koşul ve
zorunluluklarını, insanlar için bu kanunları koyduğu gün yüce Allah
hesaba katmamış ve takdir buyurmamış gibi...
Bu,
küstahça ve edepsizce, kafirce ve sapıkça bir iddia olduğu kadar cahilce ve
körce bir iddiadır da. Buna rağmen söylenip duruyorlar.
Küfür
ve sapıklıklarında küstahlaşıp utanmaz hale gelen cahil ve körlerin
bundan vazgeçtiğini göremezsin. Bu dine karşı komplolar hazırlamaya önem
veren odaklar tarafından kiralanan bu kişiler kendilerinden emir alarak,
korkmadan fırsatını buldukça Allah'ın dinine karşı küstahlık yapmakta,
Allah'a ve O'nun büyüklüğüne karşı gelmekte ve O'nun sistemine utanmazca
saldırmaktadırlar.
Bu
sorunun -İslâm'ın belirttiği birden fazla kadınla evlenme sorununun- kolaylık,
açıklık ve kesinlikle ele alınması ve çevresindeki pratik ve gerçek koşulların
bilinmesi gerekir.
Buhari
-kendi isnadiyle- şöyle rivayet ediyor: Gıylan b. Selem es-Sekafi müslüman
olduğu zaman on tane kanısı vardı. Peygamber (salât ve selâm üzerine
olsun) ona "İçlerinden dört tanesini seç" dedi.
Ebu
Davut -kendi isnadiyle- Umeyri el-Esedi'nin şöyle dediğini rivayet ediyor: Müslüman
olduğumda sekiz tane karım vardı. Bunu Peygamber'e söyleyince "İçlerinden
dört tanesini seç" dedi.
Şafii
Müsnedinde şöyle diyor: Ebu Ziyad'ı dinleyen biri şöyle dediğini haber
verdi: Bana Abdulmecid, İbn-i Sehl b. Abdurrahman'dan o da Avf b. Haris'ten o
da Nevfel b. Muaviye ed-Deylemi'nin şöyle dediğini haber verdi: "Müslüman
olurken beş tane karım vardı. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
"İstediğin dört tanesini seç diğerini bırak" dedi.
O
halde İslam bir adamın -hiçbir sınırlama ve kayda uymadan- on tane, daha çok
ya da az kadınla evlenebildiği bir dönemde gelmiş ve erkeklere şunu
bildirmiştir: Müslümanın aşmaması gereken bir sınır vardır o da "dörttür"..
Bir kayıt vardır o da adaleti gözetme imkanıdır. Aksi takdirde bir taneyle
veya eliniz altındaki cariyelerle yetineceksiniz.
İslâm
büsbütün serbest bırakmak için gelmemiştir. Daha çok sınırlandırmak için
gelmiştir. İşi erkeğin hevasına bırakmamıştır. Birden fazla kadınla
evlenmeye bir sınırlandırma getirmiştir. Yoksa verilen izni kaldırırdı.
O
halde İslâm neden bu izni vermiştir?
Çünkü
İslâm düzeni insan içindir. Realist ve pratik bir düzendir. İnsan fıtratı
ve yapısıyla uyum içindedir. İnsanın gerçeklerine ve zorunluluklarına
uygundur. Farklı bölge ve zamanlarda ve farklı durumlarda değişen hayat koşullarıyla
da uyuşmaktadır.
İslâm,
gerçekçi ve pratik bir düzendir. İnsanı, daha yüksek bir düzeye ve üstünlüğün
doruklarına yükseltmek için onu içinde bulunduğu durumdan, işgal ettiği
konumdan ele almaktadır. Fıtratını inkâr etmeden, bozmadan... Olguyu değiştirmeden,
ihmal etmeden... Yönlendirirken baskı ve haksızlığa yeltenmeden.
İslâm,
boş bir bilgiçliğe, cıvık bir ukalâlığa, saçma bir idealizme ve insan fıtratı,
onun pratiği ve hayat şartlarıyla çarpışıp sonradan toz duman eden düşsel
güvencelere dayanan düzen değildir.
O,
insan ahlâkını ve toplumun temizliğini gözeten bir düzendir. Bu yüzden,
insanın pratiği ile çarpışan zaruretlerin tokmağı altında ahlâkın
bozulmasına ve toplumun kirlenmesine neden olabilecek maddi bir olgunun oluşmasına
müsamaha göstermez. Daha çok fert ve toplumu, az bir çaba sarf ederek ahlâkın
korunmasına ve toplumun temizliğine yardımcı bir ortam oluşturmaya yöneltmektedir.
İslâm
düzeninin bu temel özelliklerinin anlamını bu şekilde kavrayıp birden
fazla kadınla evlenme sorununa baktığımızda neler görürüz acaba? Öncelikle..
-gerek tarihte gerekse çağımızda- birçok topluma baktığımızda evlenme
çağına gelmiş kadınların sayısının evlenme çağına gelmiş erkeklerin
sayısından fazla olduklarını bir olgu olarak görmemiz mümkündür. Ancak
aradaki boşluk oranının tarihsel olarak hiçbir toplumda dörtte bir oranını
aştığı görülmemiştir. Hep bu sınırlar içinde kalmıştır.
O
halde değişik uluslarda sürekli tekrarlanan bu olguyu nasıl tedavi edeceğiz?
Çünkü bu olguyu görmezlikten gelmenin hiçbir yararı yoktur.
Omuz
silkerek mi tedavi edeceğiz? Yoksa şartların ve tesadüflerin gelişine göre
kendi kendine tedavi olmasını mı bekleyeceğiz?
Omuz
silkmekle sorun çözümlenmez. Toplumun bu olguyu rast gele tedavi etmesi de hoş
karşılanmaz. Kendine ve insan türüne saygısı bulunan hiçbir ciddi insan
bunu kabul edemez. O halde bir düzen gereklidir. Bir uygulama kaçınılmazdır.
Bu
durumda kendimizi üç ihtimalin karşısında buluyoruz:
1-
Evlenme çağına gelmiş her erkek evlenme çağına gelmiş bir kadınla
evlenecek geri kalan bir veya daha fazla -aradaki farkın derecesine göre- kadın
evlenmeden kalacaktır. Hayatını -veya hayatlarını- erkek nedir bilmeden geçireceklerdir.
2-
Evlenme çağına gelmiş her erkek sadece evlenme çağına gelmiş bir kadınla
temiz ve yasal bir evlilik yapacak sonra da toplumda eşi bulunmayan kadınlardan
bir veya daha fazla dost veya metres edinecektir. Bunlar da erkeği haram ve
karanlık bir ortamda dost veya metres olarak tanıyacaklardır.
3-
Evlenme çağına gelmiş erkekler -tümü ya da bazısı- birden fazla kadınla
evlenecektir. Diğer kadın da erkeği aydınlık bir ortamda onurlu bir eş
bilecektir, haram ve karanlık bir ortamda dost veya metres değil.
Hayatı
boyunca erkek nedir bilmeyen kadının durumu göz önünde bulundurulduğunda,
birinci ihtimalin fıtrat ve insan gücünün dışında olduğu anlaşılır.
İş ve kazanç bakımından kadının erkekten bağımsızlığını savunan
palavracıların çığırtkanlığı bu gerçeği değiştiremez. Çünkü
sorun, insan fıtratından habersiz yüzeysel görüşle, palavracı ve ukalâ
kişilerin sandığından daha derindir. Bin tane iş, bin tane kazanç, kadını
tabii hayata olan fıtri ihtiyacından müstağni kılamaz. Bu, ister bedenin
veya içgüdünün istekleri olsun, hayat arkadaşı ve eşle yakınlık gibi
ruhun ve aklın istekleri olsun durum değişmez. Erkek çalışır, kazanır,
ancak bu ona yetmez. Bir iş edinmeye çalışır. Bu noktada kadın da erkek
gibidir. Çünkü ikisi de bir nefisten meydana gelmişlerdir.
İkinci
ihtimal, İslâm'ın tertemiz çizgisine, iffetli İslâm toplumunun temeline ve
kadının insanlık şerefine zıt bir durumdur. Toplumda fuhşun yaygınlaşmasına
aldırış etmeyenler, Allah'a karşı bilgiçlik taslayan ve O'nun şeriatına
karşı büyüklenenlerdir. Çünkü onlar, kendilerini bu büyüklenmeden vazgeçirecek
kimseyi bulamadıkları gibi üstelik bu dine komplo düzenleyenlerin teşvik ve
takdirini buluyorlar yanlarında.
Üçüncü
ihtimal İslâm'ın seçtiği ihtimaldir. Bunu, omuz silkmenin ve palavra
iddiaların yarar sağlayamadığı bir olguyu karşılamak için şartlı bir
durum olarak seçmiştir İslâm, insanı -fıtratı ve hayat şartlarıyla
birlikte- ele alırken karşılaştığı pratik bir olgudan dolayı bunu seçiyor.
Bunu seçerken de, ahlâkın güzelliğini ve toplumun temizliğini göz önünde
bulundurarak kolaylık, yumuşaklık ve pratiklikle insanı düşkünlükten
tutup yücelere, üstünlüğün zirvesine çıkaracak metodu takip ediyor.
İkinci
olarak, eski-yeni, dün, bugün, yarın ve kıyamete kadarki insan topluluklarına
baktığımızda, insan hayatında görmezlikten gelinmesi mümkün olmayan bir
olgu göreceğiz.
Verimlilik
çağının erkeklerde yetmiş yaşına veya daha yukarı yaşlara kadar sürdüğü
halde bu çağın kadınlarda elli yaşın dolaylarında olduğunu görürüz.
Burada erkeğin hayatında kadın tarafından karşılık görmediği ortalama
olarak yirmi senelik bir verimlilik çağı vardır. Şüphesiz iki türün
farklılığı birleşmesinin hedeflerinden ve de verimlilik ve nesille hayatın
devam etmesi ve çoğalıp yayılmakla yeryüzünün imarıdır. O halde hayatı
erkekteki artık verimlilikten yararlanmaktan engellememiz genel fıtrat
kanununa uymayacaktır. Ancak bu fıtri olguya uygun olanı -tüm toplumlar, çağlar
ve durumları kapsayacak- bir şekilde -bu iznin- kanunlaşmasıdır. Ancak
bireysel zorlamaya başvurmadan, bu fıtri olguya cevap verecek genel bir imkan
hazırlamak suretiyle gerektiğinde yararlanması için hayata müsamaha göstermekle
olmalıdır. İşte bu, fıtratın pratiği ile ilahi sürekli gözetlenen kanun
koyma hikmetine uygun düşmektedir. Beşeri kanunların sayısı fazla değildir.
