ALLAH'IN
HUDUDU
İslâm
inancının temel ilkenin üst üste pekiştirildiğini, ısrarla vurgulandığını
görüyoruz. Emirleri ve yasaları sırf yüce Allah'tan alma ilkesinin yani.
Bunun tersi küfürdür, yüce Allah'a baş kaldırmaktır, bu dinin çerçevesi
dışına çıkmaktır.
İşte
miras paylarına, miras buyruklarına ilişkin bir uyarı niteliğini taşıyan
ve bu payları, bu buyrukları "Allah'ın sınırları" diye tanımlayan
şu iki ayet, bu temel ilkeyi zihinlere işlemeyi amaçlıyor. Okuyalım:
13-
Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat
ederse Allah onları içinde ebedi olarak kalacakları, altlarından ırmaklar
akan Cennetlere yerleştirir. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.
14-
Buna karşılık kim Allah'a ve Peygamber'e karşı gelir, O'nun çizdiği sınırları
aşarsa Allah onu, içinde ebedi olarak kalmak üzere Cehennem'e atar. Onun için
onur kırıcı bir azap vardır.
Yüce
Allah'ın bilgisi ve hikmeti uyarınca ortaya koyduğu gerek ailenin iç ilişkilerini
ve gerekse toplumun ekonomik ve sosyal ilişkilerini düzenlemek için önerdiği
bu yasalar, bu hükümler "Allah'ın sınırları"dırlar. Bu ilişkilerde
son çözüm yolu olsunlar, miras bölüşümünün bağlayıcı kararlarını
oluştursunlar diye yüce Allah tarafından belirlenmiş sınırlardır.
Bu
konuda yüce Allah'a ve Peygamberimize uymanın zorunlu sonucu "İçinde sürekli
kalınacak olan Cennet" ile "Büyük kurtuluş, büyük başarı"dır.
Buna karşılık bu sınırları çiğneyerek yüce Allah'a karşı gelmenin
zorunlu sonucu da "İçinde sürekli kalınacak Cehennem" ile
"Onur kırıcı, utandırıcı azap"tır.
Niçin?
Evet, niçin miras hukuku gibi alanı sınırlı bir yasal düzenlemede, hatta
bu hukukun ayrıntılı bir hükmünde, ayetin deyimi ile "Allah'ın sınırlarının"
belirli bir çizgisindeki itaatin ya da karşı gelmenin zorunlu sonuçları bu
kadar ağır, bu kadar dramatik oluyor?
Meselenin
içyüzünü, derine inen kökünü bilmeyenlere bu zorunlu sonuçlar, karşılıkları
olan eylemlerden ve davranışlardan daha ağır gelebilir.
Bu
meseleyi bu surenin ileride okuyacağımız birçok ayeti açıklıyor. Surenin
ana hatlarını tanıtan giriş bölümünde bu ayetlere değinmiştik. Bu
ayetler dinin anlamını, imanın şartını ve İslâm'ın tanımını açıklayan
ayetlerdir. Fakat miras ayetlerinin arkasından gelen, uyarı amaçlı bu iki önemli
ayetten söz etmişken bu meseleye şimdiden kısaca değinebiliriz. Şöyle ki:
Gerek
bu dinin -yani İslâm dininin- ve gerekse tarihin şafağından itibaren insanlığa
gelmeye başlayan bütün peygamberlerin getirdikleri ilahi dinlerin açısından
temel şudur: İlahlık yetkisi kimindir? Şu insanların Rabbi olma yetkisi
kime aittir?
Bu
sorunun iki zıt, iki alternatif cevabı vardır. Bu dinle ilgili herşey, tüm
insanlar ile ilgili herşey bu iki cevaba dayanır, bu iki cevabın bağlayıcı
sonucu olarak ortaya çıkar.
Evet,
ilahlık yetkisi kimindir, Rabb olma yetkisi kime aittir?
Cevaplardan
birincisine göre bu yetki sırf yüce Allah'a aittir, yaratıklardan hiçbirinin
bu yetkide zerre kadar payı yoktur. İşte bu İslâm'dır, işte bu imandır,
işte bu dindir.
İkinci
cevaba göre bu yetki yüce Allah ile bazı yaratıkları arasında ortaktır,
ya da bütünüyle bazı yaratıkların tekelindedir. Bu ise ya şirktir,
Allah'a ortak koşmaktır, ya da açık küfürdür.
Ya
ilahlığın ve Rabblığın sırf yüce Allah'ın tekelinde olduğuna inanılır.
Bu inanç kulların sırf Allah'a bağlanmaları, tek olarak Allah'a kul olmaları,
tek Allah'a itaat etmeleri, ortağı olmayan tek Allah'ın hayat sistemine
uymaları anlamına gelir. Bu durumda İnsanların hayat sistemini tek başına
yüce Allah belirleyecek, insanların uygulayacakları temel yasaları tek başına
yüce Allah koyacak; insanların değer yargılarını, hayat pratiklerini ve
sosyal kurumlarını yine tek başına yüce Allah dikta edecektir. Yüce Allah'ın
dışında hiçbir kişinin ya da hiçbir grubun bu yetkide payı yoktur. İnsanların
bu alanda getirecekleri yasal düzenlemeler, mutlaka yüce Allah'ın temel
yasalarına dayalı olmak zorundadır. Çünkü bu yetki ilahlığın, Rabblığın
gereğidir; onun kendine has niteliklerinin bariz ve dolaysız göstergesidir.
Ya
da bu yetki yüce Allah'ın yarattıklarından birine yakıştırılacak, söz
konusu yetkinin bu yaratık tarafından ya yüce Allah ile ortak biçimde ya da
tek başına kullanıldığına inanılacaktır. Bu ise insanların yüce
Allah'tan başkasına bağlanmaları, yüce Allah'tan başkasına kul olmaları
ve yüce Allah'tan başkasına itaat etmeleri demektir. Bu da yüce Allah'ın
kitabına, yüce Allah'ın otoritesine dayanmayan, başka ilham kaynaklarına
dayanan ve yetkilerini bu "başka" ilham kaynaklarından alan birtakım
insanlar tarafından ortaya konmuş sistemlere, düzenlere, hukuki düzenlemelere
ve değer yargılarına uyma biçiminde ortaya çıkar. Bundan dolayı bu
durumda ortada ne din, ne iman ve ne de İslâm vardır. Ortada olan şey kâfirliktir,
fasıklıktır, müşrikliktir, yüce Allah'a baş kaldırmadır.
İşte
"mesele" bütün gerçekliği ve yalınlığı ile budur. Bundan dolayı
yüce Allah'ın sınırlarını birtek meselede çiğnemek ile O'nun şeriatına
karşı baş kaldırmak arasında fark gözetilmemektedir. Çünkü bu açıdan
bakınca o bir tek mesele de dindir, şeriatın tümü de dindir. Önemli olan
insanların yaşama tarzları konusunda hangi ilkeye dayandıklarıdır. Acaba
bu temel ilke ilahlık ve Rabblık yetkisine -bütün karakteristik nitelikleri
ile- sırf yüce Allah'ın tekeline mi dayandırmaktadır. Yoksa ya bu yetki yüce
Allah ile bazı kulları arasında bölüştürülmekte ya da sırf o kullara
tanınarak kulun kula kulluğuna mı inanılmaktadır. Önemli olan bu
ilkelerden hangisinin benimsendiğidir. Yoksa insanların bu dinden olduklarını
iddia etmeleri, hayatlarının pratik uygulamaları ile değil de sırf dilleri
ile müslüman olduklarını ileri sürmeleri değildir!
Miras
paylarının yasal mirasçılara bölüştürülmesi konusunda bir yandan
Allah'a ve Peygamberimize itaat etmekle altlarından ırmaklar akan ve içlerinde
sürekli kalınacak Cennetler arasında ve bir yandan da Allah'a ve
Peygamberimize karşı gelmekle süresiz ve onur kırıcı Cehennem azabı arasında
ilişki kuran yukardaki iki uyarı amaçlı ayet, işte bu büyük gerçeğe işaret
ediyor.
Yine
bu büyük gerçek bu suredeki diğer birçok ayetin ana fikrini oluşturmakta,
bu ayetlerde tartışmaya, zorlamalı yorumlara açık kapı bırakmadan, açık
ve kesin bir ifade ile dile getirilmektedir.
Ayrıca
bu gerçeği yeryüzünde kendini müslüman sayan herkesin son derece belirgin
bir şekilde kavraması gerekir. Böylece herkes müslümanlık nerede kendisi
nerede; bu din nerede, yaşama tarzı nerededir bunu açıkca görmelidir.
Şimdi
burada İslâm'ın mïras sistemi konusunda birkaç kısa söz söylememiz
gerekir. Bu söyleyeceklerimizi "Erkekler kazançlarından pay aldıkları
gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar" ilkesi ile "Allah
size erkeklere, kadınlarınkinin iki katı kadar pay vermenizi emreder"
ilkesini ortaya koyarken söylediklerïmize eklemek gerekir.
Bu
miras sistemi hem insan fıtratının ve hem de bütün yönleri ile aile düzeninin
ve insanlık hayatının gerçekleri ile uyumlu bir sistemdir. Eğer biz bu
sistemi, gerek eski ve gerekse modern cahiliye dönemlerinde ve dünyanın
herhangi bir yerinde uygulanan miras sistemi ile karşılaştırırsak bu gerçeği
açıkça görürüz.