Çünkü insanların gözlemi sınırlıdır, herşeye dikkat edemez, uzak-yakın
tüm koşulları kavrayamaz. Olaya her açıdan bakamaz, her ihtimali göz önünde
bulunduramaz.
Açıkladığımız
gerçeklerle ilişkili olarak, erkeğin fıtri görevini yerine getirmeyi
istemesine rağmen -yaşlılık veya hastalıktan dolayı- kadının isteksizliği,
buna rağmen her ikisinin de evliliği sürdürmeyi istemeleri ve ayrılıktan
dolayı nefret etmeleri zaman zaman gördüğümüz pratik durumlardır. Peki bu
gibi durumları nasıl karşılayacağız?
Omuz
silkerek, eşlerden her birini kafalarını duvarlara vurmaya terk etmekle mi
karşılayacağız? Yoksa boş bir palavracılık ve bilgiçlik insan hayatının
ciddiyetine ve sorunlarıyla uyuşmamaktadır.
Bu
durumda -yine- kendimizi üç ihtimalin önünde buluruz:
1-
Kanun ve otorite gücüyle erkeği, fıtri isteklerini yerine getirmesine engel
olacağız. Ona "ayıp be adam, bu yaptığın sana yakışmaz. Yanındaki
kadının hak ve şerefiyle de uyuşmaz" diyeceğiz.
2-
Bu adamı dilediği kadını dost ve metres edinmesi için serbest bırakacağız.
3- Durumun gereği olarak bu adamın birden fazla kadınla evlenmesine izin
vereceğiz ve birinci eşini de boşamasına engel olacağız.
Birinci
ihtimal fıtrata aykırıdır ve beşer gücünün üstündedir. Bir erkeğin
sinirsel ve ruhsal olarak dayanma gücüne zıttır. Şayet onu kanun ve otorite
gücüyle engelleyecek olursak bunun doğuracağı en yakın sonuç, kendisine
bunca sıkıntıyı ve Cehennem gibi bir hayatı yükleyen evlilikten nefret
etmesidir. İşte evi huzur yeri, eşi de arkadaş ve örtü kabul eden İslâm
bundan hoşlanmaz.
İkinci
ihtimal İslâm'ın ahlâk prensiplerine aykırıdır. Ayrıca insan hayatının
ilerlemesi, yükselmesi, arınması, böylece yüce Allah'ın hayvandan üstün
kıldığı insana yakışır bir hayat olması için İslâm'ın uyguladığı
metoda da uymamaktadır.
Fıtratın
gerçek zaruretlerine ve İslâm'ın ahlâk sistemine cevap veren birinci eşi
evlilik olayı gözeterek koruyan, karı-koca arkadaşlıklarını ve hatıralarını
sürdürme isteklerini gerçekleştiren ve insanın kolay, rahat ve pratik
olarak daha fazla yol almasını kolaylaştıran sadece üçüncü ihtimaldir.
Böyle
bir durum, erkeğin fıtri olarak neslin devamını istemesine rağmen kadının
kısır olmasıyla da meydana gelebilir. Bu durumda erkeğin önünde bir üçüncüsü
bulunmayan iki yol vardır:
1-
İnsanın neslin devamına olan fıtri arzusuna cevap vermek için başka bir
kadınla evlenmek amacıyla eşini boşayacaktır.
2-
Birinci eşiyle olan beraberliğini sürdürmekle beraber başka biriyle
evlenecektir.
Bazı
bilgiç erkek ve kadınlar birinci yolun tercih edilmesini savunabilirler. Ancak
en az yüzde doksan dokuz kadın erkeğe bu yolu gösterenleri lanetleyecektir.
Bu hiçbir karşılık göstermeksizin yuvalarını dağıtmaktır çünkü. Kısır
olduğu halde evlenme anında kısırlığını açıklayan çok az kadın
bulunur. Çoğu kere kısır kadın, diğer kadının kocasından doğurduğu küçük
çocuklarda bir cinsiyet, bir huzur bulur. Çünkü kendi çocukları olmadığına
üzülse de bu çocuklar evi hareket ve neşeyle doldururlar.
Gerçek
hayatı pratik koşullarıyla birlikte düşündüğümüzde durum böyledir.
Burada palavraya kulak verilmez, gevezeliğe de cevap verilmez. Ciddi konularda
kâmilliğin ve sululuğun yeri yoktur.
Aşağıdaki
ayette olduğu gibi sınırlandırma getiren bu izinde yüksek hikmetler bulduk:
"Size
nikahı düşen kadınlardan ikisi, üçü, dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer
onlar arasında adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla
evleniniz..."
İzin,
fıtri bir gerçeğe, hayati bir olguya cevap vermekte ve toplumu -fıtri
zaruretlerin ve değişik olguların baskısı altında- dağılmaktan, çözülmekten
ve bunalımdan korumaktadır.
Sınırlandırma
da evlilik hayatını aşırılıktan ve kaçınılmaz bir zaruret ve tam bir
ihtiyat olmaksızın sırf küçük düşürmek amacına yönelik saldırılardan
kadının şerefini korumaktadır. Nitekim sonucu acı zaruretleri barındıran
adaleti de içermektedir.
İslâm'ın
ruhunu ve direktiflerini kavrayan biri birden fazla kadınla evliliğin teşvik
edildiğini, fıtri ya da toplumsal bir zorunluluk olmaksızın serbest bırakıldığını,
hayvani zevkten başka bir nedenin olmadığını ve bunun erkeğin, ikide bir
dost değiştirmesi gibi eş değiştirmesinden başka birşey olmadığını söyleyemez.
Bu bir zorunluluğu karşılayan bir zorunluluktur. Bir sorunun çözümüdür.
Hayatın tüm olgularını karşılayan İslâm düzeninde bir sınırlandırma
getirilmeksizin hevaya bırakılmış değildir.
Herhangi
bir ulus bu izni amacından saptırırsa... Erkekler bu izinden yola çıkarak
evlilik hayatını hayvansal zevklerini tatmin ettikleri bir ortama dönüştürürse...
Ve bu kuşkulu haliyle "haram" oluşturursa... İşte bu, İslâm'ın
öngördüğü birşey değildir. Bunlar da İslâm'ı temsil edemezler. Bunlar
İslâm'dan uzaklaştıkları için bu aşağılık duruma düşmüşlerdir.
Çünkü onlar İslâm'ın temiz ve şerefli ruhunu kavramamışlardır. Nedeni
de İslâm'ın hükmetmediği İslâm şeriatının egemen olmadığı ve İslâm
ve şeriatına boyun eğen insanları İslâm'ın direktifleri, kanunları ve
gelenekleriyle idare eden müslüman bir otoritenin idare etmediği bir toplumda
yaşamalarıdır.
İslâm'a
karşı olan, onun şeriat ve kanunundan uzaklaşan toplum bu aşırılığın
birinci sorumlusudur. Bu bozuk ve bu aşağılık haliyle "harem"
hayatının oluşmasına birinci derecede sorumlu bu toplumdur. Evlilik hayatının
hayvansal zevklerin tatmin edildiği bir ortama dönüşmesinin sorumlusu odur.
Bu durumu düzeltmek isteyen, insanları İslâm'a, onun şeriatına ve hayat
metoduna döndürmelidir. Ancak bu şekilde onları temiz, arınmış doğru ve
dengeli bir hayata döndürebilir, çünkü. Bu durumu düzeltmek isteyen
insanları İslâm'a çağırmalıdır, ancak sadece bu kısmına değil, hayat
metodunun tümüne çağırmalıdır.
Çünkü
İslâm düzeni bir bütündür. Tam ve kapsamlı bir şekilde uygulanmadığı
sürece işlevini yerine getiremez.
Yerine
getirilmesi istenen adalet, davranışlarda, nafakada geçinme ve cinsel ilişkidedir.
Kalplerin arzularında ve ruhsal duygularda hiçbir insandan adil olması
beklenemez. Çünkü bu insanın iradesi dışındaki bir olaydır. Yüce Allah'ın
bu suredeki diğer bir ayette sözünü ettiği adalet budur:
"Ne
kadar özen gösterseniz de eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız.
O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız. Eğer barışır,
Allah'tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir."
(Nisa suresi; 129)
Bazı
insanların birden fazla kadınla evliliğin haramlığına delil göstermeye çalıştıkları,
bu ayettir. Oysa iş böyle değildir. Allah'ın şeriatı sağdan verip soldan
alır gibi, bir ayette emrettiğini diğer ayette yasaklayacak kadar komik değildir.
Birinci ayette istenen ve gerçekleşmesinden korkulduğunda birden fazla kadınla
evliliğin olmamasını gerektiren adalet davranış nafaka, beraberlik cinsel
ilişki ve diğer görünür durumlarda gözetilmesi gereken adalettir. Beşeriyetin
tanıdığı en üstün insan olan Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine
olsun) yaptığı gibi hiçbir eşi bu durumların hiç birinde yoksun bırakmamak
veya öncelik tanımamak... Bu arada çevresinde bulunanlar ve eşlerinden
Resulullah'ın Aişe'yi sevdiğini ona özel kalbî bir ilgi gösterdiğini ve
bu sevgiyi diğerleriyle paylaşmadığını bilmeyen yoktu. Çünkü kalpler
sahiplerinin egemenliğinde değildir. Onlar Rahman'ın parmaklarından iki
parmağının arasındadırlar ve onları dilediği tarafa çevirir. Dinini ve
kalbini bilen Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle diyordu:
"Allah'ım, bu benim kontrolümde olan kısımdır. Senin kontrolünde olup
benim gücümün yetmediği bir konuda beni kırma." (Ebu Davud, Tirmizi,
Nesai)
Bu
noktaya geçmeden önce yine tekrarlıyoruz. Birden fazla kadınla evliliği İslâm
ortaya çıkarmamış, ona sınırlama getirmiştir.