Bu
sistem aile-içi sosyal dayanışmayı tam anlamı ile göz önüne alır. Bunun
sonucu olarak miras paylarını, ailedeki herkesin bu sosyal dayanışmadaki
sorumluluk payına göre dağıtır. Meselâ ölenin ana-babası gibi miras
payları belli yakınlardan sonra yakın akrabalara (asabe) öncelik tanınıyor.
Çünkü bu yakın akrabalar, adamın geçim yükünü üstlenme konusunda da öncelikle
sorumlu oldukları gibi eğer bir adam öldürme olayı meydana gelirse onun adına
Diyeti ve diğer para cezalarını ödeyecek olanlar da onlardır. Demek oluyor
ki, bu sistem kendi içinde bütünlük yansıtan, uyumlu bir sistemdir
Bu
sistem insanlık ailesinin bir tek kişiden türeyip oluştuğu ilkesini de göz
önünde tutar. Bunun sonucu olarak kadını ve çocuğu, sırf kadın ve çocuk
oldukları için mirastan mahrum etmez. Çünkü bu sistem -biraz önce değindiğimiz
gibi- pratik yararları göz önünde tuttuğu gibi insanlığın bir kişide
birleştiği ilkesini de göz önünde bulundurur. Bu ilkeye bağlı olarak
insanlar arasında cinsiyet farkı gözetmez, yalnız aile-içi ve sosyal dayanışmadaki
yükümlülük paylarının gerektirdiği farklılıkları hesaba katar.
Bu
sistem genel anlamda hayat olgusunun karakterini ve özel anlamda insan fıtratının
yapısını göz önüne alarak miras bölüşümünde genç kuşağa öncelik
tanır, onu yaşlı kuşağın ve diğer akrabaların önüne çıkarır. Çünkü
genç kuşak, devamlılığın ve türü korumanın canlı aracıdır. Bundan
dolayı canlılık ve hayat olgusunun bakış açısı ile önem önceliği hakkına
sahiptir. Bununla birlikte bu sistem, ne yaşlı kuşağı ve ne de diğer yakın
akrabaları mirastan mahrum tutmuş değildir. Tersine fıtratın köklü mantığı
uyarınca bunların her birine pay ayırmıştır.
Genel
olarak bütün canlılar, özellikle insanlar soyları ile ilişkilerinin
kopmamasını, yeni kuşakların varlığında, devamlılık kazanmayı arzu
ederler. Bu sistem, bu içgüdünün istekleri ile atbaşı yürür. Bir ömür
boyu elemeğinden arttırabildiklerini biriktiren insanoğlunu, soyunun bir
birikimden yoksun kalmayacağı, öldüğünde bu mal birikiminin ailesine miras
olarak kalacağı güvencesi ile tatmin eder. Bu güvence insanoğlunu daha çok
çalışmaya sevk eder. Bu şevkle birkaç katına çıkabilecek olan alın teri
ürünlerinden aslında bütün toplum yararlanmış olur. Üstelik bu sistemin
önerdiği yaygın, sağlıklı ve somut sosyal dayanışma ilkesi zedelenmez.
Son
olarak bu miras sistemi servetin her genç kuşakla yeniden bölüşülmesini,
kuşaktan kuşağa dağıtıma uğramasını sağlar. Böylece servetlerin sürekli
çoğalarak belirli ellerin tekeline girmesi önlenmiş olur. Oysa mirasın
sadece erkek çocuğa ya da çok sınırlı aile fertlerine geçmesini öngören
sistemler, sözünü ettiğimiz servet tekelciliğini hızlandırmış olurlar.
Bu açıdan bakınca İslâm'ın miras sistemi, ekonomik düzenin yeniden yapılanmasında,
zorlamacı devlet müdahalesine gerek kalmadan bu düzenin dengeye kavuşturulması
hususunda etkin ve sürekli bir araç rolü oynar. Oysa özü bakımından cimri
ve mal tutkunu olan insan tabiatı, sözünü ettiğimiz zorlamacı devlet müdahalesinden
hoşlanmaz. Oysa bu sürekli servet bölüşümü, sık sık yenilenen bu mal dağılımı
insan nefsini rahatsız etmeden, onun direnci ile karşılaşmadan gerçekleşir.
Çünkü bu operasyon onun fıtratı ile, onun cimriliği ile, onun mal tutkunluğu
ile uyumlu bir nitelik taşır. İşte insan nefsine ilişkin yüce Allah'ın şeriatı
ile insan yapısı yasal düzenlemeler arasındaki temel fark budur!
Surenin
birinci bölümünün eksenini şu konular oluşturuyordu: Yetimlerin mallarını
ve kişiliklerini, gerek aile içinde ve gerekse toplum düzeyinde güçlü güvencelere
bağlayarak müslüman toplumun hayatını düzenlemek, bu toplumu cahiliye döneminin
tortularından arındırmak; aile çerçevesinde miras sistemini belirlemek;
gerek yetimler ile ilgili güvenceleri ve gerekse miras sistemini temel kaynağı
olan yüce Allah'ın ilahlığı, O'nun tüm insanların Rabbi olduğu ve tüm
insanları birtek kişiden türetmiş olmasında somutlaşan iradesi ilkesine
dayandırmak; tüm insan toplumunu aile birimine oturtmak ve sosyal dayanışma
ilkesine bağlamak; insanları hayatlarının bütün gelişmelerinde yüce
Allah'ın sınırlarına bilgisine ve hikmetine havale etmek; insanların bütün
davranışlarına, itaat ya da baş kaldırma anlamına gelen niteliklerine göre
karşılık biçmek.
Surenin
ikinci bölümünde de ağırlıklı olarak yine müslüman toplumun hayatını
düzenleme, bu toplumu cahiliye dönemi tortularından arındırma çabası sürdürülüyor.
Bu amacı gerçekleştirmek üzere şu konuların işlendiğini görüyoruz:
Toplumu fuhuştan arındırmak, içine sızan kirli unsurları, yani vücudlarına
fuhuş mikrobu bulaşmış erkek ve kadınları ayıklamak; bu arada bu mikroplu
unsurlar içinde tevbe edip uslanarak temiz ve namuslu insanlar sıfatı ile
topluma dönmek isteyenlere tevbe kapısını açık tutmak; cahiliye döneminde
pençesi altında kıvrandığı aşağılamadan, horlanmışlıktan, baskıdan
ve zulümden kurtararak aileyi sağlıklı ve sarsılmaz bir temele oturtmak, böylece
aile esasına dayanan topluma sağlam, temiz ve iffetli bir altyapı sağlamak;
son olarak da şeriat açısında yasak olan evlilikleri belirleyerek ve bu sınırlı
yasaklar dışında kalan evliliklerin serbest olduğunu ilan ederek aile hayatının
son derece önemli bir yönünü düzene bağlamak.
Bu
açıklama ile hem surenin bu ikinci bölümü, hem de bu cüz sona eriyor.
Şimdi
bu bölümün ilk iki ayetini okuyalım:
15-
Zina suçu işleyen kadınlarınızın aleyhinde dört kişinin şahitliklerine
başvurunuz. Eğer dört kişi aleyhte şahitlik ederse o kadınları, ölünceye
kadar ya da Allah kendileri hakkında başka bir yol gösterinceye kadar
evlerinizden dışarı salmayınız.
16-
Zina suçu işleyen çiftin her ikisini de eziyetli cezaya çarptırınız.
Fakat eğer tevbe eder de uslanırlarsa artık yakalarını bırakınız. Çünkü
Allah tevbeleri kabul eder ve merhametlidir.
ZİNA
İslâm
burada toplumu arındırıp pis unsurlardan temizleme amacı güden yoluna devam
ediyor. Bunun için ilk önce zina suçu işledikleri kesinlikle ispatlanan fahişe
kadınları izole edip toplumdan uzaklaştırıyor. İkinci adım olarak da
aralarında Hz. Lût kavminin yaptığı türden sapık cinsel ilişkiye girişen
homoseksüel erkeklerin eziyetli bir cezaya çarptırılmalarını karara bağlıyor.
Yalnız bu eziyetli cezanın türü ve sınırı belirlenmiyor. Daha sonra zina
suçu işleyen erkek ve kadınları aynı cezada birleştiriyor. "Zina
haddi" diye bilinen bu ceza, Nur suresinde belirlenen biçimi ile sopalama
ve Peygamberimizin hadisinde son şekline kavuşan niteliği ile taşa tutarak
öldürme (recm) cezasıdır. Bu cezaların her ikisinde de güdülen amaç
toplumu pislenmekten, mikrop kapmaktan korumak; onun temiz, iffetli ve şerefli
niteliğini güvenceye bağlamaktır.
İslâm
şeriatı her durumda ve bütün cezalarda gerekli güvenceleri sağlıyor. Öyle
ki, söz konusu güvenceler sayesinde insanların hayatını son derece ciddi
bir şekilde etkileyen önemli cezalarda haksızlık yapılması, hataya düşülmesi,
zayıf ve şüpheli kanıtlara dayanılarak karar verilmesi ihtimali kesinlikle
ortadan kaldırılmış oluyor.
Şimdi
ilk ayeti ele alalım:
"Zina
suçu işleyen kadınlarınızın aleyhinde içinizden dört erkeğin şahitliğine
başvurunuz. Eğer dört kişi aleyhde şahitlik ederse o kadınları ölünceye
kadar Allah kendileri hakkında başka bir yol gösterinceye kadar evlerinizden
dışarı salmayınız."
Bu
ayet, son derece büyük bir özen ve ihtiyat içeriyor. Sebebine gelince burada
kendilerine zina cezası uygulanacak olan kadınlar `kadınlarınızın' ifadesi
ile sınırlandırılıyor. Yani bu kadınların "müslüman" olmaları
gerekir. Bunun yanısıra zina suçunun işlendiğini kanıtlamak üzere şahitliklerine
başvurulacak olan erkekler de "içinizden olan dört erkek" ifadesi
ile sınırlandırılıyor. Yani şahitlerin de "müslüman" olmaları
gerekir. Bu ayete göre zina suçu kanıtlandığı takdirde kimlerin zina cezasına
çarptırılabilecekleri ve bu suçun işlendiğini kanıtlamak üzere kimlerin
şahitliğine başvurulabileceği kesinlikle belirlenmiş oluyor.
İslâm,
zina işleyen müslüman kadınların bu suçunu kanıtlamak üzere müslüman
olmayan erkeklerin şahitliğine başvurmaz. Bunun yerine dört müslüman erkeğin
şahitlik etmesini şart koşar. Bu dört şahidin "sizden" olmaları
gerekir. Yani bu müslüman toplumun öz üyeleri olacaklardır. Bu toplumda yaşayacaklar,
İslâm şeriatına boyun eğmiş olacaklar, İslâm'ın yönetim mekanizmasına
itaat edecekler, İslâm toplumunun meseleleri ile yakından ilgili olacaklar,
bu şeriatte nelerin ve kimlerin yeri olduğunu yakından bilecekler.
Bu
konuda müslüman olmayanların şahitlikleri geçerli değildir. Çünkü müslümanların
ırzı, İslam'ın güvenlik ve takva titizliği konularında onlara güvenilemez.
Üstelik bu toplumun temiz ve iffetli olması, orada adaletin geçerli olması
hususunda onların ne yararları ve ne de gayretleri söz konusudur. Şahitlikle
ilgili güvenceler, zina hükmü değiştikten ve bu konuda sopalama ile taşa
tutarak öldürme cezaları yürürlüğe girdikten sonra da hiçbir değişikliğe
uğramaksızın geçerliliklerini korumuşlardır. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Eğer
dört kişi aleyhte şahitlik ederse o kadınları evlerinden dışarı salmayız."
Yani
bu kadınlar toplumun içine girmesinler, onu kirletmesinler, evlilik yapmasınlar,
diğer toplumsal faaliyetlere katılmasınlar.
"Ölünceye
kadar..."
Hayatlarının
sonuna kadar evlerindeki tutukluluk halleri devam etsin.
"Ya
da Allah kendileri hakkında başka bir yol gösterinceye kadar..." Yani ya
Allah onların durumlarını, konumlarını değiştirinceye, ya suçlarına başka
bir ceza biçinceye ya da haklarında dileyeceği herhangi bir başka uygulama
buyuruncaya kadar. Bu ifade zina suçu ile ilgili bu hükmün nihaî ve sürekli
olmadığını, belirli bir döneme ve toplumun belirli şartlarına ilişkin,
geçici bir hüküm olduğunu, ilerde kesin ve kalıcı bir hükümle yer değiştireceğini
ima eder niteliktedir. Nitekim daha sonra bu ihtimal gerçekleşti ve Nur
suresindeki bir ayet ile Peygamberimizin bir hadisine bağlı olarak bu hüküm
değişti. Fakat -az önce belirttiğimiz gibi- tahkikat aşamasına ilişkin güçlü
güvenceler aynen geçerli kaldı.
İmam
.Ahmed b. Hanbelî'nin Muhammed b. Cafer, Said, Katade, Hasan ve Hıtan b.
Abdullah Rakkaşı yolu ile bildirdiğine göre bu konu ile ilgili olarak
sahabilerden Ubade b. Samit şöyle diyor; Peygamberimize vahiy geldiğinde O,
bu olaydan etkilenir, tedirgin olur ve çehresinin rengi değişirdi. Birgün yüce
Allah tarafından 'kendisine yeni bir vahiy gelmişti. Cebrail yanından ayrılarak
göğe uçtuktan sonra Resulullah bize dönerek şöyle buyurdu:
"Dinleyin
beni. Allah zina işleyen kadınlar hakkında `başka bir yol' gösterdi. Evli
erkeğin evli kadın ile ve bekar erkeğin bekar kadınla işleyeceği zinalar
hakkında. Evlilerin cezası yüz değneklik dayak ile taşa tutularak öldürülmek;
bekarların cezası ise yüz değneklik dayak ile bir yıllık sürgündür."
Aynı
hadisin Müslim ve Eshabussunen tarafından kaydedilen ve Katade, Hasan, Hıtan
ve Ubade b. Samit yolu ile Peygamberimize dayandırılan rivayetinde hadisin sözleri
şöyledir:
"Dinleyin
beni. Allah zina suçu işleyen kadınlar hakkında `başka bir yol' gösterdi.
Bekâr erkek ile bekâr kadın arasında işlenen zina suçunun cezası yüz değneklik
dayak ile bir yıl sürgündür. Evli erkek ile evli kadın arasında işlenen
zinanın cezası ise yüz değneklik dayak ile taşa tutularak öldürülmek(recm)dir."
Öte
yandan bu konuda elimize Peygamberimizin fiili uygulamasını gösteren belge de
vardır. Müslim'in kaydettiğine göre Peygamberimiz, Maiz ve Gamidiye
kabilelerine mensup iki zina suçlusu kadını "taşa tutarak öldürme
cezasına çarptırmış, ayrıca onlara yüz sopa vurdurmuştur". Ayrıca
zina suçlusu bir yahudi çift hakkında verdiği hükümde de bu çiftin taşa
tutularak öldürülmelerini kararlaştırmış, bunun dışında kendilerine yüz
sopalık dayak cezası vermemiştir.
Peygamberimizin
bu fiili uygulamaları, bu cezaların bu konudaki en son hüküm olduğunu gösterir.
Ayetleri
okumaya devam ediyoruz:
"Zina
suçu işleyen çiftin her ikisini de eziyetli cezaya çarptırınız. Fakat eğer
tevbe eder de uslanırlarsa artık yakalarını bırakınız. Çünkü Allah
tevbeleri kabul eder ve merhametlidir."
Tefsir
bilginleri arasında en çok taraftar bulan yoruma göre bu ayetteki "zina
suçu işleyen çift" deyiminden maksat birbirleri ile sapık cinsel ilişki
kuran iki eşcinsel (homoseksüel) erkektir. Bu, sahabilerden Mücahid'in görüşüdür.
Öte yandan İbn-i Abbas Said b. Cubeyr ve daha bazı tefsir bilginleri ayetin
"Onlara eziyetli ceza veriniz" cümlesini "Onlara hakaret ediniz,
onları kınayınız ve kendilerini nalınlarınız (takunyalarınız) ile dövünüz"
şeklinde açıklamışlardır. Devam ediyoruz:
"Eğer
tevbe eder uslanırlarsa artık yakalarını bırakınız."
İlerde
anlatacağımız üzere tevbe; kişilik, yapı, istikamet, izlenen yol, tutum ve
davranış alanlarında köklü bir değişimin göstergesidir. Bundan dolayı
ceza uygulamasını durduruyor. Bu anormal sapıklar tevbe edip iğrenç suçlarından
vazgeçtiklerini belirtince müslüman toplumun eli de yakalarını bırakıveriyor.
Tabii ki, bu "yaka bırakma" emri sadece bu konu ile sınırlıdır,
yani bu sapıklara uygulanan eziyet verici cezaya son verilecektir.
Şimdi
de şu tatlı esprili ve derin anlamlı sonuç cümlesini okuyalım:
"Çünkü
Allah tevbeleri kabul eder ve merhametlidir."
Söz
konusu cezayı koyan O olduğu gibi tevbe ve uslanma durumunda bu ceza uygulamasını
durdurmayı emreden de O'dur. İşlemin ne ilk aşamasında ve ne de son aşamasında
insanların hiçbir inisiyatifi yoktur. İnsanlar sadece yüce Allah'ın yasasını,
direktifini uyguluyorlar, o kadar. O "Tevvab" ve "Rahim"dir.
Yani tevbeleri kabul eder ve tevbe edenlere karşı merhametli davranır.
Bu
imalı (dolaylı anlatımlı) cümlenin bir başka nazik mesajı da kalpleri yüce
Allah'ın ahlâkın gereklerine göre düzenlemeye özendirmektir. Madem ki
"yüce Allah tevbeleri kabul eder ve merhametlidir" buna göre O'nun
kulları vaktiyle işlenmiş, fakat sonradan tevbeye ve uslanmaya bağlanmış
suçlar, günahlar karşısında birbirlerine karşı hoşgörülü ve
merhametli olmalıdır. Bu tutum suçu hoş görme ve fuhuş günahı işleyenlere
acıma anlamına gelmez. Böyle bir durumda hoşgörü ve merhamet söz konusu
değildir. Hoşgörü ve merhamet tevbe eden, uslanan, suçundan arınan mahkûmlara
karşı gösterilecektir. Bunlar yeniden topluma kabul edilecek, kendilerine geçmişleri
hatırlatılmayacak; tevbe ederek bir yana bıraktıkları, arındıkları ve
arkasından iyi hal gösterdikleri eski günahları yüzünden kınanmayacaklardır.