Bu
noktaya geçmeden önce yine tekrarlıyoruz. Birden fazla kadınla evliliği
emretmemiş, sadece izin vermiş ve çeşitli bağlarla bağlı kılmıştır.
İnsan hayatının gerçeklerini ve insan fıtratının zaruretlerini karşılamak
için bu izni vermiştir. Şimdiye kadar algılayabildiğimiz bu gerçekleri ve
zaruretleri anlatmıştık. Ancak, bunların ötesinde başka nesillerde başka
zorunluluklar da olacaktır kuşkusuz.
Rabbani
metodun öngördüğü her hüküm ve direktifin arkasındaki hikmet ve iyiliğin
insanlar tarafından tarihin herhangi bir döneminde tam anlamıyle algılanmaması
gibi... İnsanlar, sınırlı idrakleri aracılığıyla kısa tarihlerinin
herhangi bir döneminde algılasalar da algılamasalar da hikmet ve iyilik her
ilahi hükmün arkasında birer zorunluluk ve birer olgu olarak varolmuşlardır.
Ardından,
adaletin gerçekleşmesinden korkulduğu zaman ayet-i kerimenin öngördüğü
ikinci uygulamaya geçiyoruz:
"...Ama
eğer onlar arasında adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla
evleniniz, ya da elinizin altındaki cariye ile yetininiz."
Yani
birden fazla kadınla evlenildiğinde adaletin gözetilmeyeceğinden korkulursa
bir taneyle yetinilmelidir. Bu sınırı aşmak doğru değildir. Ya da
"sahip olduğunuz" kadın esirlerden evlenmek ya da cariye edinmek
suretiyle seçebilirsiniz.
Burada
ayet herhangi bir sınırlama getirmiyor. Fi Zılâl'in ikinci cüzünde kölelik
sorunu üzerinde özetleyerek kısaca durmuştuk. Burada da özel olarak
cariyeden yararlanma sorununu iyice açıklamakta yarar vardır.
Cariye
ile evlilik, onun insanlık itibar ve şerefinin iadesidir. Bu, kendisinin ve
soyunun efendisinden özgürlüğünü kazandığı meziyetlerden biridir.
Efendisi evlenme anında azat etmese bile, doğum yaptığında "çocuk
anası" olarak adlandırılır ve efendisinin onu satması yasaklanır.
Efendisinin ölümünden sonra da özgür olur. Çocuk ise doğduğu günden
itibaren özgürdür.
Evlenmeksizin
cariyeyle birlikte olma halinde de durum böyledir. Doğurduğu zaman "çocuk
anası" sıfatını kazanır ve satılması yasaklanır. Efendisinin ölümünden
sonra da özgür olur. Efendisinden doğurduğu çocuk efendisi tarafından
nesebi olarak kabul edilirse o da özgür olur. Bu da geleneklerin ortaya çıkardığı
bir şeydir.
Evlilik
ve birlikte olma, İslâm'ın öngördüğü birçok özgürlük yollarından
iki tanesidir. Bununla beraber evlenmeksizin cariyelerle birlikte olma olayı
ile ilgili olarak nefiste bir kuşku söz konusu olabilir. Bu yüzden -orada da
açıkladığımız gibi- kölelik sorununun bütünüyle zorunlulukların
ortaya çıkardığı bir sorun olduğunu hatırlamamız yerinde olacaktır.
Allah'ın şeriatını uygulayan müslümanların önderinin ilan ettiği savaşta
köle edinmeyi doğuran zorunluluk cariyelerle birlikte olmayı da doğurmuştur.
Çünkü öte tarafta hür ve iffetli müslüman kadınların esir düşmeleri
bundan çok daha kötü bir durumdur.
Esir
düşmüş bu cariyelerin hayatlarında göz önünde bulundurulması gereken
birtakım fıtri isteklerinin olduğunu da unutmamamız gerekmektedir. Gerçek
anlamda insan fıtratını gözeten pratik bir düzende bu durumun ihmal
edilmesi düşünülemez. Kölelik düzeni sürdükçe bu istekler ya evlilik
yoluyla çözümlenecek ya da efendisinin evlenmeksizin birlikte olmasıyla çözümlenecektir.
Bu da cahiliyede olduğu gibi fıtri ihtiyaçlarını fuhuş veya metres hayatıyla
karşılamak suretiyle toplumda ahlâki çöküntünün ve önü alınmaz cinsel
taşkınlığın yayılmasını önlemek amacına yöneliktir.
Ancak
bazı asırlarda cariyelerin, satın alma, kaçırma ve köle ticareti yoluyla
çoğaltılıp saraylarda toplatılmaları, hayvansal cinsi arzuların tatmini için
bir araç edinilmeleri, içki, dans ve müzik eşliğinde cariyeler arasında eğlence
gecelerinin düzenlenmesi...
Ve
bize aktarılan doğru haberlerde veya abartmalarda aktarılan daha nicesi...
Bunlara gelince, bunların tümü de İslâmî değildir. Bunlar İslâm'ın işi
değildir. İslâm'ın işaretiyle de olmuş değildir. İslâm düzenine mal
edilmesi ve onun tarihsel olgusuna eklenmesi doğru değildir.
İslâm'ın
tarihsel olgusu, onun temelleri, düşüncesi, şeriat ve ölçüleri uyarınca
oluşanıdır. İslâm'ın tarihsel olgusu yalnızca budur. Kendilerini İslâm'a
dayandıran toplumların hayatlarında meydana gelen İslâm'ın temellerine ve
ölçülerine aykırı uygulamalara gelince onları İslâm'dan saymak yanlıştır.
Çünkü bu İslâm'dan sapmadır.
İslâm
herhangi bir müslüman ulusun pratiği dışında bağımsız bir yapıya
sahiptir. İslâm'ı müslümanlar meydana getirmiş değildir. Fakat müslümanların
varlığı İslâm sayesindedir. İslâm köktür, müslümanlarsa dal
konumundadırlar, onun ürünü durumundadırlar. Bu yüzden insanların yaptığı
ya da anladığı şeyler İslâm düzeninin temelini veya İslâm kavramının
esasını sınırlandıramaz. Ancak insanların pratiğinden ve anlayışından
bağımsız İslâm'ın değişmez temeline uygun olması müstesna. İslâm'ın
değişmez temel kuralları, uygun olanı veya olmayanı bilmeleri için her
nesilden insanların pratik yaşayışlarını ve anlayışlarını ölçtükleri
ölçüt konumundadırlar.
İnsan
öncelikle İslâm düşüncesinden ve kendileri için düzenledikleri görüşlerden
kaynaklanan yeryüzü düzenlerinde durum böyle değildir. Böyle bir durum, mümin
olduklarını iddia etseler de Allah'ı inkar edip cahiliyeye döndüklerinde söz
konusudur. Çünkü Allah'a imanın başta gelen belirtisi, hayat düzenini
O'nun metodundan ve şeriatından almaktır. Bu büyük temel olmaksızın
imandan söz edilemez. Böyle bir durumda insanların kendileri için koştukları
sonra da kendi kendilerine uyguladıkları prensiplerin anlamını sınırlandıran
onların değişken anlayış ve hayat düzenlerindeki gelişen durumlardır.
İnsanların
kendi kendilerine meydana getirmedikleri ancak, insanların Rabbi, onların
yaratıcısı; razıkı ve sahibi olan Allah'ın insanlar için meydana getirdiği
İslâm düzenine gelince... Evet, insanlar bu düzende ya ona tabi olacaklar ve
durumlarını ona uyduracaklar bu durumda da pratikleri İslâm'ın tarihsel
pratiği olacak ya da ondan sapacak veya büsbütün ayrılacaklar bu da İslâm'ın
tarihsel pratiği sayılmayacaktır. Çünkü bu durum İslâmdan sapmadır.
İslâm
tarihine bakarken bu değerlendirmeyi göz önünde bulundurmak zorunludur. Çünkü
İslâm'ın tarih tezi bu değerlendirmeye dayanmaktadır. Bu da toplumun fiili
duygusunu kuram ya da pratik yorumu olarak kabul eden, görüş ve ekollerin
gelişmesini toplumun bu görüşe ilişkin değişken anlayışlarında araştıran
diğer tarih tezlerinden ayrılmaktadır. Bu görüşü İslâm'a uygulamak onun
kendine özgü tabiatına ters düştüğü gibi gerçek İslâm anlayışının
kavranmasında da büyük tehlikelere neden olur.
Son
olarak ayet-i kerime bu uygulamaların tümünün hikmetini açıklamakta ve
bunun zulümden kaçınma ve adaleti gerçekleştirme olduğunu bildirmektedir.
"Haksızlığa
düşmemeniz için en uygun hareket budur."
İşte
bu... -Haklarında adaleti yerine getirmeyeceğinden korktuğunuzda- yetim kızlarla
evlenmekten uzak durmanız. Onların dışındaki kadınlardan -ikişer, üçer,
dörder evlenmeniz adaleti yerine getiremeyeceğinizden korktuğunuzda- bir
tanesiyle evlenmeniz veya sahip olduğunuz cariyelerle yetinmeniz.. "Haksızlığa
düşmemeniz için en uygun hareket budur."
Yani
bu durum haksızlık ve zulüm yapmamamıza daha elverişlidir.
Böylece,
adalet ve eşitliği araştırmanın bu metodun öngördüğü bir durum olup
her parçasının hedefinin de bu olduğu ortaya çıkmış oluyor. Aile yuvasında
adaleti gözetmekse en uygun olanıdır. Çünkü aile tüm toplumsal yapının
ilk tuğlası ve genel toplumsal hayata atılmanın ilk noktasıdır. Nesiller
burada olgunlaşır. Burası şekillenmeye müsait işlenebilir yumuşak bir
ortamdır çünkü. Şayet bir toplum adalet, sevgi ve barışa dayanmazsa o
toplumun tümünde adalet, sevgi ve barışın yer etmesi mümkün değildir.
KADIN
HAKLARI
Daha
sonra ayet-i kerimenin akışı yetimlerin gözetilmesine ilişkin sözünü
tamamlamadan önce -kendi isimlerini alan bu surenin ilk bölümü kendilerine
ayrılan- kadın haklarını belirtmeye geçerek şöyle buyuruyor:
"Kadınların
mehirlerini gönül hoşnutluğu ile veriniz. Fakat eğer onlar mehirlerinin bir
bölümünü gönüllü olarak size bağışlar ise bunu afiyetle yiyiniz."