Tersine bu durumda eski suçlarını unutarak yeniden temiz, pak ve onurlu bir
hayata girme hususunda yardımcı olmak gerekir. Bunun tersine eğer toplum bu
adamların suçunu ikide bir yüzlerine vuracak olursa bundan dolayı içlerinde
eziklik duygusu, suçluluk kompleksi oluşur. Bu da onların tevbelerini bozarak
tekrar ve inatla eski suçlarını işlemeye yönelmelerine, böylece hem dünyalarını
hem de ahiretlerini mahvetmelerine, aynı zamanda yeryüzünde fesad çıkarmalarına,
çevrelerini kirletmelerine ve toplumdan öç almaya kalkışmalarına yol açabilir.
Eşcinsellere
ilişkin bu hüküm de sonradan değişikliğe uğramıştır. Nitekim
Eshabussunen adlı hadis kâynağının Abdullah b. Abbas'a dayandırarak
kaydettiğine göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bu konuda şöyle
buyuruyor:
"Lût
kavminin pis işini yapanları görürseniz düzeni de düzdüreni de öldürünüz."
Bu
hükümler İslâm sisteminin müslüman toplumu fuhuştan ve sapık cinsel ilişkiden
arındırma konusuna ne kadar büyük bir önem verdiğini açıkça kanıtlar.
Bu yoğun ilgi, oldukça erken bir tarihten itibaren kendini gösterir. İslâmiyet
bu alandaki duyarlılığını göstermek için Medine'de devlet kuracağı, yüce
Allah'ın şeriatına dayalı bir otoriteye sahip olacağı ve bu şeriatı yürürlüğe
koyacağı günü beklememiştir. Çünkü zina yasağı her ikisi de Mekke döneminde
inen "İsa" ve "Müminun" surelerinin aşağıdaki
ayetlerinde gündeme gelmiş ve daha sonra aynı yasak "Mearic"
suresinde tekrar vurgulanmıştır:
"Sakın
zinaya yaklaşmayınız. Çünkü iğrenç bir suç ve son derece kötü bir
yoldur. (İsra suresi; 32)
"Müminler
kesinlikle kurtuluşa ermişlerdir.. Onlar eşleri ve cariyeleri dışında
kalan herkese karşı mahrem yerlerini korurlar. Bu iki durumda ayıplanmaları
söz konusu değildir." (Müminun suresi; 6)'
Fakat
İslâm'ın Mekke'de devleti yoktu, yürütme gücü yoktu. Bundan dolayı daha
ilk günlerinde yasakladığı bu suça herhangi bir ceza biçmemişti. Ama
Medine'de devletini kurup yürütme gücüne sahip olunca iş değişti. Artık
bu suça, bu suçùn toplumu kirletmesine karşı vermiş olduğu mücadelede
sadece yasaklamaları ve direktifleri yeterli görmedi. Sebebine gelince İslâm
gerçekçi bir dindir. Sadece yasaklamaların ve direktiflerin yeterli olmayacağını
da iyi bilir. Ayrıca dinin, insanların pratik hayatlarının dayandığı bir
sistem, bir pratik düzen olduğu; sadece vicdanlarda yaşayan gizli duygulardan
ibaret, otoritesiz, yasasız, yordamsız ve anayasasız bir kurum olmadığı
gerçeğinin de farkında ve bilincindedir.
Mekke'de
İslâm inancı bazı kalplere yerleşir-yerleşmez hemen bu kalplere egemen
olan cahiliye kültürü ile mücadeleye girişerek onları temizleyip arındırma
faaliyetine koyuldu. Fakat aynı İslâm Medine'de devletine kavuşarak şeriata
dayalı bir otoriteye sahip olunca, yüce Allah'ın sistemini yeryüzünde
belirli şekilde gerçekleştirme fırsatını elde edince toplumu fuhuştan
koruma amacını gerçekleştirme hususunda -direktif ve öğüt vermenin yanısıra-
yürütme otoritesini, caydırma ve cezalandırma biçiminde kullanmaya başladı.
Çünkü, az önce söylediğimiz gibi, İslâm sadece vicdanlarda barındırılan
saklı inançlardan ibaret değildir, bu inanç sisteminin yanısıra aynı
zamanda inançlarını pratik hayatta yürürlüğe koyan bir devlet
otoritesidir. Başka bir deyimle O, tek ayak üzerinde duran topal bir sistem değildir.
Aslında
bazı zihinlerde kökleşen saplantılı yanılgının tersine, yüce Allah katından
gelen bütün dinler böyledir. Sözünü ettiğimiz saplantılı zihinlerin,
bazı semavi dinlerin şeriatsız, sosyal düzensiz ve otoritesiz olarak
geldikleri yolundaki iddiaları asılsızdır. Asla böyle birşey yoktur. Din,
hayat sistemidir, uygulamaya dönük bir pratik düzendir. Dinde insanlar sadece
yüce Allah'a inanıp bağlanırlar, yönlendirici ilkelerini sırf yüce
Allah'tan alırlar. İnançla ilgili düşüncelerini yüce Allah'tan aldıkları
gibi gündelik hayatlarını düzenleyen yasal hükümlerini de yine O'ndan alırlar.
Bu yasal ilkelere dayanan devlet otoritesi yürütme gücünü kullanarak bu
yasal hükümleri insanların hayatında yürürlüğe koyar, bu hükümleri çiğneyenleri
koğuşturarak cezaya çarptırır, toplumu cahiliye kültürünün
pisliklerinden korur. Böylece insanların sırf yüce Allah'a inanıp bağlanmalarını,
yüce Allah'ın dininin bütünüyle egemen olmasını sağlar. Yani dinin
egemen olduğu ortamda şu ya da bu görüntü altında Allah'ın dışında başka
ilahlar bulunmaz. Bu sistemde insanlar için kanun koyan, insanlar için değer
yargıları ve kriterler üreten, hukuk sistemleri ve kurumlar ortaya süren başka
ilahlara yer yoktur. Bütün bu fonksiyonları yerine getiren merci tek başına
yüce Allah'tır. Buna göre eğer herhangi bir kul bu alanlarda herhangi bir
yetkinin sahibi olduğunu iddia ederse aslında insanların önünde ilahlık
iddiasında bulunmuş olur. Oysa yüce Allah'tan gelen hiçbir dinin herhangi
bir insanın ilah olmasına, bu yolda bir iddia ile ortaya çıkmasına ve bu
anlama gelecek bir girişimde bulunmasına hoşgörü ile bakması beklenemez.
Bundan dolayı yüce Allah katından gelen hiçbir dinin sırf vicdani inançlar
getirmesi, pratik şeriattan ve bu şeriatı yürürlüğe koyacak devlet
otoritesinden gönüllü olarak uzak kalmayı kabul etmesi söz konusu değildir.
İşte
İslâm bu ilke uyarınca Medine'de gerçek varlığını ortaya koymaya
koyuldu; yasama, yürütme, kavuşturma ve cezalandırma yolu ile toplumu
pisliklerden arındırmaya girişti. Bu girişimini bu surenin bazı seçilmiş
ayetlerinde örneklerini gördüğümüz hükümleri yolu ile pratiğe yansıttı.
Gerçi bu hükümlerin bir bölümü daha sonra değişikliğe uğradı ve yüce
Allah'ın iradesi uyarınca bu değişiklikler süreklilik kazandı.
İslâm'ın,
toplumu fuhuştan arındırmak ve her yolu kullanarak ona karşı ısrarlı bir
mücadele yürütmek hususundaki elle tutulur gayreti süpriz olarak karşılanacak,
şaşılacak bir şey değildir. Çünkü dünyanın her tarafını etkisi altına
alan günümüz cahiliye uygarlığında da açıkça gördüğümüz gibi, her
dönemdeki cahiliye uygarlıklarının en başta gelen özelliği hiçbir ahlakî
ve kanuni sınır tanımayan bir cinsel anarşi, bir hayvanî başıboşluktur.
Cahiliye toplumları bu kural tanımaz, anarşik cinsel ilişkileri "kişisel
özgürlüğün" vazgeçilmez göstergelerinden biri olarak kabul ederler
ve bu sapık ilişkilere karşı çıkanları hemen onları önlemeye gayret
edenleri bağnazlık ve dar kafalılık damgası ile damgalarlar.
Cahiliye
toplumlarının mensupları bütün "insani" özgürlükleri konusunda
hoşgörü gösterirler, fakat bu "hayvani" özgürlükleri konusunda
hiçbir musamahaya, hiçbir uzlaşmaya yanaşmazlar. Bütün insani özgürlüklerinden
vazgeçebilirler, onların tümünü gözden çıkarabilirler, fakat bu hayvani
özgürlüklerini düzene bağlamak, iğrençliklerden arındırmak isteyenlere
karşı birer yırtıcı kaplan kesilirler.
Cahiliye
toplumların bütün kurumlarını elbirliği ile ahlaki engelleri yıkmaya uğraşırlar,
insan vicdanındaki fıtrî kuralları yozlaştırmaya çalışırlar, hayvanî
ihtirasları şirin gösterme ve bu ihtiraslara masum yaftalar yakıştırma yarışındadırlar,
değişik yollardan cinsiyet içgüdüsünün ateşini patlatmaya ve bu içgüdüyü
kuralsız pratik boşalmaya itmeye uğraşırlar, aile ve toplum denetimini zayıflatmak
için ellerinden ne gelirse yaparlar, çıplak ihtiraslar karşısında tiksinti
duyan sağlıklı fıtrî duyguları her fırsatta aşağılarlar, buna karşılık
bu iğrenç ihtirasları; içgüdüsel, bedenî ve doyumsal çıplaklığı yüceltme,
alkışlama konusunda hiçbir fırsatı kaçırmazlar.
Bütün
bunlar İslâm'ın gerek insanların duygularını ve gerekse toplumları pençesinden
kurtarmak üzere geldiği gerici cahiliye zihniyetinin başta gelen
karakteristik özellikleridir. Bunlar tıpatıp her cahiliye uygarlığının,
her cahiliye toplumunun ortak özellikleridir Arap cahiliye toplumunda yetişen
ünlü İmrulkays'ın şiirlerini inceleyenler bu şiirlerin benzerlerini eski
Yunan'ın ve eski Roma'nın cahiliye şiirlerinde de bulabilirler. Bunun yanısıra
bu cahiliye şiirlerinin içerdiği motiflerin benzerlerini çağdaş Arap
cahiliye edebiyat sanatında, aynı zamanda bütün çağdaş cahiliye sanat ve
edebiyatlarında da görebilirsiniz. Tıpkı bunun gibi eski ve yeni bütün
cahiliye toplumlarındaki gelenekleri, kadının muptezelleşmesini, şehvet çılgınlığını
ve başıboş kadın-erkek karmalığını gözden geçirirseniz, bu toplumlar
arasında şaşırtıcı bir benzerlik, sıkı bir ilişki olduğunu, bütün bu
hayasızlıkların ortak bir zihniyetten kaynaklandığını ve birbirlerine yakın
sloganlar kullandıklarını görürsünüz.
Oysa
bu tür bir hayvani başıboşluk tarihin her döneminde egemenliği altına aldığı
uygarlığı ve milleti yıkıma sürüklemiştir. Eski Yunan uygarlığının,
eski Roma uygarlığının ve eski İran-Fars uygarlığının başına gelen akıbet
budur. Günümüzün Avrupa ve Amerika uygarlığı da böyle bir çöküşün eşiğindedir.
Bu uygarlıklar endüstri ve teknoloji alanlarındaki bütün baş döndürücü
gelişmişliklerine rağmen hızlı bir gerileme yolundadırlar. Bu durum o
toplumların aklı başında insanlarını paniğe kaptırmıştır. Fakat kendi
sözlerinden de açıkça anlaşılacağı gibi, bu kimselerde bu yıkıma sürükleyici
akıntının önünde duracak güç yoktur.
Bu
hayvanî başıboşluğun evrensel akıbeti bu olduğu halde her dönemin ve her
yörenin cahiliye tutkunları bu uçuruma doğru doludizgin koşarlar. Kimi
zaman bütün "insanî" özgürlüklerini kaybetmeye göz yumdukları
halde bu "hayvani" özgürlüklerinin yolu üzerinde herhangi bir
engelin dikilmesini kesinlikle kabul etmezler. Başka bir deyimle köleler
misali kula kul olmaya razıdırlar, tek bu "hayvanî" başıboşluk
hakkı ellerinden alınmasın!
Aslında
bu başıboşluk bir bağımsızlık, bir özgürlük de değildir. Tersine o
bir hayvansal içgüdü bağımlılığı, bir hayvanlık alemine geri dönüş
akımıdır. Hatta böyleleri hayvanlardan bile daha aşağı düzeydedirler.
Sebebine gelince, hayvan bu konuda kendi fıtratının kanunlarına iradesiz biçimde
bağlıdır. Bu kanunlar cinsel ilişkiyi yılın belirli mevsimleri ile sınırlamışlardır
ve hayvan bu mevsimsel sınırlamaları aşmamaktadır! Yine bu kanunlar
hayvanlar arası cinsel ilişkiyi döllenme ve üreme fonksiyonuna bağlamıştır.
Buna bağlı olarak ne dişi hayvan üreme sezonu dışında erkeğinin cinsel
ilişki amaçlarına yatkınlık göstermekte ve ne de erkek hayvan böyle bir
arzu göstermeyen dişisinin üzerine çullanmaya kalkışmaktadır.
Oysa
yüce Allah insanı aklı ile baş başa bırakmış ve aklını da inancının
denetimine bağlamıştır. insan inancın denetiminden sıyrıldıkça aklı
baskılar karşısında zayıf kalır ve iç yapısında başıboş kalan güdülerini
dizginleyemez duruma düşer. Bundan dolayı içgüdüleri dizgine vuracak bir
inanç olmadıkça, bunun yanısıra kaynağını bu inanca dayandırarak
denetim dışına çıkan azgınları koğuşturup cezalandıracak, böylece
insan denen varlığı hayvanlık çukurundan çıkararak "insanlık"
düzeyine yükseltecek bir otorite, bir devlet gücü bulunmadıkça bu içgüdü
selini kontrol altına almak ve toplumu bu pisliğin mikroplarından arındırmak
imkansızdır.
İnsanlar,
günümüzün cahiliye uygarlığında, inançsız yaşadıkları gibi inanca
dayalı bir otoriteden, bir yürütme gücünden de mahrum yaşıyorlar. Bu yüzden
cahiliye toplumlarının aklı başında insanları feryad ediyor, fakat hiç
kimseden feryatlarına olumlu cevap alamıyorlar. Çünkü hiç kimse arkasında
yürütücü güç bulunmayan, suçları koğuşturup cezalandırmaya gücü
yetmeyen havada uçup giden sözlerden ibaret bir çağrıya kulak asmaz. Öte
yandan kilise ve din adamları da çığlık koparıyorlar, fakat hiç kimse bu
çığlıklara aldırış etmiyor. Çünkü hiç kimse arkasında koruyucu gücü
bulunmayan, direktiflerini ve hükümlerini yürürlüğe koyamayan erime ve
silinme yolunda olan bir inanç sisteminin sesine kulak vermez. Bütün bunların
sonucu olarak insanlık uçuruma doğru doludizgin koşmaktadır. Bu bilinçsiz
koşu sırasında hem yüce Allah'ın hayvana verdiği fıtri dizgininden ve hem
de insan için ortaya koyduğu inanç ve şeriat freninden yoksundur.
Bu
uygarlığın yıkılması, çökmesi kesin bir akıbettir. Çünkü insanlığın
bütün geçmiş tecrübelerinin ortak mesajı budur. Gerçi gerek uygarlığın
kendisi gerekse dayandığı temeller dıştan bakanlara sağlam görünüyor.
Ama, hiç kuşkusuz, bir uygarlığın en önemli temel dayanağı
"insan"dır. İnsan yıkıma uğrayınca uygarlık sırf fabrikaların
ya da bu fabrikalarda üretilen sanayi ürünlerinin üzerinde duramaz.
Bu
derin gerçeği kavradığımız takdirde İslâm'ın ne yüce bir din olduğunu,
insanı mahvolmaktan koruyup köklü insancıl temellere dayalı bir insanî
hayat düzeni gerçekleştirmek amacı ile fuhuşa ağır cezalar öngörürken
ne kadar haklı olduğunu da anlarız. Bu arada fuhşu yücelten, şirin gösteren,
hayvani içgüdülerin bağlarını çözerek bu içgüdüleri ortalığa salan,
sonra da bu içgüdüsel başıboşluğa kimi zaman "sanat" kimi zaman
"özgürlük" ve kimi zaman da "ilericilik" gibi parlak
yaftalar yakıştıran ve böylece insani hayatın temellerini dinamitleyen
sosyal kurumların aslında ne büyük bir cinayet işlediklerini de fark etmiş
oluruz. Oysa insanı mahveden, yıkıma uğratan her girişime, her eyleme
hakettiği adı koymak, yani bu girişimlerin ve bu eylemlerin birer suç, birer
cinayet olduklarını belirlemek gerekir. Sonra da hem nasihatle ve hem de ceza
ile bu suçlara karşı koymak gerekir. İşte İslâm'ın yaptığı da budur.
Bunu böyle yapan, tutarlı ve eksiksiz bir bütün oluşturan sistemi ile
sadece İslâm'dır.
TEVBE
Yalnız,
İslâm, kapılarını günahkâr erkek ve kadınların yüzlerine kapatmıyor,
eğer böyleleri arınmış ve tevbekâr olmuş olarak geri dönmek isterse
bunları toplumdan kovmuyor. Tersine önlerindeki yolu açıyor ve kendilerini
bu yolda yürümeye teşvik ediyor. Bu teşviki, bu özendirmeyi o kadar ileri
boyutlara vardırıyor ki, yüce Allah, bu günahkârların tevbesini samimi
olması şartı ile kabul edeceğine güvence veriyor; bunu kendi yüce sözü
ile sağlama bağlıyor. Bunun ötesinde bir lütuf hiç düşünülebilir mi?