Bu
ayet mehir konusunda kadına açık ve kişisel bir hak kazandırıyor. Bu hakkın
cahiliye toplumunda çeşitli şekillerde yenilmesini haber veriyor. Bunlardan
bir tanesi, sanki kadın alışveriş metaıdır. O da sahibiymiş gibi velinin
mehri kendine almasıdır. Bir tanesi de evlilikte "değiş tokuştu",
velisinin himayesindeki kadını almak isteyen kişinin himayesindeki kadını
karşılığında almak suretiyle evlendirmesiydi. Birine karşılık diğeri.
İki veli arasında yapılan bir alışverişti bu, kadınların hiçbir payı söz
konusu değildi. İki hayvan değiştirilir gibi... İslâm bu tür evliliklerin
tümünü yasakladı. Evliliği iki kişinin isteyerek ve seçerek birleşmesine
dönüştürdü. Mehri de kadının kendisi için aldığı bir hak şekline
soktu velisi için değildi. Kadının buna almayı bir farz ve karşı gelinmez
bir görev olarak algılaması için mehrin adlandırılmasını ve
belirlenmesini de zorunlu kılmıştır. Erkeğin bunu karşılıksız olarak
vermesini şart koşmuştur. Yani temiz bir bağlı olarak gönül hoşluğuyla
bağış ve hibe verir gibi yerine getirmelidirler. Ancak bundan sonra kadın
kocasına mehrinin bir kısmını ya da tümünü gönül hoşluğuyla birşey
verirse bu onun bileceği bir iştir. Gönül hoşluğuyla ve içten gelerek
bunu yapabilir. Erkek de karısının gönül hoşluğuyla verdiğini alabilir.
Helal ve temiz olarak afiyetle ve kolaylıkla yiyebilir. Çünkü iki eşin arasındaki
ilişkiler, tam bir hoşnutluğa, mutlak bir seçime, kalpten gelen bir hoşgörüye
ve şuradan buradan toz bulaşmayan sevgiye dayanmalıdır.
İşte
bu uygulamayla İslâm, kadının kendisi, mehri, hakkı, canı, malı, şeref
ve konumuna ilişkin cahiliye tortularını hayattan uzaklaştırmak istemiştir.
Bu arada erkekle kadın arasındaki bağları da kurutmamıştır. Konuyu sadece
kanunun kesinliğine dayandırmamıştır. Karşılıklı hoşgörü, hoşnutluk
ve sevginin de bu ortak hayatta yer almalarını ve bu hayatın atmosferin yumuşaklıklarıyla
nemlendirmelerini sağlamıştır.
ÖZEL
MÜLKİYET
Ayetlerin
akışı -yetim kızlarla ve diğer kadınlarla evliliği teşvik eden- kısmı
sona erince yetimlerin malına dönmekte ve surenin ikinci ayetinde yetimlerin
mallarının verileceği ilk merci özet bir şekilde ifade edildikten sonra
burada da mallarının geri verilmesine ilişkin hükümleri ayrıntılı bir şekilde
açıklamaktadır.
Bu
mal yetimlerin malı da olsa -bundan önce- toplumun malıdır. Yüce Allah,
bunu toplumun ayakta kalması için bahşetmiştir. Ve toplum bu maldan en güzel
bir şekilde yararlanmak durumundadır. Çünkü öncelikle tüm malların
sahibi toplumdur. Yetimler veya varisleri -toplumun izniyle- bu malı arttırmak
için ellerinde bulundururlar. Malı çoğaltıp arttırabildikleri, tasarruf ve
idaresinde yetkinlik gösterdikleri sürece hem kendilerini hem de toplumu bu
maldan yararlandırırlar. -Bütün hak vakayıtlarıyla özel mülkiyeti bu çerçeveye
oturtmak lazımdır.- Malın idaresini ve arttırmasını beceremeyen mal sahibi
sefih (zayıf akıllı) yetimlere gelince, özel mülkiyet hakları sürse ve bu
hak ellerinden alınmasa bile bu mal kendilerine teslim edilmez ve onlara mal üzerinde
tasarruf ve yönetme yetkisi verilmez. Büyük insanlık ailesinin genel dayanışma
temeli olan ailesel dayanışmayı gerçekleştirmek için yetime yakınlık
derecesi göz önünde bulundurularak, toplum içinde toplumun bu malını en
iyi idare edecek birine verilir tasarruf yetkisi. Bununla Beraber, sefihin (zayıf
akıllı) malındaki geçinme, giyinme ve güzel muamele hakkı her zaman
mevcuttur:
`Allah'ın
sizi başına diktiği malları aptalların (akli dengesi yerinde olmayanların)
ellerine vermeyiniz. Fakat onları bu mallardan besleyiniz, giydiriniz ve
kendilerine güzel söz söyleyiniz."
Akılsızlık
ve olgunluk -büluğ çağından sonra- anlaşılır. Bu olay hükümlerle anlamının
açıklanmasını gerektirmeyecek şekilde geleneksel olarak bilinmektedir
zaten.
Çevre,
olgun kişiyi sefih (zayıf akıllı) ten ayırd edebilmektedir. Şunun olgun şunun
da sefih olduğunu görmektedir. Çünkü buluğa ermedikçe bu görev yerine
getirilemez. "Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyiniz. Eğer
olgunlaştıklarını görürseniz hemen mallarını kendilerine teslim ediniz.
Yetimler büyüyecek endişesiyle bu malları savurganca yemeyiniz. Zengin
veliler bu mallara hiç el sürmesinler. Fakir veliler ise bu malların
geleneklere uygun düşecek kadarım yesin. Yetimlerin mallarını teslim
ederken yanınızda şahit bulundurunuz. Gerçi hesap sorma merci olarak Allah
yeter."
Nassın
genel havasında rüşt çağına geldiğinde yetime malının teslim edilişi
uygulamasındaki dikkat sezilmektedir. Ayrıca, yalnızca -büluğdan sonra-
olgunlaşması anında mallarını tam ve eksiksiz olarak çabucak verilmesinin
zorunluluğu da gözlenmektedir. Bu arada malı elinde bulunduranın koruması,
sahip çıkması, büyüyüp teslim etmeden önce çabucak yiyip israf etmemesi
de telkin edilmektedir. Ancak -velinin zengin olması durumunda- idare etmesi
karşılığında az birşeyi alması muhtaç olması durumunda ise en sınırlı
biçimde ondan birşeyler yemesi hoş karşılanmaktadır. Malın tesliminde şahitlerin
bulunması da belirtilmektedir.
Ayetin
sonunu da Allah'ın herşeyi gördüğü ve hesaba çekeceğinin hatırlatılması
oluşturmaktadır.
"Gerçi
hesap sorma merci olarak Allah yeter."
Bütün
bu tekitler, ayrıntılı açıklamalar, bunca hatırlatma ve sakındırmalar,
toplumdaki zayıfları oluşturan yetimlerin malları üzerindeki çevrenin yaygın
geleneğin değişmesinin, herhangi bir yolla oynanmasına imkan bırakmayacak
şekilde bunca sıkı tutmaya, bunca tekide ve ayrıntılı açıklamaya muhtaç
olduğunu göstermektedir.
Rabbani
metod ruhlarda ve toplumlarda yereden, cahiliye alametlerini kaldırıyor,
toplumun çehresindeki cahili çizgiyi silip yerine İslâm'ın güzelliğini
yerleştiriyordu. Böylece Allah korkusu ve O'nun gözetiminin gölgesinde,
duygulan, gelenekleri, hüküm ve kanunlarıyla yepyeni bir toplum meydana
getiriyordu. Bunları da hükümlerinin uygulanması için son güvence olarak
belirliyordu. Zaten, herhangi bir hüküm için yeryüzünde bu takvadan ve bu gözetimden
başka güvence söz konusu değildir.
"Hesap
sorma merci olarak Allah yeter."
Cahiliye
döneminde Araplar, -çoğunlukla- genç kızları ve kız çocuklarını basit
bir miktarın dışında mirastan yoksun bırakırlardı. Çünkü ne bunlar ne
de onlar ata binip düşmanı karşılayamazlardı. Oysa İslâm -temelde mirası
derecelerine ve sonradan belirlenecek paylarına göre- tüm akrabalar için bir
hak kılmıştır. Bu durum, bir ailedeki fertler arasında ve genel anlamda tüm
insanlar arasında dayanışma hususundaki İslâm'ın görüşüne uygundur.
"Ganimet elde eden zorluklarına katlanmalıdır" kuralı uyarınca
akrabalar, muhtaç olması durumunda akrabanın nafakasından sorumlu oldukları
gibi öldürme durumunda diyet vermekte ve yaralamada karşılığını vermekte
güvence konumundadırlar. O halde -mal bıraktığında- akrabalık derecesi ve
sorumluluğu oranında ona varis olmaları adaletin gereğidir. İslâm tam ve
uyumlu bir düzendir. Mükemmellik ve uyumluluğu, hak ve görevleri dağıtımında
açıkça görülür.
Genel
anlamda mirasın temeli budur. Kimi zaman miras ilkesi etrafında orada burada
koparılan yaygaraları duymuyor değiliz. Ancak bu, insan tabiatından ve hayatının
pratik şartlarından habersiz ve Allah'a karşı büyüklük taslamaktan başka
birşey değildir.
Kuşkusuz
İslâm'ın toplumsal düzeninin dayandığı esasların kavranması bu şamatalara
kesin bir sınır koyar.
Bu
düzenin temeli dayanışmadır. Bu dayanışmanın İslâm'ın öngördüğü
temellere oturması için de insan ruhundaki değişmez fıtri eğilimlere
dayanması gerekir. Çünkü bu eğilimleri yüce Allah boşuna yaratmamış
aksine insan hayatında temel bir rol oynamaları için yaratmıştır.