Okuyoruz:
17-
Allah, kötülüğü bilmeyerek işleyip de fazla geç kalmaksızın tevbe
edenlerin tevbelerini kabul edeceğini vaad etmiştir. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi
bilir ve hikmet sahibidir.
18-
Yoksa sürekli kötülük yapıp dururken ölümün eşiğine gelince "Şimdi
tevbe ettim" diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi geçerli değildir.
Biz böyleleri için acı bir azap hazırladık.
Bu
cüzün daha önceki sayfalarında Al-i İmran suresinde geçen "Onlar ki,
bir kötülük işlediklerinde ya da nefislerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak
O'ndan günahlarının affedilmesini dilerler..." ayetini açıklarken
tevbe konusuna değinmiştik. Orada söylediğimiz sözler tümü ile buraya
aktarılabilir. (Al-i İmran suresi; 135) Fakat yukarıdaki ayetler başka bir
amaç taşıyorlar, tevbenin mahiyetinin ve özünün açıklanmasını gündeme
getirmek istiyorlar.
Yüce
Allah'ın kabul edeceği, hatta lutfederek kabul edeceğine ilişkin güvence
verdiği tevbe, yürekten yapılan tevbedir. Böyle bir tevbe pişmanlık
duygusu ile derinden sarsılmış, şiddetli bir ürpertiye tutulmuş, bunun
sonucunda toparlanarak dönüş yapmış, bu dönüşü iyimser arzuların kucağında
ömrünün rahat yıllarını yaşarken yapan, içinde gerçek bir arınma
arzusu duyan ve sahiden yeni bir yola girmeye niyetli olan insan nefsi için bir
tür "yeniden doğuş" anlamına gelir. Okuyalım:
"Allah,
kötülüğü bilmeyerek işleyip de fazla geç kalmadan tevbe edenlerin
tevbelerini kabul edeceğini vaad etmiştir. Hiç şüphesiz Allah herşeyi
bilir ve hikmet sahibidir."
"Bilmeyerek
kötülük işleyenler"den maksat günah işleyenler, suçlulardır. Yalnız
burada sözü edilen "bilmezliğin (cehaletin)" uzun ya da kısa süreli,
fakat canın boğaza dayanacağı ana kadar uzamamış olan bir sapıtma, doğru
yolu şaşırma anlamına geldiğine ilişkin bilginleri arasında hemen hemen görüş
birliği vardır. "Fazla geç kalmadan tevbe edenlerden maksat ise ölecekleri
belli olmadan, henüz komaya girmeden, ölümün eşiğine geldiklerini
hissetmeden önce Allah'a dönenlerdir. Böyle bir tevbe pişmanlık
duygusundan, günahtan sıyrılmak, tan, iyi amel işleyerek geçmiş kötülükleri
telafi etme niyetinden kaynaklanmış kabul edilir. İşte o zaman tevbe insan
nefsi için bir yeniden doğuş, insan vicdanı için bir uyanış olur. İşte:
"Allah
böylelerinin tevbelerini kabul edeceğini vaad etmiştir. Hiç şüphesiz Allah
herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Yani
O'nun bütün tasarrufları bilgiye ve hikmete dayanır. O, zayıf iradeli
kullarına yeniden temiz kullarının saflarına katılma fırsatı tanır. Güvenli
sığınağına ve esirgeyici himayesine kucak atma arzusu gösteren kullarının
asla bu sığınağının surları dışına atmaz.
Yüce
Allah rahmetine yönelen, yaptıklarına pişman olup dergahına sığınmak
isteyen zayıf iradeli kullarını geri kovmaz, dışlamaz. Aslında yüce
Allah'ın onlara ihtiyacı yoktur, yaptıkları tevbenin de O'na sağlayacağı
hiçbir yarardan söz edilmez. Yaptıkları tevbenin yarar görecek olanlar
kendileridir. Böylece hem kişisel hayatları ve hem de içinde yaşadıkları
toplumun hayatı düzene girecek, sağlıklı bir niteliğe kavuşacaktır. İşte
bu gerekçe ile, yüce Allah, onların önünde, tevbe edip arınmışların
saflarına katılmalarının yolunu açık tutaktadır. Fakat:
"Yoksa
sürekli kötülük yapıp dururken ölümün eşiğine gelince `Şimdi tevbe
ettim' diyenlerin tevbesi geçerli değildir."
Çünkü
bu tevbe sapıklığı ısrarla sürdürmüş ve kötülükleri tarafından çepeçevre
kuşatılmış günahlarından mecburiyet altında yaptıkları bir tevbedir.
Artık günah işleme olanağı kalmamış, bütün kötülük işleme fırsatlarını
pervasızca kullandıktan sonra köşeye sıkışmış kimselerin tevbesidir bu
tevbe. Bu yüzden yüce Allah bu tevbeyi kabul etmez. Çünkü böyle bir tevbe
ne kalbin tekrar ıslâh olmasını sağlar ne hayata düzelme, iyileşme
getirir ve ne de kişilikte ve gidişatta olumlu bir değişimin göstergesidir.
Acaba
tevbe niçin kabul olunuyor? Yoldan çıkmışlar ona sığınarak yüce Allah'ın
güvenlik bölgesine geçsinler, şaşkınlık çölünde taban tepmekten
kendilerini kurtarsınlar, şeytanın sancağı altındaki sapıklar sürüsünden
kurtularak insanlık ailesinin onurlu saflarına katılsınlar, böylece eğer
tevbe ettikten sonra ki ömür dilimleri yeterli olursa iyi ameller işlesinler,
yok eğer nerede ve ne zaman çıkageleceklerini bilmedikleri, günü belirli ölüm
kapılarının eşiğinde kendilerini yakalamayı bekliyorsa hiç değilse doğruluğun
sapıklığa karşı üstünlüğünü ilan etsinler diye kabul olunuyor. Devam
ediyoruz:
"Bir
de kafir olarak ölenlerin tevbesi geçerli değildir."
Çünkü
onlarla tevbe arasındaki bütün ipler kopmuş, bütün bağlar kesilmiştir.
Onlar yüce Allah'ın affediciliği ile aralarında varolan bütün fırsatları
kaçırmışlardır. Dahası var:
"Böyleleri
için acıklı bir azap hazırladık."
Yani
bu azabı şimdiden onlar için kotarıp düzenledik. O onları bekliyor. Başkaca
bir hazırlığa, kotarma işlemine ihtiyacı yok.
Görülüyor
ki, ilahi sistem, bir yandan tevbe kapısını ardına kadar açık tutarken öte
yandan da ceza şıkkını ısrarla vurguluyor. Böylece bu eşsiz ilahi
sistemde denge kuruluyor. Bu iki kutuplu denge hayatın pratiği üzerindeki
etkisini meydana getirmekten geri kalmıyor. Bu pratik etkili dengeyi İslâm'dan
başka hiçbir şey ya da yeni sistem kuramaz.
KADIN
Bu
bölümün ikinci konusu kadın meselesidir.
Cahiliye
dönemi Arap toplumunda -çevredeki diğer cahiliye toplumları gibi kadına son
derece kötü muamele edilirdi. Ona insan haklarının hiçbiri tanınmazdı.
Erkeğe göre konumu utanılacak düzeyde düşük tutulurdu. Bu konum insandan
çok bir eşya konumu idi. Bunun yanında toplum kadını bir gönül eğlencesi,
bir zevk aracı olarak kullanıyor, onu erkekleri baştan çıkaran bir fitne
unsuru, bir ayartma faktörü, çıplak ve hayasız bir şehvet aracı olarak başıboşluğun
kucağına atıyordu.
İşte
bu durumda İslâm geldi ve kadını bütün bu olumsuzlukların bataklığından
çıkararak aile yuvası içindeki doğal üstünlüğüne, toplumdaki ciddi rolünün
düzeyine yükseltmeye girişti. Kadının bu onurlu düzeyi, bu surenin ilk
ayetinde açıklanan temel ilke ile uyum halinde idi. Okuyalım:
"Ey
insanlar, Rabbinizden korkunuz. Ki O sizi tek bir kişiden türetti, O tek kişinin
eşini de kendi özünden yarattı, sonra bu çiftten çok sayıda erkek ve kadın
meydana getirerek yeryüzüne yaydı..." (Nisa suresi; 1)
İslâm
bu ilk adımı attıktan sonra evlilik hayatına egemen olan duyguları geri
kalmış hayvanî düzeyden ileri insanlık düzeyine yükseltmeye, bu duygulara
karşılıklı saygı, sevgi, hoşgörü, anlayış ve nezaket rengi vurmaya, bu
duyguları daha ilk sarsıntı ve ilk parlama aşamasında kopmayacak derecede
pekiştirmeye ve güçlendirmeye yöneldi. Okuyoruz:
19-
Ey müminler, akrabalarınızın dul eşlerini zorla nikahlamanız helal değildir.
İspatlanmış bir edepsizlik işlemedikleri sürece kendilerine verdiğiniz
mehrin bir kısmını geri almak amacı ile onlara baskı yapmayınız. Onlara
karşı iyi davranınız. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, biliniz ki; hoşlanmadığınız
birşeyi Allah hakkınızda çok hayırlı kılmış olabilir.