Uzak-yakın
aile bağları gerçek fıtri bağlar olduklarından herhangi bir nesil tarafından
seçilemedikleri gibi tüm nesiller tarafından da seçilemez tabiatiyle. Bu yüzden
bu bağların ciddiyeti, derinliği ve hayatın yükselmesi, korunması ve
ilerlemesine olan etkisini tartışmak laf kalabalığından öteye geçmez. Bu
nedenle saygıyı hak etmez. Bu yüzden İslâm, aile içindeki dayanışmayı
genel toplumsal dayanışma yapısının temel taşı kılmıştır. Mirası da
aile içindeki bu dayanışmanın belirtisi kılmıştır. Buna ilaveten genel
toplumsal ve ekonomik düzen içindeki başka görevleri de vardır.
Şayet
bu adım yetersiz kalır ve dayanışmaya ihtiyaç gösteren tüm durumları
kapsamına alamazsa bu durumda önceki adımı tamamlamak ve güçlendirmek için
bilinen yerel toplum içinde ikinci adım atılır. Bu da yetersiz kalırsa,
ailenin ve sınırlı yerel toplumun çabalarına rağmen eksik kalmış yardımlaşma
ve dayanışmayı tamamlamak için müslüman devletin rolü devreye girer. Böylece
bütün ağırlık devletin genel organlarının omuzuna yüklenmemiş olur. Öncelikle..
Aile ya da küçük bir topluluk içindeki dayanışma latif ve şefkatli
duyguların oluşmasını sağladığı için. Bu duyguların etrafında yardımlaşma
ve karşılıklı vermenin meziyetleri yapmacık olmayan tabii bir gelişme sağlar.
-Üstelik bu duygular, alçak, uğursuz ve kötü kimselerden başkasının
ortadan kaldıramayacağı duygulardır: Özel şekliyle aile içindeki dayanışmaya
gelince bu, fıtrata uygun tabii etkiler meydana getirir. Ferdin kişisel çabasının
etkilerinin akrabalarına -özellikle zürriyetine- döneceğini bilmesi onu, çabasının
arttırmaya sevk eder. Bu durumda, dolayısıyle toplum kazançlı çıkar. Çünkü
İslâm fertle toplum arasına mesafeler koymaz. Ferdin sahip olduğu herşey,
ihtiyaç duyulduğunda sonuçta toplumun malıdır.
Bu
son kural -dendiği gibi- yorulmayan ve çaba sarf etmeyen kimselerin varis
olmasına ilişkin yüzeysel itirazları ortadan kaldırmaktadır. Çünkü şu
varis bir yönden miras bırakanın devamıdır. Sonra kendisi mal sahibi olduğunda
miras bırakanın muhtaç olması halinde ona bakmakla yükümlüdür. Ayrıca,
genel dayanışma kuralı uyarınca kendisi ve sahip bulunduğu şeyler sonuçta
ihtiyaç duyduğunda toplum içindirler.
Nitekim
varis ile miras bırakan -özellikle zürriyet- arasındaki ilişki mal ile sınırlı
değildir. Mal üzerindeki veraseti ortadan kaldırsak bile, aralarındaki diğer
bağları ve başka alanlardaki veraseti kesemeyiz.
Anne,
baba, dedeler ve tüm akrabalar, çocuklarına, torunlarına ve akrabalarına
sadece mal bırakmazlar, iyilik ve kötülük yeteneklerini, hastalık ve sağlık
konusunda kalıtımsal özellikler, sapıklık, doğruluk, güzellik, çirkinlik,
zeka ve aptallık gibi şeyler de bırakırlar. Bu özellikler varislere de geçer,
hayatlarını etkiler ve ebediyyen onları terk etmezler. Onlar kendilerini
hastalık sapıklık ve aptallıktan kurtaramadıkları gibi -tüm araçlarıyla-
devlet de onları bu kalıtımlardan kurtaramaz.
İşte
insan hayatındaki pratik fıtri oluşlar ve bunların dışında daha birçok
toplumsal yararlar için, yüce Allah miras hükmünü koymuştur.
7-
Ana-babanın ve yakın akrabaların bıraktıkları mirasta erkeklerin payı
olduğu gibi kadınların da payı vardır. Bu miras ister az, ister çok olsun,
onda erkeğin ve kadının belirlenmiş payları vardır.
İşte
bu, -prensip olarak- kadınlara da erkekler gibi miras hakkını veren İslâm'ın
ondört asır önce yerleştirdiği bir ilkedir. Bununla cahiliyenin haksızlık
ettiği ve haklarını yediği küçüklerin haklarını da korumuştur. Çünkü
cahiliye, savaş ve üretimdeki pratik değerlerine göre bakıyordu fertlere.
İslâm ise insana "insanlık" değerine göre bakan Rabbani bir
sistem getirmiştir. Kuşkusuz bu değer, hiçbir durumda insandan ayrılmayan
temel bir değerdir. Ayrıca -bundan sonra aile ve toplum içindeki pratik yükümlülüklerine
göre bakar.
MİRAS
8-
Eğer miras bölüşümü sırasında pay sahibi olmayan uzak akrabalar,
yetimler ve yoksullar hazır bulunursa onlara da bir şeyler veriniz ve
kendilerine gönül alıcı sözler söyleyiniz.
Miras
düzeninde -değinileceği gibi- bazı akrabalar mirastan alıkonulurlar.
Akrabalıkları var, ancak, varis olamıyorlar. Çünkü onlardan daha yakın
akrabalar önlerine geçip mirastan yoksun bırakır onları. Ayetin akışı,
mirastan alıkonulan bu kişilere gönüllerini hoş tutmak için -paylaşmada
hazır bulunurlarsa sınırlandırmadan bir hak tanımaktadır. Bu şekilde
malin paylaşıldığını gördükleri halde bundan yoksun bırakılmalarından
dolayı üzülmesinler. Bir de ailesel bağların ve kalbi sevginin korunması
amacına yöneliktir bu hak. Ayrıca, genel dayanışma kuralı uyarınca bunun
gibi yetim ve fakirler için de bir hak ayrılmaktadır.
"Eğer
miras bölüşümü sırasında pay sahibi olmayan uzak akrabalar, yetimler ve
yoksullar hazır bulunursa onlara da birşeyler veriniz ve kendilerine gönül
alıcı sözler söyleyiniz."
Bu
ayet hakkında seleften farklı rivayetler gelmiştir. Kimine göre bu ayet,
miras payını sınırlandıran ayetlerce neshedilmiştir. Bazısı muhkem olduğunu
söylemiştir. Kimisi ayetin anlamının farz olduğunu söylemiştir. Kimisi de
varislerin hoşuna gittiği sürece müstehap olduğunu düşünmüştür. Biz
burada nesh olayına ilişkin bir kanıt göremiyoruz. Bize göre ayet
muhkemdir. Bir taraftan hükmün kesinliğine öte taraftan da hükmetmenin farz
olduğu görüşündeyiz. Burada denilen husus, her halukârda aşağıdaki
ayetlerde sınırlandırılan miras paylarından farklı bir şeydir.
9-
Arkalarında güçsüz çocuklar bırakıp ölecek olsalar çocuklarının hali
nice olur diye kaygı duyanlar yetimlere haksızlık etmekten korksunlar,
Allah'tan sakınsınlar ve doğru konuşsunlar.
10-
Yetimlerin mallarını haksız biçimde yiyenler, midelerini ateşle
doldurmaktan başka birşey yapmıyorlar. Zaten kudurmuş alevlerin içine atılacaklardır.
11-
Mirasınızın bölüştürülmesi sırasında Allah size erkeklere, kızlarınkinin
(kadınların) iki katı kadar pay vermenizi emreder. Eğer ölenin ikiden çok
kızı varsa mirasının üçte ikisi onlarındır, eğer bir kızı varsa mirasın
yarısını alır. Eğer ölenin çocuğu varsa vasiyeti yerine getirildikten ve
borcu ödendikten sonra artakalacak malının altıda birerlik bölümü anasına
ve babasına düşer. Eğer çocuğu olmaz da ana-babasını mirasçı olarak bırakarak
ölürse anası mirasının üçte birini alır. Eğer ölenin kardeşleri varsa
mirasının altıda biri annesine verilir. Ana-babanızın mı, yoksa evlatlarınızın
mı size daha hayırlı olacaklarını bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından
belirlenmiş miras paylarıdır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet
sahibidir.
Ayetlerin
akışı, varislerin paylarını belirlemeye geçmeden önce yetimlerin malını
yemekten sakındırmaya dönüyor. Bu sefer kalpleri iki güçlü dokunuşla
uyarmak için dönüyor bu konuya. İlki, babalık merhametinin, zayıf zürriyete
karşı duyulan fıtri şefkatin ve hesaba çeken ve gözeten yüce Allah'ın
korkusunun kaynağına dokunuştur. İkincisi de, korkunç bir somut sahnede ateşten
duyulan korkunun, alevden yayılan ürpertinin yerine dokunuştur.
"Arkalarında
güçsüz çocuklar bırakıp ölecek olsalar çocuklarının hali nice olur
diye kaygı duyanlar yetimlere haksızlık etmekten korksunlar. Allah'tan sakınsınlar
ve doğru konuşsunlar."
"Yetimlerin
mallarını haksız biçimde yiyenler, midelerini ateşle doldurmaktan başka
birşey yapmıyorlar. Zaten kudurmuş alevlerin içine atılacaklardır."
İşte
böyle ayet-i kerime ilk dokunuşu kalplerin içine küçük zürriyetlerine karşı
ince duygulara sahip babaların kalplerine yapıyor. Bunu da zürriyetlerini,
kanadı kırık, ne acıyanı ne de koruyanı bulunmayan bir durumda tasvir
ederek gerçekleştirmektedir. Böylece babalarını yitirdikten sonra
kendilerine teslim edilen yetimlere karşı şefkat duygularının harekete geçirilmesi
amaçlanmaktadır. Çünkü onlar, kendilerinden sonra zürriyetlerinin,
kendilerine emanet edilen şu yetimler gibi sağ kalanlardan kime teslim edileceğini
bilemezler. Bu arada yüce Allah'tan korkmaları tavsiye edilmektedir. Belki yüce
Allah onların küçüklerine de takva sahibi, titiz ve şefkatli birini veli kılar.
Ayrıca mallarını ve eşyalarını gözettikleri gibi onları terbiye edip gözetirken
yetimlere doğru söz söylemeleri de tavsiye edilmektedir.