20-
Eğer eşinizi bırakıp başka bir kadınla evlenmek isterseniz önceki eşinize
gayet yüklü miktarda bir mehir vermiş olsanız bile bundan hiçbir şey geri
almayınız. Yoksa kadına iftira atarak ve apaçık bir günaha girerek mi
verdiğinizi geri alacaksınız?
21-
Verdiğinizi nasıl geri alırsınız ki, sizler birbirinizle içli-dışlı
olmuşsunuz ve onlar sizden güçlü bir güvence almışlardır.
22-
Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle babalarınızın evlenmiş olduğu
kadınlar ile evlenmeyiniz. Bu bir edepsizlik, iğrenç bir hareket ve son
derece çirkin bir gelenektir.
İslâm
tarafından içinde debelendikleri bataklıktan kurtarılarak o onurlu düzeye yükseltilmeden
önceki dönemlerinde Araplar arasında şöyle bir gelenek vardı: Herhangi bir
kadın öldüğünde adamın yakın akrabalarına kadın üzerinde öncelik hakkı
tanınırdı. Başka bir deyimle bu kadın, ölen akrabalarının hayvanları ve
diğer malları gibi kendilerine miras kalırdı. İsterse aralarından biri kadınla
evlenir, isterlerse onu everip başlık parasını alırlar -tıpkı hayvan ya
da başka bir mal satar gibi- isterse de onu, fidye ödeyip kendini serbest bıraktırıncaya
kadar evlenmesine izin vermezler, evlerinde tutarlardı.
Yine
aralarındaki bir başka geleneğe göre kadının kocası ölünce adamın
mirası üzerinde yetkili olan en yakın akrabası eve gelir, dul kadının üzerine
elbisesini atardı, böylece hiç kimse o kadına yanaşamaz, adam ona tıpkı
bir haraca, bir ganimet malına konar gibi konardı! Eğer kadın güzelse adam
onunla evlenir, çirkin ise ölünceye kadar yanında tutar, sonra mirasını
yerdi. Bir üçüncü ihtimâlde kadının fidye ödeyerek kendini kurtarması
idi. Yalnız eğer kocası ölen kadın yakayı ele verip başına elbise geçirilmeden
önce davranarak ailesinin yanına kaçarsa bu işlemden kurtulmuş, özgürlüğünü
kazanmış, kocasının mirasçısından paçayı sıyırmış sayılırdı.
Bazı
Araplarda karılarını boşarlar. Fakat arkasından eski eşlerinin sadece
kendi istedikleri erkekle evlenmesi şartını koşarlardı. Bu yükümlülükten
kurtulmak isteyen boşanmış kadın, eski kocasından vaktiyle aldığı başlık
parasının ya tamamını ya da bir bölümünü geri ödemek zorunda tutulurdu.
Bazı
cahiliye Arapları da ölen akrabalarının dul eşini ailesinin küçük yaştaki
bir erkek çocuğu adına alı koyarlardı, zavallı dul kadın bu çocuğun büyümesini
bekleyecek ve yaşı tutunca onun karısı olacaktı.
Bu
arada gözetimi altında yetim bir kız bulunduran kimse, kimi zaman, kızın yaşı
kemâle erince evlenmesine izin vermez, o sıra yaşı tutmayan oğlu adına onu
bekletir, ilerde bu yetimi oğlu ile evlendirerek malına el koyardı.
Cahiliye
döneminde Araplar arasında bunlara benzer daha nice gelenekler vardı. Bu
geleneklerin tümü İslâm'ın kadına, yani insanlığın oluşum kaynağı
olan "tek nefs"in eşine yönelik onurlu bakış açısı ile ters düşüyor,
kadınınki kadar erkeğin de insanlık düzeyini düşürüyor, bu iki cins
arasındaki ilişkiyi mal alım satımı ya da hayvanlar arası ilişkiler düzeyine
indirgiyorlardı.
İşte
İslâm kadın-erkek ilişkilerini bu sıfır-altı çukurdan çıkararak o yüce
ve onurlu düzeye, insan onuruna yaraşır düzeye çıkardı. O insan ki, yüce
Allah ona özel bir şeref bağışlamış, kendisini diğer alemlerin çoğundan
üstün tutmuştur. Şunu hemen vurgulayalım ki, İslâm'ın insana ilişkin düşüncesi,
insan hayatına yönelik bakış açısı o kadar yüksek düzeylidir ki, insanlık
bu düzey yüksekliğine bu saygın kaynak dışında hiçbir yerde rastlamamıştır.
İslâm,
kadının mal ve hayvan gibi miras konusu olmasını yasakladı. Ayrıca kadını
evlenme hakkından yoksun bırakıp evde alıkoymayı, onu mutsuzluğa mahkûm
etme, zararlı duruma düşürme aracı olarak kullanılan bu haksız uygulamayı
da yasakladı. Yalnız zina suçu işleyen kadınlar hakkında böyle bir
uygulamaya izin verdi. O da şimdi bildiğimiz zina haddi, belirleninceye kadar
yürürlükte kaldı: Kadına istediği erkek ile evlenebilme özgürlüğü tanıdı.
Bu özgürlüğü hem ilk evlilikte hem daha sonraki evliliklerde hem bakireler
için hem boşanmışlar için hem de dullar için, kısacası bütün meşru
evlilikler için geçerli saydı. Kadın ile iyi geçinmeyi, kadına karşı iyi
davranmayı erkeğe farz kıldı. Hatta eşlerinden hoşlanmayan erkekleri bile,
bir arada yaşamayı imkansız hale getirecek istisnai durumlar dışında, bu
zorunluğun kapsamı içinde tuttu. Bu durumdaki erkeklere ilk duygusal
reaksiyonlarının etkisi altında kalarak aziz yuvalarını yıkmamayı tavsiye
etti. Böyle yapacakları yerde gayb alemine, yüce Allah'ın bilgisine
dikkatlerini yöneltmelerini, umut bağlamalarını önerdi. Çünkü eşlerini
sevmeyen erkekler ne bileceklerdi. Belki yüce Allah o kadınları kendi haklarında
hayırlı kılmıştı. Bu telkin ile onların soğuk gönüllerine ılık bir
meltemin esintilerini yansıtmıştı. Gerçekten hoşlarına gitmeyen bu eşlerinde
kendileri hesabına hayır gizlenmiş olabilirdi. Eğer ilk duygusal
reaksiyonlarını bastırarak eşleri aralarındaki ortak hayatı sürdürdükleri
takdirde ilerde bu saklı hayr ile karşılaşabilirlerdi.
"Ey
müminler, akrabalarınızın eşlerini zorla nikâhlamanız helâl değildir.
İspatlanmış bir edepsizlik yapmadıkları sürece kendilerine vermiş olduğunuz
mehrin bir kısmını geri almak amacı ile onlara baskı yapmayınız. Onlara
karşı iyi davranınız. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, bilesiniz ki,
Allah hoşlanmadığınız bir şeyi hakkınızda çok hayırlı kılmış
olabilir."
Ayetin
bu son cümlesinin meltemi insan nefsini yüce Allah'a bağlıyor, öfkenin şiddetini
yatıştırıyor, antipatinin sertliğini yumuşatıyor. İnsan kendini soğuk-kanlı
bir şekilde yeniden değerlendirsin diye. Karı-koca ilişkileri rüzgârda uçuşan
bir tüy parçasına dönüşmesin diye. Bunun yerine bu ilişkilerin ilmeği en
kopmaz kulpa, varlığı sürekli kulpa, müminin kalbini yüce Allah'ına bağlayan
kulpa, bu kulpların en güvenlisine ve en kalıcısına bağlansın diye.
İslâm,
aile ocağına huzur, güven ve barış yuvası gözü ile bakar. Karı-koca ilişkilerini
de karşılıklı sevgi, merhamet ve dirlik temeline oturtur. Eşler arasındaki
ilişkiye karşılıklı anlayış, sempati ve sevgi egemen olsun diye bu ilişkinin
başlangıcını özgür iradeye ve serbest tercihe dayandırır. İşte bu İslâm
kocalara "Eğer onlardan (eşlerinizden) hoşlanmıyorsanız, biliniz ki,
Allah hoşlanmadığımız bir şeyi hakkınızda çok hayırlı kılmış
olabilir." buyuruyor. Nikâh bağını ciddiye alsın, onu aklına ilk estiğinde
kesmesin diye. Karı-koca ilişkisine sımsıkı yapışsın, ilk duygusal
parlamada ondan kopmasın diye. Bu son derece önemli insanlar arası kuruma
gereken ciddiyeti atfetsin, onu değişken duyguların ani parlamalarına ve bir
oraya, bir buraya konan hercai karakterli isteklerin budalalığına kurban
etmesin diye.
Eşini
"sevmediği" gerekçesi ile boşamak istediğini söyleyen birine Hz.
Ömer'in verdiği şu cevap ne kadar güzel ve ne kadar anlamlıdır!; "Yazık
sana! Yuvalar sadece sevgi temeline mi dayanır? Sorumluluk, vefakârlık
duyguları nerede?"
İnsanların
dillerinde geveledikleri şu "sevgi" sözü ne kadar ucuz ve kof bir sözdür!
Onlar bu söz aracılığı ile değişken bir içgüdüsel duyguyu dile
getirmek istiyorlar ve bu yanar-döner duygu adına karı-kocanın ayrılmasını,
aile yuvasının yıkılmasını, hatta kadının kocasını boynuzlamasını
-kocasını sevmiyor ya!ve erkeğin eşini aldatmasını -karısını sevmiyor
ya, değil mi?- mubah görüyorlar, normal sayıyorlar.
Bu
kof ve basit vicdanlarda bu ucuz ve değişken içgüdüsel duygudan, bu
doyumsuz hayvanî ihtirastan daha üstün ve anlamlı bir duyguya rastlanmaz.
Onların şu hayatta mertlik, soyluluk, erdemlilik, nezaket ve vefakârlık gibi
yüce duyguların da varolduğunu ve bu duyguların şu kavramsal planda basitleştirdikleri,
ayağa düşürdükleri ve durmadan dillerine doladıkları sevgiden daha önemli
olduğunu hiç akıllarından geçirmedikleri kesin. Başka bir kesin olan gerçek
de onların yüce Allah'ı hiç düşünmedikleri, hiç hatırlarına
getirmedikleri. Onlar göz boyayıcı cahiliye sarhoşluğu içinde O'ndan uzak
yaşıyorlar. Bu yüzden yüce Allah'ın müminlere yönelttiği "Eğer
onlardan (eşlerinizden) hoşlanmıyorsanız, biliniz ki Allah hoşlanmadığınız
bir şeyi hakkınızda çok hayırlı kılmış olabilir." uyarıcı telkin
onlara hiçbir şey söylemez, kendileri için hiçbir anlam taşımaz.
Çünkü
vicdanları yüksek düzeylere çıkaran, ideallere seviye kazandıran; insanın
hayatını hayvansal içgüdülerin, tüccar hırsının ve başıboşluk kofluğunun
aşağılığından kurtararak üst düzeylere çıkaran tek faktör, hakka bağlı
inanç sistemidir.
Erkeğin
göstereceği bunca sabır, nezaket, çırpınma ve ümit dolu bekleyişe rağmen
eğer bu ortak hayatın artık devam edemeyeceği, mutlaka eşinden ayrılıp başka
biri ile evlenmek zorunda olduğu sonucuna kesinlikle varılırsa o zaman kadına
yol verilebilir. Yalnız giderken vaktiyle almış olduğu mehri ve kendisine
miras alarak düşen malları yanında götürecektir. Bunlar külçelerle altın
tutarında bile olsalar hiçbir parçasını geri almak caiz değildir.
Bunlardan herhangi birşey almak açık vebal ve şüphe götürmez bir günahtır.
Okuyalım:
"Eğer
eşinizi bırakıp başka bir kadın ile evlenmek isterseniz, önceki eşinize
gayet yüklü miktarda bir mehir vermiş olsanız bile bundan hiçbir şey geri
almayınız. Yoksa kadına iftira atarak ve apaçık bir günaha girerek mi
verdiğinizi geri alacaksınız?"
Şimdi
şaşırtıcı ve duyurucu bir ifadede derin bir vicdan okşayışı ile,
evlilik hayatının ılık ve yeşillikli bir meltemi ile karşı karşıyayız:
"Verdiğinizi
nasıl geri alırsınız ki, sizler birbiriniz ile içli-dışlı olmuşsunuz ve
eşleriniz sizden güçlü bir güvence almışlardır."
Buradaki
"girmek, bütünleşmek" anlamına gelen "Efda" fiili tümleçsiz
bırakılıyor. Yani sözün önü açık tutuluyor. Bütün muhtemel anlamlarını
düşündürsün, bütün esintilerini yansıtsın, bütün mesajlarını
duyursun diye. Bu fiil sadece vücudların birbirine girmesi, bütünleşmesi
kavramı ile sınırlandırılamaz. Bu yolda duyguları, sezgileri, düşünceleri,
aile sırlarını ortak arzuları ve her anlamdaki iletişim biçimlerini de içerir.
Fiilin genel anlamlı oluşu bu ortak hayatın gecelerine ve gündüzlerine ilişkin
birçok manzarayı gözler önüne getirir ve karıkocayı uzun süre bir arada
tutan bu kuruma ilişkin birçok hatıra akla getirir. Bu açıdan bakınca her
sevgi parlayışı bir bütünleşmedir, her sevgi dolu bakış bir bütünleşmedir,
her el ele dokunuş, her bedeni temas bir bütünleşmedir, her ortak acı ya da
ortak emel bir bütünleşmedir, her anlık ya da geleceğe ilişkin ortak düşünce
bir bütünleşmedir, her geçmişe yönelik ortak özlem bir bütünleşmedir,
her yeni 'çocuktaki buluşma bir bütünleşmedir...
İşte
"Birbiriniz ile içli-dışlı olmuşsunuz" ifadesi bu şaşırtıcı
ve duygu yüklü ifade, bütün bu düşünce, duygu, esinti, heyecan ve imaj
birikimini gözler önünde canlandırıyor. O zaman bu manzaranın yanında sözü
edilen basit maddi endişe küçülüyor, ayrılık anının üzüntüsü içinde
bütün bu kesik kesik imaj birikimini, bütün bu hatıra yığınını
hayalinde ve vicdanında canlandıran koca, evlenirken karısına verdiklerinin
bir bölümünü geri istemekten utanır.
Arkasından
bu imaj, hatıra ve duygu birikimine değişik renkte başka bir faktörün daha
eklendiğini görüyoruz:
"Eşleriniz
'sizden güçlü bir güvence almışlardır."
Bu
güvence Allah adına, Allah'ın yasası uyarınca verilen nikah sözüdür. Bu
hiçbir mümin kalbin hafife alamayacağı güçlü ve son derece önemli bir güvencedir.
İşte o müminleri muhatap tutan bu ayet, bu sıfatlarına dayanarak onları bu
ağır sorumluluklu söze, bu sağlam güvenceye saygı göstermeye çağırmaktadır.
Bu
bölümün sonunda oğulların, babaların eski eşleri ile evlenmeleri, ayıplama
ve kınama yüklü bïr dille, yasaklanıyor. Arapların cahiliye döneminde
serbest olan bu duygularına kimi zaman dul kadınların evlenmelerini
engellemenin sebebini oluşturuyordu. Ya ölmüş babanın küçük yaştaki oğlu
büyüsün de babasının dul eşi ile evlensin ya da eğer erkek çocuğu
evlilik çağında ise babasının eski eşine herhangi bir eşya gibi mirasçı
olsun diye böyle bir gelenek vardı. İslâm gelince bu uygulamayı son derece
kesin ve ağır bir dille yasakladı. Okuyoruz:
"Geçmiş
uygulamalar bir yana, bundan böyle babalarınızın evlenmiş olduğu kadınlar
ile evlenmeyiniz. Bu bir edepsizlik, iğrenç bir hareket ve son derece çirkin
bir gelenektir."
Biz
bu yasağın arkasında üç önemli sebep görüyoruz. Gerçi biz insanlar şeriat
hükümlerinin bütün hikmetlerini kavrayamayız. Fakat bu hükümlere boyun eğmemiz,
onlara isteyerek teslim olmamız, onların hikmetlerini anlayıp anlayamamıza
bağlı değildir. Bu hükümlerin mutlaka bir hikmete dayandıklarından,
insanların yararına olduklarından emin olmamız için onların yüce Allah
tarafından yasallaştırdıklarını bilmemiz yeterlidir.
Evet,
dediğimiz gibi biz bu yasağın arkasında şu üç hikmetin bulunduğunu görüyoruz:
1-
Her şeyden önce babanın eşi ana konumundadır.
2-
Bu yasak babanın yerine geçecek olan evladın babasını bir rakip olarak
hayalinde canlandırmasını önleme endişesi taşır. Çünkü erkek, karısının
eski kocasına karşı fıtri olarak, doğal bir eğilimle antipati duyar. Eğer
bu tür bir evlilik olursa o zaman evlat babasına karşı antipati duyacak, ona
nefret besleyecek demektir!
3-
Bu yasak, baba eşine basit bir miras malı gibi konma kuşkusunu kökünden
silme amacı taşır. Daha önce söylediğimiz gibi bu anlayış ve ona bağlı
uygulama cahiliye döneminde geçerli idi. Oysa bu anlayış ve bu uygulama hem
kadının hem de erkeğin insanlık değerini düşüren bir ayıptır. Çünkü
kadın ile erkek bir tek ortak insandan türemişlerdir. Buna göre birinin küçük
düşürülmesi, horlanması, hiç kuşkusuz diğerinin de küçük düşmesi,
onurunun zedelenmesi anlamına gelir.
İşte
gerek bu görebildiğimiz ve gerekse kavrayamadığımız diğer başka sebepler
yüzünden İslâm, bu evlilik türünü son derece çirkin saydı, onu iğrenç
bir rezillik ve çok kötü bir gelenek kabul etti. Yalnız İslâm'ın bu
yasaklamayı getirmeden önceki geçmiş cahiliye dönemi uygulamaları hariç.
Onlar bağışlanmış ve hesapları noksanlıkların her türlüsünden münezzeh
olan yüce Allah'ın iradesine kalmıştır.