İkinci
dokunuşa gelince... Bu, korkunç bir tablodur. Karınlardaki ateş tablosu...
Ve en sonunda varılacak yerdeki korkunç alev tablosu. Çünkü bu mal ateştir.
Ve onlar da bu ateşi yiyorlar. Kuşkusuz onlar sonuçta ateşe varacaklardır.
Bu, karınları ve derileri kavuran bir ateştir. İçi de dışı da ateştir
bunun. Bu ateş somuttur. Nerdeyse karınlar ve deriler hissedecek. Öyle ki karınları
ve derileri yakışını gözler görür gibi oluyor.
Kuşkusuz
Kur'an'ın bu hükümleri, kat'i ve köklü işaretleriyle müslüman ruhlarda
yapacağını yapmıştır. Onları cahiliye tortularından kurtarmıştır.
Onları kuvvetle sarsmış, üzerlerinden bu tortuları gidermiştir. Kalplerine
korku, titizlik, takva ve yetimlerin malına dokunmaktan -evet dokunmak- sakınma
duygularını yerleştirmiştir. Yetimlerin mallarında, yüce Allah'ın şu güçlü
ve derin işaretleri bulunan ayetlerde sözünü ettiği ateşi görüyorlardı.
Bu yüzden yetimlerin mallarına dokunmaktan çok korkuyorlardı. Bu korkularında
da oldukça mübalağalı davranıyorlardı.
Ata
b. Said yoluyla, Said b. Cübeyr'den o da İbn- Abbas'tan (Allah O'ndan razı
olsun) şöyle rivayet edilir: "Yetimlerin mallarını haksız yere
yiyenler..." ayeti indiğinde yanında yetim bulunan kimseler hemen yemeğini
yetimin yemeğinden, içeceğini içeceğinden ayırdılar. Yetim için birşey
hazırlayıp bekletirlerdi. O da yerdi ya da bozulurdu. Bu onların zoruna
gitti. Bunu gidip Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) anlattılar.
Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Sana
yetimler hakkında soru sorarlar. De ki; `Onların durumlarını düzeltmek hayırlı
bir iştir. Eğer kendileriyle bir adada yaşıyorsanız, onlar artık kardeşlerinizdir.
Allah kimin işleri bozucu ve kimin düzeltici olduğunu iyi bilir. Eğer Allah
dileseydi sizi zora koşardı..." (Bakara suresi; 220)
Bunun
üzerine yemeklerini yemeklerine, içeceklerini içeceklerine kattılar."
Kur'an'ın
metodu bu vicdanları şu aydın ufuklara böyle yükseltiyordu. Onları böylesine
olağanüstü bir şekilde cahiliye karanlığından arındırıyordu.
MİRAS
NİZAMI
Şimdi
miras düzenine gelmiş bulunuyoruz. Bu da yüce Allah'ın anne-babaya yönelik
çocuklarına ilişkin bir tavsiye ile başlıyor. Bu tavsiye de gösteriyor ki,
yüce Allah, çocuklar konusunda anne-babadan daha merhametli, daha iyiliksever
ve daha adildir. Ayrıca bu düzenin tümden Allah tarafından olduğunu da göstermektedir.
Çünkü anne-baba ve çocukların, akraba ve yakınlarının arasında hükmeden
odur. Ona başvurmaktan, tavsiye ve hükmünü uygulamaktan başka seçenekleri
yoktur onların. Daha önce değindiğimiz gibi bütün surenin açıklama ve
kapsamıyla uğraştığı "din"in anlamı budur. Böylece miras
konusunda genel bir ilkenin belirlenmesine başlamaktadır ayet. "Mirasınızın
bölüştürülmesi sırasında Allah size erkeklere, kızlarınınkinin (kadınların)
iki katı kadar pay vermenizi emreder."
Sonra
bu büyük gerçeğin ve genel ilkenin gölgesinde ayrıntılara ve payların dağıtılmasına
geçmektedir. Bu ayrıntılar iki ayeti kapsamaktadır. Birincisi varislerin
usul (babadan yukarısı) ve furu (çocuktan aşağısı) olmalarına ilişkindir.
İkincisi de evlilik ve (ölenin usul ve furunun bulunmaması durumu) durumlarına
özgüdür. Sonra surenin son ayetinde Kelâle (yeri gelince değineceğiz)'nin
bazı durumlarını tamamlamak için mirasa ilişkin geri kalan hükümler
gelmektedir.
Surenin
sonunda yer alan aşağıdaki ayetlerde bu iki ayete bağlıdır.
"Senden
fetva isterler. Onlara de ki; Geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın
ölen kimsenin mirasının nasıl bölüşüleceği hakkında Allah size şu hükmü
öneriyor: Eğer geride çocuk bırakmaksızın ölen erkeğin kız kardeşi
varsa mirasının yarısı kız kardeşine düşer Fakat kendisi, çocuk bırakmaksızın
ölen kız kardeşinin mirasının tamamını alır. Eğer adamın iki kız
kardeşi varsa bunlara mirasın üçte ikisi verilir. Eğer hem erkek hem de kız
kardeşleri varsa erkeğin payı, kızın payının iki katı olur. Allah şaşırmayasınız
diye, size hükmünü böyle açıklıyor. Allah herşeyi bilir." (AI-i İmran
suresi; 176)
Şu
üç ayet feraiz ilminin -yani miras ilminin- temel esaslarını içermektedir.
Ayrıntılara gelince bazısını Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine
olsun) uygulaması belirlemiştir. Geri kalanını da fakihler, temel esaslar
uyarınca içtihat yoluyla belirlemişlerdir. Burada konunun ayrıntı ve
uygulamasına girme imkanı olmadığından ve esasında yeri de fıkıh
kitapları olduğundan -Fi Zılâl-il Kur'an'da bu hükümlerin yorumu ve kapsadığı
İslâm metodunun temellerinin değerlendirilmesiyle yetiniyoruz.
"Mirasınızın
bölüştürülmesi sırasında Allah size, erkeklere, kızlarınınkinin (kadınların)
iki katı kadar pay vermenizi emreder."
Bu
başlangıç -daha önce de anlattığımız gibi- bu feraizin döndüğü
temeli ve kaynaklandığı merciyi göstermektedir. Yüce Allah'ın çocuklar
konusunda anne babadan daha merhametli olduğunu gösterdiği gibi. Çünkü o
bir şeyi farz kılıyorsa bu, anne-babanın onlar için istediğinden daha
iyidir.
Her
iki anlam da birbirine bağlıdır ve birbirini tamamlamaktadır.
Kuşkusuz
tavsiye eden, farz kılan ve mirası insanlar arasında bölüştüren yüce
Allah'tır. Nitekim herşeyi tavsiye edip farz kılan ve bütün rızıkları
insanlar arasında bölüştüren de O'dur. Düzen, şeriat ve kanunlar
Allah'tan alınır. İnsanlar hayatlarının belli başlı konularında -mallarının,
geride bıraktıklarının, zürriyetleri, çocukları arasında bölüştürülmesi
gibi- Allah'a başvurmalıdırlar. İşte din budur. O halde hayatlarıyla
ilgili tüm konularda sadece Allah'a başvurmadıkları sürece insanların dini
yoktur. Bu işlerden herhangi biri için -büyük veya küçük diğer bir kaynağa
başvurdukları sürece orada İslâm'dan söz edilemez. Orada şirk var, küfür
var ve İslâm'ın köklerini insanların hayatından söküp atmak için geldiği
cahiliye var.
Yüce
Allah'ın tavsiye ettiği, farz kıldığı ve insanların hayatında hükmettiği
herşey -bunlar arasında, mallarının ve geride bıraktıkları şeylerin zürriyetlerinin
ve çocuklarının arasında bölüştürülmesi gibi en özel işlerine ilişkin
hükümler de olmak üzere- kendi kendilerine paylaştıklarından ve zürriyetleri
için seçtiklerinden daha iyi ve daha yararlıdır. İnsanların, "Biz
kendimiz seçeriz ve bizim yararımıza olanı en iyi biz biliriz" demeye
hakları yoktur. Çünkü bu -batıldan da öte- küstahlıktır, büyüklenmedir,
Allah'a karşı bilgiçlik taslamadır. Küstah cahillerden başkasının
yeltenemeyeceği boş bir iddiadır.
Avfi
İbn-i Abbas'tan (Allah O'ndan razı olsun) rivayet ediyor: "Mirasınızın
bölüştürülmesi sırasında Allah size erkeklere, kızlarınkinin (kadınların)
iki katı kadar pay vermenizi emreder."
İçinde
yüce Allah'ın erkek ve kız çocuğu ve anne-babanın miras bölüşmesindeki
paylarını belirleyen hükümleri inince insanların -veya bazısının- hoşuna
gitmedi. "Kadına dörtte bir veya sekizde bir veriliyor, kız çocuğa yarısı
veriliyor ve küçük çocuklara da veriliyor. Oysa bunlardan hiçbiri düşmanla
savaşamaz ve ganimet toplayamaz" demeye başladılar. Ardından "Bu
konuyu hiç konuşmayın belki Resulullah unutur ya da biz söyleriz de değiştirir"
dediler. Sonra da gidip "Ya Resulullah kız çocuğuna babasının mirasının
yarısı veriliyor, oysa ne ata binebilir ne de düşmanla savaşabilir. Çocuğa
da miras veriliyor. Oysa hiçbir işe yaramıyor" dediler. Cahiliyede böyle
yapıyorlardı. Düşmanla savaşamayanlara mirastan hiçbir pay vermezlerdi.
Savaşana da bol bol verirlerdi " ( İbn-i Ebu Hatem ve İbn-i Cerir
rivayet etmiştir.)
Bu
Allah'ın farz ettiği ve adaletle ve hikmetle paylaştırdığının karşısında
bazı göğüslerde depreşen Arap cahiliyesinin mantığıdır. Allah'ın farzı
ve paylaşması karşısında bugün bazı gönüllerde depreşen çağdaş
cahiliyenin mantığı Arap cahiliyesinin mantığından az çok farklı
olabilir. Çağdaş mantık şöyle diyor: Çocuklarımız arasında emek sarf
etmeyen ve yorulmayanlara nasıl mal veririz? Bu mantık da böyle...Her ikisi
de hikmeti kavrayamıyor, edepli davranamıyor. Bu yüzden ikisi de cehalet ve
edepsizlikte birleşiyor.
"Erkeğe
dişinin iki payı.."
Ölünün
erkek ve kız çocuklarından başka varisleri yoksa bunlar, "kıza bir pay
erkeğe de kızın iki payı verilir." Esasına göre tüm terekeyi alırlar.
Bu
işte bir cinsin diğer cinse göre kayırılması gibi bir durum söz konusu değildir.
Konu tamamen aile yapısında ve İslâm'ın toplumsal düzeninde erkek ve kadının
yüklerinin arasında denge ve adaleti gözetmek amacına yöneliktir.
Çünkü
erkek kadınla evlenirken onun ve ondan olan çocuklarının ihtiyaçlarını
karşılamayı da üstlenmektedir. Kadın ister onunla beraber olsun ister boşanmış
olsun fark etmez. Kadına gelince ya kendi başına kalacaktır, ya da
evlenmeden veya önce kendisine bakan bir erkek olacaktır. Hiçbir zaman ne
kocasının ne de çocuklarının nafakasından sorumlu değildir. Erkek ise -en
azından aile yapısında ve İslâm'ın toplumsal düzeninde kadının yükünü
hafifletmekle yükümlüdür. Bu yüzden şu hikmet bölüşümde külfet ve
nimet arasında bir uygunluk olduğu gibi adalet de görülmektedir. Bunun dışında
bu paylaşımla ilgili söylenen sözler bir açıdan da Allah'a karşı
edepsizliktir. Ayrıca toplumsal ve ailevi düzen içinde beraberinde hayatın
dengede kalamayacağı bir sarsıntıdır.
Paylaşma,
temelden furuu sayılanların varis olduklarının belirlenmesiyle başlıyor.
"Eğer
ölenin ikiden çok kızı varsa mirasının üçte ikisi onlarındır."
Ölenin
erkek çocuğu yoksa ve iki veya daha fazla kız çocuğu varsa mirasın üçte
ikisi onlarındır. Bir kız çocuğu varsa o zaman da yarısı onundur. Sonra
terekenin geri kalan kısmı yakın akrabalarına verilir. Baba, veya dede yahut
öz kardeş veya babanın kardeşi, ya da amca veya usulun çocukları gibi.
Nass
şöyle diyor: "Eğer ölenin ikiden çok kızı varsa mirasının üçte
ikisi onlarındır." Bu da -ikiden fazla olmaları durumunda- kızlara üçte
iki pay verileceğini gösteriyor. Sadece iki kızın mirastan alacakları üçte
ikilik payın belirlenmesine gelince bu konuda Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) sünneti ve surenin sonundaki ayette zikredilen iki kız kardeşin
durumuna yapılan kıyasla çözümlenmiştir.
Resulullah'ın
sünnetine gelince Ebu Davud, Tirmizi ve İbn-i Mace Abdullah b. Ukeyl kanalı
ile Cabir'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Ya Resulullah şu ikisi Sa'd
b. Rebi'nin kızlarıdır. Babaları Uhud günü seninle beraber iken şehid düştü.
Amcaları onlara hiç şey bırakmadan tüm mallarını aldı. Malları olmadan
da kimse onları nikahlamıyor" dedi. Cabir diyor ki: Resulullah (salât ve
selâm üzerine olsun) buyurdu: "Yüce Allah bu konudaki hükmünü
bildirecektir." dedi. Bunun üzerine miras ayeti nazil oldu. Resulullah
amcalarına "Sa'dın kızlarına malın üçte ikisini, annelerine sekizde
birini, vermesini gerisini de kendisine ayırmasını" haber verdi.
Bu
Resulullah'ın iki kızın üçte ikilik paylarım vermesidir. Bu da gösteriyor
ki, iki veya daha fazla kızların bu durumda paylarına üçte ikisi düşmektedir.
Bu
paylaşmanın başka bir esası da vardır. Bu da iki kız kardeşten söz eden
diğer ayette geçmektedir. "Eğer kız kardeş iki ise oğlan kardeşin bıraktığının
üçte ikisini alırlar". Birinci kısımda iki kız çocuğuna üçte
ikilik payın verilmesi iki kız kardeşe kıyasla yapılmıştır. Bu durumda
bir kız çocuğu bir kız kardeşle eşit olduğu da ortaya çıkmış oluyor.
Çocukların
paylarının belirlenmesinden sonra -şayet sağ iseler- anne-babanın değişik
durumlardaki paylarının belirlenmesi geliyor. Çocukların varlığı veya
yokluğu gibi.
"Eğer
ölenin çocuğu varsa vasiyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten
sonra..."
Anne-babanın
mirasta değişik durumları vardır:
Birinci
durum: Çocuklarla birleşmeleri ve her birine altıda bir payın verilmesi.
Geriye kalanın erkek çocuğuna veya bir ya da daha fazla kız kardeşle
birlikte erkek kardeşe verilmesi. Tabii ki erkeğe iki dişinin payı verilir.
Ölünün bir kızdan başka çocuğu yoksa kız çocuğuna mirasın yarısı
verilir. Anne-babanın her birine de altıda bir pay verilir. Baba bunu dışında
(asabiyet) yakınlık itibarıyla altıda birlik bir pay daha alır. Bu şekilde
farz ve (asabiyet) yakınlık birleştirilmiş olur. Ancak ölünün iki veya
daha fazla kızı bulunursa bunlar mirasın üçte ikisini alırlar. Anne-babanın
herbiri de altıda bir pay alır.
İkinci
durum: Ölünün ne çocuğu, ne kardeşi, ne kocası ya da karısı bulunmazsa
anne-baba tek başlarına mirası alırlar. Anneye üçte bir verilir. Baba ise
(asabiyet) yakınlık hasebiyle geri kalanını alır. Bu şekilde annenin payına
düşenin iki katını almış olur. Şayet anne-babayla beraber ölünün kocası
veya karısı da bulunursa, koca mirasın yarısını alır, karısı ise dörtte
birini alır. Anne de üçte birlik payını alır. (Bütün mirasın üçte
birini mi yoksa koca veya karısının payını almasından sonraki kısmın
üçte birini mi alır? Bu konuda fakihlerin görüşleri farklıdır? Geri
kalan kısmının da payı anneninkinden az olmaması için asabiyet nedeniyle
baba alır.
Üçüncü
durum: Anne-babanın kardeşlerle beraber olmasıdır. Anne-babadan olmaları ya
da bir babadan veya bir anneden olmaları fark etmez- Ancak bu kardeşler baba
ile beraber bir şeye varis olamazlar. Çünkü baba onlardan önce gelir ve
asabiyet bakımından erkek çocuktan sonra o gelir. Bununla beraber kardeşler,
annenin üçte birlik payına engel olup bunu altıda bire çıkarırlar. Kardeşlerle
beraber anneye sadece altıda bir pay verilir. Ölünün kocası ya da karısı
yoksa geri kalan terekeyi baba alır. Ancak bir tek kardeş annenin üçte
birlik pay almasına engel olmaz. Aynı şekilde ölünün çocuğu veya kardeşi
yoksa birlikte üçte bir pay alırlar.
Ancak
bütün bu paylaşmalar, ölünün vasiyeti yerine getirilip borcu ödendikten
sonra söz konusu olabilir.
"Ana-babanız
mı,yoksa evlatlarınız mı size daha yararlı olacaklarını
bilemezsiniz.."
İbn-i
Kesir tefsirinde "Selef ve Halef uleması borcun vasiyetten önce geldiğinde
birleşmişlerdir" der. Borcun öncelikli olması anlaşılır bir
meseledir. Çünkü bu,başkalarının hakkıyla ilgilidir. Bu yüzden borç
verenin hakkını ödemek ve borçlunun zimmetini kaldırmak için mal bırakmışsa
borçlunun malından borcunu ödemek zorundadır. İslâm, hayatı vicdan
titizliği, uygulamalarda güvenirlilik ve toplumun atmosferinde huzur gibi
temellere dayanması için borç zimmetinin kaldırılmasına büyük özen gösterir.
Bu yüzden borcu borçlunun ölümünden sonra bile zimmetinden kurtulamadığı
bir hak olarak boynunda bırakıyor.
Ebu
Katade (Allah O'ndan razı olsun) şöyle dedi; Adamın biri "Ya Resulullah,
şayet Allah yolunda öldürülürsem hatalarım affolunur mu?" dedi.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Evet, şayet sen sabreder,
sevabı Allah'tan bekler, ilerler ve kaçmayıp öldürülürsen
affolunursun" buyurdu. Sonra adam "Nasıl dedin?" dedi.
Resulullah da tekrar edip şöyle dedi "Evet ama borç hariç. Çünkü
Cebrail bunu bana haber verdi " (Müslim, Malik, Tirmizi, Nesai)
Yine
Ebu Katade'den şöyle rivayet edilir: "Nebi'ye (selâm üzerine olsun)
namazını kılması için bir cenaze getirdiler. Resulullah "Arkadaşınızın
namazını siz kılın. Çünkü borçludur" dedi. Dedim ki "Ya
Resulullah, borcunu ben üzerime alıyorum", "Ödeyecek misin?"
dedi. "Evet ödeyeceğim" dedim. Bunun üzerine namazını kıldı."
Vasiyyet
ise ölünün isteğine bağlıdır. Bazı varislerin bazısına engel olduğu
bazı durumları telafi etmek için vasiyet etmiş olabilirler. Ya da onlarla
varisler arasındaki ilişkileri güçlendirmek ve daha gelişme göstermeden kıskançlık,
kin ve çekişme nedenlerini ortadan kaldırmak gibi aile için yararlı şeyler
de düşünülmüş olabilir. Varis olan için vasiyet edilmez. Bu da, miras bırakanın
varisleri bu haktan yoksun bırakmaması için bir güvencedir.
"Ana-babanızın
mı, yoksa evlatlarınızın mı size daha hayırlı olacaklarını
bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır. Hiç kuşkusuz
Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Birinci
dokunuş, bu farizalar karşısında ruhları temizlemek amacına yönelik
Kur'anî bir ayırmadır. Kimi insanların babalık şefkatleri oğullarını
babalarına tercih etmeye yöneltebilir. Çünkü oğullar karşısındaki fıtri
zaaf daha büyüktür. Bazılarında bu zaaf, terbiye ve ahlâk duygularına
yenilir ve babalarını tercih etmeye yönelirler. Kimisi de fıtri zaaf ve
terbiye duygusu arasında kararsız ve şaşkın bir durumda kalır. Nitekim,
daha önce, veraset hükmünün nazil olduğunda bazılarının durumuna işaret
ettiğimiz gibi çevrede geleneksel mantığıyla belli yönlere sevk edebilir.
Bu yüzden yüce Allah, bütün gönüllere huzur, hoşnutluk, emrine ve farz kıldıklarına
teslimiyet duygularını yerleştirmek istemiştir. Bunu da, herşeyi yüce
Allah'ın bildiğini ve kendilerininse hangi akrabanın yarar bakımından daha
yakın olduğunu ve iyilik bakımından hangi bölüşmenin iyi olduğunu
bilmediklerini belirtmekle sağlıyor.
"Ana-babanızın
mı, yoksa evlatlarınızın mı size daha yararlı olacaklarını
bilemezsiniz."
İkinci
dokunuş, sorunun temelini belirlemek içindir. Buna göre sorun, heva ve yakın
menfaat sorunu değildir. Din ve şeriat sorunudur.
"Bunlar
Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır."
Babaları
ve oğulları yaratan Allah'tır. Malları ve rızıkları veren O'dur. Farz kılan
ve bölüştüren O'dur. Kanunları da O koyar. İnsanlar kendi kendilerine
kanun koyamazlar. Hevalarına göre hükmedemezler. Üstelik onlar yararlarının
nerede olduğunu da bilemezler.
"Hiç
kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Akıştaki
üçüncü dokunuş, kalplere yüce Allah'ın insanlar için hükmettiğinin
-nitekim bu esastan başkasına başvurmaları söz konusu olamaz- Bir ilim ve
hikmete dayandığına, bu yüzden kendileri için daha yararlı olduğunu
hissettirmektedir. Allah hükmeder, çünkü O bilir -onlarsa bilmezler- Allah
farz kılar çünkü 0 hikmet sahibidir. Onlarsa hevalarına tabi olurlar.
Bu
değerlendirmeler, işi temel eksenine döndürmek için daha miras hükümleri
bitmeden bu şekilde aralarda yer almaktadır. Bu, sorunun itikadi eksenidir. Ve
bu, Allah'ın hükmüyle hükmolunmak, farzları O'ndan almak ve O'nun hükmünden
hoşnut olmak anlamına gelen "Din"i açıklayıcı bir eksendir.
"Bunlar
Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi
bilir ve hikmet sahibidir."
Ardından
bu farzlardan geri kalanların açıklanmasına geçiliyor.
12-
Geride çocuk bırakmaksızın ölen eşlerinizin vasiyetleri yerine
getirildikten ve borçları ödendikten sonra artakalacak miraslarının yarısı
size düşer. Eğer ölen eşlerinizin çocukları varsa miraslarının dörtte
biri sizin olur. Eğer siz, geride çocuk bırakmaksızın ölürseniz,
vasiyetiniz yerine getirildikten ve borcunuz ödendikten sonra artakalacak mirasınızın
dörtte biri eşinize düşer. Eğer çocuğunuz varsa eşinizin mirasınızdaki
payı sekizde birdir. Eğer bir erkek ya da kadın geride ne ana-baba ve ne de
çocuk bırakmaksızın ölür (kelâle) de erkek ya da kız kardeşi bulunursa
vasiyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra artakalacak mirasının
altıda birlik bölümü kardeşlerine düşer. Eğer kardeşlerinin sayısı
ikiden fazla ise mirasının üçte biri, hiç birine haksızlık yapılmaksızın
kardeşlerine bölüştürülür.
Bu
hükümler size Allah tarafından emredilmiştir. Allah herşeyi bilir ve kullarına
karşı yumuşaktır.
Hükümler
son derece açık ve incedir. Karısı öldüğünde -erkek ya da kız çocuğu
da yoksa, mirasın yarısını alır. Ancak -erkek veya kız, bir veya daha
fazla çocuğu varsa koca mirasın dörtte birini alır. Karım oğullarının
çocukların kendi çocukları gibi kocanın payını yarıdan dörtte bire düşürürler.
Başka kocadan olan çocukları da kocanın mirasından yarısını almasına
engel teşkil ederler böylece payını dörtte bire düşürürler. Daha önce
değişildiği gibi mirasın bölüşümü borcun, sonra da vasiyyetin yerine
getirilmesinden sonradır.
Koca
ölürse -ondan çocukları da yoksa- karısı mirasın dörtte birini alır. Şayet
-erkek veya kız, bir veya daha fazla, ondan veya başkasından aynı şekilde
aynı sulpten gelen- çocukları varsa bunlar karının dörtte birlik payını
sekizden bire düşürürler. Borcu ödemek sonra da vasiyyeti yerine getirmek
mirasta her zaman varislerden önce gelir.
İki,
üç ve dört karı bir karı gibidirler. Dörtte bir veya sekizde birlik payda
ortaktırlar.
İkinci
ayette yer alan son hüküm Kelale (baba ve çocuğu bulunmayan)'nin mirasıyla
ilgilidir.
"Eğer
bir erkek ya da kadın geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın ölür
(kelâle) de erkek ya da kız kardeşi bulunursa vasiyyeti altıda bir bölümü
kardeşlerine düşer. Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasın
üçte biri..."
"Kelale"den
kastedilen, ölüye -usul veya furu olmayıp- bunlar gibi bir bağı olmayan ve
zayıf bir bağla akraba olan varislerdir. Hz. Ebu Bekir'den (Allah O'ndan razı
olsun) "kelale"den sorulmuş o da şöyle cevap vermişti: "Bu
konuda kendi görüşümü söylüyorum. Doğruysa Allah'tandır. Yanlışsa
benden ve şeytandandır. Allah ve Resulü bundan uzaktırlar.`Kelale' çocuğu
ve babası bulunmayan kişidir." Hz. Ömer (Allah O'ndan razı olsun)
idarede bulunduğu zaman "Ben Ebu Bekir'in görüşüne muhalefet etmekten
haya ederim" demişti. (İbn-i Cerir ve diğerleri Şa'bi'den rivayet
ederler)
İbn-i
Kesir tefsirinde "İbn-i Mes'ud ve Ali böyle dedi. İbn-i Abbas ve Zeyd b.
Sabit'den birden fazla kişi tarafından doğrulanmıştır. Şa'bi, Nehai,
Hasan, Katade, Cabir b. Zeyd ve (el-Hakem) bu görüştedirler. Medineliler Kufe
ve Basralılar bu görüşü kabul ediyorlar. Yedi Fakih, dört imam, Selef ve
Halefin çoğu hatta tümü bu görüştedir. Bu görüş üzerinde birden fazla
icma nakledilir" der.
"Eğer
bir erkek ya da kadın geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın ölür
(kelâle) de erkek ya da kız kardeş bulunursa vasiyyeti yerine getirildikten
ve borcu ödendikten sonra artakalacak mirasın altıda birlik bölümü kardeşlerine
düşer. Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasın üçte
biri..."
Ölünün
-aynı anneden- bir erkek bir de kız kardeşi olursa, bunlar da ayrı
babalardan veya bir babadan olurlarsa, surenin son ayetinde belirtilen
"Erkeğe İki dişinin payı kadar" kuralı uyarınca mirası alırlar.
İster erkek, İster kız olsunlar altıda birlik payları yoktur. Bu hüküm
anneleri bir kardeşleri içindir. Çünkü onlar erkek ya da kız altıda bir
payı farz olarak alıyorlar, asabiyet yoluyla değil. Asabiyet, farz kılınanlardan
sonra mirasın tümünü veya artan kısmını almaktır.
Sayıları
ve cinsleri ne olursa olsun. Benimsenen görüşe göre hepsi de eşit olarak
mirastan üçte bir pay alırlar. Ancak bu üçte birlik paydan "erkeğe
iki dişinin payı kadar" kuralınca yararlanırlar görüşü de
mevcuttur. Ancak birincisi daha açıktır. Çünkü bu bizzat ayetin erkek ve
dişiyi eşitlediği ilkeye daha uygundur. "Onlardan her birisi için altıda
bir pay vardır."
Anneleri
bir olan kardeşlerin durumu -bu yüzden- geri kalan varislere karşı değişiklik
arz eder.
Birincisi,
erkekleri ve dişileri mirasta eşittirler.
İkincisi,
ölü ve kelâle (çocuğu ve babası bulunmayan) almadığı sürece, onlar
varis olamazlar. Baba, dede, çocuk ve çocuğun çocuğu ile beraber varis
olamazlar.
Üçüncüsü,
erkek ve dişileri ne kadar çok olsa bile bunların mirastaki payı üçte
birin üzerine çıkmaz.
"Eğer
kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasının üçte biri hiçbirine haksızlık
yapılmaksızın kardeşlerine bölüştürülür."
Burada
adalet ve iyiliğe dayanması için vasiyyetin varislere zarar vermesinden sakındırma
yer almaktadır. Bununla beraber borç vasiyyetten önceliklidir. Her ikisi de
daha önce dediğimiz gibi varislerden önce gelir.
Sonra
-birinci ayette olduğu gibi- ikinci ayette de bir sonuca bağlama yer almaktadır
"Bu
hükümler size Allah tarafından emredilmiştir. Allah herşeyi bilir ve kullarına
karşı yumuşaktır."
Bu
sonucun tekrarlanması güçlendirmek ve iyice yerleştirmek amacına yöneliktir.
Bu farizalar, "Allah'tan birer vasiyyettir". Ondan kaynaklanmaktadırlar.
Ve sonuçta ona döneceklerdir. Hevadan kaynaklanmadıkları gibi hevaya da
uymazlar. Bir bilgiden kaynaklanmışlardır. Bunlara uymak zorunludur. Çünkü,
kanun koyma ve rızıkları dağıtma hakkına tek başına sahip bir kaynaktan
gelmişlerdir. Bunları kabul etmek gerekir, çünkü gerçek ve doğru bilgiye
tek başına sahip bir kaynaktan doğmaktadırlar.